Treo 600 stoklarda!..



Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 3 Sayı: 571

Sisteme gir!

Merhaba Sevgili KM dostu, hoşgeldiniz!

 2 Eylül 2004 - Fincanın İçindekiler

 

 Editör'den : Zinhar zina yapma... Aman ha!..


Merhabalar,

Ben bu işin başını kaçırdım. Mevcut durumdan kim rahatsız oldu? Kim kimden intikam almaya kalktı? Kim kimin karısına göz dikti? Oraları tamamen kaçırdım. Bir baktık ki, bir müddet evvel Avrupalı olmak adına suç olmaktan çıkarılıp sadece boşanma sebebi sayılan "zina" tekrar yüce meclisin yüce üyelerinin yüce ağızlarına sakız olmuş. Bir aklı uçkurunda kuyuya taş atmış 550 akıllı taşı çıkarmak biryana üstüne kaya atıp kuyuyu kapatmaya çalışıyor. Bir birlik içindeler ki sormayın gitsin. Bir tarafın ne olduğunu, özel hayatın başlayıp bittiği yerleri örtü altına almak gibi bir zaruretlerii olduğunu biliyoruz. Yani dedikleri ile yaptıkları tutarsız değil. Peki ya diğerleri? Hani o özgürlük, kişisel haklar nutukları atanlara ne demeli? Savunmaları daha trajikomik. "Madem suç olmaktan çıkartamıyoruz bari eşit olsun diyoruz." diyorlar. Mükemmel bir eşgüdüm. Körün istediği bir göz, Allahın verdiği iki göz, iki kulak. Temelinde kadını etkisiz kılmak adına alınan bu kararlara erkek vekillerin eyvallah demesi normal karşılanabilir ama meclis başkanı ile "bikini" tartışması yaşayan CeHaPeli bir kadın vekilin hapis cezası yerine para cezası verilmesini istemesi düşündürücü. Ceza olmaktan çıkarılmasını istemiyor da cezayı fazla buluyor. Helal olsun size sayın kadın vekilim.

Gelelim işin etik yanına. Konu sadece ve sadece yetişkin 2 insanı ilgilendiren bir konu. Durum 2 kişiyi aştığında toplumu koruyan kurallar zaten işliyor. Ancak hür iradeleri ile birlikte yaşamayı seçmiş 2 insanın sadece kendilerine zarar veren sorunlarına devlet olarak sahip çıkmayı anlamak mümkün değil. Bir deyişe göre kadını korumaya yönelik bu kararın pratik uygulamasının ne olacağını tahmin etmek için müneccim olmaya da gerek yok. Diyelim adamı ya da kadını yakalayıp hapse attınız, 3 ay sonra çıkınca da beraber yatmaları için aynı eve geri yolladınız. Ne olmasını bekliyorsunuz Allah aşkına. Birbirlerine canım cicim mi diyecekler? Elaleme o kadar rezil oldukları yetmezmiş gibi bir de iş güç kaybı ile uğraşacaklar. Size ne? Bırakın isteyen boşansın, isteyen sineye çeksin, isteyen de misilleme yapsın. Benim namusumu korumak 550 tane yüce ağızdan çıkacak 2 lafa kaldıysa, istemez kalsın. Allahın sopası yok biliyorum, bunların tepelerine 2 tane koyamayacak ama dilerim o kanunu çıkartırlar ve ilk olarak aralarında imam nikahlı yaşayanlara bulaşırlar. Siz o zaman görün o sopayı. Kadınlarrrr sakın ola kanmayın bu 550 yüce ağıza, kalkın ve yürüyün. Sizlerin vereceği ceza bunların verecekleri yanında solda sıfır kalır, bunu en iyi biz biliriz, onlar da bildiklerini zannedecekleri yaşlara gelmiş olmalılar, ha ne dersiniz?..

Bugünkü şarkımız, bir muhteşem müzikalin muhteşem şarkılarından biri. Notre Dame de Paris den Belle. Hepinize aydınlık, pırıl pırıl bir gün diliyorum. Hoşçakalın.

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

7 Mesaj/Yorum var. Mesaj/Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Café Azur : Suna Keleşoğlu


Israr Ediyorum...

"Önce kendi yüzüm belirdi aynada.
Burada ne çok ayna var. Kendi yüzüme bakmaya alışık değilim ben."
dedi ve gitti.
Kalabalık değildi. Sadece üç ayna önü. Üçü ayakta, üçü oturuyor.
Yerlerde uçuşanlar, saçlar saçlar...
Yeniliğe ihtiyacım vardı. Belki de yenilikten çok pratikliğe. Yıka çık modeli. Artık zaman kazanmalıyım. Sadece saçımı kestirecektim.
Yine de duyduklarımdan ben sorumluyum.
-çok ısrarcı.
-bunun ne kötülüğünü gördün?
-bana zarar veriyor.
Aynada kendimi seyrediyorum. Kuaförüm ile yüz yüze geliyoruz. Biz konuşmuyoruz. Önce konuşmuştuk. Saçlarımı yıkarken. Şimdi susma kısmındayız. O makasla son rötuşları veriyor, ben aynada yeni haline alışmaya çalışıyorum.
Burası çok aydınlık ve her yer ayna ile kaplı. Kendimden kaçamayacağım bir kafeste gibiyim. Baktığım her yerde kendi yüzüm.
Benden başka iki müşteri daha var. Aslında galiba biri gerçek anlamda müşteri. Diğeri saçını yaptırdığı kuaför kızın arkadaşı gibi görünüyor.
-nasıl kestirmek istersiniz? diye soran sarışın kuaför bayan ve
-şu modeli istiyorum diyen orta yaşlı kadın hemen arkamdalar. Zaman zaman aynadan görüyorum onları.
İki arkadaş olduklarını tahmin ettiklerimle yan yanayım. İkisi de benden genç. Aynı yaştalar. Yüzlerine uzun uzun bakamıyorum, yine aynalardan görüyorum.
-sen de kendi bildiğini yap.
-bunun ne faydası olacak, yine onun dediği oluyor.
-bu kadar ısrar etmesine anlam veremiyorum.
-hayata ayak diriyor.
-konuşmayı denesen.
-konuşmak fayda etmiyor, kendi bildiklerinden şaşmaz.
-denedin mi?
-başlarda evet, şimdi kabullendim.
-o zaman kendi haline bırak.
-onu da denedim olmuyor.
-bence çok düşünüyorsun, hayatını yaşa gitsin.
-ama beni çok yoruyor.
Arkadaş olduklarını tahmin ettiğim genç kadınlardan kuaför olanı fön makinesini almak için uzaklaşıyor. Kabarık saçları ile ayna karşısında kendini inceleyen genç kadınla göz göze geliyoruz.
Gülümsüyorum. Saçlarım şimdi kısacık. Kendime bakıyorum. Saçlarımı kesen kuaför bir başka ayna ile başımın arkasını gösteriyor. Evet memnunum.
Hala ne çok ayna olduğunu düşünüyorum. Kulak misafirliği yaptığım sohbetin sonunu merak etmeden yerimden kalkıyorum. Kimden bahsettikleri önemsizdi. Belki bir sevgili, bir arkadaş ya da bir anne. Kim bilir?
İki genç kadın konuşmalarına devam ediyorlar. Arkamdaki orta yaşlı kadın saçlarını boyatmak da istemiş, renk katalogundan seçim yapmaya çalışıyor. Müşterisi olmayan iki kuaför bayan kasanın yanındaki koltuklarda oturmuş sohbet ediyorlar.
Dükkanın ortasında ayaktayım. Şimdi tüm aynalarda kendi yüzüm.
Borcumu ödeyip çıkıyorum. Yenilendim. Saçlarım azaldı, hafifledim.
Ama kafamda hala aynı kelime. Yürürken kendi kendime düşünüyorum.
Ben de ısrarcı mıyım?
Bu sorunun cevabını bulmam lazım, zira kabullenmeler üzerine yaşamak istemiyorum.
Evdeki aynada bir kere daha bakıyorum yeni saçıma. Hafifledim.
Kendi yüzüme bakmaya alışsam mı?
İki genç kadının dertleşmeleri hala kulaklarımda.
Yormadan ve yorulmadan sürmek istiyorum ben bu hayatı. Israrsız.
Şimdi kısa saçlarımı Eylül yağmurlarının ıslatmasını bekleyeceğim.

