Treo 600 stoklarda!..



Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 3 Sayı: 572

Sisteme gir!

Merhaba Sevgili KM dostu, hoşgeldiniz!

 3 Eylül 2004 - Fincanın İçindekiler

 

 Editör'den : Ben bu memlekete bayılıyorum!..


Merhabalar,

Yüce meclisimizin yüce üyeleri kendilerini şöyle ağız tadıyla eleştirmemize bile izin vermiyorlar yahu. Hemen su koyverip biz sıradan vatandaşları salak yerine koyan yeni bir kararlarını beyan ediveriyorlar. Dün delinin biri kuyuya taş atmış dedik, sonra ekleyip, Allahın sopasını yediklerinde kendilerine gelirler dedik. Maksadımız bu saçma sapan kanun tasarısının gün gelip kendilerini yaralayacağını söylemekti. Yani bir aklıselim savcı çıkıp, imam nikahlıları da zina kapsamına alıverirse nice olur bu vatan evlatlarının hali demek istemiştik. Beni duyduklarından değil elbette ama sanırım sabah tuvalette gazete okurken birinin kafasında şimşek çakıverdi. Bunu bir şekilde yüce başbakanımıza iletti, o da yemeyip içmeyip, bunu medya aracılığıyla tüm vatan sathına duyurdu. Ama biz salağız nasılsa anlamayız diye olsa gerek, aslında bu kanunun hiçte öyle abartılacak bir yanı olmadığını, herşeyin şikayete bağlı olarak gelişeceğini, dolayısıyla karı kocanın birbiriyle derdi yoksa korkmalarına da bir sebep olmayacağını söyleyiverdi. Bravo, bravo sayın yüce büyüğüm. İmamın bağladığı oydaşlarınızın ağzına çaldığınız bir parmak bal umarım gün olur size yol su elektrik olarak geri döner. Yalnız şunu unutmayın, 2 elim yakanızda olacaktır. Bu kanun şikayete bağlı olarak çıkarsa memleketin en büyük müzevircisi ben olacağım. İmamın bağladıklarını tek tek tespit ederek online yetkili mercilere bildirmeyi bir görev addeceğim. Hatta Kahve Molası Müzevir Servisi kurarak dileyen şikayetçi kahvecilerin kolaylıkla ispiyonlaması için gerekli altyapıyı hazırlayacağım. Gölgelerin gücü adına, güç bende artık!... He-Müzevirci...

Dün komik bir haber aldım. Komik mi trajikomik mi siz karar verin artık. Şimdi bazı dostları kızdıracağım biliyorum ama n'apalım ki güneş balçıkla sıvanmaz:-)) Bildiğiniz üzere ben Türkiye topraklarında yaşayan diğer yirmidörtmilyon küsur kişi gibi çifte pasaportluyum. Her 2 uyruğumdan da ziyadesiyle gurur duyuyorum, her ikisine de zerre helal gelsin istemem. Biri Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığım, diğeri ise Fenebahçe Cumhuriyeti vatandaşlığım. Hatırladığım kadarıyla 3-5 yıldır taraftarlar arasında böyle bir söylem var, Fenerbahçe Cumhuriyeti. Ve tüm fenerbahçeliler de bu cumhuriyetin gönülden vatandaşı. Gülerek, kıkırdayarak, nispet yaparak, zevkle, neşeyle rakiplerimize takıldığımız bu sanal kavram birileri tarafından ancak ciddiye alınmış. Nedense? Türkiye Cumhuriyetinin başı kalabalık savcılarından biri "Bölücülük propagandası" yapıldığı iddiasıyla dava açmış iyi mi? Hey Allahım sen aklıma mukayyet ol. Başka işiniz yok mu diyeceğim ama diyecek yerlerim acıyor. Belli ki birileri ya tutarsa diye göle maya çalmış, yarı şaka yarı ciddi şikayette bulunmuş ve biriside bunu ciddiye almış. Umarım bu haber de içeriği kadar ciddiyetten uzak bir asparagastır. Değilse bir çifte vatandaş olarak ne halt yiyeceğimi kara kara düşünmeye başlamam gerekiyor. Ben bu memleketi çok seviyorum yahu!...

Bugün sizlere bence çok hoş bir Cinderella masalı filminin hoş şarkılarından birini sunuyorum. Notting Hill'den Elvis Castello imzalı "She". Haftasonunda Rusya'da teröristlerin elinde rehin bulunan masum insanların kurtuluş haberini almayı diliyorum.

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

3 Mesaj/Yorum var. Mesaj/Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

Sedef Özkan

 40 Hatırlı Kahve : Sedef Özkan


   KIVAM

İğneyi özenle seçti; kalın olmamalıydı. Narin bir gövdeye ancak zarif bir iğne yaraşır. Zariflikse, her zaman incelikle eş değildir. Zaten böylelerinde, ipliği iğneden geçirirken çok zorlanılır. Her şey kıvamında güzeldir. Kıvam... ah, kıvam...

