Atina 2004 Olimpiyatları başlıyor!..



Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 3 Sayı: 567

Sisteme gir!

Merhaba Sevgili KM dostu, hoşgeldiniz!

 26 Ağustos 2004 - Fincanın İçindekiler

 

 Editör'den : Rehavetten kurtulmaya az kaldı!..


Merhabalar,

Başlığa bakıp kocaman atılımlar arefesinde olan bir işadamı yakıştırması yapmayınız bana lütfen. Sorun benden ziyade sizlerin ilgi alanına giriyor. Tamam anladık ilkokulda öğrettiler bir yılı dörde bölüp sindire sindire yememiz gerektiğini. Tamam da çalışma takvimi oluşturulurken dört taksit kampanyasından bahsedildiğini hatırlamıyorum. Nedir yani "Yaz geldi efem, ondan relax pozisyondayız." demeler. "Efendim arkadaşlarımız yıllık izinlerinin bir kısmını kullanıyorlar o yüzden işlerimiz bir miktar aksıyor, gecikme için özür dileriz." "Araba tam size gelirken sıcaktan yolda su kaynatmış ve olduğu yerde kalmış, kısmetse yarın sabah erkenden orada." "Kurban olurum ben sana yavrum, sen otur çalış bizi kurtar. Ben de çalışıyorum, vallahi bugün muz üstünde ayağa kalkmayı öğrendim." Bööööö. Yeter yahu yeter. Tatile gidememişlerin hezeyanı olarak kabul edilmemeli bu haykırışlarım. Çalışmaya azimli her Türk evladının yanında görmek istediği ama bu türlü göremediği destek, arkadaş ve yardım içindir bağırmamın nedeni. "Kardeşim sen de git ne ötüyorsun avaz avaz" denilebilir aslında ben gibisine ama sıkıysa bir empati yapıverin benimle bakalım. İşin maddi boyutunu çoktan bir kenara bıraktığım için şu anda da es geçiyorum. Varsayalım yaz tatilinde mola vermenin ilk sınavını başarıyla geçtik, sıra geldi yan gelip yatmaya. Yalnız artık yaş kemale erdiği, ayakucu-göbek-göz doğrultusunda dış bükey ayna pozisyonu hasıl olduğu için giyilen haşemadan bozma, mayodan öte, şorta benzer deniz giysilerini ne hikmetse cepli yapıyorlar. Mereti giydinmi ceplerini doldurmazsan karnın ağrır diyorlar. Dolayısıyla yangında ilk kurtarılacaklar listesinin baş köşesini işgal eden cep telefonunu cebine yerleştirip deniz kenarına gidiyorsun. Amaç üçüncü kattan düşmüş gibi güneşin altında yatıp kavrulmak. Ne mümkün? Havlunu sererken cebin başlıyor dingildemeye... "Cem Bey?" "Evet ne vardı?" "Sabahtan beri nete giremiyorum, ağ komşularımda bir ben varım başka kimse yok, teleks çalışmıyor, mail gönderemiyorum, yazıcının kartuşu bitmiş, sabah yediğim hurma gaz yapıyor, Allah lillah aşkına bir el at!..." Yalanım varsa şurdan yan odaya giderken ayağıma kramp girsin. Ve bunun üstüne başlıyor benim elde telefon, tepede güneş eğlenme ve dinlenme faslı hakikatim. Kapat telefonu demeyin, olmaz yapamam. Eğer durum uygunsa dizüstümü bile yanımdan ayırmamam gerekir. Haydi bakalım siz siz olun da bu durumda tatil yapın. Zaten doğrusu bu. Birileri dinlenirken birileri de çalışmalı, yoksa bu ülke nasıl kalkınacak!.. Amma bitiyor işte. Bitiyor 2 aydır uzaktan yalana yalana bir hal olduğum dondurma günleri. Eylül geliyor, yaz bitiyor, okullar açılıyor, mazeretler sona eriyor, herkes benimle aynı düzeye geliyor. Artık vijdanım rahat gönül rahatlığıyla çalışabilirim. Ve hatta çalışabiliriz, çalışacağız hepbirlikte, hohhohooo. Taaa gelecek yaza kadar!...

Günün şarkısının bugünkü konuğu bir film müziği. Akıllarda filmden çok müziğiyle kalan bir yapıt. Anthony Quinn'li Caravans'ın Mike Batt tarafından yapılan muhteşem melodisi. Theme of Caravans. Hoşçakalın.

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

8 Mesaj/Yorum var. Mesaj/Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Café Azur : Suna Keleşoğlu


Bugün Perşembe

"Kendi korkularımızda;
korkularımız,
kokularımız kadar yakında."

Zaman bir zeytin ağacı şimdi.
Yaşı başlangıca eşit.
Bunu bilen zaman.
Ellerim yaşlanan,
yaşayan Zaman.

-Bugünü unutmadın değil mi?
Yaşlı kadın, umutsuzca bir kere daha sordu.
-Bugün Perşembe, bugün Perşembe, Perşembe. Perşembe bugün, diye inatla devam etti yaşlı adam.

Bugün Perşembe. Ayın kaçı? Kaçıncı aydayız? Ya da hangi yıl?
Bu soruların cevabı yok.
Sadece bugün Perşembe.

