|
|
|
31 Ağustos 2004 - Fincanın İçindekiler |
Editör'den : Uma uma dönmeyelim muma!.. |
Merhabalar,
Başladığı gibi bitti Olimpiyatlar. Komşu eline geçen fırsatı dört dörtlük değerlendirdi doğrusu. Başından sonuna kadar kusursuz bir organizasyondu. Darısı başımıza. Tabi bu bir temenni ama olabilirliği tartışma götürür. Spordan sorumlu Devlet Bakanı Şahin, tabiri caizse, cuk oturan bir konuşma yapmış. Aslında buna bir günah çıkartma da denilebilir. Hepimizin dilinin ucuna kadar gelen ama bir türlü söylemeye cesaret edemediğimiz sözcükler bakanın dudaklarından dökülünce hoşuma gitti doğrusu. Özetle; "Atina Olimpiyatları bizim için başarısızlıktır. Ve bu başarısızlıkla Olimpiyat düzenlemeye aday olmamız abesle iştigaldir." diyor sayın bakan. Ama bu sözcükleri sarfeden bakanın bile asıl değil de, sadece spordan da sorumlu bakan olması memleketimin büyüklerinin spora bakışını gözler önüne sermiyor mu? Milyarlarca doların, paha biçilmez reklamın dönüp durduğu bir sektörün idaresini bile bir bakana yan uğraş olarak vermiş bir memleketten bahsediyorum. 10 madalyayla 22. olarak ülkeye dönmek Zimbabwe için gurur kaynağı olabilir pek tabi ama yetmiş milyonluk Türkiye'nin 3 altınla yetinmesi, ata sporu güreşte yerlerde sürünmesi, atletizmde kıpırdanır gibi olanların içler acısı durumu, takım sporlarında hiç oluşumuz hoş karşılanamaz. Olimpizmin ruhu atletizmden geçer. Atlet yetiştiremeyen bir memleketin de olimpiyat düzenlemeye talip olması trajikomiktir. Aday olabileceğimiz en yakın tarih 2016'dır. Eğer aday ülkeler arasında sivrilmek istiyorsak, hemen her dalda olimpiyat derecelerine yaklaşan sporcular yetiştirmemiz gerekir. Eğitimde reform çığlıkları atıldığı bu günlerde, beden eğitimi derslerini bu çerçevede ele almaları gerektiğini umarım spordan sorumlu bakan, eğitimden sorumlu bakanla paylaşmıştır. Aksi takdirde hasbelkader elde edilen kelebek ömürlü başarıların arkasına saklanıp, kukalı saklambaç, birdirbir, elimsende ve uzuneşek dallarında üstün başarılı sporcular yetiştirmeye ve onlardan medet ummaya devam ederiz.
Seksenli yılların başında hem sesi hem fiziği ile dikkat çeken Laura Branigan 47 yaşında beyin kanamasından ölmüş. Gerçekten üzüldüm. Böyle kayıplar biz yaştakileri daha bir etkiliyor sanırım. Sona yaklaştığımızın işareti mi nedir? Hemen aklıma o boğuk sesi ile söylediği "How am I supposed to be without you?" geldi. Bugün günün şarkısı olarak koymak üzere epeyce aradım ama bulamadım. Ama onun yerine size bizden bir büyük müzisyenin klasikleşmiş şarkısını sunuyorum. Gene zamansız giden bir büyük ustadan, Fikret Kızılok'tan "Bu kalp seni unutur mu?". Ve bu şarkıyı hem Kızılok hem Branigan hem de zamansız kaybettiğimiz tüm değerlerimiz için dinlemenizi istiyorum. Görüşmek üzere, hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
|
Yansımalar : Nesrin Özyaycı GüneyDOĞU... |
|
Karanfil kokulu Yadigar' a
Uzattığım hediyemdir
Bir mendil gibi...
Çatlamış topraklarda, sarı başakların boynunun büküldüğü bir vahanın, gün doğusunda; acı, hüzün... Simsiyah yazgısının gözyaşlarıyla buluştuğu çilekeş Anadolu, güney Doğu kadınları, çocukları... Çöl sıcaklarının; asırlar sonunda doğaya inat sahte sularla yıkatıldığı sarp bir yörenin doğusundan hiç ışığa baktınız mı? Gözlerinizi kamaştırıp, içiniz hiç mi titremedi yoksa? Çimen yeşili, çıtlık kadife çiçekli fistanlı, saçları terden keçeleşmiş Anadolu'nun yorgun argın, beli iki büklüm olmuş kadınları çocukları... Onlara ellerinizle dokunamazsınız töreler gereği... Yürekten uzanabilmeyi denemelisiniz. Töreler uzaktan sevmeyi emreder sürekli... Çocuklarının namusuna yazgısıyla sarılmış, sarmalamış analar. Onların geleceğinin yıldızsız gecelerine sığınarak, buruk tebessümlere ağıt yakarak yaşamış, kendi içinde çoğalmış nice çınarlar devrilmiş yüzyıllar boyu bu kültürden...
Yazgısı kör yeşil olan Meryem' in, Döne' nin, Yadigar' ın yarattığı sert kültürün kırılmaz mozayığının sembolü çilekeş, saf yaratıklar... Onlar ki; sevişmenin tadını bilmeyen gül yüzlülerdir...
Harlı ateşin başında çocuklarına adanmış bir ömürdür yaşadıkları. Solgun bakışlı yavrularına, örgü örgü bir umuttur yaşamları. Varları, yokları çocukları olan; ezilmiş, horlanmış, aşşağılanmış ama yinede yıkılmamış kaya gibi sağlamdırlar. Ne yaptığını bilirler. Soyluluğun koyu gölgesine sessizce, sindirilmişçesine sığınmışlardır. Namusu çocuğudur, kendidir. Öyle ne zil takıp oynatabilirsiniz, ne göz süzüp ayartabilirsiniz... Efil efil yürekli, gül yüzlü analar. Çöplükleri yeşertip, bataklıklardaki sineklerle boğuşur dururuz töre adına.
Ömrünü ya bir adama oynamak ya da hiç' e... Hiçlerin güzelliğine boyanmış başı dumanlı Ağrı'nın dorukları gibi... Ulaşılmaz sevgilere hasrettir, özlemdir, göz yaşıdır yaşananlar. Kardelenler kadar gizemli, karanfiller kadar hoş kokulu, namus abideleri. Elleri, kınalı çocuklarına tutuşmuş, yüreği analığına takılmış, saçını ömrüne süpürge etmiş kara yazgılı Gül Endamlar... Bedeninin farkına varamayan, kadınlığın töre olduğuna inanmış yürek dolusu çiçek bakışlar... Onurlu, konuşmayı bilmeyen susturulmuş yürekler... Namusu, Onura sarmalamış, diş tırnak yaşanılmış, başı önünde yorgunlar ordusu. Gençliğinde tükenen, çocukluğunu hiç bilmeyen vicdanı gelişmiş inançlılar...
Ninem gibi on üçünde babası yaşında dev bir adama, ikinci karılık ezikliğiyle gitmiş, yirmi üçünde dışlanmış soylular... Onuruna sığınmış, yavrularım diye diye yaşamış... Kuru ekmeği kahvaltı niyetine dürümlemiş, acıyı içine sindirmiş, çocuklarını başına derlemeyi sevinç bilmiş heyecan yürekler.... Yaşam denen o zehir zıkkımı, çocukları bilmiş... Ötesini anlamamış, aklı ermemiş törenin dışındaki renklere... Aç da olsa sefilde olsa işkence yaşasa da şikayet nedir bilememiş. Açlığını bastırmış, içine atmış dağlar gibi yaşamış... Üç etekte giymiş, poşuda takmış, yüreği dağlandığında al yazmasını çıkartıp, saçlarını süpürge edip feryat etmiş asırla boyu Figan olarak... Leylak kurusu kokular sürünmüş, dağ çiçekleriyle buluşmuş, harlı ateşte allık olmuş yanaklara gamzeler oturmuş acı gülüşlerle. Doğal yaşamış safça, katıksızca.... Kadınlık bu demiş asırlar boyu... Yuvasını korumuş, ocağını tüttürmüş bir başına da kalsa... Namusuna, onuruna leke sürdürmeden yaşamış durmuş Döneler gibi... Sevgilisiz, aşksız, cinselliksiz yaşamış halende varolduğu gibi yöremizde...