SunA.K. Grasse
sunak@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
              7 Kahveci oy vermiş.
3 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Kahveci : Oğuzkan Bölükbaşı


GÜLMECE ÜZERİNE

Siz Çetin Altan'ın "güleryüzlü ciddiyet, asık suratlı laubalilik" diye birşeyden söz eden yazısını okumuş muydunuz? Ülkemizde çok yoğun bir şekilde asık suratlı bir laubaliliğin yaşandığını, Clinton deprem bölgesini gezerken yaşanan güleryüzlü ciddiyeti hissettiniz mi?

"Karı gibi ne gülüyon" lafının kaç toplumda kullanıldığını düşündünüz mü? Gülme eylemi ile kadınların birarada aşağılandığı bir söz nerede vardır? Hayvan isimlerini söylerken afedersiniz diyen bir ironiyi nasıl karşılıyorsunuz, tüm yukarıdaki sözleri alenen söylerken?

Lastikli türkçemiz kılıfı ile bir programdan 10.000 US doları aldığı söylenen "küheylan" oyunuyla genç yaşta efsane olmuş bir sunucunun,"top, vermek, sokmak, çıkarmak, halan, ablan" sözcükleri çok olmak üzere yalnızca 200 sözcük kullanarak yarım saat geçirdiği bir programda seyircilerin attığı kahkahalara ne diyorsunuz?

İncelik, zerafet ve akılı içermeyen kaba gülmecelerin prim yapması nedendir? Bir Nasrettin Hoca, bir Nef'I, bir Neyzen, bir Haldun Taner, Oğuz Aral ustalığı ve inceliği niçin kayboluyor.?

İsmet Paşa'nın bakanlarından Halil Kerim İncedayı bir konuşmasında halkı aşağılamış ve Elazığda bir postaneden halk ona protesto mesajı çekerken adını Halil Kerro İncedayı yazmışlar kerro kürtçe eşek demektir, böylesine anlamlı espriler üreten halka ne oldu?

Doğuda görevli bir öğretmen bakanlığa mektup yazar,kış geliyor ne odun,ne kömür sadece tezek var der. Bakanlık sorar tezek nedir, kalorisi, miktarı. Öğretmen yanıtlar "tezek boktur, kalorisi yoktur, miktarı çoktur. "Nerede bu öğretmenler?

Halk ,bir bakanı beğenmez telgraf çeker, kısadır telgraf sadece "çekil" yazar, bakanın cevabı "çekildim 75 kiloyum", nerede bu esprili bakanlar?
Ciddi işlerin asık suratla yapılması gibi bir fikir bizim içimize niçin işlemiştir, gülümseyen insanların gayri ciddi olacağı nasıl bir anlayıştır?
Asık suratın altında, bana göre, bilgisizlik ve korku vardır, kendine güvensizliğin birinci göstergesidir caydırıcı bir suratla iş yapmak veya insanlarla ilişki kurmak.

İnce espriler dışardan ithal edilmeye başlandı, tv lerde bir "sit com" Modası aldı yürüdü, belden aşağı olmayan kısa hızlı espriler, belki bu sayede kendi seviyeli esprilerimize dönme şansını yakalarız,ama oyuncularımız(Haluk Bilginer hariç) bu tür güldürüleri oynamada öyle acemiler ki esprinin dizide doğal akış içinde gelmediği belirgin bir şekilde sırtıyor.Dadı dizisinde Gülben Ergen'in söylediği sözleri kendisinin de anlamadığı hissi uyanıyor içimde.

Bu yazıyı niçin yazdım? Bir platformda tartışırken bazı arkadaşlarımın dünyaya ve olaylara çok asık suratla baktıklarını, içlerindeki gülmeceyi kaybettiklerini hissettim, öyle olunca da alınmaların, tepkilerin de asık suratlı olduğunu hissettim(lanet olsun bu sanal ortamda ancak hissedebiliyoruz,net birşey söyleyemiyoruz) bu nedenle hayatın mizahını yakalamak olaylara bakışımızda ve ortak noktalar yakalamada kolaylık sağlayacak diye düşünüyorum.
Zekanın yarattığı ve yakaladığı gülüşün tadına varmak çok güzeldir bana inanın (yok yav niye inanacaksınız ki),inanmasanız da deneyin hem çözüm için salim bir kafanız hem de gülümseyen bir yüzünüz olacak.

Sevgilerimle

Oğuzkan Bölükbaşı
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,809,809,809,809,809,809,809,809,809,80
              10 Kahveci oy vermiş.
3 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Yaşamın Telvesi : Rita Ender


SON ÖPÜCÜK

Filmler sonradan olup bitenleri anlatmaz hiç. Hep bir boşluk açar yarına;bugünü ve dünü arkasına alarak...Bu filmler yüzünden, "Yarın usulca ilerler / Kördür daha gözleri" diyen John Berger'e inat; açarız hayal gücümüzün tüm ışıklarını ve kavuştururuz bugünü yarına.

Hemen bir senaryo da biz yazarız filmin sonrası için. Herkesin hayalinin gücü farklı olduğundan, herkesin algısında farklı bir seçicilik olduğundan ve herkes farklı olduğundan hiçbir filmin sonu olmaz. Ekranda olsa zihinlerde olmaz,zihinlerde olsa yüreklerde olmaz...

Ekrandaki son sahnede yarın için açılan boşluğu görmeyi seviyorum ben. 2001 yapımı İtalyan filmi olan Son Öpücük (l'ultimo bacio) de böyle bir film.
Carlo (Stefano Accorsi) ve Giulia (Glovanna Mezzogiorno) uzun süredir birliktedir. Her şey yolunda giderken Carlo, Giulia'nın hamile olduğunu öğrenir. Hayatını tek bir kadına adamak fikrinden, aile babası olmaktan ve yaşlanmaktan korkan Carlo, sevgilisini on sekiz yaşında sarışın bir çıtırla aldatır. Belki de farkında olarak; asıl aldattığının kendisi olduğunu...

Son günlerde sık sık akşam haberlerinde detayları verilen Taşfırın erkeğinin olayı gibi bir şantaja maruz kalmaz(!) Carlo. Onu tehdit eden, korkutan aynada gördüğü yüzü olur ve vazgeçer bu ufak tutkusundan. Aynada karşılaştığımız ifadeler hatırlatır; her tutkunun zaaflarımızla (birlikte) ortaya çıktığını...

Bir yanda şehvet diğer yanda sevgi... Bir tarafta aile bağları diğer tarafta özgürlük... Bir yanda sadakat diğer tarafta eğlence... Fakat sonunda yüzümüzden aynaya yansıyan zaaflar...

Carlo kendisini terk eden Giulia'ya geri döner. Bağırış çağırış,gözyaşları ve öpücükler içinde geçen diyaloglar sonunda yeniden beraber olurlar. Evlenirler. Kızları olur.

Son sahnede olanlar, mutlu sonun ardındaki başlangıç hakkında bir fikir veriyor. Güzel Giulia kızını ve kocasını evde bırakıp sabah koşusuna çıkar. Onu gören bir adam yolunu değiştirir ve Giulia'nın peşinden koşmaya başlar. Giulia durumu fark eder. Koşmaya devam ederken ekrana gülen gözleri hakim olur;gülümseyen dudaklarından öte...

Giulia koştu; izleyiciler yarının usulca ilerlediğini, gözlerinin daha kör olduğunu unuttu. Herkes filmden sonra olacakları düşlemeye başladı. Kimi Giulia'nın da Carlo'yu aldattığını düşündü. Kimi Giulia'nın beğenildiği için,okşanan kadınlık gururu şerefine gülümsediğine inandı. Kimisiyse "bir anlık bir olay,bir tesadüf" dedi, geçti.

Ama aslında şu ortaya çıktı: Hepimiz kendimizde olmayanı arıyoruz ve hepimiz ancak kendimizde olanı yaratıyoruz her filmin sonrası için, yarınların hatrına!