Kıvamında bir iğne... Bulması, doğrusu pek zor olmadı. Annesi düzenli bir kadındı. Bir yerlerde, kıvamına uygun bir dişi erkek, bir erkek dişi, hipotenüs, muhabbet kuşu, leylâk, yumurta, hapşırık vardır mutlaka... Mutlaka olmalı. Bir de yeşil makara. Çimen yeşili. Elbette tesadüfi değildi yeşilin seçimi; beyazın üstünde en vahşi ve en masum...

Sakinliğini yadırgadı. Geçirdiği patlamadan sonra, bulutlara tutunan parçacıklarının kararlılığındaki sakinlikti bu. Kararlılık... İlk karar ve ardından gelen kocaman kararlar...

Aldığınızı sandığınız kararları elbette yabana atmalısınız. Çünkü siz, sadece sanırsınız; kararlı olmak mümkün değildir. Duyup da koklayamadığınız, dil verip de okşayamadığınız, kirpik karanlığından, gün ışığına geçtiğinizi tasavvur ettiğiniz, zamanın ta kendisinde, geçer bunlar... Bana lütfen soru sormayın; dialoglar zararlıdır.

Ama o kararlıydı. ( O başkadır, kabul etmelisiniz. )

İlk karar.

Yıllardır beklediği 'kararlılık anı' gelip çattığında, elbette tesadüfi değildi yeşilin seçimi. Beyazın üstünde, en vahşi ve en masum... İlk kadınının gözleri yeşildi, 'Yeşil Geceler' romanıyla 'Yılın En Bi İyi Yazarı' ödülünü kazanmıştı, Konya'ya her gidişinde, neden Şems değilim diye kıskançlık kıvılcımları dolup taşırırdı beynini. Hayat damarları yeşildi, ölüm damarları da yeşil olmalıydı. Ve makara yeşiliyle, ölümü hayata dönüştürebilecekti. Beyazın üstünde, en vahşi ve en masum..

Önce ayakları dikmek istiyordu; ilkçağ tanrıçalarının ayaklarıydı sanki... Parmaklar aynı boyda, ne biri birinden kısa ne uzun... Onda gördüğü, eşitlik dengesizliği ayaklarından yayılmış olmalıydı. Teğel yapsam mı acaba diye düşündü ama "Onu nasıl dikeceğimi, bana teğel mi öğretecek" gibi özlü bir vecize sarfettikten sonra, kıvamında iğnesiyle, beyaz boyalı kadının ayaklarında dikkatini odaklaştırdı. Sağ ayak kemiği üzerindeki beyaz boya silinmişti; çılgına döndü ten rengini görünce. O beyaz olmalıydı... Dudak, ten, rahim rengine yer olamazdı. Tenin altına saklanmış damarlar gözüne ilişince, daha da çılgına döndü adam. Onun yeşili değildi bu, sadece ilham veren yeşildi. Makara yeşilinden başka yeşil dokunamazdı kadınına. Beyazın üstünde, en vahşi ve en masum... Seçiminden asla dönemezdi. Kararlıydı.

Hemen boyayla kapadı teni ve hayat damarını. Gövdeyi, aşağıdan yukarıya büyük bir titizlikle inceledi; boya hatası olmamalıydı.

Tüm gözeneklerinde, aniden, yeşil dalgalanmalar hissetti. Pencere korkunç bir tıslamayla sarsıldı. Yemyeşil gözlü, yeşil sivri dişli, beyaz bir kedi, kuyruğu dikilmiş bir vaziyette gözlerini ona dikmişti. Camdan içeri girmeye çalışan, dipsiz karanlığı yaran dolunay yeşile dönüştü. Adam, kedi ve dolunay ekseninde, beyaz boyalı kadının ayak bileklerini sıkıca tutmuş, donakalmıştı. İşte firavunluk mertebesi! Ah, mutluluk... İşte 'Mutluluğun Resmi'... Beyazı yeşile çeviren, zavallı gözlerimizin ayırt edemediği, sonsuzca renge hükmeden Renkler Hakanı'nın iznini aldığını, o an iyice anladı.
Beyaza boyanmış kadın, sonsuz renk arasından seçilmiş makara yeşiliyle, sonsuzca yatağının kadını, zifiri sonsuzluğunun bütünleyici sonu olacaktı. Açgözlüce, beyaz boyalı kadını, ısırmaya, dişlemeye, öpmeye başladı. Ah, bu göbek, ayaklar, boyun... Çimen yeşili iplikli iğneyle, kadını, bir ordan , bir burdan, bilinçsizce dikmeye çalışıyordu. Dikiş bittiğinde, onun gözlerini açacağını, dudaklarını aralayacağını biliyordu. Günler, geceler boyunca, yatağında bekleyecek, kıpırdamayacaktı bile... Sadece onun kadını, sonsuzluğunun bütünleyici sonuydu.

Beyaz boya, çoğu yerde, henüz kurumadığı için, adamın dizine, parmaklarına, yanağına, kirpiğine bulaşıyordu. Ten renginin her ortaya çıkışında, çılgınlığı çile çile sarıyordu onu.

Çılgınlık...

Penceresiz uçak, bakir oğlan, tutulamayan karanlık..