Bir tarafta çocuğu olmadığı için evini, kocasını kaybetme korkusuyla ezik yaşayanlar... Başka bir bozlak da; öteki bir kadına tercih edilmişliğini unutarak çocuklarının ayakta kalması için çırpınan analar... Doğu, güneyDOĞU sınırlarında güçlü olan töredir, namustur kadın için... Kadın-erkek arasında öyle belirgin bir duvar vardır ki! Yıkılması imkansız. Erkektir! Yapacaktır yapacağını, yaşayacaktır erkek gibi! Kadın? O' nun yaşamı yoktur. Olamaz. İstese de olamaz. İki nokta arası bir doğru gibi sürdürür yaşamını. Çocukları... Çocukları... Her şeyi kabullenmelidir... Tevekkül edebilmek, sabır gösterebilmek öğretilmiştir sadece. Kendi hayatı yoktur... Başkalarının çizdiği yazgıyı oynar durur içine sindiremese de. Baş kaldırmak ister! Vurulur cesareti, ceylanlar gibi... Kırılgandır, örselenmiştir... Kirlenmiş Yaşam denilen soysuzluğu, soyuna yakışırcasına sürdürebilmek O' nun kadınlığını, analığını yaratmıştır. Ötesi yoktur. Varsa yoksa namus belasıdır yaşadığı güzellikler... Doğu sarp bir kayalıktır, güneyDoğu sırtını Doğuya dayamış, gölgeli bir çınardır. Bildiği tek Işık; doğan güneşin karanlık odasına sızan bir acı gülümsemesidir çocuklarının yüzüne vuran. En iyi bilgeliği analığıdır...
Acı kınasıyla yoğrulmuş, tozlu yollara karışmış, doğmamış günlerin peşine takılmış. Dikenli Umudu çiçeklerle süsleyip saçlarına takmış, topal güvercinlere mektuplar yazmış, değişmez yazgılarını ırmak gibi gözlerinden yüreğine akıtan menekşe kokulu bozulmamış töre kadınlarına yürek dolusu sevgiler... Burnu sümüklü, elleri yumuşacık, yüreği analarına göbekten bağlanmış hatıralar ... İşkence altındaki yavrularımız! Simsiyah gözlerinizden öperek, toprak kokan ruhunuzu kucaklamak istedim gözlerim buğulu bir elim kırılmış da olsa... Töre kadınlardan doğan Kaderi, çiçeği burnunda yavrularımızı geçirdim gözümün önünden teker teker... Yazgımız değişecek... Sahipsiz soylu anaların koynunda, saf yavrularla töremiz acılardan kurtulacak. Vakit çok... Yol uzun... Olsun... Değişim için sabrımız da yüreğimizde geniş... Umudumuz! Kadınlarımız... Kadın gibi kadınlarımız!
Nesrin Özyaycı
http://www.nesrinozyayci.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 11 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Kahvecigillerden : Celal Kılıç |
SON KALE (ÇANAKKALE)
Birkaç dönemdir birbirimizi yemekle iştigal ediyoruz milletçe. Mavi ırk, kırmızı ırk, veya yeşil ırk olmaya dair ipuçlarını bulduklarımızı tıkıyoruz içerilere. En ağır ithamlarla yaftalıyoruz birbirimizi. Keyif alıyoruz birilerimiz gammazlandığında. Ve tensel algılara kurban gidiyor kardeşlik duygularımız.
Çomak sokanlara kanıyor kimilerimiz. Tefrikanın peşine düşüyor bir kısmımız. Ve Kuvay-ı Milliye ruhunun yeniden canlanması gerektiğinden dem vurarak tefsiri yanlış yapıyoruz.
Yani fena halde vuruşuyoruz kendi içimizde. Cephelerimiz fena halde keskin, fena halde dağınık. Nefret sınırlarımız son ayarına kadar açık. Başka milletlere özenmemize kadar götürebiliyor bizi bu tahakküm.
Geçmişimizle ilgili herhangi bir hesaplaşmanın gereksizliğini kabul ettik hayli zaman önce.
Ve herkes kendine bir dünya oluşturma peşinde. Vurguncuların yaptıklarına şiddetle karşı çıkıyor, ama aynı fırsat elimize geçtiğinde daha fazlasını götürmenin gerektiğini dayatıyoruz kendimize.
Velhasıl bir haller oldu bize. Kimliğimizin flulaştığı gün gibi aşikâr. Sükûneti kaybettik ilk önce. Sonra önemimizin beş para etmeyeceğine inandırdı bizi adını bilmediğimiz eyyamcı.
Oysa böyle bir millet miydik?
Sorun bunlar mı yani?
Ruhumuzu kaybettik biz. Post-modern boğaz harpleriyle uğraşmak mecal bırakmadı bize belli ki. Damıttılar bütün saflığımızı. Ve dünyevi meşgaleleri enjekte ettiler bize aşama aşama. Ve sonra başımızı ilk kaldırdığımızda cepheden kimi görmüş isek düşman bellettiler bize, ama eklemediler “Çanakkale deki dedenin arkadaşı bunlar” diye. Sonra aynı silahla iki cepheyi de dize getirdiler.
....
Zor olanı başarabilmek kolaydır bazen. Hele zorun idrakine varmışsa yüklenici kişi, bütün algılarını bu istikamete odaklamış ise ve kâinat’a meydan okuyacak seviyede bir siperi varsa, zoru başarması kolaydır elbette.
Kolayın zor olduğu yerde, zorun kolay olduğunu da görecektir iştiyak sahibi.
Ama zora kafa tutmak her yiğidin harcı değildir. Zoru kâğıttan atlas zannedip katlamaya niyetlenmek bir başarıdır, ama onu katlayabileni tarih yazar, katlamaya niyetlenenleri ise belki dipnotlarda açıklar.
İşte o zorlardan bir tanesini, belki zorlukların pirini anlattı dün tüm televizyonlar. Tüm gazeteler, tüm yazılı ve görsel etkenler. Tüm medya kuvvetleri bir kere daha göğsümüzü kabartan şanlı direnişin tutanaklarını döktüler önümüze.
Elbette gururlandık bir kere daha. Garip bir gururdu ama. Bir yanı hüzünlü, bir yanı mahzun, bir yanı sağırdı.
Destanları dinlemek güzel olur, hele hatibi içli anlatırsa, akordu da iyi ise mekânın, lezzet alabilir ancak dinleyen.
Ve bir gazi arar gözleri o anda dinleyicinin, şöyle bir lahza soluklanmak için aranır durur sağında ve solunda.
Ama hatip iyi ise ve mekân da hatibin anlattığı olayların cereyan ettiği yer ise, söze derman kalmaz, mecalin takati kesilir ve tarih sanki mezardan kalkar ve dirilir ve ayaklarına can gelir ve o bayırları heybetiyle titretir.
Bir milletin küllerinde yeniden doğmasını tekrar etti televizyonlar bir defa daha, ve yeniden sinemizde bir hilal parladı, hilal yeniden kanlara gamze çaktı, yeniden şehitlerin kanları topraklara sığmadı..
Taştı, taştı, taştı tarihe sığmadı pak alnı, nam’ı arşı alayı aştı.