Rita Ender
rita@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
              7 Kahveci oy vermiş.
1 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Cemreler Düşerken : Zeycan Irmak


AMİN & MİRA - 2

Bu düşüncelere kendimizi kaptırmış yürürken, çalıların arasından, çok yakınımızdan bir hırıltı sesi geldiğini duyuyoruz. İkimiz de aynı anda irkiliyoruz! Avına yakalanmak üzere olan hayvanlar gibi tüm duyularımızı açarak sesin geldiği yöne çeviriyoruz başımızı...
Gözlerine korkuyla bakıyorum. Parmağını ağzına götürerek "sus" işareti yapıyor. Nefes almak şimdi daha da güç. Olduğumuz yerde kıpırdamadan duruyoruz, sadece gözlerimizle etrafı kolaçan ediyoruz. O esnada karanlıkta parıldayan bir çift göz görüyorum. Fosforik bir parıltı. Elimle elini sıkıyorum. Kalp atışlarımın duyulmaması mümkün değil. Gözümle işaret ettiğim yöne çeviriyor başını. Parıltı, emin ve sinsi adımlarla derin soluk alışlarla yaklaşıyor, yere yakın, 'korkma küçük kız hiç canın yanmayacak' der gibi ama pis bir bakışla... İyice yaklaştığında ayrımsıyorum ki... Tanrım! Bir vaşak! Kaçmaya kalksak o çevik adımlarıyla mutlaka yakalar ve anında ikimizden birini keskin pençeleriyle ve dişleriyle parçalara ayırır. Fakat dursakta değişen pek bir şey olmayacak. Kahretsin! Bir bu eksikti! Kuşun dahi uçmadığı bu çalılıkların arasında, bu kör kuyuda ne işi olabilirdi bu hayvanın!... simsiyahtı. Ve oldukça ürkütücü...

Vaşak ve biz birbirimize ne kadar bakakaldık bilmiyorum.
İçimdeki ses onunla iletişim kurmamı söyleyene kadar belki. Hayır! Bu mümkün değil! Küçücük fareden ödü kopan ben, böylesi tehlike arz eden bir yaratıkla nasıl konuşabilirim? Lakin içimdeki ses söylemekle yetinmiyor, emrediyor 'bunu bir tek sen başarırsın. Yapacaksın. Sana yardım edeceğim.' Avuçlarımız ter içinde, alnımızda damlacıklar oluşmuş. Bütün vücudumuzdan soğuk terler dökülüyor... 'tamam, peki, kaybedecek neyimiz kaldı ki?' diyerek, usulca sevdiğim adamın elini bırakıyorum. Yüzüne bakamıyorum. Bakarsam yanlış bir hareket yapabilirim. Elimi son anda tutmaya çalışıyor, hafifçe başımı çevirip tehditkâr nazarlarla 'sakın kıpırdama!' diyorum...

Vaşakla gözgözeyiz şimdi. Başı ön patilerine yakın. Patilerini öne doğru uzatmış, her an üzerime atlayacakmış gibi aportta bekliyor. Aramızdaki mesafe beş adım var yok. Çömeliyorum. Onunla aynı hizaya geliyorum. Tuhaf. Korku kalmıyor, salgı bezlerim yavaş yavaş normalleşiyor. Sadece gözlerine odaklanıyorum. Yunus peygamber geliyor aklıma. Sıcak bir gülümseme yayılıyor yüzüme.
-'tehlikeli değiliz biz. İstersen arkadaş olabiliriz.', diyorum. Garip sesler geliyor boğazından,
-'açım.'
-'biz de.'
-'öyleyse güçlü olan kazansın.'
-'senin etin bizi doyurmaz.'
-'ama sizinki beni doyurur.'
-'ne zamandır yalnızsın bu ormanda?', beklemediği bir soru olmalı, bakışları karışıyor.
-'öf! Ne aptal kızsın! Sana ne?', tamam, doğru yoldayım.
-'yalnızlık zor olmalı. Eşin yok mu?'
-'akbabalar yedi.'... tüh! Yine öfkelendi.
-'çok seviyor muydun, onu?'
-'elbette. Ama doğanın kanunu bu.'... içi titriyor.
-'beni parçalarsan, eşim de seni parçalar.'
-'söylemiştim, doğa bu!'
-'eşin kocaman kanatlı, kocaman gagalı kuşlar tarafından didiklendiğinde ne yaptın? İzledin mi?'...
-psikolojiden ne anlar bu hayvan, gününün derdinde görmüyor musun?-
-'e-e-vet. Acı çektim.'
-'canın çok yandı mı? Yiyecekleri paylaşıyordunuz onunla. Sana; sana benzeyen küçük kedigiller doğuracaktı. Sonra, beraber onları besleyecektiniz. Çoğalacaktınız.'
-'bunları düşünmeyiz biz. Bunlar kendiliğinden olur.'
-'biliyorum. Ama sonuçta olabilecek şeylerdi. Ve sen şimdi yalnızsın. Ne arkadaşın ne de eşin var?'
-'açım, oyalama beni'
-'beni yersen bir daha başka bir hayvan tarafından yenene dek, tek başına kalacaksın. Ya da beni yediğin anda karnının doyduğunu anlamadan eşim de seni öldürecek. Sence bunlara gerek var mı?'
-'kafamı karıştırma aptal kız! Açım!'
-'biz de açız. Yalnız, bak ne diyeceğim, bu ormanı iyi bilir misin?'
geriniyor, gülümsüyor;
-'dalga mı geçiyorsun? Elbette...'
-'iyi öyleyse, seninle bir pazarlık yapalım.'
-'öf, işimi zorlaştırıyorsun.'
-'kendi başım üzerine söz versem.'
-'nedir?'
-'sen bize yolu göstereceksin, biz de sana dişine dokunur tam sana layık bir av bulacağız.'
-'ya bulamazsanız? Pazarlık adil değil.'
-'yanılıyorsun. Oldukça adil. Yolun çıkışına dek karnını doyuracak bir şey bulamazsak beni yiyebilirsin, fakat eşimin kaçmasına izin vereceksin. Hem benimle karnın yeterince doyacaktır.'
-'doymazsam?'
-'peki, başarabilirsen eşimi de yersin o zaman.'
-'anlaştık...'

Elimi uzatıyorum. İfadesiz, kamçılayan gözleriyle bakıyor.

-'hadi! Patini uzat sende. İnsanlar bir anlaşma yaptıklarında el sıkışır.'

Uzatıyor, sivri ve keskin tırnakları avucuma batıyor. Diğer elimle başını okşuyorum.
-'seninle iyi anlaşacağız, merak etme. Ben sözümü tutarım.' diyorum...

Mira gördüğü manzara karşısında dehşetengiz biçimde gözlerini felfecir açmış sessiz antlaşmamıza tanıklık ediyor.

Simsiyah bir vaşak. Ayaklarımın dibinde adımlarını bize uydurmaya çalışarak yürüyor. Tüyleri parlıyor. Her adım atışında sırtındaki kemiklerde hareket ediyor. Mağrur başını dikmiş, gözleriyle ve sivri kulaklarıyla algıladığı her ayrıntıyı güdülerine naklediyor. Nedense kendimi daha güvende hissediyorum şimdi. Mira'm halâ şaşkın, konuşmaya, neler olduğunu sormaya çekiniyor. Sadece gözleriyle 'deli olduğunu biliyordum ama bu kadar değil' der gibi bakıyor. Gülümsüyorum. Dikenli çalıları ellerimizle aralayarak, kollarımız ve bacaklarımız kanaya kanaya dar patikalardan ilerliyoruz. Sessizliğimiz ağır basıyor yine. Kimsenin konuşacak mecali kalmamış gibi. Üç yolcu; aç, susuz ve yorgun.