Size, o karanlık demetini sunuyorum. Batırın burunlarınızı. Nefesinizi tutun. Nefes aldığınız anda, evrenin kemikleri dişlerinizi kırabilir, kılçıkları boğazınıza takılabilir. Dikkat edin!

Boynu, yumuşacık öpücüklerle kuşatırken, mor, siyah, balçık rengi halkaların korkunçluğu, iki saat öncesini anımsattı ona. Ten rengi kadının debelenmesi, bağırması... Ve kaçınılmaz kararlılık anına yaklaşmak için atılan en büyük adım.. Oysa, birazdan gözleri açıldığında, "tekrar boğ beni" diyecekti... "Tekrar, tekrar..", "Bütünleyicin, senin tarafından boğulmak istiyor...", "Tekrar... tekrar..."

Ten rengiyle, beyaz boya arasında gidip gelmeye başlayan kadının ne gözü açıldı, ne ağzı. Hiçbir tedaviye cevap vermeyen varis hastalığından dolayı, kabarık damarları iyice ortaya çıktı. Adamın böyle bir görüntüyü kabullenmesi mümkün değildi. Asla damarlara yer olamazdı yatağında! Makara yeşiliyle, hayata dönecek kadını olamazdı bu! Beyazın üstünde, en vahşi ve en masum... Ah, kıvam...

Yeşil dolunaylı gecede, ölüm kıvamına ulaşılamadı. Yatakta sadece ölüm kaldı. Oysa, bir yerlerde, kıvamına uygun bir dişi erkek, bir erkek dişi, hipotenüs, muhabbet kuşu, leylâk, yumurta, hapşırık vardır mutlaka. Mutlaka olmalı.

Bir kriz daha geçirdi kocaman kararlı adam. Sarsılmıştı galiba. Hata annesindeydi. Lüzumsuz iğnelerle doldurmuştu dikiş kutusunu. Yeni bir iğne aramaya gitti.

Sedef Özkan
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
              8 Kahveci oy vermiş.
8 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Has Kahveci: Tunca Tünay


Ard niyetle başedebilmek!

Ard niyet, en olmadık zamanlarda üstümüze düşen dolu tanesi gibidir. “Öldürmez de ondurmaz da” dediğimiz biçimde örseler bizi. Usumuzdan bile geçirmediğimiz düşünce ve davranışlarla suçlandığımızda ilk duyumsadığımız, üzüntüden de öte şaşkınlıktır. En içten duygularımızın ard niyetler önündeki değişimini görmekten mi, yoksa duygularımıza biçilen rolü kendimize yakıştıramadığımızdan mı şaşakalırız ?

Şaşkınlığın ilk etkisi geçtikten sonra, üstümüze kızgın bir yel gibi gelen öfkeyi yatıştırmak, uzun zaman alır. Hele ki, tepkilerimizi kontrol edemezsek, bu süreç daha da uzar kuşkusuz. Bu dönemi geçiştirmeye çalışmanın bir yolu, özeleştirimizi yapmak olabilir mi acaba? “Bana yapılanları hak etmedim” düşüncesini, “Yapılan suçlamaları hak ettim mi?” sorusuna yönlendirdiğimizde, özeleştirimizi tarafsızca yapabilmek ilk başta bizi zorlasa da gereklidir. Çünkü bu soruya vereceğimiz yanıt, bizi yanılgıya düşmekten kurtarabilir. Sorduğumuz soruya, “olabilir” gibi bir yanıt veriyorsak, karşımızda duran ard niyet değildir. Yanlış anlaşılma durumu her zaman olasıdır ve bunu düzeltmek de kolaydır. Zor olan, bu soruya vereceğimiz ”hayır” yanıtıdır ki, bu bizim ard niyetin önüne düştüğümüze inanmamız demektir.

İyi de ne yapacağız ard niyetin önüne düşünce? Sanırım, burada bir soru daha sormamız gerekiyor kendimize. Karşımızdaki insan, ard niyetini yok etmek için çabalamamıza değer mi? Bu sorunun yanıtı “hayır”sa, emeğimizi boşa harcamamız da gereksizdir. Yaşamın bilindik bir oyununa geldiğimizi ve bu yüzden öfkelenme ya da üzülmenin gereksiz olduğunu düşünüp, o kişiyi -kullanmadığımız eşyaları tavan arasına koyduğumuz gibi- bilincimizin altında bir yere atıveririz olur biter.

Bu sorunun yanıtı, “evet”se, karşımızdaki insan, ard niyetini yok etmek için uğraşamaya karar vereceğimiz, başka bir deyişle, sevdiğimiz, önemsediğimiz ya da yaşamımızdan çıkaramayacağımız biridir. Ancak bunu bilmek, kendimizi daha kötü duyumsatmaktan başka bir işe yaramaz ilk başta. Sevdiğimiz ve onun da bizi sevdiğini varsaydığımız kişilerin ard niyeti bizi öylesine incitir ki, ilk aklımıza gelen, o insanı yaşamımızdan soyutlamak olur. Paylaştığımız onca şeyi -hiç yaşanmamışçasına- yok saymak isteriz. Öfkemiz bir arslan kükremesine dönüşsün de onu bir köşeye sıkıştırsın isteriz. Ve bir de bakarız ki; olan-olmayan (sap-saman) birbirine karışmış ve ard niyet bizi de tuzağına düşürmüş.