Yaşlı çift, son yıllarda yaz aylarını sessiz bir dağ köyünde geçirmeyi tercih ediyorlardı. Kış boyunca kayak yapmak isteyenleri ağırlayan bu köy, kış günlerindeki kalabalığının aksine yazın hüzünlü bir ıssızlığa bürünüyordu. Yazları üç beş yerlisi dışında, büyük şehir kalabalığından sıkılıp başını dinlemeye gelen orta yaşlı insanlar da bu ıssız havaya ayak uydururlardı. Kışın yakın kayak merkezlerinde çalışan insanların konakladığı pansiyonlarda yazın bu gürültüden kaçan insanlar kalırlardı.
Elli yıldır evli olan yaşlı çift de son on yıldır alıştıkları üzere yazı yine bu dağ köyünde geçirmeyi uygun görmüşlerdi.
Serin ve ıssız.
Zaman geçtikçe,
Issızlaşan yaşamlara uyan bedenlerimiz gibi
Serin.
Kadın, kaldıkları odadaki dev boy aynasına bakarken gittikçe yaşlandığını hissetti. Odanın kapısını açar açmaz göz göze geldiği bu boy aynasını ilk gördüğünde ne kadar yadırgamıştı. Şimdi ise, bu köy, köydeki bu pansiyon gibi yaşamından bir parça olmuştu adeta.
Yaşamını anlatan,
Daha çok hatırlatan bir boy aynası.
Bazen yaşadıklarını hatırlatan, bazen ve hatta çoğu zaman yalansız, yalın sadece gerçekleri gösteren sırlı bir cam. Sırlarıyla dolu bir cam parçası.
Günlerden Perşembe.
Gün geçtikçe hafızası onu terk eden adam, titrek elleriyle kravatını düzelttikten sonra karısına döndü. Kaldıkları oda dağlara bakıyordu. Yemyeşil dağlara.
Bugün Perşembe.
Yaşlı kadın aynada kendini seyrederken yaşlı adamın silueti belirdi yanında. İki masum çocuk oluverdi aynadaki yüzler. Sonra yanağa kondurulan bir öpücükle tamamlandı bu masum sahne. Dev boy aynasında, dev bir aşkın gölgesinde küçülmüş iki beden.
Kadın daha fazla ısrar etmek istemese de bir kere daha sormakta kararlı. Adamın hatırlamayacağını bilmek onu yaralasa da.
-Bugün ne olduğunu?
Daha sorusunu bitirmeden adam, ilk ezberini yapan çocuklar gibi heyecanla atılıyor.
-Günlerden Perşembe.
Zaman akıyor.
Sabah güneşi dağın etrafında öğleye dönerken, adam tek başına yürümek istiyor. Kadın yorgun bacaklarını dinlendirmek için pansiyon evin terasındaki kanepeye uzanıyor. Etraf sessiz, etraf ıssız. Zaten başka müşteri de yok.
Karşıda yemyeşil dağlar. Kadın uyuyakalıyor. Öğlen güneşi, şapkasının gölgelediği gözlerine ulaşamıyor ama eteğinin açıkta kalan kısmındaki zayıf bacaklarını ısıtıyor.

Zamanın çaldığı yalnız yüzüm değil.
İncelen bacaklarım, incelen ayak bileklerim cılız bir çocuk gibi
Dirençsiz.

Kadın uyandığında her yanının uyuşmuş olduğunu hissediyor.
Harekete geçmek için beklemeli.
Saat kaç olmuştur acaba.
-Saat kaç, günün neresindeyim?
Hala kafasında kocasının sabahtan kalan sesi.
-Günlerden Perşembe.
Kadın odalarına çıkıyor. Yaşlı adam odada yok. Sonra pansiyon sahibinin yanına iniyor. Yaşlı adam daha gelmemiş.
-Saat kaç? diye soruyor.
-Öğle yemeği vakti. Eşiniz birazdan gelir, diye yanıtlıyor yıllardır çifti yakından tanıyan adam.
-Birazdan gelir evet, ben en iyisi yemek salonunda bekleyeyim, diyor kadın.
İki kişilik masalardan birinde oturup beklemeye koyuluyor kadın. Salondaki iki masa da pansiyon müşterisi olmayan yalnızca yemeğe gelmiş tanıdık olmayan yüzler. Kadın bekliyor, gelen yok. Pansiyon sahibinin gönderdiği yemeklere dokunmadan öylece bekliyor. Sonra ansızın yerinden doğruluyor ve pansiyon sahibinin yanına gidiyor.
-Başına bir şey gelmiş olmalı, yoksa bu saate kadar mutlaka gelirdi.
Pansiyon sahibi küçük köyün jandarma karakolunu arıyor. Sonra kadınla beraber çıkıp köyde bakabilecekleri her yere gidiyorlar. Yok yok yok. Adam kayıp.
Akşam olacak birazdan. İkindi serinliği ile beraber kadının içi ürperiyor.
-Göl kenarına gitmiş olabilir mi? diye titrek bir sesle soruyor.
-Sanmam orası çok uzak ama bir de oraya bakalım diyor pansiyoncu adam.
Akşam iyiden iyiye iniyor köye. Göl dağların arasına gizlenmiş. Kimsecikler yok. Kıyıdaki ağaçlar arada bir esen rüzgârla gelenleri tedirgin eden hışırtılar çıkartıyorlar.
Kadın umutsuz. Adamın aynadaki yüzünü hatırlıyor kadın. Titrek elleriyle bağlamaya çalıştığı kravatı ile aynı renk olan mavi gözlerini özlüyor adamın. En son o görüntü de donuyor aklı. Pansiyoncu adam son bir tur yapmayı öneriyor. Jandarmadan da bir haber çıkmadığını öğreniyor telefondan. Adam kayıp.
-Günlerden Perşembe.
Kadının kulağında adamın sesi. Hafızasını yavaş yavaş yitiren adamın tekrarladığı son kelimeler. Göl kıyısı ıssız. Ağaçlar arasında karanlıkta bir gölge beliriyor. Sırtını yaşlı ve kurumuş bir ağacın gölgesine yaslamış yaşlı adam. Elinde bir demet kır çiçeği ile öylece oturuyor. Mavi gözleri akşamın kararan siyahında çakmak çakmak. Elindeki çiçeklere bakıyor.
-Bugün günlerden Perşembe, Perşembe bugün. Bugün senli hayatımın ilk günü ama ben kayboldum. Burada yapayalnız kaldım.
Kendine doğru koşan yaşlı kadın ve pansiyoncu adamı fark edemeyecek kadar dalgın, öylece elindeki çiçeklere bakıyor.
Kadın adama sıkıca sarılıyor ve gözyaşları içinde aynı cümleyi tekrar ediyor.
-Bugün günlerden Perşembe. Bugün günlerden Perşembe.