Ağaçların dibinde, küçük bir kaynak buluyoruz. Buz gibi akan bir su. Mira ve ben yaprakları yemek istiyoruz ama vaşak bana zehirli olabileceklerini söylüyor. Diyaframı suyla şişirmemek için fazla su da içemiyoruz. Artık tek bir düşüncede hem fikiriz; açız ve yorgunuz... Gece bitmeden bu ormandan çıkmak istediğimizi söylüyorum rehberimize. Anlaşmamızı hatırlatıyor düşüncemin akabinde. Haklı. Söz, sözdür. Yerine getirilmelidir. Sevdiğim adam antlaşmanın can alıcı maddesinden haberdar değil henüz. Rehberlik hizmetinin karşılığında kendimi feda ettiğimi bilse, inanır mıydı aşkımın büyüklüğüne? Kendi aşkını, bana duyduğu sevgiyi yüreğinde hapsedemeyen bir adam o. Bense, aşkımın büyüklüğünü ne sözlerimle ne yaptıklarımla izah edemiyorum bir türlü. "Aşk tek kişiliktir" diyor ya şair. Sanırım haklı. Ama ben sevdiğim adamın yüreğinden, gözlerinden, sözlerinden dökülen her damlaya sonuna kadar inanıyorum. Beni taparcasına sevdiğini söylediğinde, bana doyamadığını dile getirdiğinde gözlerim dolu dolu susuyorum ve inanıyorum... "ben de..." diyebiliyorum sadece... "ben de sevgilim..."

Neden benim söylediğim o kelimeye, "ben de..." deyişime inanmıyor? Aşkın hiçbir şekilde ispatı olamayacağını bilmiyor mu? Ben onu bunca sevmesem, O bize karşı durduğunda ve "ölecekler" diye bağırdığında, peşimize sürüsüne bereket adam taktığında, öleceğimi bile bile neden onunla bu yola çıkayım? "Var mısın?" diye sorduğunda, koşulsuz şartsız düşünmeden "evet" deyişimin ardında bencillik, kendine pay çıkartma olabilir mi? Aşk; nasıl bencilliği barındırabilir ki?... Ben, Gülünce Gözleri Kaybolan Adam'ı; gece kokan gözlerini, duruşunu, bakışını, tavrını, saçını eliyle arkaya atışını, her halini, suskunluğunu, susuşların ardından doyumsuzca bakan ve hep konuşan o karanlık suları seviyorum... çok hem de pek çok seviyorum...

Vaşak, aklımdan geçenleri okuyor;
-'bunca sevmek yorar seni. Biraz kendini düşünmek zorundasın.'
-'yapamıyorum. Konu o olunca içimde volkanlar patlıyor ve lavları tüm organlarımı sımsıcak işgale geçiyor... olmuyor.", diyorum. Çok görmüşlerin tebessümüyle gülümsüyor vaşak. Aklıma geliyor;
-'sahi, bir ismin var mı senin?'
-'tabii. Senin gibi...'
-'adın ne peki?'
-'Yosi'
-'ilginç. Benim adım da Amin, eşimin Mira.'
-'güzel.'
-'sen eşini çok sevdin mi?'
-'yaralıyım. Sus artık.'

Anlıyorum. Doğru, biz işimize bakalım.
Yosi, sivri kulaklarını dikiyor, gözlerini kısıyor ve duruyor birden.
-'ne oldu?'
-'uzaktan, çok uzaktan, başka kokular ve sesler geliyor, bu tarafa doğru. Hemen gitmeliyiz. Çok çabuk.'

Korkuyorum. Mira'ya bakıyorum.
-Uzaktan sesler duymuş Yosi., diyorum.
-Yosi de kim?
-Uf, saçmalama, vaşak arkadaşımız işte.
-Adını nerden biliyorsun?
-Sordum. Ya boşver şimdi. Hızlanmamız gerekiyor.
-Çok yorgunum.
-Ben de, ama bizi arıyorlar, ormana girmişler işte. Buradan bir an önce çıkmalıyız.

Arkası yarın

Zeycan Irmak
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
              7 Kahveci oy vermiş.
4 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 TEYZUŞ : Ferda Önler


Adım Adım, Gün be Gün, Güney-Batı Akdeniz...

III. BÖLÜM

Finike - Demre, 6. Gün

Kamp hayatı çok farklı ve güzel olmasına güzel de, insan yılların verdiği bazı konfor alışkanlıklarından kolay kolay kopamıyor anlaşılan... Nelerden mi? Uyku tulumunda uyumakla, bir yatakta uyumak arasındaki fark gibi... mesela; geceyi pansiyonda geçirip rahat bir yatak bulunca, ertesi sabah uyanmak da kaçınılmaz olarak kamping alanındaki çadırlarda uyanılan saatlere nazaran daha geç bir zamana sarkabiliyor. Bu sabah bana olan da buydu işte! Diğerleri benden önce ayaklanmış, denize girmiş, kahvaltılarını dahi yapmışlardı. Ben de ayak üstü bir şeyler atıştırıp kendime geldikten sonra kaldığımız pansiyondan ayrılıp yola çıktık.

FİNİKE-DEMRE arası öylesine birbirinden güzel sayısız koylarla dolu ki, insan hangisine hayran kalacağını şaşırıyor doğrusu. Dayanamayıp, en hoşumuza gidenlerden ve de durmaya uygun olan birinde deniz molası verdik yine. Suyun cazibesine kapılmamak elde değil. İşte firuze rengi bu olmalı ve ben de rengini firuzeden almış sularda, o rengi tenimde hissedercesine yüzdüm... yüzdüm... Bu koyların denizi, içindeki rengarenk bitkileri ve diğer canlılarıyla adeta akvaryumu andırıyor. Saatlerce dalabilir, diplerde gezinebilirsin; ama, yine de yetmez o güzelliğe doyduğunu söylemeye!

Dur-kalk, dur-kalk, sonunda Demre'ye vardık... Yıllardır hayranı olduğum, bıkmadan, usanmadan defalarca geldiğim beldedeyim yeniden. Buraya en son ziyaretimi, geçen Haziran ayındaki bayram tatilinde Antalya'da kaldığım sırada bir günlüğüne yapmıştım (akraba ziyareti).

Son molamızı, dayımların (aslında annemin teyze-oğludur), Demre girişindeki dalyanın biraz ilerisinde ve yöre halkınca "Çakıllık" denilen mevkideki obasında (o yörenin deniz kenarındaki yazlık evlerine "oba" denir) verdik. Kendimi bir an için, yıllardan sonra "sılaya dönmüş gurbetçi" gibi hissettim... Meğer öylesine benimsemişim ki burasını, gide-gele zamanla, adeta bende bir Demre'li olup çıkmışım...

RUMELİ mübadillerinden olan hayli geniş ailemin bir kolu, büyük mübadeleden sonra bu yöreye iskan edilmişler. Dolayısıyla, Antalya'dan başlayıp Fethiye'ye kadar uzanan kıyı şeridi üzerindeki belli başlı yerleşim birimlerinin hemen her birinde bizim aileye mensup fertlere rastlamak çok kolaydır. Annemin amca-dayı-teyze çocukları, yeğenler-kuzenler derken, hiç yabancılık çekmeyiz yörede ve yıllardır bir ayağımız hep bu çevrede olmuştur.

Demre'ye ilk gelişimiz, 27 Mayıs İhtilalinin olduğu 1960 yılına rastlar... O zamanlar henüz üç-dört yaşlarında bir çocuktum. Hatırlayabildiğim ve belleğime kazınmış anılarım arasından;

- seyahat ettiğimiz uzun burunlu otobüsü (stop edip çalışmadığında, adamlar otobüsün burnundan içeri "z" harfine benzer bir demiri sokup döndürdüklerinde, motor tekrar çalışmaya başlıyor ve biz yeniden yola koyuluyorduk),

- o yıllarda henüz FİNİKE-DEMRE arasında kara yolu ulaşımı bulunmadığı için bizleri karşılamak üzere Demre'den gelen dayımın balıkçı teknesiyle (kıçtan takma bir pancar motoruyla pata-pata sesleri çıkararak çalışan!) son derece dalgalı bir denizde yaptığımız, hayli uzun süren ve hepimizi ürküten bir deniz yolculuğu ile,

- yetiştiği ağaçların dallarında ilk kez görmüş olduğum limonlar, portakallar, salkım salkım muzlar karşısında düştüğüm hayreti,

ve de en ilginç anılarımdan biri olan, güleç yüzlü develerle ilk karşılaşmamı sayabilirim... Diz çöküp oturduğu yerden bana bakıp gülümsediğini sandığım devenin yanına koşup, boynuna sarılıvermiştim!.. Büyüklerimin ilk şaşkınlıkları geçtikten sonra beni zar-zor uzaklaştırabilmişlerdi deveden. O gün bugündür, nedense develeri bir başka severim işte. Çok sempatik, sevimli ve bir o kadar da komik görünürler bana... hâlâ her gördüğüm yerde, tıpkı çocukluğumdaki gibi içimden boyunlarına sarılmak gelir hep...