Bu dönemeçte, yani, kınadığımız davranışları -istemeden olsa da- yapmaya başladığımızda, ard niyetin üstesinden gelemediğimiz gibi, giderek özsaygımızı da yitiririz. Bence, ard niyetin kişiliğimize yapacağı en etken zarar, koşullar gerektirirse, bizim de ard niyetli olmaya hakkımız olduğuna inanmamızdır ki, bu inanç, ard niyetli olmaya giden yolun başlangıcıdır.

İşte tam bu noktada, sorun karşımızdakiyle olmaktan çıkıp kendi sorunumuz oluverir. Yaşamda karşılaşacağımız her itici davranışa aynı yolla tepki vermeye alışırsak, bildiğimiz doğrulardan sapıp, kimliğimizi yadsımaya başlarız. Bu bizim kendi gözümüzde değerimizi azaltmaktan başka hiç bir işe de yaramaz.

İyi de öz değerlerimizi yok etmeden nasıl baş edeceğiz ard niyetle? Bu soru aklımı kurcalayıp duruyor günlerdir. Acaba karşımızdakini iyi niyetimize inandırmak için, öncelikle yüzleşmeyi mi denemeli ?

Ard niyet, iki ucu keskin bıçak gibidir. Kızgın ve kırgın bir dönemde yapılacak yüzleşme, büyük olasılıkla iki incinmiş insanın öfkesini çakıştırıp, çözümsüzlüğe dönüşecektir. Konuya bu yandan bakınca, İlkin karşımızdaki insanın yapısal özelliklerini çok iyi irdelememiz gerekir diye düşünüyorum. Ard niyetli olmanın temelinde, insanlara olan güvensizliğin (ki bu aslında özgüvensizliktir) yattığını düşündüğümüzde, “hoşgörülü olmak” bizi çok da zorlamayabilir. Hoşgörü, bizi “ılımlı” olmaya yönlendirebilirse, oluşmaya başlayan önyargımızı azaltacağından, “yapıcı” düşünce ve davranışlarımızı kolaylaştırabilir. Bu süreci yaşadıktan sonra yüzleşmeyi denemek belki de daha doğru olacaktır.

Hoşgörülü, önyargısız ve yapıcı davranışlarımız sonucu ard niyetin üstesinden gelebildiysek, duyacağımız dinginlik, yaşadığımız bu kötü deneyi bize giderek unutturacaktır.

Tüm uğraşlarımızın boşa gittiğini gördüğümüzdeyse yapacak tek iş kalır.

Bir uçurtmayı –bilerek ve isteyerek- boşluğa bırakırcasına ipin ucunu salıvermek...

Tunca Tünay
tunca@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
              6 Kahveci oy vermiş.
4 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Floradan Bitkiler Alemine : Itır Doğan


MELİSA
Melissa officinalis L.


1985' li yıllardı yanılmıyorsam Melisa isminin Türkiye'de yaygınlaşmaya başladığı zamanlar. İnsanlarda hep oldum olası değişmez bir özellik vardır. Doğacak çocuklarına her zaman değişik ve marjinal bir isim bulma çabası içerisindeler dir ve her nedense pek bir büyütürler bu isim bulma olayını. Hatta çoğu zaman ailede bir merasim halini bile almaktadır bu olay. Yine çoğu zaman eşler arasında tartışmalara bile yol açabilmektedir. Ama kabul edin hemcinslerim, en çok da biz bayanlar büyütürüz bu isim bulma olayını.( Bu arada bekar olmama rağmen ben kızımın ismini 5 yıl öncesinden hazırlayan benim, aman kimse duymasın hişşttt ;)

İşte Melisa da bu isim furyasına katıldı bir aralar. Pek çok aile kızlarına Melisa ismini koydu, bir çiçek ismi diye. Ama sorsanız çoğuna nasıl bir çiçektir Melisa diye, eminim pek çoğu bilemeyecektir bu bitkiyi. Bitki diyorum çünkü bir çiçek olma özelliğinden ziyade bitkisel özellikleri ile bilinen bir taksondur Melisa. Oldukça şifalı bir bitki olup bir çok önemli özelliğe sahiptir aslında. Halk arasında oğlan otu, oğul otu, limon otu anıyla da anılan bu bitki oldukça şifalı ve 28-95 cm. veya daha fazla olabilen, dik duran, dallanan, sık veya seyrek bezeli tüylü, limon kokulu otsu bitkilerdir. Yaprakları, yumurta biçiminde, basık tüylü veya çıplağımsı, küt ya da sivri uçlu olup, kenarı taban kısmı hariç dilimli dişlidir.

Limona benzer kokusu ve baharlı lezzeti ile hazmı kolaylaştırıcı ve mide bağırsak gazlarını gidericidir. Kurutulmuş yapraklarından demlenen çay bir çok hastalığın tedavisinde kullanılır. Yalnız burada konusu açılmışken bitki çayları ile birkaç ayrıntı vermek istiyorum size. Bitki çaylarını pek çoğumuz evlerimizde hazırlar ve içeriz. Özellikle de kış aylarında ıhlamur, kekik, adaçayı vb… bitkiler sıkça kullanılır.