Ellerim artık bir zeytin ağacının dalı.
Bugün, bir zeytin dalı şimdi.


SunA.K. Grasse
sunak@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,789,789,789,789,789,789,789,789,789,78
              9 Kahveci oy vermiş.
3 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Kahveci : Oğuzkan Bölükbaşı


GEYİK Mİ GERÇEK Mİ?

Akşam üstü, bar muhabbeti, en güzel geyikler salınıyor ortalıkta. İki adam, belli ki yaşamın üçüncü çeyreği başlamış, belli ki muhasebeci yani hayatın çetelesini tutan açık vermiş. Şimdi ne olacak demek çok geç biliyorlar. Ne yapmak gerek onu anlamaya çalışıyorlar, kafa kafaya vermiş, akşam üstü bir bar muhabbetinde.

- Yedik ulan hayatı, hazmetmeden kıçımıza geldi
- Ne yapalım arkadaş, yalnızca sen, ben değiliz herkes aynı durumda
- Bana ne herkesten beni ben ilgilendiriyor yalnızca
- ................
- Başlayacağım bu süper ego, vicdan micdan hikayesine, ben hayvan olmak istiyorum
- .........................
- Egomu da dışlayacağım, kişilik sahibi olmak neymiş be, zaten zavallı ego, id'imle süper egom arasında şamar oğlanı oldu
- Güldürme beni
- Gülecek ne var , sen de aynı sıkıntıda değil misin, zaman akıp geçiyor bu ne lan diyen sen değil misin ?
- John Lennon bir şarkısında şöyle diyordu y, yanlış anımsayabilirim ama mealen şunlardı sözler "sen bir yerlerde yarın için planlar yapıp hedefler koyarken, yanından geçip giden hayattı" bu şarkıyı ilk dinlediğimde hiç önemsememiştim bu sözleri, geçenlerde dinledim ve beni vurdu yıktı.
- Ne yapalım yani
- Kalan kısmını kaçırmayalım bari
- Evladım, hayatın tarifi mi var
- Hayatın tarifi olmadığı gibi provası da yok
- Eeeeeeeeeeee
- E si şu, tam zamanındayız bazı tanımlara açıklık getirmenin
- Tanımlamak için kaç yıl harcayacaksın
- Hiç
- Nasıl hiç
- Yaşadıklarımdan elek üstünde kalanlara göre bir sonuç çıkardım, iki adet sloganım var şimdi birincisi "sükunet sıhhattir" ikincisi "rahat ol, rahat ettir"
- Pis pasifist, aldırmadan yaşa diyemiyorsun
- Aldırınca ne oldu, eksik kaldık eksik
- Devam et
- Baksana etrafına, ne kadar zevksiz, lümpen, kaba insan varsa bizleri yönetiyor, seçim demokrasi falan derken, yaşam zevki olmayan kültürsüz tonlarca insan ahkam keser oldu, yetki sahibi oldu, bizim oralarda bunlara halk deniyor.
- Halk düşmanı mısın
- Bizim oralarda halk deniyor ama bunlar halk değil o nedenle halk düşmanı değilim sadece sıradan insanların egemenliğine karşıyım.
- Sen neredensin
- En azından çan eğrisi içindeki gruptan değilim, düşünüyor ve sorguluyorum
- Sonuç
- Sonuç iki slogan daha önce de belirtim ya
- Rahat mısın
- Çook rahatım, mesela trafikte acele etmiyorum, o son model pahalı arabalarla son sürat öne geçip park yerinde üç arabalık yer kaplarcasına park edenlere eskiden sinirlenirdim, dövesim gelirdi şimdi acıyarak gülüp geçiyorum.
- Niye acıyorsun
- Varsıllığı özümseyememiş magandalara acımaktan başka ne yapılır
- Önceleri ne yapıyordun,
- Uyarıyordum, ters laf ediyorlardı, kavga ediyordum, sonra utanıyordum
- Şimdiki halin utandırmıyor mu
- Niye ki
- Pasif, meydanı magandalara bırakmış , ideallerini terk etmiş halin
- Pasif değilim, şiir , öykü, deneme yazıyorum, meydanı magandalara bırakmadım magandalar zaten meydanlarda bir gün gerçek halk olabilenler çoğaldığında magandalar meydanlardan çekilecek. İdeallerim hala var ama toplumsal değil bireysel, birey olmayı becermeye çalışıyorum
- İçelim güzelleşelim
- İçelim