Yeniden...
Dünyanın bütün basın camiası toplandı, tarihçiler hazırlandı. Araştırmacılar heyecanlarını saklayamadı. Viyana kapılarına kadar varmış bir milletin artık son anlarına gelinmişti. Belki Avrupalının hayatında seyrettiği en korkunç filmin son bölümüne gelinmişti.
Yeniden...
En ünlü fotoğrafçılar deklanşörlerini en net hali resmedebilmesi için tertemiz etti. Yeniden tek dişi kalmış canavarlar, tarihi bir anı, belki İsa’dan bugüne gelene dek başlarına örülmüş en büyük çorabı yırtıp çöpe atmaya hazırlandı.
Devrin Saddam’ına duyulan hislerin belki daha hışımlısını duyuyorlardı.
Ve ittifak edilmişti Türklerin buradan, yani bin yıllık otağlarından sürüleceğine, Anadolu’nun yerle bir edileceğine yeniden inandılar. Parsellenen bir arazi bekliyordu onları bu savaşın sonunda. Belki birileri Pontus’u yeniden tüllendirecek, belki egede Helenist bir dansla gönülden eğlenecek, belki Fransızlar, belki İngilizler Antep diyarına yeniden göç edeceklerdi. Anadolu’ya ihtimal Konstantinodolu diyeceklerdi. Belki minareleri gökdelenlerin direkleri niyetine hesap edeceklerdi ve camileri ahır zannedeceklerdi. Belki Anadolu’da Türkçe isimlere hasret kalacaktı anneler. Velhasıl esaslı bir çile bekleyecekti Anadolu’yu. Hele şu Çanakkale bir geçilsin -ki büyük olasılıkla geçilecekti- ondan sonra bu hayallerinin önünde herhangi bir engel kalmayacaktı. Çünkü Anadolu oradaydı, kalanlarıyla ancak o kadardı ve hepsi orada o mahşeri Avrupalı medeniyetinin tek dişliliğinde boğulacaktı.
Ve gece hesaplar yaptılar, tahminler yaptılar, belki bahisler oynadılar. Ve bu bahislerde Türklere oynayacak bulamadılar.
Ama yüksek bir hesapla...
Geçeceklerini sandılar..
Topla tüfekle, hat safhadaki teknolojik cinnetle, bütün akvamı beşerle saldırdılar.
Gece gündüz demeden, sekiz ay ateş olup yağdılar, toprağı göbeğinden yardılar, Denizin sularını baruta boyadılar, en yeni ordularıyla geldiler, en genç nesilleriyle mevzilendiler, en çok erzakı biriktirdiler, devrin Haçlı Seferi’ni kazanacaklarından emindiler. Son Kale’yi geçmek için Anzak’lardan, Arap’lardan, Hindu’lardan lejyoner getirdiler. Hesaplarında bir noktayı bile boş geçmediler.
Nefesinde açlığın belli olduğu bu milleti, bit gibi ezeceklerinden kati bir surette emindiler.
Çünkü onlar yeni dünyaydılar...
Onlar tek kelimeyle Avrupa’ydılar.
Ve karşılarında yalnızca yetim bir Osmanlı vardı. Yalnızca karşılarında süngüyle savaşacak üç-beş alay vardı.
Benzi Sarıkamış’ta donmuş, Trablusgarb’ta solmuş, Galiçya’da iflahı kurumuş bir hamlelik canı kalmış hasta adam vardı karşılarında.
Oysa karşılarında bir millet vardı.
Karşılarında Kürt Mehmet vardı, karşılarında Alevi Dede vardı, karşılarında Laz İsmail vardı, karşılarında Çerkez Ethem vardı, Karşılarında medeniyetin Şah-ı Merdan’ı vardı.
Karşılarında, topyekûn bir bin yıl vardı.
Karşılarında Hamza vardı, Ömer vardı, Osman vardı, karşılarında Haydar-ı Kerrar Ali vardı. Gördükleri üç beş tümendi ama o birkaç tümenin arkasında yüz bin alay vardı. Karşılarında midesi aç ama gönlü bayram eden ve ölüm dilenen “Yahya Çavuş” vardı. Şanlı bir geçmişi olan, kantarın terazisiyle adalet dağıtan bir neslin torunları karşılarında vardı.
Zira herkesin arkasına bakmadan kaçtığı bir demde onlar ölümün ağzına giren bir ecdat’tı.
Zayıf ama bin yıllık geçmişiyle melekleri kendine hayran bırakan Ali Çavuş’lardı. Ölümüne çeyrek kala, kana kana su içmek için ona uzatılan ibriği yanındaki arkadaşına gönderen ve geri dönüldüğünde çoktan ruhunu teslim etmiş bir milletin karşısına çıkmak onlara pahalıya mal olacaktı.
Bilemediler.
Her şeyi madde ile ölçen bir fikrin elbette bunu görmesi olağan değildi, ama maddenin manaya toslayacağı bir o kadar olağandı, muhakkaktı, mutlaktı.
Bin yılda alamadıkları dersi, bir yıla sığmayan bir zamanda ezberlediler. Akıllarını yitirdi bazıları, bütün bir alayın bir tekinin bile kaçmadan tank paletlerine, tayyare fişeklerine, top mermilerine siper olmasına anlam veremediler. Saliselik zamanlarda gemilerinin batırılmasını gerçekle anlamlandıramadılar.
Mutlaktı Seddülbahir’de Mehmet oğlu Mehmet’lerin muzaffer sedalarının yankılanması.
Mutlaktı Çent Bayırında bir kere daha görmek mukadderatı.
Mutlaktı tarihin bu milletin önünde diz çökmesi bir kere daha.
Sevin ey şanlı ecdadın torunu, sevin ey Nine Hatunun kızı, oğlu, sevin ey Hamza Çavuş’un Hasan’ı.
Dudakların çatlarcasına gül bugün, kahkahalarının en pahalısını koy vitrinine, ayakların yerden kesilsin, en gururlu halini takın bugün, en mutlu anını resmetsin deklanşörler, tarihe inat.
Yayılsın bütün Anadolu’daki vadilerde senin sevinç çığlıkların.
Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana...
Yine bir şey yapabildim diyemem hatırana.
Sen ki; a'sara gömülsen taşacaksın... Heyhat,
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihat...
Çanakkale; bin yıl geçse de unutulmasına ihtimal verilmeyen bir hikaye...
Celal Kılıç
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 12 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Kahvecigillerden : Kemal Türkmen evlilik kurumu üzerine düşünceler |
|
Kalp bir kadını ister, duygular birçoğunu, kendini beğenmişlik ise hepsini
diye yazıyor J. Rostand .
Don Juan bir zevk düşkünü değildir, avcıların tavşan eti meraklısı olmadığı gibi.
Ama sanki erkekçe davranmak gibi ilginç bir ortaklıkları vardır Don Juan ve avcıların !
Aşırı erkek bir toplumun, erkek üyesi olarak aklıma gelenlerin taraflı olduğunu görmek beni çok şaşırtıyor.
Ve artık uzun bir süredir erkekle kadını radikal bir şekilde karşı karşıya koymamayı yeğliyorum.
Bir düşünürün belirttiği gibi yaygın hatamız erkekliği sadece erkek cinsine , kadınlığı sadece kadınlara yakıştırmaktır.
Gerçek karşıtlık aslında, erkek(itiraz ve yadsıma) ve kadın(rıza ve birlik) gibi iki büyük değer sistemi arasındadır.
Dolayısıyla cinsiyeti ne olursa olsun her insanı cezbeden bir 'erkekçe' ve bir 'kadınca' varoluş tarzı vardır" (Jung)
Modern toplum etkinlik , saldırganlık ya da rekabet gibi erkek değerlerine fazla değer biçmektedir.