Bir de, varlığından ilk kez yine orada haberdar olduğum NOEL BABA'yı katmam gerek bu anılarıma... Dayımın anlattığı masallara yıllarca kanmış; her çocuk gibi ben de, hayallerimi süsleyen Noel Baba'nın, bir yılbaşı gecesi bizim eve de çıkıp geleceğini düşleyerek beklemiştim...


Sonraları, artık masal çağım geçse bile, hatta o, evimizi ziyarete asla gelmese de, ben Noel Baba'yı ziyaretten hiç vazgeçmedim... Üstelik, orta-okul, lise yıllarımın yaz tatillerinde ne zaman buraya gelsem, kuzenlerimle birlikte bende kilisedeki müzede çevre temizliğinin korunması için "gönüllü" olarak çalışırdım. O vakitler, bizim için bu işler hem öğrenmenin hem de eğlencenin bir parçası sayılırdı.

Sevgili Dayım benim; uydurduğu masum ve küçük yalanlarıyla, ne renkli hayaller kurmamıza ilham kaynağı olmuştu yıllarca... Çocukluk işte; anlatılanların etkisinde kalıp çevrede define (!) aradığımız, balıkçı motorlarıyla denize açıldığımızda korsanların (!) peşine düştüğümüz bile olmuştu... Meşhur Robinson'un, Cuma'sıyla birlikte uzun yıllar yaşamış olduğu adanın, yine bu çevrede olduğuna dahi inandırmıştı beni. Demre, bir anlamda efsaneler ve masallar diyarımdı benim...

Daha sonraları yine her iki-üç yılda bir, mutlak yolumuz düşmüştür Demre'ye. Böylesine aşina olduğum bu çevreyi, "avucumun içi gibi bilirim" diyebilirim yani. Her gelişimde kendimi "sılaya dönen gurbetçi" gibi hissedişim, biraz da bu yüzden olsa gerek...

Dayımın "baba sülalesi", Demre'nin varlıklı ailelerindendir. Narenciye bahçeleriyle kaplı topraklarının sınırları nereden başlar, nerede biter?.. bilinmez! O denli geniş bir araziyi kapsar. Ayrıca, seracılık da yaparlar. Ama benim dayım, toprak kadar denizle de çok haşır-neşir bir adamdır. Tutku derecesinde aşıktır denize... Hatta yaz-kış balığa çıkmayı, toprakla uğraşmaya yeğler! Keyif adamıdır, görüş ufku denizler kadar engindir... Tekne turizmini (Mavi Yolculuk) o yörede ilk başlatanlardandır. Kendisini ne zaman arasanız, denize açılmamış dahi olsa, kıyıdaki teknesinde veya çok yakınında bulursunuz. İki oğlunu da aynen kendisi gibi deniz tutkusuyla büyütmüş, onları da birer "denizci" yapmıştır. Sonra da her ikisine ayrı ayrı birer gulet tipi tekne inşa ettirip, turizme yönlendirmiştir. (Üniversite tahsillerini ve ikinci bir dili mutlak öğrenmelerini de ihmal etmeyerek!)

Böyle bir dayı ve kuzenlere sahip olmanın sayısız avantajlarından faydalanıp, keyfini sürmek de bize (bana ve ablama) nasip olmuştur kuşkusuz... Sevgili Dayımız, her zamanki gibi bu son gelişimizde de sınırsız olanaklarını yine cömertçe emrimize sunmuştu işte...

Kendisini Çakıllık'taki obasında ziyaret ettikten sonra akşam üzeri oradan ayrılarak, Demre'nin içine indik (asıl yerleşim merkezi denizden içeridedir). Önce, dayımların kış boyunca oturdukları evlerinin yakınındaki sebze-meyve bahçelerine uğradık. Dayım, oradaki kamp süresince ihtiyacımız olacak tüm sebze-meyve stoklarımızı (cin-tonik için kullandığımız küçük, yeşil, mis kokulu mandalinalar dahil!), biz oraya varmadan evvel hazırlatmış, o akşam yiyeceğimiz balıklar bile evde temizlettirilmiş, buzlar içinde bizleri bekliyordu... Dayım, eşi-benzeri az bulunur, "büyük adam" doğrusu! Böylece, alış-veriş işlerimizi tamamlayıp Demre'nin, Kekova'ya bakan sahilindeki "Çayağzı" denilen yerde bulunan kampingin yolunu tuttuk. Derhal çadırlarımızı kurup kampımıza yerleştik. Burayı paylaştığımız iki İtalyan ve bir Alman gruptan oluşan komşularımız da kurdukları çadırlarda kalıyorlar. Sahilden az açıkta demirlemiş olan, yabancılara ait iki de tekne var; ama, akşam karanlığında bayraklarını net olarak seçemedim. Sabah dürbünle baktığımda daha iyi görebileceğim.

İçinde olduğumuz ortam, kelimenin tam anlamıyla bir HARİKA!.. Likya'nın "Andriake Antik Liman Kenti", Helenistik Roma ve Bizans kalıntıları ile yan yana ve sadece 250 -300 m. kadar ilerimizde... Düşlere dalıp, binlerce yıllık geçmişe uzanmak hiç de zor değil!

Çeşit çeşit taze balık, yengemin yapıp gönderdiği zeytinyağlı nefis biber dolmaları ve bolca salatadan oluşan 4/4'lük akşam yemeğinden sonra kamp ateşi etrafında oturup, mis kokulu mandalina dilimlerinin tatlandırdığı cin-toniklerimizi keyifle yudumlamaya başladık. Herkes halinden öylesine hoşnut ki, yüzlerdeki ifadelerden kolayca anlaşılabiliyor bu memnuniyet. Sanki hepimiz aynı anda ve hep bir ağızdan; "Ne iyi ettik de geldik" der gibiyiz. Hadi, ben ve ablam bunlara alışkınız da, bizim arkadaşlar resmen "mest olmuş" vaziyetteler... üstelik, daha onları ne gibi sürprizlerin beklediğinden bihaberler!

Grubun diğer üyeleri sohbet edip şamata yaparken, ben gemici fenerinin ışığında, günlüğüme (Ferda'nın Seyir Defteri) bu satırları düşüyorum. Gökyüzü ışıl ışıl, adeta bir yıldız denizi gibi... Suyun yüzünde yakamozlar, gökyüzünde ise yıldızlar kıpır kıpır oynaşıyor... Saat 23:30... yavaş yavaş uyku tulumları serilmeye başlandı... herkes uykuya hazırlanıyor... Komşularımız daha erken yattılar galiba.

Bir gün daha bitti...


Demre, 7. Gün

Gözlerimi açar açmaz karşımda denizi görüp, üstelik de Demre'de olduğumu bilmek pek keyiflendirdi beni. İlk işim dürbüne sarılıp, açıkta demirlemiş teknelerin akşam karanlığında seçemediğim bayraklarına bir göz atmak oldu. Çok ilginç! Yelkenli ve daha büyük olanın, ana yelken direğinin tepesinde resmen "kurukafalı" korsan bayrağı var!.. Bunlar kesin 'Galli' olmalı; çünkü bu espriyi ancak onlar düşünebilirler. Zaten tekne de korsanların karavellerine benziyor. Bayrak direkleri, birleşmiş milletler gibi; ne ararsan var... Çıkaramadım doğrusu. Neyse, daha sonra yüzerek yanlarına gider bakarım; en azından teknelerin isimlerini okuyabilirim.

Denize karşı, hatta ayaklarımız suya değercesine yapılan kahvaltıdan sonra toparlanıp arabalarla Demre'ye indik. İlk ziyaret, "MYRA" harabelerine. Kaya mezarlarını ve hemen yakınındaki tiyatroyu gezmek hayli vaktimizi aldı. Bu arada bir hayli eğlendik; çünkü gruba ben rehberlik(!) yapıyorum. Tarihi kalıntılar hakkında sahip olduğum ne kadar bilgi birikimim varsa, hepsini tam bir "profesyonel rehber" edasıyla aktarıyorum bizimkilere... tabii ki, mitolojik hikayelerin bazısına, o anda aklıma geliveren "uydurma senaryolar"ı da katarak! Çevremdekileri kırıp geçiren de bunlar oluyor zaten. Destan yazmakta, ünlü Homeros'tan geri kalmam yani!.. Üstelik, düzmece masallar ustası dayımın, öğrencisi sayılırım ne de olsa!