Her ikisi de birer yudum rakılarından aldılar.
- Nasıl birey olmayı becerecen
- Oldum bile
- Nasıl
- Doğal ve sosyal çevreyi kirletmiyorum, zaten yemezdim insan hakkı yememeye devam ediyorum, sosyal sorumluluğumun bilincinde olarak hareket ediyorum.
- Öykülerini okudum, senin yanında açık vermek kötü, bir hikaye konusu olabiliriz
- Ayıp ediyorsun, ben dedikodu yapmıyorum, ayna tutmaya çalışıyorum yalnızca
- Ayna hiç kendine dönmemiş
- Bugün ne yapıyoruz
- Ayna mı tutuyorsun kendine
- Evet
- Sen bu musun
- Bu muyum
- Bilmem
- Ben de bilmiyorum
- Acayip adamsın vallahi
- Öyle miyim
- Değil misin
- Bilmem ben bir acayip durum sezinlemedim kendimde
- Seni anlayamıyorum
- Beni değil kendini anlamaya çalış, ben öyle yapıyorum, başkasını anlamadan önce kendini anla, kendini tanı
- Ne yani ben kendini bilmez miyim
- Bilmem
- Nasıl yani
- Bak sevgili arkadaşım sloganı hatırla" rahat ol, rahat ettir" haydi bana eyvallah
- Hey nereye, baksana yahu gitti yahu.

Oğuzkan Bölükbaşı
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,928,928,928,928,928,928,928,928,92
              12 Kahveci oy vermiş.
4 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Yolculuk günceleri : Sevgi Koşaner


Bir şehir gülümsüyordu bugün

güneş,
şenlik,
cıvıl cıvıl.
insanlar şehrin gülümsemesini seyretmede
yüzlerinde kocaman bir tebessümle,
ne kadar özlemişim meğer
gülümsemesini bu şehrin.
frezyalarla süslemiş arabasını çağla bademci.
bademlerde şehrin kokusu, gözlerde şehrin zarafeti
çağla bademine bile kokulu çiçeklerini takan
her şeye rağmen sokakları hala çiçek kokan bu şehir gülümseme de...
alsancak panayır yeri gibi,
içim eve kapanmak istemiyor,
yürüyorum kordon'unda
bu yedi renkli gülümseyen,ruhu orospu şehrin
içim büyüyor kocaman,nedensiz bir sevinç taşıyor içimden
denizanaları bile kıyıya vurmuş öbek öbek merakla
bir fısıltı,bir kıkırdama
başım dönüyor
sefer usta' da soluklanıyorum.

şehir çılgın gibi
baharı vurmuş başına kahkahayla gülüyor sanki
oturamıyorum
katılıyorum şehrin kahkahalı yürüyüşüne,damağımda çilek tadı...

ayaklarım pasaport iskelesine yürüyor, gözlerim oradan denize bakmak istiyor
kefallerin aynalı ışıltısı geçen yazdan kalmış mı diye...
kulaklarıma gitar sesleri doluyor,yönümü iskelenin müziğine çeviriyorum
şehir çılgın gibi ya...gençleri de almış eline gitarını karşılıklı oturmuşlar, iskeleden şehrin kahkahasına şarkılarıyla eşlik ediyorlar.
bu şehri ne kadar çok sevdiğimi fark ediyorum tekrar tekrar..

pasaporttan iniyorum konak'a doğru
deniz kenarına yapılmış tahta teraslarda dumanı tüten tavşan kanı çaylar,nargileler gülümseyen yüzlerin yanında yer almışlar
teknelerin arasında kocaman bir flamingo salınmada..
o'nun gerçekliğinden şüpheli anneyle kızına "gerçek!" diyorum gülümseyerek..
anne gülümseyerek dönüyor " sabah haberlerde gösterdiği savaştan kaçan kuşlardan biri mi acaba?" diyor.
gülümsüyorum içimde bir hüzünle, "savaştan kaçan kuşlar!"
keşke savaşın çocuklarının da kanatları olabilseydi ve gelebilseydiler
bugün ağız dolusu gülümseyen bu şehre..
sakınırdık onları bomba seslerinden,savaşın görülmeyesi yüzünden..içim acıyor birden " keşke.." diyorum "gelebilselerdi!.."