Bu değerler, aslında her iki cinste olan ama kadınlar tarafından temsil edilen karşıt tamamlayıcı değerlerle (açıklık, karşılıklılık, saygı) dengelenmemektedir.
Ve sanki bu nedenle günümüzde erkek ve kadın bireyleri yaşamlarını tek yanlı (erkekçe) organize etme hatasına düşmektedir.
Aşırı erkekleşen toplumlar dengesizliği ve şiddeti giderek arttırmakta ve insanlar için kolektif bir tehlikeyi temsil etmektedir .
Ferenzi'ye göre kadın daha ilkel kalan eşinin yanında daha gelişmiştir.
Gandhi ," kadınlar insanlığın daha iyi olan yarısını temsil ederler"
Aragon ise "erkek iyi doğmaz, karısı sayesinde iyi olabilir", diyor.
Evren tümüyle farklılıklardan oluşmuş gibi ve sanki yaşam farklılıkların,
farksızlaşmaya doğru akmasına benziyor.
Varolan her şeyde denkleşme sanki bir alın yazısı gibi.
Her şey daha sakin, daha renksiz, daha ılık ve birbirine daha yakın olmaya doğru yolculukta .
İnsandaki en önemli denkleşmelerden biri belki de birincisi kadın ve erkek
arasındaki denkleşmedir diyor ünlü düşünür Max Scheeler.
Sanki aşk ve erotizm bu denkleşmenin farkına bile varılmadan gerçekleştirilmek istenen tuhaf bir aşaması.
Çoğu hayvanın cinsel itkisini bir evlilik eğilimi izler; bu soy sop gereklilikleri ölçüsünde eşine bağlı kalan erkek hayvanlarda geçerli olan bir durumdur.
Türümüzde ise, kadın analık içgüdüsü denilen şeyi hala korumaktadır.
Fakat erkek bunun karşıtı olan ve doğuştan gelen babalık eğilimlerini büyük ölçüde kaybetmiştir.
Dolayısıyla evlilik kurumuna, kültür tarafından erkeğin yok edilmiş olan babalık içgüdülerinin yerini alan bir ikamedir diyebilir miyiz ?
Yoksa, üç hafta birbirini inceleyip, üç ay birbirini seven , üç yıl tartışıp, otuz yıl birbirine hoşgören ve çocukların her şeye yeniden başladığı bir şey midir ?
Kemal Türkmen
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 8 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Gülümse'nin Dilinden : Gülcan Talay |
Aşk Gidiyorum Demez...
Bugün Eminönü' ne düştü yolum, yıllar var ki hiç gelmemişim gibi. Oysa ne kadar olmuştu? Hatırlamıyorum. Benliğim nasılda silmişti senli yıllarımı... Şimşek gibi vurmasaydı yürüdüğümüz yollarda hatırladıkça. Unutmuştum, unuttuğumu sanmıştım.
Unutmak, unuttuğunu sanmakla perçinlidir,
Oysa seni anmak kalbime işkencedir.
Karşımda Mısır Çarşısı, ayaklarım içeri sürüklüyor. O zamanlar kadar esrarlı, o zamanlar kadar buram buram baharatlı. Hala aynı, sarıya yeşile çalan yaldızlı kağıtlar. İnsanlar, yaşamlar hep aynı... Yalnız ben aynı değilim. Kolunu omzuna yasladığın kızı anımsıyorum şimdi. Oysa, ne kadar farklıydı bugün ki benden. Küçük bedeni neşe doluydu, bugünümden kahkahalı. Neden böyle olmuştu? Nasıl tüketmiştik birbirimizi? Belki de gelecek uzun yılların korkusu sarmıştı, yada birbirimizi sıkma telaşı.
Geçip gidecektim buralardan,
Hatıralarımız gözlerimde asılı kalarak.
Balık tuttuğumuz o burun var ya, şimdi bir kız oltasını salıyor denizin derinliklerine.
Bir adam elini omzuna atıyor... Kız da ürkeklik. Olta tutan elleri titriyor, diline gelen cümleler zelzeleye tutulmuş. Adam usulca saçını okşuyor, şefkat dolu. Ben sigaramı taş banklarda içiyorum. Ardından bir balık takıldı, olta sallanıyor. Kız neşeyle sarıyor misinayı, dünyalar verilmiş gibi, altı sene önceki ben gibi. İğnenin ucunda küçük, savunmasız bir balık... Kız ağlamaklı... Üzülüyor can çekişine. Adam anlıyor ızdırabını, salıyor maviliklere. Kızın gözleri minnet dolu, gitmiyor elleri oltaya. Ellerinde boş kova gidiyorlar yan yana. Yine adam kızın omzuna yaslıyor kolunu, kız ürperiyor.
Aşk sevdiğinin gözünden anlamaktır,
Bir mimikte bulabilmektir sakladığı hislerini.
Kaç kere aynı yolda yürümüş, kaç kere aynı yolda ayrılmıştık. Oysa her ayrılık nasıl da tüketmişti kalbimin kalbine duyduğu hisleri... His diyorum çünkü öyle kaldı hatırımda.
O kadar tüketmişken her şeyi, adı aşk olabilir miydi? Şimdi senli yıllarımı hatırladıkça, gözlerimde canlanan birkaç anı... Çoğunluğu düş kırıklıkları ile dolan. Oysa istemez miydim seni delice sevdiğim ilk aşkım olarak hatırlamayı? İstemez miydim yaşanmışlıkları tebessümle hatırlamayı? Bir anıyı bile güzel hatırlatmayacak kadar çok incittin beni,
bir sevgiyi yok sayacak kadar yok ettin sevgimi...
Sevgiyi tüketmek, bir aşkı öldürmek meziyetse eğer,
Sen ayrılık ödüllü en çok hak eden aşıktın.
Yolum buralara düşmüşken henüz, karşıma dikildi ortak arkadaşımız. Senden haber getirmişçesine tellallık dilinde. Oysa duymak istemediğim ismin bile ağır gelirken kulaklarıma, bensiz yıllarını anlatır oldu bir anda. Sus demek durdurur sanmıştım da, susmadı. Hala bir ümidin peşinde koşmuş olması benim hatam olmasa da, senin de hatan değildi. Yok yok belki de senin hatandı. Ara sıra görüştükçe yad ettiğin anılarındı çöpçatanlık telaşının sebebi. İster miyim sanıyorsun yeniden senli yıllarımı. "Yok kalsın, üstüne para vereyim de almayım." desem kırılırdı ortak arkadaşımız. Dilime geldi de demedim; gözlerimle söyledim, anladı. Senin asla anlamadığın gibi.
Aşkta elçi olunmaz, hatıralarla yaralar sarılmaz,
Boşa bekleme, bu kalp bir daha sana sarılmaz.
Şimdi bilmem kaçıncı ayrılık benliğime kazınan. Ben yol vermişken bizden giden birlikteliğe, bir şiir yazmıştım son ayrılığımızın ardından. Senin asla okuyamadığın... İçinde Eminönü'n den kalkan vapur anılarım... Biraz da yeniden karşılaşmak umudu olan. Beynimin istemediği, kalbimin keşke dediği. Keşke demekten nefret ediyor olsam da , keşke seni sevdiğim gibi sevebilseydin beni. Ben gibi dingin, dalgasız.
Sen elimden tutunca
Bir mavilik çökerdi gözlerime
Sonra tüm denizler çekilir
Bir orman uğultularla sarsılır
Bir güvercin sürüsü havalanırdı
Kış bürümüş yüreğimden
Sen tutunca ellerimden
Avlunun beyaz taşlarına dökülürdü
Kızıl yaprakları bir çınarın
Ve ben günlerce
O yapraklara gömülüp ölmek isterdim.
Panjurları açık kalmış eski evler gibiydik
Rüzgârda çarpan, başıboş ve ürkek
Sen elimden tutunca
Kayaları delip çıkardı bir çiçek.