Daha sonra NOEL BABA Kilisesi'ne girildi (ben hariç; çünkü en son olarak daha geçen Haziran, bayram tatilinde geldiğimde ziyaret etmiştim). Kilise ve müze yerine, bahçede gezindim ben. Böylece, Demre içindeki turumuz ve gezip görülecek yerler tamamlanınca hep birlikte tekrar kampa, Çayağzı'na dönüldü.

... Ve dayımdan bizimkilere ikinci SÜRPRİZ!.. Kıyıda ufak turlar yapmamız için gönderilmiş zodiac bot, döndüğümüzde Çayağzındaki iskeleye bağlanmış, bizleri bekliyordu... içinde de dalmak için gerekli takım ve ekipmanlar... Rehber dalgıcımız ise, bizim küçük kuzen, Mutlu. Bu genç delikanlımız, tam bir deniz kurdudur. Babasına, 'boynuz, kulağı geçti' dedirten cinsinden hem de!

Asıl şoku şimdi yaşıyor olmalı bizim tayfalar! Serdar ve Özcan, gözleri yerinden oynamış halde bakıyorlar gönderilenlere... dilleri tutuldu sandım! Açılışı, Mutlu'nun rehberliğinde ilk ben yaptım kuşkusuz! Daha sonra sırayla Özcan, Serdar ve Serper daldılar. İrfan ve Şeyda, her zamanki gibi bu aktivitenin tamamen dışında kalan elemanlarımız. Her ikisi de karayı daha emniyetli bulduklarından, çevredeki harabeleri, antik kent Andriake'yi turlamayı tercih ettiler. Bense, dalış yapanları beklerken, botla turlamayı da ihmal etmedim tabii ki... Üstelik altımda bir zodiac olunca, çayı izleyerek içerilere kadar bir keşif gezisi yapmadan duramazdım.

Bu arada, şu korsan bayraklı teknenin etrafında bir-iki tur atmayı unutur muyum hiç? (Teknenin adını da okudum: "Long John Silver"! yanılmamışım demek...) Hatıra olarak o bayrağın aynısından bir tane de (biraz daha ufağını) bana hediye ettiler!.. Bizim bota bağladım bile... Ben de onlara "yanar-döner" bir meyve sepetimi göndersem acaba?..

Çayağzı, suları burada denize ulaşıp karışan Demre Çayı ile, yine onun küçük kolu olan ikinci bir çay arasında kalmış, hurma ağaçları ve incecik bir kumla kaplı plajdır. Aynı zamanda deniz kaplumbağalarının yumurtalarını bırakmak üzere kıyıya çıktığı nadir yerlerden birisidir. SİT alanı oluşu nedeniyle fazla tesisleşmenin olmaması, bâkirliğini korumasının başlıca sebeplerinden birisidir. Kumsal, her iki yandan da kayalıklarla çevrilidir; ancak plajın sağ tarafında kalan kayalıklar çok daha sarp ve üzerinde dolaşılması son derece güç ve de tehlikelidir. Buna karşılık, bu kayalıklardan denize atlamanın keyfi de bambaşka olur. Tehlikeyi göze alabilen, bu keyfi doyasıya yaşar. Tıpkı ben gibi... (üstelik bu sene yanımda, beni izlerken yüreği ağzına geldiği için engellemeye kalkan annem de yok! Hoş, onun yerine bir başka "gözcü", ablam var ya...)

İşte bugünümüzü de yüzmenin tadına zor doyulan, altın sarısı bu kumsalda geçirdik.

Demre - Kaş, 8. Gün Sabah 07:30'da herkes ayaklanmış, bir yandan kahvaltı hazırlanıyor, diğer yandan ise toplanma harekatı sürdürülüyordu. Bugün, dayımın bizlere tahsis etmiş olduğu ve kuzen kardeşlerin (Mustafa - Mutlu) kaptanlığındaki gulet tekneyle, civardaki ada ve koylara yapılacak bir mini 'Mavi Tur'un (üçüncü SÜRPRİZ!) ardından, Demre'den Kaş'a geçmemiz planlanmıştı. Saat 09:30 civarında tüm hazırlıklar tamamlanmış ve tekneye binip denize açılmıştık.


Sırasıyla; Gökkaya Koyu, Kale Köy (Antik Simena'da öğlen yemeği molası), Üç Ağız, Tersane Koyu (Kilise kalıntısı) ve Kekova Adası (Batık Şehir) gezildi; eşşiz güzellikteki sayısız koyda sık sık denize girildi; sularca oyulmuş birbirinden ilginç mağaralarda ve antik kalıntılar arasında yüzüldü. Tekneyle yaptığımız tur tek kelimeyle harikaydı. Her ne kadar bütün bu yerleri daha önceleri defalarca görmüş olmama rağmen, yine de çok büyük bir keyif aldım. İliklerime kadar işledi denizin verdiği huzur. Ruhum dinlendi.

Geceyi, Demre'ye en yakın olan Gök Liman açıklarında demirleyip, teknede geçirdik. Neredeyse bütün gece pırıl pırıl ışıldayan yıldızların donattığı gökyüzünü seyrederek sabahladık. Her birimiz, o muhteşem atmosferden mahrum kalmamak için inatla direniyorduk uykuya. Kimse uyumadı! Denizin sesini dinledik sessizce...

Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte kendimizi Gökkaya Koyunun türkuaz renkli berrak sularına bıraktık... Güneş bu sabah üstümüze denizde doğdu!.. Kimsenin canı sudan çıkmak istemiyor gibiydi fakat, artık demir alma vakti gelmişti. Kısa ama, bir ömre bedel 'Mavi Tur'umuzu bitirmiş olarak öğleden önce Çayağzı'na döndük. Duşlarımızı alıp, giyindikten sonra, ayaklarımız adeta geri gidercesine Çayağzı'ndan ayrılıp; hem iki kuzeni bırakmak, hem de Demre'den çıkmadan evvel dayımlara veda etmek için Çakıllık'taki sahile gittik.

Vedalaşmanın ardından KAŞ'a doğru yola koyulduk.

*******

Bu sefer onlarla vedalaşmak benim için daha zor ve hüzünlü oldu. Sessizce akan göz yaşlarıma uzun süre engel olamadım. Özellikle, yaşlı İkbal Teyzemize (annemin teyze-kızı ve Demre'deki dayımın da ablası olan) veda etmekte zorlandım. Nedense, sanki bu onu "son kez!" görüşümmüş gibi bir his ansızın belirdi içimde; ardından da koyu bir hüzün sardı beni.

Sessizce kıvrıldığım arabanın arka koltuğunda, Demre - Kaş arasındaki yaklaşık 50-60 km.'ye yakın bir mesafe boyunca öylece oturup, bundan dört sene öncesine uzanarak, '82 yılı yazında burada onlarla geçirdiğim güzel günleri anımsayıp yeniden gözlerimde canlandırırken, öte yandan, çok değil; iki sene sonrasında yaşanılan o büyük acı ve kederin hızla İkbal Teyzemi nasılda çökertmiş olduğunu düşündüm durdum...

Ya, "Memed Ağa'm"?.. bir türlü gitmiyor ki gözlerimin önünden...

('Memed Ağa' diye çağırdığımız şahıs, yaşlı İkbal Teyzemizin iki oğlundan, büyük olanı - Mehmet - idi... benim de kuzenlerim içinde en çok sevdiğimdi... "idi"!.. çünkü, artık yaşamıyor! İki yıl önce (1984 yazında) burada, şüpheli bir trafik kazasında(!) beyin kanamasından yitirdik onu...)