şehir umarsız,inanılmaz bir devinim içinde güneşi, baharı başına vurmuş
savaş mı? o da ne ? diyor sanki,
gülümsüyor ,gülümsüyor ,gülümsüyor...
konak pier 'e geliyorum
içeride bir hüzün, sancılı bekleyişinde...
yürüyorum yılbaşı renklerine bulanmış karanlık vitrinlerin arasından,
zaman yılbaşında kalmış burada..
gözüm dışarıdaki güneşin kahkahasında şehir orada denizin kıyısında
kıyısında denizin anaları öbek öbek
dönüyorum, konak pier'in hüznü içimi yakıyor,birden duvar kenarlarına sıralanmış sıklamenleri fark ediyorum hüzne inat bayrak
kırmızı,fuşya ,beyaz bembeyaz açmışlar.. gülümsüyorlar..

başım dönüyor kahkahadan,hüzünden .otobüse biniyorum,güneşin sıcak yüzü..uyuyorum..
üçkuyular...
tüm meydan frezya,şebboy kokularına bürünmüş..
kadim çiçekçime yürüyorum,her zaman yaptığı gibi
aldığımdan fazlasını sarıyor çiçek demetime,
yetmedi..tam yürüyorum..gülümsüyor kocaman,
ayağa kalkıyor eğiliyor tezgahına, "al bu da benden." Diyor,
koca bir şebboy demetini daha katıyor elimdeki çiçek demetine..
kocasını soruyorum,daha iyiymiş,
kızı büyümüş üçüncü sınıfa gidiyormuş...
eve doğru yollanıyorum,
ayaklarım eski sokağımıza götürüyor beni
reyhan amcayı serada çiçeklerin arasında çay demlerken bulacağını bilerek..
orada..
çay demlenmiş..sol elini artık hemen hiç kullanamadığını fark ediyorum,
bardakları yıkıyorum çayları koyuyor bardaklara,
komşusu geliyor çay demlenmiştir diye..
eskilerden bir sohbet başlıyor,
seranın ve bizim eski evimizin satıldığını öğreniyorum..
içim sızlıyor,reyhan amca şimdi ne yapacak..o sera onun hayatı.. o da kaygılı..
çaylar bitiyor balkondaki çiçeklerimi soruyor, bir gün götüreceğim ona...
saksılarını değiştirecek..onlara daha iyi bakmalıyım...

eve geliyorum..
içim karmakarışık..
yüzümün bir yanı gülümseme de hala..
bir yanı hüzünlü..
bir şehir gülümsüyordu bugün..
insanları gülümsüyordu..
gülümsüyordu..
gülümsüyorum...

Sevgi Koşaner
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,139,139,139,139,139,139,139,139,13
              8 Kahveci oy vermiş.
7 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Misafir Kahveci : Gökhan Kartal


EN KORKUNÇ KORKU ROMANI - "İstanbul"

Merhaba arkadaş, bugün yeni bir korku romanı yazmaya karar verdim ve bir teknoloji harikası olan bilgisayarımın başına geçtim. Bilindiği üzere biz yeni nesil yazarlar; öyle daktilo tuşlarına, el boyayan şeritlere, hatalı karakterleri düzeltmek için saatlerce didinmeye gelemiyoruz. Ellerimi bilgisayar klavyesinin üzerine şöyle bir uzatıp; parmaklarımı iç içe geçirdim ve güzelce kasarak eklemlerimdeki kireçleri temizledim.
Ama bugün başka bir gündü benim için. Bugün sadece yazmak istiyordum. Ne yüreğimden kopan fırtınaların ateşlediği yoğun duygularımdan kopan iki kelimenin bana yol gösterdiği vardı nede yaratıcı bir günümdeydim bugün. Sadece ikinci romanımı yazmak istiyordum. Belki de; "Mahşer" ve "O" yazarı, büyük usta Stephen King gibi bir korku romanı yazarı olmak istiyordum...

Yüksek sesle düşünmeye başladım:
"Nereden girmeliyim? nasıl bir olay yaratmalıyım? Elinde irice bir kamayla küçük çocukları kovalayan bir şeytan mı? Dev bir göktaşıyla birlikte dünyamızı istila etmeye gelen; yüzleri irinli, ayakları ters, ince ve kıllı bacaklı, timsah derili yaratıklar mı?" Bunların hiçbiri beni korkuda doyuma ulaştırmıyordu, herhalde okurlarda bu klasik yazılardan sıkılmış olmalıdır..
"Peki ne yazmalıyım? Ne?"
Suratıma radyasyon saçan monitörün karşısında biraz daha derinlere attım kendimi. Uzun uzun düşündüm ve beni korkudan ters döndürüp, duvardan duvara çarpan tek bir şeyin olduğuna karar verdim; İstanbul...
İstanbul'u yaşıyoruz her gün, gözlerimiz kapalı, kulaklarımız tıkalı, bileklerimiz kelepçeli. Medeniyetlerin başkentinin virane bir kasaba oluşuna tanık oluyoruz. Bir çoğumuzun içi yanıyor, üzülüyoruz ama elden bir şey gelmiyor. Ve büyük usta; yılların eskittiği ihtiyar gözlerini üzerimize çevirip soruyor bizlere:
"Sizin memlekette eşek var mı?" diye...