Sen elimden tutunca
Yolculuk basardı içimi
Külrengi bulutlara takılıp günlerce...
(Alıntı : Tuğrul Tanyol)
Sen hep fırtınalar istedin... Hep bir aşk fırtınasının peşinden koştun. Bilemedin, bir deli fırtınanda sürüklenen beni kaybedeceğini. Demiştim sana "Ben elinde küçük bir kuşum, avucunu sıkarsan boğulurum... Açık tutarsan uçar giderim." Sense, asla ortasını bulamadın isteklerimin. Neydi sendeki uç noktalarda yaşama telaşı, bilemedim. Tek istediğim dingin bir limanken, fırtınalara nasıl göğüs gerebilirdim. Şimdi bilmem kaçıncı ayrılık seni bana hatırlatan. Kaçıncı yok ediş varolanı... Belki de hiç olmayanı. İlk anda nasıl döndürmüştü başımızı. Sahi ben geliyorum demiş miydi? Yıllar önce gidiyorum demediği gibi.
Gülcan Talay
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 9 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Kahvecigillerden : Oktan Erdikmen |
Büyük Taarruz ve Zafer
Ulusların tarihi çalkantılardan ve iniş çıkışlardan ibarettir. 26 Ağustos’ta Kocatepe’de verilen bir emir, Türk ulusunun 12 yıllık geri çekilme serüvenine son verecek ve 9 Eylül 1922’de İzmir’de, doğudan batıya 300 yıldır beklenen bir taarruzun zaferiyle sonuçlanacaktı. Sonrasında tarih, Türk ulusunun yeniden yükseliş dönemini yazmaya başlayacaktı.
Sabahın ilk ışıklarıyla başlayan top atışı, sessizlikle birlikte yıllardır süregelen bir zulüm dönemini de delip geçecekti. En büyük kumandanından en genç neferine kadar benzeri görülmemiş bir cesaret örneği sergileyen Türk askeri, Yunan mevzilerini şehit arkadaşlarının üstüne basarak geçerken, benzeri görülmemiş iğrençlikte bir baskı ve zulüm döneminden kurtarılan insanların sevinç çığlıklarıyla karşılanıyordu. Kimi yerlerde bu insanlar yalnızca çocuk ve yaşlılardan oluşuyordu, çünkü kadınıyla erkeğiyle eli silah tutan herkes, Anadolu’nun bu son nefesinde bağımsızlık için savaşıyordu.
İstiklal Savaşı, gericiler ve bölücüler tarafından gösterilmeye çalışıldığı gibi bir Türk Yunan Savaşı değildir. TBMM Ordularının, İngiltere, Fransa başta tüm emperyalist dünya devletlerine karşı kazandığı bir zafer de değildir. İstiklal Savaşı, doğuyla batı arasındaki varolma mücadelesidir. Bu mücadeleyi bütün mazlum milletler adına yürüten ve yalnızca 9 Eylül’de İzmir’in geri alınmasıyla değil, siyasal, sosyal ve ekonomik alanlarda yaptığı devrimlerle kazanan devlet, Türkiye Cumhuriyeti’dir.
Ulusların bağımsızlık mücadeleleri kağıt üzerinde hesaplara indirgenemez. Eğer biz, 1919’da kurtuluş mücadelesinde başlarken, kağıt üzerindeki dengelere bakıp da karar verecek olsaydık, bu mücadeleye hiç başlamamamız gerekirdi. 26 Ağustos 1922’de bile sayı ve teknik açıdan üstünlük, işgal güçlerindeydi. Bizim 10 uçağımıza karşı onların 50 uçağı; 200 kamyonumuza karşı 4000 kamyonları vardı. Ancak, taraflardan biri kendi vatanının ölüm kalım mücadelesi, diğeri ise birtakım hayalperest insanların ihtirasları için savaşıyordu.
Büyük Taarruz’un planları komutanlara 28 Temmuz’da Akşehir’de aktarıldı. Toplanma amacının bir futbol karşılaşması izlemek olduğu ilan edilmişti. Aynı şekilde herkes, Mustafa Kemal’in 26 Ağustos sabahı Ankara’da verdiği bir çay partisinde bulunduğunu sanıyordu. Geçmişte olduğu gibi bugün de, hiçbir şey göründüğü kadar basit değildir. 10 milyar dolar cari açık, 300 milyar dolara yaklaşan iç ve dış borçlar; gelecekten en az bir Amerikalı kadar umutlu olmamamız için yeterli değildir. Mustafa Kemal, nihai zafer kazanılmadan önce bir Amerikalı gazeteciye verdiği yanıtta, koşullar ve ortam ne şekilde olursa olsun, bir milletin haklı olduğu bir dava uğrunda elinden gelen her şeyi yaptıktan sonra kaybetmesinin mümkün olmadığını belirtmişti. Uluslar için tarihin belirli bölümlerinde duraklama ve gerileme süreçleri yaşanabilir. Ancak, kazanmak için yapılabilecek her şey yapıldığında, kaybetmek mümkün değildir.
Halide Edip’in tarihin en kalabalık mitinglerinden birinde, 16 Mayıs 1919’da Sultanahmet’te söylediği gibi, Türk ulusu, dünya üzerinde yaşayan diğer tüm uluslarla aynı ölçüde çalışkanlığa ve zekaya sahip olmakla birlikte, başka hiçbir ulusta bulunmayan bir maneviyata sahiptir. İşte bizi bugün kurtaracak olan güç, yine bu maneviyattır.
Oktan Erdikmen
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 8 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Adım Adım, Gün be Gün, Güney-Batı Akdeniz...
I. BÖLÜM
1986 yılının Ağustos ayında, yaklaşık üç haftalık bir zaman diliminde gerçekleştirilen bu seyahat, Antalya'nın tarihi kale içindeki "Eski Liman"dan başlamış; Akdeniz'in, Ege sularıyla buluşarak birbirine karıştığı ve Türkiye'mizin kara topraklarının en uç noktası kabul edilen Datça, "Knidos Antik Kenti"nde son bulmuştu.
Yolculuk süresince tutulan gezi notlarından da anlaşılacağı gibi söz konusu seyahat doğa, tarih ve macera tutkunu bireylerden oluşan arkadaş grubumuzca planlanarak, bu bölgeye ait tarihi antik dokunun, farklı medeniyet ve kültürlerin tanınması esas alınarak organize edilmişti. Yani bizimkisi biraz da; "Antik Likya", "Doğu Roma" ve "Bizans"a bir yolculuk olacaktı...
Gezi öncesinde çizilen ya da sonradan ilave ettiğimiz yol güzergâhı üzerinde olup, tarihi dokuya haiz ve "sarı tabela" ile gösterilmiş tüm ören yerleriyle, sırf muhteşem doğasından dolayı görülmeye değer mekanların bir teki bile atlanmaksızın gezilmiş, eldeki mevcut kaynaklara göre incelenmiş, görüntüleri alınıp, izlenimler kayda geçirilmişti.
Yöreye daha önceleri yapılan "turistik" gezilerimiz sırasında yanından ya da yakınından geçip gidilen aynı yerlerde aslında tek tek görülmesi, keşfedilmesi, bilinmesi gereken daha nice pek çok değerin bir arada bulunduğu; buna karşılık bizim gibi, çoğu insanımızın da bütün bu doğal, tarihi ve kültürel zenginliklerden ne denli habersiz olduğumuz gerçeği, işte bu çok kapsamlı seyahat sonunda bir kez daha gözlerimizin önüne serilmişti...