Meğer o günlerden geriye ne çok taze anı kalmış ki, bu anıların yaşandığı yerlere her gelişimde yeniden hatırlandıkça tarifsiz, adı konulmamış(!) duygular kaplıyor içimi... Bunlardan en bildik-tanıdık olanı, bazı ölümlerin ardından o kişinin yokluğunun bende bıraktığı boşluk!.. bir girdaba kapılmışçasına içine sürüklenip, kaybolduğum boşluk... İşte bu boşluklardan biri de Memed Ağam'a ait... Bana; "kimseyi koyamadım yerine yeniden" dedirtebilen yegâne kişiydi Memed Ağa'm!..

Hafifçe kırlaşmış, kumral, dalgalı uzun saçları, Çayağzındaki yosunların yeşiline çalan gözleri, güneş yanığı ile daha da derinleşen düzgün yüz çizgileriyle, kendisine her baktığımda bana mitolojilerdeki tanrıları çağrıştırırdı... "Andriake'li İLAH"ımdı benim. Çocukluğumdan beri onun hayranıydım... Belki de "platonik bir aşktı" ona karşı hissettiklerim... Çünkü, Türkiye'ye geleceği zamanları sabırsızlıkla bekler ve geldiğini duyar duymaz adeta koşarak giderdim Demre'ye.

Kendisinden bile saklamaya gerek duymaksızın, ona karşı gösterdiğim bu çocuksu heyecanlarla yüklü ilgimden, belli ki o da keyif alırdı! Çünkü her fırsatta, biraz muzipçe, biraz da sanki duygularımı paylaşıyormuşçasına: "bak, bir İLAH olarak, sözüm söz! eğer bir gün evlenmeye karar verirsem, tanrıça kuzenler arasından seni seçeceğim... ama, sende kimselere varmayıp, beni bekleyeceğine dair söz ver, güzel TANRIÇAM!.." diyerek takılırdı bana. Güler geçerdik bunlara tabii... fakat, ben hayalini kurmadan da edemezdim; - hani ya?! - diye... Karşılıklı verilen bu sözlerin şakası dahi hoşuma giderdi... iyi de; kırdığım bütün cevizleri bir bir ona anlatan da, yine bendim!.. Peki, ya buna ne denir? Belki de işte bu yüzden rahatlıkla takılıyordu o da bana... ya da, aramızdaki 9-10 yaşlık farktan dolayı bana hâlâ "deli-dolu bir çocuk" gözüyle bakıp, bu konuda beni pek de ciddiye almadığından... Kim bilir?..

Bir tuhaf aşktı benimkisi vesselam! Ama, her ne şekilde olursa olsun, neticede Memed Ağa'ma olan sevgim çok çok büyüktü...

Almanya'da, Kiel Üniversitesinde kürsü sahibi, atom fiziği ve kimya dallarında çalışma ve araştırmalar yapan, bu konularda yazdığı pek çok sayıda makale, yayın, kitap gibi eserleri bulunan ve çok genç yaşlarda (otuzlu) profesör olmuş, değerli bir bilim adamıydı.

1981 yılında yurda gelip, İstanbul'daki "Askeri Akademi"de 'eğitimci' olarak yaptığı zorunlu 'askerlik' görevinin ardından ani bir kararla(!) (liseyi bitirir bitirmez üniversite tahsili ve akademik kariyer yapmak üzere, çok istekli bir şekilde koşa koşa gittiği) Almanya'ya dönmekten vazgeçip(!) onun yerine yirmi yıl sonra, "doğduğu toprak-lara geri dönmüş"; Demre'de, herkesten ve her şeyden uzak(!), resmen bir "Robinson" hayatı yaşamaya başlamıştı. Her nedense, bilim adamlığını, sıraladığı kitapları gibi bir süreliğine rafa kaldırmıştı!.. Memed Ağa'ya böyle birden bire neler olduğunu kimseler çözüp, anlayamıyordu!

Baş başa balığa çıktığımız günlerin birinde bana; "Üzerimdeki baskılar kalktığında dönebilirim ancak geriye. Sen bu işleri az-çok bilirsin, postalarımın bile denetlendiğini hissediyorum... fazla da karıştırma!" demişti.

O dönemlerde sadece denize açılıyor, balık tutuyor, bir de Finike ve Demreli lise öğrencileri arasından parlak bulduklarını üniversiteye hazırlıyordu. Bu yüzden artık "O", sadece ailenin değil, herkeslerin sevgili "Memed Ağa"sıydı...

Ama, nasıl olduğu hâlâ bilinemeyen, karanlık(!) bir motorsiklet kazası sonucunda o "dâhi beyin", bir taşa çarparak durdu!!! Hem de Almanya'ya yeniden dönüş için hazırlandığı sıralarda...

Sevgili Memed Ağam'ı "son" görüşüm, 1982 yılının Haziran ayında yine burada geçirdiğim uzun yaz tatilimde olmuştu. Unutulmaz güzellikteki anılarla dolu bir tatildi. İkimiz, hemen her gün köyden Çayağzı'na gelir, kayalıkların yakınındaki sığ bölgede denize serpme ağ atarak balık tutardık... Dayımıza ait ilk büyük tekneyle, bütün kuzenler bir arada yaptığımız ve benim için ilk uzun 'Mavi Yolculuğa' da, işte yine o sene çıkmıştık... FİNİKE - KALKAN arasında girilmedik koy kalmamıştı.

Bir sonraki gelişim ise, 1984 yılında Memed Ağam'ı son yolculuğuna uğurlamak içindi maalesef!.. Çok sevdiği denizlerde son bir defa tekneyle dolaştırdıktan sonra toprağa vermiştik bu Genç Dâhi Adamı... Andriake'nin İLAH'ı, Demre'nin Robinson'u, Memed Ağa'yı...

Onun "Adı" verilen tekne, o günden beri Demre - Kekova sularında dolaşmakta... Memed Ağa'mın ruhu da...

...Ve ne yazık ki, son bir şansım daha olamamıştı kendisine sormak için; "Hâlâ mı karar veremedin evlenmeye?" ya da;"Bak, iki yılı daha geçirdim seni bekleyerek Memed Ağa'm! Başkasına varıcam gari, haberin ola!.." demek için... (oysa, bir zamanlar kendisine -şakacıktan bile olsa - vermiş olduğum sözü, sonradan da kimselere varmayarak, bir bakıma tutmuş oluyordum!)

İşin garibi, çocukluğumun ve de ilk gençlik yıllarımın İLAHI'na ihanet etmemiştim. Ama, Andriake'nin kıskanç tanrıları yine de, biricik İLAHımı elimden alarak, cezalandırmışlardı sanki beni!..

*******

KAŞ'a vardığımızda güneş tepemizde hayli yükselmişti...

DEMRE-MYRA

Demre, Finike ile Kaş arasında, Finike'ye 25, Kaş'a 48 km. uzaklıktadır.

Eski çağ Likya'sının en önemli 5 kentinden birisi olup kuruluşu İ.Ö. V. yüzyıla kadar uzanır. Eskiden bir kıyı kenti iken Demre çayının getirdiği alüvyonlarla günümüzde denizden içeride kalmıştır. İ.S. IX. yüzyılda Arap akınları sonucu terk edilmiştir.

Kaya Mezarları, Tiyatro ve St. Nicholas Kilisesi varlığını günümüze değin sürdürebilmiş yapılardan bazılarıdır.
İ.S. 245 yılında Fethiye yakınlarındaki Patara kentinde doğan St. Nicholas (Aziz Nikola, Santa Claus, Heilige Nikolaus, Noel Baba) ölümü olan İ.S. 326 yılına değin Anadolu'da yaşamış bir azizdir. Varlıklı bir ailenin çocuğu olarak iyi bir eğitim görmüş ve kendini insanlara adamıştır. Yaptığı yardımlarla çevresinde sevgi bağı oluşturan St. Nicholas, denizcilerin ve çocukların koruyucusu olarak Noel Baba adı ile bu güne değin yaşatılarak efsaneleştirilmiştir.
Demre Piskoposu olarak çevresinde yaptığı dini ve sosyal çalışmalarla halkın sorunlarına insancıl çözümler getirmiştir. Öldükten sonra Demre'de gömülmüş ve adına bir kilise yaptırılmıştır.
St. Nicholas'ın kemiklerinin bir kısmı 1087 yılında İtalyan tacirler tarafından Bari'ye kaçırılmıştır. Ancak acele ile götürülemediği anlaşılan bir kısım parçaları ise bugün Antalya Müzesi'nde sergilenmektedir.