Dün Beyazıt'tan eve dönüyorum. İ.E.T.T. adı verilen kurumun hızlı ve tempolu çalışması sonucu elli dakikada bir gelen otobüse güçlükle binebildim. İte kaka, otobüsün arka tarafında kendime yolculuk sırasında durabileceğim bir yer buldum. Ve sonra yurdum insanı beni kolumdan tutarak kara düşüncelerin içine atıverdi...

Yaşlıca bir amcaya takıldı gözlerim. Adamcağız üşütmüş olacak ki; başını arkaya doğru hafifçe kasmış, ağzını açabildiği kadar açmış... belli ki hapşıracak.
"Haaaa! Haaaaa! Haaapşuuuuu!"
Oturduğu yerde öyle eğilmişti ki; kafası neredeyse dizlerine değecekti. Ellerini burnuna yapıştırmış ve hapşırma eylemini başarıyla tamamlamıştı. Sıra ağzından ve burnundan ellerine fışkıran salya sümükleri temizlemeye gelmişti. Bizler, lazım olur diye yanımızda kağıt mendil taşımayız. Bu amca ne yapabilir ki? Uymuş düzene, binmiş otobüse. Ellerini yarım metre öne uzatarak birbirine yapıştırıp ovuşturmaya başlıyor. Sonrada bir şey olmamış gibi otobüsün arka kapısının sol tarafında bulunan yatay demir çubukları tutuyor o salya sümük içinde kalmış elleriyle...
Bu olayın şokunu yaşarken yeni bir hadise daha gerçekleşiyor önümde. Otobüsün Aksaray, Vatan caddesindeki "Emniyet" durağında durup, arka kapıyı açmasını fırsat bilen otuz beş yaşlarındaki bir vatandaş; yanındaki arkadaşının elindeki boş pet şişeyi kaptığı gibi fırlatıyor caddeye. Pişkin pişkin sırıtarak:
"Ula, iki saattir tutuyon elinde haa. Benim elim yoruldu!" diyor. Sol arka çaprazında duran genç bir polis; adama hak verircesine sırıtmış, başını sallıyor...

Galiba korkuyu, gerilimi ve endişeyi bu yirmi milyon nüfusu barındıran şehirden daha şiddetli yaşatacak başka bir şey yok. Otobüse bineli on dakika oldu ve üst üste şoklar yaşıyorum. Kafamı boşaltmam ve gözlerimi kapatmam gerek yoksa aklımı yitireceğim. Son bir bakış atıyorum otobüsün içindeki yurdum insanına ve içimden soruyorum:
"Sizin memlekette eşek var mı?"

Gökhan Kartal
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,009,009,009,009,009,009,009,009,00
              12 Kahveci oy vermiş.
4 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Kahvecigillerden : Oktan Erdikmen


Yaşar Nuri Hoca Partisi

Bu günlerde parti kurmak yeniden moda oldu. Kuruluş aşamasındaki beş altı oluşumun öncü kadrolarını incelemeye kalkarsak başarısız oluruz, çünkü ortada pek de bir kadro bulunduğundan söz etmek güç. Aynı şekilde düşünsel hayata yaptığı katkılardan ve akademik yeterliliğinden en küçük bir şüphe duyamayacağımız Prof. Yaşar Nuri Öztürk'ün Halkın Yükseliş Hareketi adıyla partileşme sürecine soktuğu oluşum da en azından şimdilik yeterli bir kadro desteğine sahip görünmüyor. AKP hükümetinin ülkemizin içinde bulunduğu sosyal ve ekonomik sorunları bir türlü çözüme kavuşturamaması ve CHP başta olmak üzere muhalefet partilerinin içinde bulundukları ikilemler nedeniyle alternatif oluşturamamaları, aktif siyasetle bir şekilde ilişkide olan kişileri yeni çözüm yolları aramaya yöneltiyor. Ülkemizin gerçek anlamda bir sosyal demokrat partiye duyduğu güçlü gereksinim de dikkatlerin bu misyonu yüklenme iddiasında bulunan oluşumlarda toplanmasına neden oluyor.

Yaşar Nuri Hoca, hazırladığı 124 sayfalık ön bildirgede kurulması tasarlanan partinin sosyal demokrat bir yapıda olacağını belirtmesine karşın asla solcu ya da sağcı sayılmayacağının altını çiziyor. Sosyal demokrat olup da solcu olmamak, 20 yaşındayım ama genç değilim demekten daha derin bir ikilemi çağrıştırsa da, en azından Yaşar Nuri Hoca tarafından bakıldığında, uzun yıllar komünist, anarşist gibi sıfatlarla anılan sol kavramının hiç yoktan oy kaybettirme olasılığı göz önüne alınırsa haklı görülebilir. Bilindiği gibi sol ve sağ kavramlarının siyasal yaşama girişi ilk Fransız Cumhuriyet Meclisi'ne uzanır. Kralın sağ tarafında bulunan ve mevcut düzenin devamından yana olan aristokratlar ve ruhbanlar sağcı; kralın sol tarafında bulunan ve sosyal ve siyasal paylaşımda yenilik yanlısı olan burjuvalar ise solcu kabul edilmişlerdir. Sonrasındaysa, üretim ilişkilerindeki rollerin yeniden paylaşılmasıyla yönetimde söz sahibi olmak isteyen işçiler değişim yanlısı oldukları için solcu, egemenliği zaten elinde bulunduran eski solcu burjuvalarsa sağcı oluvermişlerdir. Yaşar Nuri Hoca ise, gelir dağılımını düzenlemek gibi parlak cümleler sarf etmesine ve geniş kitleler yararına ileriye dönük bir dönüşümü savunmasına karşın sol sözcüğünü sahiplenmekten kaçınıyor.