Bu arada sakın ola ki içtiğiniz bitki çayını ocakta fokur fokur kaynatmayın. Bu oldukça yanlış bir uygulamadır, hatta bazen faydasından çok zararı bile dokunabilir size bu uygulamanın. Suda kaynayan bitkideki bir çok maddenin bileşimi bozulmakta, ya da başka maddelere ayrışmaktadır. En güzeli kaynayan suyu fincanımıza koymak ve birkaç dal ya da yaprak bitkiyi fincanın içinde 2-3 dakika bekletmektir. Top şeklinde yapılan özel süzgeçler de bulunmakta bitki çayı içimi için (Gerçi Türkiye'de üretimi yapılmıyor bildiğim kadarıyla, ya da ben bulamadım, hiç unutmam yurt dışından siparişle getirtmiştim bu özel süzgeci). Bir de sizlere sallama çaylardan dan ziyade de aktarlardan satın alacağınız doğal kurutulmuş bitkilerin çayını tavsiye ediyorum.

Melisa çayının başlıca etkileri yatıştırıcı, uyutucu ve spazm çözücü olduğundan özellikle sinirsel mide ağrılarında ve kramplarında rahatlama sağlar. Hafif etkili bir uyku vericidir. Fakat bu tesir çoğu vakada yeterli olmaktadır. Ayrıca sinirsel kökenli çarpıntılara iyi gelmektedir. Terletici etkileri de mevcuttur. Bu sebeple soğuk algınlıklarında, haricen ise mikrop öldürücü olarak kullanılır. Uzun süreli kullanımlarda kalpteki ritim bozukluklarını düzeltebileceği öne sürülmektedir.

Melisa, içimi de çok hoş olan, güzel tada ve hoş kokuya sahip olan bir çaydır. Tarçın çubukları ya da kuru karanfil ile de oldukça hoş bir kombinasyon oluşturmaktadır.

Melisa, içersinde tanen ve uçucu yağ taşımaktadır. Uçucu yağ içinde bilhassa sitral, sitronellal, sitronellol ve linalol bulunmaktadır. Bence akşam evinize giderken bir aktara uğrayıp biraz melisa alın kendinize ve bu akşam normal çay faslı yerine melisa demleyin, bir deneyin bakalım, eminim hoşnut kalacaksınız.

Yararlanılan Kaynaklar
*Zeybek, B., Zeybek, U., 1994. Farmasötik Botanik
* Vance, Nan C., Borsting, M., Pilz, D., 2001. Special Forest Products
* Koç, H., 2002. Dorudan, Doğadan Bitkilerle Sağlıklı Yaşama
* İlisulu, K., 1992. İlaç ve Baharat Bitkileri


Itır Doğan
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
              11 Kahveci oy vermiş.
14 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Kahveci : Kader Yılmaz


ÜÇLEME : O... SEN... BEN...

İKİNCİ ÖYKÜ : "SEN"

Seni ilk gördüğümde komşularla kapının önünde oturuyordun. Biz yeni taşınmıştık. Hatırlıyorum güneşli bir gündü. Aylardan Temmuz.... "Merhaba, ben Gülsen" dedin. Esmer tenin, uzun boyunla gözüme ne kadar da hoş gözükmüştün... Duruşunla , tavırlarınla dünyaya , hayata kafa tutan bir halin vardı. Seninle bir an göz göze geldik. Gözlerinde derin, silinemez bir acı vardı. Ve o acı, derin çizgiler halinde yüzüne yansımıştı. Gözlerinin bedeninle tezat oluşturması beni şaşırtmıştı. Bir an korktum! Evet korktum! Acıyla bütünleşmendi beni korkutan... Bir an o acının beni içine alıp, boğmasından korktum. Ve başımı önüme eğip sessizce yürüdüm...