KEKOVA Adası

Antik şehirleri "Simena" ve "Teimiussa" ile, uzun ve dar olan Kekova adası; antik olmasına rağmen, hala gemiler için iyi korunmuş bir liman olan bir koyun önünde uzanır.

İçinde Teimiussa'nın antik kalıntılarını barındıran balıkçı köyü Üçağız, koyun iç tarafındadır. Teimiussa ismini, Yunanca "üç ağız" anlamına gelen "eristomo" sözcüğünden almıştır. Bu isim coğrafi konumundan kaynaklanmaktadır. Bu üç ağızı, adanın doğusunda ve batısında bulunan kanal şeklindeki iki giriş oluşturur.
Simena'nın antik yerleşmesi doğu girişine hakim bir manzara ile Kale Köyünün civarında uzanır. Koyda, deniz seviyesine kadar yuvarlanan taşlar, bir takım küçük adalar oluşturmuştur. Eski çağlarda, kayalardan yontulan büyük taş bloklar inşaat amacıyla kullanılmıştır. Simena'ya, Üçağız'dan deniz yolu ile ulaşılır. Kale, tarih, deniz ve güneşin, kelimenin tam anlamıyla birbirine karıştığı ve kaynaştığı bir güzelliğe sahiptir. Burada masmavi ve pırıl pırıl Akdeniz sularının altında yatan binlerce yıl öncesinin uygarlık izleri insanı büyüler. Kale'nin tarihi, Likya uygarlığına kadar uzanan Simena'da Likya, Roma ve diğer uygarlıkların kalıntılarına rastlamak mümkündür. Kayaların oyulmasıyla oluşturulan tiyatrosu Likya'nın en küçük tiyatrolarından biridir. Surların Roma devrinde yapıldığı ve daha sonraki devirlerde yapıma devam edildiği sanılmaktadır.


Ferda Önler
fonler@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
              7 Kahveci oy vermiş.
6 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, aşağıdaki adresten tek tıklamayla zevkle okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın... Ayrıca bugünden itibaren duygu ve görüşlerinizi yorum olarak yazabilirsiniz.
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_1.asp

Devamı yok. BİTTİ

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Bu romanı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,588,588,588,588,588,588,588,588,58
              444 Kahveci oy vermiş.
58261 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Dost Meclisi



Fotoğraf : Recep Pehlivanlar

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
Kahve Molası bugün 4.258 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

Yukarı

 

 Tadımlık Şiirler


YOK'U BULMAK

Dün gece seni düşündüm
Uzun süredir bir şey düşünmemeyi tercih ederken,
Yalnızlığımın huzurunu, sensizliğimi hatırlatarak bozdun yine..
Neredeydin?
Aramalımıydım seni acaba?
Ama ya bulunca kaybedersem seni…
Ya beklediğim gibi değilse her şey..
Hayır, hayır bu defa kararlıydım
Belirsizliklerle yaşamaktansa gerçekle yüzleşip kabullenecek hayata devam edecektim..

Ve aradım,
Aradım seni şarkılarca, şiirlerce, filmlerce, kentlerce..
Yok olduğunu bilmeme rağmen aradım;
Bulamadım..
Aradığım mı yoktu, sen mi?
Sen yokmuydun aslında veya benmiydin yoksa?
Ya da hayallerimle rüyalarımın zaman zaman bana bahşettiği güzel bir yanılsamamıydın acaba?

Sonra bir gün, baktığımı bilmeksizin bakarken, seni gördüm
Tam hayal ettiğim yerde, o bildik kitapçıdaydın
Tanıdık biri gibiydin ama ilk kez görüyordum
Elinde en sevdiğim kitap,
Koltuğunun altında sıkıştırılmış dinlemekten eskittiğim o cd..
Beni fark eden mahçup, buğulu bakışların gözlerime değdiğinde,
Beklediğim oldu ve pembe bir çehreye büründün..
Tıpkı düşlerimdeki gibiydin; beyaz, yumuşak ve benim..
O kadar benimdin ki,
Farkında bile değildim.

Sonra...
Sonra bir saat sesi ile uyandım..

Ve hissetim o an, bir daha hiç hissetmeyeceğimi bildiğimi..

Hissettiklerim mi?
Gençliğim kadar eski,
Aşkım kadar yeni..

Serhat Küçükkurt

Yukarı

 

 Biraz Gülümseyin




Vardır bir bildiği?!..

Yukarı

 

 İşe Yarar Kısayollar - Şef Garson : Akın Ceylan
Yamağı : Ayşe Nur Gedik


Bana günlük düzenli olarak gelen iki adet sanal gazete var. Bir tanesi hepinizin malumu, benim ilk göz ağrım ve canım ciğerim www.kmarsiv.com duymadık demeyin, üzülürüm. :))) Diğeri ise Türkiye genelinde çıkan tüm gazetelerden derlenmiş haberleri ile kenthaber. Niye kenthaber ismini aldıklarını araştırmaya çalışırken, bu sanal gazetenin yapısının temelinde tüm illerimizin ve hatta K.K.T.C.'nin de içinde bulunduğu iller sayfasına sahip olduğunu farkettim. Tabi böyle olunca yaşadığım kent olan İstanbul'un kent haberlerini takip edebileceğim http://www.kenthaber.com/sayfalar/iller.asp?IlKodu=34 kısayolundaki web sayfasını web listeme dahil ettim. Yaşadığınız kent ile ilgili haberleri takip etmek için sizlere tavsiye ediyorum.

Benim gibi İstanbul'da yaşayanlar için bir tavsiyem daha olacak. İstanbul'un dünden bugüne tarihiyle ilgili bir çok bilgiyi ve görüntüyü bulabileceğiniz sağlam bir web çalışması http://www.azizistanbul.com . Mesela Abdülhak Hamit'in Çamlıca için yazdığı şiir ...Hey Çamlıca mehtâbı ne olmuş sana öyle?.. Küskün duruyorsun. Bir şey kuruyorsun. Seyrinle ıyan et bana, ilhâm ile söyle: Aksetmede âlâm-ı vatandan mı bu halet?..

Canınız çok sıkıldığında ve bilgisayarınızın karşısındaysanız ne yaparsınız? Sakinleşmeniz için benim en popüler web sayfamı sizlerle paylaşmak istiyorum. http://www.go2sleep.be/ Bu web sayfasını ayrıca, uyku problemi olanlar için de tavsiye ediyorum.

Yukarı

 

 Damak tadınıza uygun kahveler


Firefox 0.9 [4.7M] Windows FREE
http://www.mozilla.org/products/firefox/
Yeni ama hatalardan ders almış bir browser arıyorsanız Firefox'u mutlaka denemelisiniz. Internet Explorer'ın ve Netscape'in temelini teşkil eden Mozilla tarafından geliştirilen bu program çok yakında tüm tarayıcıların pabucunu dama atacağa benzer. İçindeki arama ve download yöneticileri kusursuz ve hızlı. Benden söylemesi, bilgisayarınızı üzmeyecek ve yormayacak bir tarayıcı kullanmak için yükleyin ve mutlaka deneyin.

Yukarı





Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



SON BASKI (HTML)

KAHVE YANINDA DERGi

Hoşgeldiniz
Arşivimiz
Yazarlarımız
Manilerimiz
E-Kart Servisi
Sizden Yorumlar
KÜTÜPHANE
SANAT GALERiSi
Medya
İletişim
Reklam
Gizlilik İlkeleri
Kim Bu Editör?
SON BASKI (HTML)
YILDIZ FALI
DÜNÜN
ŞARKILARI





ÖZEL DOSYALAR

ATA'MA MEKTUBUM VAR
Milenyumun Mandalı
Café d'Istanbul
KIRKYAMA
KIRK1YAMA
KIRK2YAMA
KIRK3YAMA
ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
Teröre Lanet!
Kek Tarifleri
Gezi Yazıları
Google
Web KM













Fincan almak ister misiniz?
http://kmarsiv.com/sayilar/20040902.asp
ISSN: 1303-8923
2 Eylül 2004 - ©2002/04-kmarsiv.com
istanbullife.com