Gerçi Türkiye'de gerçek anlamda ideoloji tabanlı bir siyasi partinin varlığından söz etmek güç. AKP, Müslüman demokrat gibi düzmece bir kimliği bile iktidara geldikten çok sonra yakıştırabilmişti kendisine. Varsa yoksa, eş dost aşiret ilişkileri. CHP'den istifa eden haftasına AKP'ye katılabiliyor. CHP mi sağ, yoksa AKP mi sol sayılmalı şimdi?

Yaşar Nuri Hoca'nın iyi niyetinden şüphe duymuyorum. Ancak, bu hareketin başarıya ulaşma şansının olmadığını görebilmek için alim olmaya da gerek yok. Sağlıklı bir temele oturtmadan atraksiyon olsun diye parti kurmanın bir anlamı yok. Bu ülkede onlarca siyasi parti var. Aralarındaki fark? Sıfır. Sorunlarımızın önünde parti sayısıyla aynı oranda çözüm önerisi olması gerekir. Kaç tane var? Sıfır! Kaybolan zamanımıza, emeğimize, paramıza yazık. Japonlar günde onlarca icat yapıyor; Amerikanlar uzak dünyaları keşfe çıkıyor. Biz durmadan parti kuruyoruz. Sonuç: Sıfıra sıfır, elde var sıfır!

Oktan Erdikmen
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
              3 Kahveci oy vermiş.
3 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Kahvecigillerden : Dilara Erdem


2 haftada 5 havalanı ...

Houston

İşte yine erkenden bir havaalanı yolundayım...Yine Newark. Bu defa elimde nispeten daha ufak bir valiz var; nedeni Houston'da geçireceğim 4 günden sonra tekrar buraya, New York'a dönüp, son havaalanı noktam olan Kennedy'den Türkiye'ye dönecek olmam. Air Train yardımıyla yine Continental ile uçacağım noktaya ulaşıyorum, kendimi uçağın koltuklarına bırakıyor ve gözlerimi dinlendirmek üzere kapatıyorum. Gözümü açtığımda Çarşamba öğlen saatlerinde kendimi Bush International Havaalanı'nda, Houston Texas'ta buluyorum!

Yine, üniversite yıllarımdan beridir arkadaşım olup, yaklaşık 7 yıldır burada yaşayan bir başka kişi beni karşılıyor. Chicago'da hissettiğim boğucu sıcak, nem ve yapış yapış, karanlık ve bulutlu bir hava eşliğinde güneyin incisi Houston'daki eve ulaşıyoruz. Eve girmeden önce Cheese cake Factory denen tapılası mekanda, muhteşem boyutlarda ve tatta olan, buraya oranla anca duble porsiyon diye adlandırabileceğimiz tatlılarımızı yedikten sonra bahçeli, 2 katlı bu şirin evde püfür püfür esen klimalar ve Sinatra'nın Ultimate Collection'u eşliğinde biraz dinlenip, birkaç duble kaliteli viskiden sonra; Taste of Texas adlı restoranda meşhur bifteklerden yemek için yerimizi alıyoruz. Her ne kadar daha sonra, en ufak boyuttaki (8 onz.) bir bifteği tercih ettiğim için üzülsem de, tereyağını ısıtılmış bir bıçakla kesiyormuşçasına yumuşaklığını tarif edebileceğim bifteğin üzerine güzel bir şişe kırmızı California şarabı içerek acımı hafifletiyorum..

Ertesi gün sabah erken kalkıp 1,5 saat kadar tenis oynadıktan sonra arabayla 3,5 saatlik Austin'e gidip Lake Travis'e bakan Oasis adındaki restoranda gün batımına karşı margaritalarımızı içip, Barton Springs'de güneşlenip, nehrin bir kısmının kapatılarak oluşturulduğu doğal havuzda serinliyor; akşam ise University of Texas Austin'in etkisi altına aldığı, Cuma akşamı olması itibariyle trafiğe kapatılmış sokaklardaki çeşit çeşit barlardan bir tanesinde canlı müzik dinleyip, dans edip ertesi gün San Antonia'da, River Walk denen mekanda tekne gezintisi yaparak, bir İtalyan restoranında soluklanıp, Jennifer Lopez'in bir filmde meşhur poposunu koyduğu köprüde aynı pozisyonda hatıra fotoğrafı çektirerek gündüz gözüyle Austin'de Mount Bonell olarak adlandırılan tepeden Colerado nehrini seyreyleyip sabah uçağı ile New York'a dönüyorum.

En son, yani 5. havaalanım olan Kennedy'den, bir başka Pazar sabahı 3 saatlik rötarla ülkeme döndüm tamı tamına 15 gün sonra. Bu defa Türk Hava Yolları ile.!