***

Şimdi düşünüyorum, sanırım bir ay geçmiş geçmemişti. Kapı hızlı hızlı çalındı. Kapıyı açtım. Kapıdaydın .Yüzün sapsarı olmuş , nefes nefese kalmıştın. Korkudan titriyordun. Seni o halde görünce şaşırdım. Korktum.
- Ne oldu Aysen ? Neyin var? diyebildim.
- Abla, annem ! dedin zorlukla
Vücudunla birlikte sesin de titriyordu. Yüzündeki korku sesine yansımıştı. İyice telaşlanmıştım.
- Ne oldu annene ?
- Babam , onu dövmüş ...Annem şimdi hastanede !
- Ne dövmüş mü? Annen şimdi nerede ? Hangi hastanede ? diye dehşetle bağırdığımı hatırlıyorum.
- Devlet Hastanesi'nde.
- Haydi hemen yanına gidelim , dedim .Kapıyı çekip çıktım.
Yol boyunca kafam allak bullaktı. Olanları anlayamıyordum. Bir insan nasıl olur da başka bir insanı dövebilirdi? Hem de bu kendi karısıysa... Sen yıllarca aynı yastığa baş koy, bir sürü acıya , bir sürü yokluğa birlikte göğüs ger ...Sonra ödül olarak dayak ye ! Üstelik hastanelik olana kadar! Yürürken nefes nefese kalmıştım . Lanet yol, yürü yürü bitmiyordu. Neden sonra sana sormak aklıma geldi:
- Neden dövmüş anneni ?
Soruyu sorduğum anda ' Tanrım ! Ne kadar saçma bir soru bu böyle !' diyerek kendime kızdım. Neden ne olursa olsun sonuçta adam dövmüş işte , var mıydı daha ötesi ?
- Nedenini bilmiyorum , dedin.
- Peki nerede olmuş ?
Al sana bir aptalca soru daha ! .
- Devlet Hastane'sinin orada. Sabah annem işe gitmek için çıkmış , servisin gelmesini bekliyormuş. Babam onu takip etmiş ve durakta dövmüş .
- O anda durakta kimse yok muymuş onu kurtaracak ?
Ne yapıyorum ben böyle ? İyice saçmalıyordum . İçim acıyordu . Buna rağmen seninle konuşmam, sana bir şeyler söylemem gerek , biliyordum. Seni teselli etmeli, sakinleştirmeliydim. Ama böyle bir durumda ne söyleyeceğimi bilmiyordum.
- O anda orada bir sürü insan varmış fakat kimse karışmamış. Ne zaman ki annem bayılmış, o zaman babamı durdurmuşlar." dedin güçlükle. Demek annen bayılana kadar beklediler ha ! Lanet olsun! Bir de 'insan' diye geçinirler... dedim içimden. Hırsımdan köpürüyordum .
Titremen, şimdi bana geçmişti.

***

Hızla hastane odasına girdiğimde etrafta kimse yoktu senden başka. Sanki terk edilmiş , acılarınla yapayalnız umutsuz yatıyordun yatakta, sargılar içinde. Seni öyle görünce kapkara bir sancı gelip saplandı yüreğime. Sonra gözündeki yaşları gördüm. Sessizce , sarsıla sarsıla ağlıyordun.
- Gel kardeşim , gir içeriye. Bak ne yaptı hayvan ! dedin.
Zorlukla:
- Geçmiş olsun !dedim.
- Sağol!
Başımı kaldırdım. Yüzüne , gözlerine baktım. Sen de bana bakıyordun. Gözlerinde kin , gözlerinde çaresizlik , gözlerinde utanç, yüreğimi parçaladı. Hayır gözlerine bakamazdım. Bu acıya dayanamazdım. Başımı yavaşça önüme eğdim.
- Gülsen abla nasıl oldu bu?
- Hayvan herif her şeyi planlamış geceden. Ben işe gitmek için çıktığımda takip etmiş. Durakta beni yakaladı. Elinde demir levye vardı. Saçlarımdan tutup yatırdı yere ve levyeyle vurdu , vurdu.... . Nereme gelirse vurdu .Ayağım kırıldı. Kırılan yerden kan akmaya başladı .Bu sefer levyenin ucunu kan akan yerlere batırmaya başladı. Ben can havliyle bağırıyordum .Hayvan herif üzerime abandığı için elinden de kurtulamıyordum. Sonra bayılmışım .Gözlerimi açtığımda buradaydım ...
Başımı kaldırmadan:
- Yapabileceğim bir şey var mı? diye sordum.
- Sağol ! Gelmen yeter ! Ama Aysen ve Birsen'e göz kulak olursan sevinirim.
- Tabii , dedim .Sen onları düşünme...

***

Hastaneden eve geldiğimde kendimi yorgun ve umutsuz hissediyordum. Koltuğa yığıldım. O anda kapının zili uzun uzun çalmaya başladı. Kalkıp kapıyı açtım. Kapıyı açmamla birlikte Aysen'le birlikte içeriye dalmanız bir oldu. Dehşet içinde :
- Abla geldin mi? Biz de seni bekliyorduk ! dedin.
- Evet , yeni geldim .Ama sana ne oldu böyle?
- Abla , abla babam eve gelmiş. Çok korkuyorum abla ! Lütfen beni sakla !
- Tamam Birsen ! Sen geç içeriye.
- Abla beni burada bulamaz değil mi?
- Hayır! Aklına bile gelmez senin burada olduğun. Sen rahat ol!
Odaya girdin. Yanına oturdum. Yüzüne baktım. Gözlerin ağlamaktan şişmiş, yüzün allak bullaktı. Zangır zangır titriyordun. - Abla ya beni de döverse ? Annem gibi döverse? diye tekrarlıyordun.
- Birsen niye seni dövsün ki? Sen ona hiç bir şey yapmadın !
Azap dolu bakışlarla bana bakarak:
- Annem de bir şey yapmamıştı...dedin fısıldayarak. İçim burkuldu. Seni kendime doğru çektim ve sarıldım.
- Geçecek bütün bunlar .Bitecek !Sen korkma !Haydi biraz rahatla artık!dedim yavaşça.
- Abla buraya gelmez değil mi?
- Gelmez dedim ya.
- Ya gelirse? Beni ona verme abla ne olur !Yalvarırım ,bu gece burada kalayım !
Başını dışarıya doğru çevirdin.
- Abla perdeleri çeksene , dedin.
- Niye ? dedim şaşkınlıkla .
- Babam ...Pencereden benim , bizim burada olduğumuzu görmesin...
Kalktım. Perdeleri çektim. Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladın. O kadar çok ağlıyordun ki, nefes alamaz hale gelmiştin.
- Abla niye böyle oldu ? Niye? Diye sayıklıyordun.
Seni kollarından tutarak sarsmaya başladım.
- Birsen ne olur kendine gel! Haydi canım ! Aysen kolonya getir !diye bağırıyordum.