Bizlere bırakılmış bunca paha biçilemez değerli mirasın kıymetini kavrayamamanın ayıbı bir yana, üstelik bir de "mirasyedi" misali teker teker harcanmasına kayıtsız kalmakla, düşüncesiz ve hoyratça yapılan bu talanlara bir bakıma ortak olduğumuz dahi söylenebilirdi! Sözde "koruma altına alınmış" bölgelerin, aslında ne denli "korumasız" (!) bırakıldığı, gerek tarihi eser kaçakçıları, gerekse bilinçsiz yöre halkınca nasıl yok edilmeye mahkum edildiği apaçık delilleriyle ortadaydı oysa... Göstermelik önlemlerle elde kalanları ise, bugünden olmasa da yakın bir gelecekte, evvelce yitirmiş olduklarımızın akıbeti bekliyordu ki, bu bizleri daha fazla rahatsız etmişti. Atalarımızın, asırlar boyu uğrunda savaşıp fethederek devrettikleri eşsiz mirası, biz torunları göz göre göre katlediyorduk açıkçası!..
Gezi boyunca almış olduğum günlük notlardan yola çıkarak derlediğim bu "Seyahat-name", bir bakıma o günleri yeniden hatırlatıp, yaşattı bana. Umarım anlatacaklarım, sizlere de keyifli bir seyahatin hoşluğunu yaşatır...
Not : Bu yazı dizisini sizlerle paylaşmadan önce biraz güncelleştirebilmek amacıyla, gezip-görülen tarihi mekanlara ait detaylı bilgi ve fotoğraflar, internette yer alan bazı sitelerden alınmış olup; özgün anı notlarımın altına "italik" ile belirginleştirilmiş şekilde ilave edilmiştir.
Antalya, 1. Gün
Ankara'dan, gece saat 22:30 civarında, iki araba halinde peş peşe ayrıldık. Yaklaşık 550 km.lik bir yolu kat ettikten sonra, 06:45'de Antalya'ya girdik. Kale İçi - eski limanda ufak bir sabah turu atarak, bütün gece araba koltuğunda oturmaktan tutulan adale ve kaslarımızı gevşettikten sonra, hisar üstündeki denize nazır ve limanı kuşbakışı gören bir çayhanede sabah çaylarımızı yudumlayıp, bir yandan da o doyumsuz manzarayı seyre daldık. Gece yolculuğunun tüm yorgunluğu, gözlerimizin önünde uzanan muhteşem güzellik karşısında üzerimizden akıp gitmişti sanki. Limana bağlı irili ufaklı tekneler, güneşin denizden yansıyan ışıltılarıyla suyun üzerinde adeta salına salına dans ediyordu.
Sabah serinliğinde sulanmış çeşit çeşit çiçekten yayılan farklı kokuların, denizden yükselip gelen yosun kokusunu da içlerine katıp ahenkle birleşimiyle, doğanın bizlere sunduğu en hoş kokulu, en doğal esanslarını kokluyormuş gibi hissediyorduk. Bu havayı solumak dahi, bence hayatın ne denli güzel ve de yaşanılası olduğunun farkına varmaya yeterliydi.
Sabah çayını içtiğimiz bu kısa mola sayesinde kendimizi biraz toparlamış, zindeliğimizi tazelemiş ve yeniden yola koyulmaya hazır hale gelmiştik. Rotamız, Antalya'nın batı sahillerine, Kemer yönüne doğru çevrilmişti. Antalya çıkışındaki tünellerden sonra hoşumuza giden ilk koyda uygun bir yere araçları park edip, bu kez de kahvaltı, özellikle de denize girmek için mola verdik.
Senenin ilk kaçamağı olarak Haziran ayında birkaç günlüğüne yine bu yörede yaptığım tatilden bu yana, denize olan özlemimi hemen oracıkta kendimi sulara bırakarak gidermeye can atıyordum ve işte sonunda yine kavuşmuştum engin maviliğe... Attığım her kulaçta adeta sevgilimle kucaklaşıyor hissi beliriyordu içimde.
Sabahın ilerleyen saatlerinde deniz pırıl pırıldı ve hafiften ısınmaya başlamıştı. Suya daldığım andaki o mutluluğu ve huzuru herhalde kolay kolay başka hiçbir şeye değişmezdim. Deniz üzerindeki her kıpırtı, her minik dalga, insanın içindeki tüm birikimleri, bıkkınlıkları, karamsarlıkları da beraberinde alıp götürüyor olmalıydı ki, bir anda içimin boşaldığını ve yerine huzur dolduğunu hissetmiştim. Demek ki sıkıntılardan arınmak buydu... Tatilde olmak ne güzeldi; hele de benim gibi yoğun bir çalışma temposu yaşayanlar için.
Keyifle yapılan kahvaltının ardından, çok hoşumuza giden bu koyda o gece konaklamak için ilk kampımızı kurmak üzere malzemelerimizi bagajlardan çıkarmaya henüz başlamıştık ki, anayoldan geçerken bizi ve kamp faaliyetimizi fark eden bir jandarma aracı az ilerimizde durdu. Araç içindekilerden birkaçı yanımıza gelerek; "can güvenliğimiz" (terör!) gerekçesiyle geceyi orada geçiremeyeceğimizi, biraz ileride, "Beldibi" mevkiinde bulunan Turban Camping'de kamp yapmamızın bizler için daha güvenli ve de uygun olacağını açık ve kesin bir dille ifade ettiler!
İlk başta bu kısıtlama keyiflerimizi bir parça kaçırsa da, anlaşılan tatilde olmanın verdiği moral ve hoşgörü sayesinde o ilk tatsız durumdan yine de çabuk sıyrılmıştık. Hemen sonrasında da toparlanıp, Kemer yönünde tekrar yola koyulduk.
Gözlerim, yol kenarındaki tabelalarda adını evvelden duyduğum ve yer olarak da az-çok bildiğim "Beldibi"ni arıyordu. Nihayet aradığımıza rastladık ve ok işaretine doğru dönerek "Turban Kızıltepe Camping"e vardık.
Burası, Antalya'ya 37 km. uzaklıkta, hemen denizin dibinde ve çam ormanı içinde geniş bir alanda kurulu, her türlü ihtiyaca cevap verebilen; çadır yeri / bungalov / snack restoran - bar / plaj büfesi / alış-veriş üniteleri / yemek pişirme ve çamaşır yıkama üniteleri / duş - tuvalet / PTT hizmetleri / revir / otopark, vs. gibi birimlerden oluşan bakımlı ve sevimli bir kampingdi.
Ben, Şeyda ve Serper, kızlar grubu olarak önce bir keşif gezisi yaptık. Gözlemlerimiz çerçevesinde tesisi beğendiğimizi erkekler grubuna (şimdilik Serdar ve İrfan'dan oluşan) iletince, bizlere sonradan katılacakları bekleme merkezi olarak 4-5 günlüğüne buraya yerleşmeye hep birlikte karar verdik.
Burasının en cazip yanı, ilk başta sandığımız kadar kalabalık olmayışıydı. Bizim gibi çadırda konaklamayı tercih edenlerle birlikte çadır sayısı, on-on beşi geçmiyordu bile. Diğer kamp sakinlerinin çoğunluğu İtalyan ve Fransızlar olmak üzere, camper araçlarıyla seyahat eden yabancı turistlerden oluşuyordu. Bungalov sakinleri ise, zaten kamping alanının diğer ucunda, bizlerden hayli uzakta kalıyordu. Dolayısıyla etrafımızda, özlenen sessizlik ve sakinliği bozacak fazlaca etken bulunmuyor sayılırdı... Tabii, kamping alanı içinde serbestçe dolaşan harikulade renkli tavus kuşlarının arada bir attıkları çığlığa benzer sesleri dışında!..