Anlatacak çok şey var daha aslında: Arkadaşlarımı gördüğüm için hissettiğim mutluluğu, sonra dönünce artan özlemimi, işim ve kariyerim adına aldığım yeni kararları, tanıdığım ve tanımaktan büyük zevk duyduğum insanları, yediğim sevdiğim, yemediğim nefret ettiğim tatları, gördüğüm ilginç-ufak daha nice detayı, Metropolitan Müzesi'ndeki, önünden bir türlü ayrılamadığım Modern Sanat tablolarını, Rodin heykellerini, içim giderek baktığım son model arabaları,her daim koşan sağlıklı Amerikan toplumunun fertlerini, buna karşın obezlikten yürüyemeyen insanları, tüm yeşil alanlarda burun buruna geldiğimiz şirin mi şirin sincapları, fırıl fırıl dönen tepelerindeki sirenleri ile yollarda bir sürü sürücüyü durdurup esir alan polis arabalarını, yollardaki benzin istasyonlarını, yolculuklarım sırasında arabalarda ve uçaklarda geçirdiğim dakikaları, hiçbir vatandaşın yollarda kullanmadığı "selektör atma" eylemini, içtiğim neredeyse 5 çeşit değişik bölge ve ülke şarabının damağımdaki bıraktığı tatları, yeşile bu kadar doyabileceğimi zannetmezken bünyesindeki yeşil alanlar, parklar ve bahçelerle beni etkilemeyi başaran Amerika'yı...

Başka bir sefere artık....

Dilara Erdem
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,759,759,759,759,759,759,759,759,759,75
              8 Kahveci oy vermiş.
4 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, aşağıdaki adresten tek tıklamayla zevkle okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın... Ayrıca bugünden itibaren duygu ve görüşlerinizi yorum olarak yazabilirsiniz.
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_1.asp

Devamı yok. BİTTİ

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Bu romanı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,578,578,578,578,578,578,578,578,57
              445 Kahveci oy vermiş.
58261 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Dost Meclisi



Fotoğraf : Şeref Bilgi

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
Kahve Molası bugün 4.233 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

Yukarı

 

 Tadımlık Şiirler


Son Çiçek

Çiçekleri olur şairlerin
Şiirlere serpiştirmek için
Sen benim şiir çiçeğimdin

Parmaklarımdan dudaklarımdan
Dizelere döküldün
Yasemin yasemin..

Kirpiklerimden gözlüklerimden
Gecelere döküldün
Nur'u gözlerimin

Ne yazık ki artık
Geçiyor mevsimin
Düşen en son çiçek
SON'u şiirimin

Armağan KONYALI

Yukarı

 

 Biraz Gülümseyin




Çamur banyosu!..

Yukarı

 

 İşe Yarar Kısayollar - Şef Garson : Akın Ceylan
Yamağı : Ayşe Nur Gedik


http://www.psikoturk.net/
Psikolojik pekçok test bulabileceğiniz psikiatri kaynak sitesi. Kendiniz ölçmek için bir fırsat.

http://www.yesilelma.com/
Kilo problemi olanlara yardımcı olmayı iş edinmiş sitelerden biri daha. Güzel hazırlanmış ama epeydir güncellenmemiş bir site. Belki işinize yarar.

http://www.superevariders.com/html/index.php
Motosiklet tutkunlarının buluşma mahalli. Tak kaskını gir içeri...

http://www.turkrock.com/
Adı üstünde Türk rockçıların buluşma noktalarından biri. Güzel bir çalışma.

Yukarı

 

 Damak tadınıza uygun kahveler


SoundClick MP3 Player 1.1 [7.4MB] Win9x/2k/XP FREE
http://www.soundclick.com/software/DownloadPlayer.cfm
Çok hoş bir media player alternatifi. Dilerseniz bir ek yüklemeyle kendi gelişmiş mp3'lerinizi hazırlayabilirsiniz. Flash destekli bu mp3'leri dostlar arasında gönül rahatlığıyla dağıtabilirsiniz:-))

Yukarı




ABONE OL
AYRIL
HTML TEXT
Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



Hoşgeldiniz
Arşivimiz
Yazarlarımız
Manilerimiz
Forum Alanı
İletişim Platformu
Sohbet Odası
E-Kart Servisi
Sizden Yorumlar
Kütüphane
Kahverengi Sayfalar
FİNCAN/SİPARİŞ
Medya
İletişim
Reklam
Gizlilik İlkeleri
Kim Bu Editör?
SON BASKI (HTML)
KMFM (TEST)
KM JUKEBOX (Yeni)
DÜNÜN
ŞARKILARI





ÖZEL DOSYALAR

Milenyumun Mandalı
Café d'Istanbul
KIRKYAMA
ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
Teröre Lanet!
Kek Tarifleri
Gezi Yazıları












Kahveci Soruyor?



KAHVERENGİ SAYFALAR



KAPI KOMŞULARIMIZ

Üç Nokta Anlam Platformu



Fincan almak ister misiniz?
http://kmarsiv.com/sayilar/20040826.asp
ISSN: 1303-8923
26 Ağustos 2004 - ©2002/04-kmarsiv.com
istanbullife.com