Kolonyayı yüzüne bolca sürdüm. Biraz kendine gelir gibi oldun. Başımı kaldırıp Aysen'e baktım. Umutsuz , çaresiz ,hayatın acımasızlığıyla, on yaşına ağır gelen bir yükle yaşlanmış bir yüz .... Tıpkı senin gibi, senin gibi Birsen...

***

Bir ay sonra hastaneden çıkabilmiştin. Hastaneden çıktığını duyduğum gibi seni ziyarete gittim. Bacağın hala alçıdaydı.
- Gel kardeşim , dedin.
Yanına oturdum.
- Ağrın sızın var mı abla?
- Var . Olmaz mı? İlaçlar da hiç iyi gelmiyor ...Duydun mu?
- Neyi?
- Benimkini hapse attılar!
- Ne ? Bu iyi işte. Sonunda cezasını buldu.
- Buldu da, biz ne yapacağız şimdi? Başımda üç çocukla kaldım bir başıma .
- Ne yani ? İçeriye girdiğine pişman mısın? Adam seni az kalsın öldürüyordu!
- Orası öyle de...
- Eeeee! Suçun neydi ? Ne yapmıştın ona da sana bunları yaptı?Yapma abla , dışarıda kalsaydı daha mı iyiydi?
- Bir yandan iyi oldu diyorum , bir yandan da... Suçuma gelince; suçum biliyorsun, sadece işe girip çalışmak istemem. Daha iyi yaşayalım diye, çocuklarımı daha iyi okutabileyim diye...
- Bu suç değil abla. Senin yaptığın kötü bir şey değildi.
Başını önüne eğdin.
- Eğme başını ,dedim .Dik tut ! Sen utanma .Utanacak biri varsa o da senin kocandır!
- Ne yapacağım ben ?Aklımı oynatacağım. Adam zaten çalıştığı zamanlarda inşaatlarda zar zor para kazanıyordu. Şimdi beş kuruşsuz ne yapacağız biz? Ya çocuklar ne olacak? Okulları var. En büyüğü evlenecekti. Ben onları nasıl okutacağım ? Nasıl evlendireceğim? Pis herif kendini de yaktı, bizi de...
Sustum. Ne söyleyebilirdim ki sana?

***

Bir bardak su içmek için mutfağa gittim. Kahve pişiriyordun. Ağlıyordun .Beni görünce elinle göz yaşlarını kuruladın.
- Gel abla. Size kahve pişiriyordum.
- Ağlama İlksen,dedim. Baban hak ettiğini buldu.
- Keşke ölseydi...dedin.
- Üzme kendini. Bak yakında evleneceksin. Güzel günlerin olacak , o anları hatırla.
- Ben ... evlenemem artık! Kimseye güvenemem. Yapamam!
- Ne demek bu? Herkes baban gibi olmaz. Nişanlın iyi birisi . Hem seni seviyor . Seni mutlu etmek için elinden geleni yapacaktır. - Abla anlamıyorsun...ben artık hiç kimseyi sevemem ! Çünkü bütün erkeklerden nefret ediyorum . Nişanlıma baktıkça sanki babamı görüyorum ve anneme yaptıklarını hatırlıyorum... Nişanlım, bana babam gibi davranacak sanıyorum. Ne derler bilirsin, armut ağacın dibine düşermiş ....
O anda sana ne desem boşuna olacaktı , biliyorum. Hiç bir sözüm kar etmeyecekti . Baban sözde anneni cezalandırmıştı ama en büyük kötülüğü size yapmıştı. Sizin hayatınızı karartmış, sizi daha yeşermeden soldurmuştu dalınızda... Yüzüne baktım , uzun uzun ...Yiten bir yaşama baktım .Çaresizdim. Elimden bir şey gelmiyordu....