Başlangıçta biraz kaçan keyiflerin tekrar yerine gelmesiyle, çadırlarımızı kuracağımız yeri de belirledikten sonra malzeme ve eşyalarımızı çıkarıp yerleşmeye başladık. En çok çadırları monte ederken eğlendik diyebilirim. Yeni alınmış olduğu için ambalajı ilk kez orada açılan ve montajı da alıştıklarımızın dışında, hayli farklı olan ikinci çadır, bizleri hem çok uğraştırdı hem de çok güldürdü. Yardıma gelen İtalyan gençlerin de katkılarıyla çadır operasyonu tamamlanabildi ve nihayet tam teşkilat (uyku tulumlarımız, hamağımız, portatif taburelerimiz, kamp şezlonglarımız ve de küçük masamızla) bize ayrılmış alana yerleşebildik... Ardından, biraz "serinleyebilmek" için kendimizi Akdeniz'in "sıcak" (!) sularına bıraktık. Öğleden sonra ise, bir önceki gece yolculuğunun yorgunluğu denizle birleştiğinden, üzerimize çöken ağırlıkla her birimiz bir ağaç gölgesinin tatlı serinliğinde derin uykuya daldık.
Akşam üzeri yine deniz... Doyulmuyor ki Akdeniz'in laciverde çalan sularına. Güneşin batışıyla birlikte ben yine denize atladım. Günün en sevdiğim bu saatlerinde, yine en çok sevdiğim şey olan denizle buluşup, sarmaş-dolaş olmayı özellikle tercih ediyorum. Sanki o sırada sular daha bir sakinleşiyor, duruluyor, daha bir huzur buluyorum denizin kollarında...
Serdar ile, akşam yemeği öncesinde buz stoklarımızı takviye bahanesiyle kamp yakını çevresinde arabayla ufak bir keşif turu daha yaptık. Sahil ve orman... her iki güzellik el ele burada. Orman bitimi deniz... deniz nihayetinde ise orman... Bu öylesine güzel bir iç içe geçmişlik ki, ancak kendin içinde olduğun an görebiliyor, hissedebiliyorsun... anlatımı, tarifi çok güç!.. mutlak görmek, o ikili güzelliğin harmonisinde buluşmak, onu yaşamak gerek...
Kısacası, tatilim çok güzel başladı...
Beldibi, 2-3-4. Günler
Bugün, Beldibi'nde ikinci günümüz. Aslında, tatil bugünden itibaren başladı sayılır. Herkesin işbaşı yaptığı haftanın ilk gününde, benimde keyifli tatilimin ilk günü.
"Merhaba Tatil!!!" diye haykırarak başladım güne...
İlk dört-beş günümüzü zorunlu olarak burada geçirmek durumundayız. Gruba sonradan dahil olacak arkadaşlarla buluşma noktamız burası çünkü. Onların da katılımıyla tekrar yola koyulacağız.
Doyasıya varıyorum yüzmenin ve dalmanın zevkine burada. Deniz pırıl pırıl... dipte yatan her bir taşı yüzerken görebilmek, denizlerin ev sahibi bazı minik canlılarla tanışabilmek son derece keyifli ve bambaşka bir aleme götürüyor beni... tıpkı her kulacın biraz daha uzağa, biraz daha huzura, rahatlığa, hür olduğum hissinin doruğuna götürdüğü gibi... O kocaman ve sonsuz boşluğun, maviliğin içinde kaybolmak istercesine atıyorum kulaçlarımı... Sanki tüm sıkıntılardan, gerginliklerden, şehir yaşamı monotonluğunun yarattığı bıkkınlıklardan kurtulmak istercesine açıklara doğru yüzmek veya daha derinlere doğru dalıp, bir daha geriye dönmek istemiyorum!
Yegane aktivitemiz deniz ve yüzmek değil kuşkusuz. Çepeçevre dağ ve ormanla kuşatılmış bir yerde kalıyor olmanın nimetlerinden faydalanarak, orman içinde yaptığımız uzak-yakın mesafe yürüyüşler ve fazla sarp olmayan yamaçlara tırmanışlar da hareket ve renk katıyor günlerimize. Ayrıca, yakın çevreyi hem denizden hem de karadan keşif turları da günlerimizi değerlendirmemize bir başka olanak sağlıyor.
Örneğin; bir günümüzü buradan 5 km.lik mesafede olan Kemer'e ayırıp, yola çıktık. Yol boyunca manzara öylesine güzel ki... Kemer'e gidiş yönünde sağ tarafımızda yeşilin her tonunun mevcut olduğu orman, solumuzdaysa kimi yeri masmavi, kimi yeri laciverde çalan sularıyla Akdeniz. İnsan, hangi yöne bakacağını, hangi güzelliği hafızasına kazıyacağını seçmekte zorlanıyor doğrusu.
KEMER - Zümrüt yeşili çam ormanlarıyla kaplı dağın, rengi türkuaza çalan denizle buluştuğu enfes koya, adına yaraşır şekilde bir 'kemer' gibi dolanmış beldemiz...
Kemer'in başta gelen çekiciliklerinden birisi doğa güzelliği kuşkusuz. Deniz, orman ve dağlar bir noktada birleşmekte. Örneğin deniz dalgalarının çam ağaçlarına kadar uzanması ve çam ağaçlarının plajlarda gölgelik olarak kullanılması oldukça cazip. Yakınında Phaselis, Olympos gibi antik bölgelerin bulunması ise, bir başka çekicilik unsuru.
Ancak, aynı adı taşıyan kasaba biraz hayal kırıklığı yarattı bende galiba!.. Daha üç-beş yıl öncesine kadar Akdeniz mimarisine uygun tek-tük küçük beyaz evleriyle son derece şirin ve küçük bir köy olan Kemer, hızla yayılan beton yapılaşmanın kaplamaya başladığı, çevre güzelliğini yok edercesine mantar gibi çoğaldığı bir kasaba olup çıkmış!
Yat limanını genişletme çalışmaları bir yandan, aç gözlü turizm yatırımcılarının ve yöre insanının, pansiyon-çarşı-hotel-motel-tatil köyü-yazlık ev inşaatı, vs. bir yandan derken, canım "Kemer", bir şantiye alanı görünümüne bürünüvermiş... Her yer toz-toprak içinde ve sanki terkedilmiş bir kasaba gibi, sokaklar neredeyse bomboş!.. Doğal güzellik sadece (eski adıyla) Fransız Tatil Köyünün bulunduğu yerde bozulmadan muhafaza edilebilmiş!..
Ferda Önler fonler@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 9 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
YILDIZINIZ KIPIR KIPIR, YA SİZ?
Ailenizin Yıldız Falcısı : Nurettin Özdemir |
|
KOÇ (21 Mart-20 Nisan) Sevgili koçlar yeni sezona girerken sizleri bekleyen bir takım sıkıcı uğraşlar var. Mesela dosyaların ve önemli evrakların yeniden gözden geçirilmesi gibi. Duygusal ve hassas olacağınız bir dönemdesiniz. Ailevi ilişkilerde toleranslı olun. Sinirlenip hemen parlamayın.
BOĞA (21 Nisan-20 Mayıs) Venüs' ün sizlere beklenmedik hoşluklar gezegeni Jüpiter ile ortaklaşa bir sürprizi var !.. Yaz aylarından yadigar güzel bir ilişki yeni sezonda bambaşka boyutlar kazanabilecek, hazırmısınız !... Zaten önümüzdeki aylar sizler için altın kıymetinde olacaklar. Atılımlarınızda kesinlikle cesurlu olun.
İKİZLER (21 Mayıs-21 Haziran) Ağustos ayı öylesine karmakarışık şekilde bitiyor ki, nerdeyse illalah dedirtecek şekilde... Gönlünüzün kralı veya sultanı pek de sizin kadar istekli görünmüyor uzun vadeli sevdalara.. Telaşlı hatta az biraz sinirlisiniz bile. Ekim de göreceksiniz şans yağmuruna tutulacaksınız. Sabırlı olun.
YENGEÇ (22 Haziran-22 Temmuz) Yeni sezon dolu dolu gelmekte sevgili yengeçler. Yeni atılımlara, yepyeni aşklara ve nihayet uygulamaya koyacağınız organizasyonlara endeksli bu aylar da şu kronik pimpirikliğinize yenilmezseniz inanın yaşadınız demektir.. Öylesine güzel tecrübeler yaşayacaksınız ki.. Basın düğmeye, şimdiden.
ASLAN (23 Temmuz-22 Ağustos) Temmuz ayının o güzelim meltem rüzgarlarından sonra ortam biraz daha sakin sevgili aslanlar. Dostlarınız, sevdikleriniz yaşamlarının çarpıntılarında, siz de aileleriniz ve çocuklarınız ile oldukça meşgulsunuz zaten. Eylül ayının geleneksel koşuşturmaları da çabası.. Bazen içiniz buruk olsa bile seviliyorsunuz bunu bilin...
BAŞAK (23 Ağustos-22 Eylül) Neler neler olmakta mekanlarınızda sevgili başaklar değilmi allahaşkına.. Yeni aşklar, evlenme projeleri, yepyeni mekanlara taşınmalar belki de rüya gibi yörelere balayılar, yaşamın baş döndürücü doruklarında işte siz başakları bekleyen güzellikler bunlar !.. Hayat sizleri dansa davet ediyor, anladınız değil mi !..
TERAZİ (23 Eylül-22 Ekim) Bariz bir monotonluk kaplamış burçlarınızı sevgili teraziler. Herşeyi sorgulamaktasınız bu aralar. Sevgileri, yaşamları, aile ilişkilerinizi, kendinizi, of yani teraziler of... Sorgu sualleri bırakın ve kalplerinizi silkeleyin, ilişkilerinize fanteziler getirin. İş değiştirmek istiyordunuz, tam zamanı teraziler.
AKREP (23 Ekim-22 Kasım) Sevgileriniz ateşli ve sizlerde öylesine enerji dolusunuz ki sevgili akrepler. Çocukların o tatlı yeni sezona giriş telaşlarına rağmen !.. Cesurlu olmayı ve bahislere girişip kazanmayı seviyorsunuz ya akrepler inanın yeni sezonda kralsınız.. Enerjileriniz bu derece pozitif olduktan sonra maşallah yani..
YAY (23 Kasım-20 Aralık) Dolunayın sizlere getirdiği manevi çalkantılara kendinizi kaptırırsanız aşklar ve ilişkilerde sonları yaşamanız işten bile değil sevgili yaylar.. Yeni yaşamları düşlüyorsanız mesele yok, fırsat bu fırsat. İtidallı olmakta yine de yarar var, bunuda söyleyeyim sevgili yaylar. Streslere girmeden bu dönemi geçiştirin.
OĞLAK (21 Aralık-19 Ocak) Venüs sizlerle saklambaç oynamakta sevgili oğlaklar.. Siz yinede bu ufak kaprislere kendinizi kaptırıp küsmeyin kimselere. Hele olmadık sorgulamalara hiç girişmeyin. Aileleriniz sizlere gereken enerji ve sevgileri zaten fazlası ile vermekteler. Sosyal yaşamlar gayet güzel, takdir edilmektesiniz, bravo..
KOVA (20 Ocak-18 Şubat) Aşklarınız fırtınasız ve çalkantısız, görüş mesafeleriniz açık şekilde devam etmekteler sevgili kovalar. Yinede ara sıra motorları ateşleyin kovalar, eğer monotonlukları yaşamak istemiyorsanız.. Gerçekleştirmek istedikleriniz için harekete geçmenin tam zamanı. Mesleki atılımlarda bilhassa geçerli bu uyarı.. Kesinlikle.
BALIK (19 Şubat-20 Mart) Sevgilerde fırtınalar esmekteler derinden derinden sevgili balıklar. Yaşam yine sevilen hareketlilikleri sizlere sunmakta . Eski sevgililer veya yepyeni aşklar burçlarınızdalar bu hafta. Evet, fırtınalı havalar yaklaşmaktalar. Sakın sığlara kaçmaya yeltenmeyin. Sakin olun, kaderden kaçılmaz biliyorsunuz..
Nurettin Özdemir
nozdemir@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 6 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Fotoğraf : Recep Pehlivanlar
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 4.233 kahveciye doğru yola çıkmıştır.
Yukarı
|
bilmiyorsun...
bilmiyorsun...
bir sürü özlem var...
çokça endişeler var...
cevapsız sorularım var...
anlamsız bir hasretim var...
artık bir imkansızım var...
tam da istediğim gibi ...
ulaşamadığım...
dokunamadığım...
dileğim buydu ..
oldu..
sorma bana ne istediğimi...
bir şey istemiyorum...
sadece gitme diyorum bak...
kal bile demek değil bu...
gitme...
sadece gitme...
gitme... hepsi bu ...(değil...)
Mehmet Güneş
Yukarı
|
İşe Yarar Kısayollar - Şef Garson : Akın Ceylan Yamağı : Ayşe Nur Gedik |
Bana günlük düzenli olarak gelen iki adet sanal gazete var. Bir tanesi hepinizin malumu, benim ilk göz ağrım ve canım ciğerim www.kmarsiv.com duymadık demeyin, üzülürüm. :))) Diğeri ise Türkiye genelinde çıkan tüm gazetelerden derlenmiş haberleri ile kenthaber. Niye kenthaber ismini aldıklarını araştırmaya çalışırken, bu sanal gazetenin yapısının temelinde tüm illerimizin ve hatta K.K.T.C.'nin de içinde bulunduğu iller sayfasına sahip olduğunu farkettim. Tabi böyle olunca yaşadığım kent olan İstanbul'un kent haberlerini takip edebileceğim http://www.kenthaber.com/sayfalar/iller.asp?IlKodu=34 kısayolundaki web sayfasını web listeme dahil ettim. Yaşadığınız kent ile ilgili haberleri takip etmek için sizlere tavsiye ediyorum.
Benim gibi İstanbul'da yaşayanlar için bir tavsiyem daha olacak. İstanbul'un dünden bugüne tarihiyle ilgili bir çok bilgiyi ve görüntüyü bulabileceğiniz sağlam bir web çalışması http://www.azizistanbul.com . Mesela Abdülhak Hamit'in Çamlıca için yazdığı şiir ...Hey Çamlıca mehtâbı ne olmuş sana öyle?.. Küskün duruyorsun.
Bir şey kuruyorsun. Seyrinle ıyan et bana, ilhâm ile söyle: Aksetmede âlâm-ı vatandan mı bu halet?..
Canınız çok sıkıldığında ve bilgisayarınızın karşısındaysanız ne yaparsınız? Sakinleşmeniz için benim en popüler web sayfamı sizlerle paylaşmak istiyorum. http://www.go2sleep.be/ Bu web sayfasını ayrıca, uyku problemi olanlar için de tavsiye ediyorum.
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
Skype 1.0.0.29 [9.21M] 2k/XP FREE
http://www.skype.com
İlk olarak geçen ay önermiştim. Aradan geçen 1 ayda kullanıcıların sayısı 20 milyonu geçmiş. Program da beta sürümden normal sürüme geçmiş. Gerçekten mükemmel bir P2P internet telefonu ve Instant Messenger. Icq benzeri bir rejistrasyonla mükemmel bir ses kalitesinde internet üzerinden telefon görüşmesi ve yazılı chat yapabiliyorsunuz. Tabi konuştuğunuz bilgisayarda da aynı programın yüklü olması gerekiyor. Özellikle kablonet ve ADSL kullanıcıları, mutlaka deneyin memnun kalacaksınız.
Yukarı
|
|
|
|
|
|