***

Sanıyorum , bu olayların üzerinden iki-üç ay geçmişti. Kapı çaldı. Açtım. Sen kapıdaydın.
- Nereden böyle Gülsen abla? Girsene içeriye, dedim.
- Önce cezaevine, oradan arzuhalciye gittim.
İçeriye girerken ayağına baktım topallıyordun.
- Arzuhalciye mi ? diye sordum şaşkınlıkla .Ne işin vardı arzuhalcide?
- Bizimkinin davasını temyize yollamak için dilekçe yazdırdım.
- Anlamadım? dedim. Niye ki?
- Çıksın da başımızda olsun , diye...
- Yapma abla ! O size neler yaptı , unuttun mu?
- Hayır unutmadım.
- Peki neden bunu yapıyorsun?
- Onun içeride olmasına üzülüyorum.
- Üzülüyor musun? Adam seni öldürmeye kalktı!
- Biliyorum ama o çocuklarımın babası... başlarında olsun, ne olacaksa olsun.
- Abla peki sen onu affedebildin mi?
- Bugün ne oldu biliyor musun ?dedin. Heyecandan yüzün kızarmıştı. Görüşe gittiğimde benim elimi tuttu ' Canım , kendine iyi bak 'dedi .Yanaklarından yaşlar süzülüyordu. Bana ' Canım' dedi ...'Kendine iyi bak 'dedi... 'Sen bana lazımsın' dedi ...Belki her şey düzelir artık ...Ben de mutlu olurum ?Gülerim belki artık ... Ne dersin?
Dikkatle sana baktım. Gözlerinde derin acı ...Yüzünde silinemeyen çizgiler ... Umut arıyordun... Sevgi arıyordun ... Mutluluk arıyordun... Yani herkesin, hepimizin aradığını....

Kader Yılmaz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,229,229,229,229,229,229,229,229,22
              9 Kahveci oy vermiş.
2 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Cemreler Düşerken : Zeycan Irmak


AMİN & MİRA - 3

Rehberimiz Yosi, önümüzden uzun adımlarıyla hızla sekmeye başlıyor. Buraları çok iyi bildiği belli. Çok dar patikalardan, sık çalıların arasından geçmek hızımızı engelliyor. Mümkün olduğu kadar süratle ilerlemeye çalışıyoruz. Karanlık gittikçe koyulaşıyor. Terlemeye başlıyorum. Buz gibi terler döküyorum. Nefes nefese, ellerimi dizlerime koyarak duruyorum. Onlarda benimle duruyor;

-'Yosi, çok hızlı gidiyorsun, çok yorgunum', diyorum. Omzunun üzerinden yarı dönerek ışıltılı gözleriyle bakıyor.
-'yaşamak ve eşini yaşatmak istiyorsan duramazsın.'
-Seni taşımamı ister misin?, diyor Mira.
-'O'na söyle, bu hızımızı daha da keser, fazla bir yolumuz kalmadı, sabaha varmadan sizi dinlenip yemek yiyebileceğiniz bir yere ulaştıracağım' diyor Yosi.

-Hayır, ben giderim. Sadece çok bitkin hissediyorum kendimi.. devam, diyorum, Mira'ya bakıp.

Ne kadar yürüdük farkında değilim. Hiçbir şeyin ayrımına varamıyorum. Neredeyiz? Hangi yıldayız? Mevsimlerden ne? Günlerden neyin ertesi?... herşey ziyadesiyle önemini yitirmiş gibi. Önemli olan tek şey beraber olabilmemiz. Ama sanki öyle bir noktadayız ki, amacımızdan sapmış değil de, ne amaçla yola çıktığımızı anlıkta olsa unutmuş gibi, uykuyu ve açlığımızı düşünüyoruz. Günlerdir uyumuyoruz, günlerdir açız. Sürekli kaçıyoruz. Tam yakalayacak gibi oluyorlar, peşimizden köpeklerin havladığını, insanların ellerinde meşalelerle bizi aradığını uzaktan da olsa görüyoruz; yeniden son sürat kaçıyoruz. Fakat ne olursa olsun, bir güç var bizi koruyan, gözeten, bize yardım eden. O gücün sayesinde hep son anda da olsa kurtuluyoruz. Bir çözümü olmalı. Mutlaka olmalı. Hayatımızın sonuna kadar bu şekilde kaçamayız. Hayatımızın sonu? Ne komik. Belki o sona o kadar yakınız ki, bunu bile düşünmekten kaçıyoruz.

Yosi sonunda bizi geniş bir düzlüğe çıkartmayı başarıyor. Ellerimiz, yüzümüz, bacaklarımız çalı çırpı, toz toprak içinde. Her yanımız çizilmiş, kanamış. Kanlar, terle birlikte yüzümüze yapışmış. Giysilerimiz yer yer yırtılmış. Düzlüğün gerisinde yeniden orman başlıyor. Ama ağaçlar daha düzenli gözüküyor. Ve... Tanrım! Işık! Sevinçle haykırıyorum;

-Mira! Yosi!... bakın, bakın, karşıdan bir ışık görünüyor!
-'bağımasana! Sen gerçekten çok aptalsın! Nasıl bu kadar yüksek sesle bağırabilirsin! Biliyorum. Çünkü ben götürüyorum oraya sizi!' diye kızıyor Yosi.
-'afedersin. Haklısın. Birden kendimi kaybettim. Hadi gidelim hemen.' diyorum bende ona.

Düzlüğü mümkün olduğunca hızlı geçiyoruz. Gökyüzüne bakıyorum. Birazdan gün ağaracak. Tan vakti. Havada tatlı bir esinti var şimdi. Sanırım şans bizden yana gülecek artık. Sevgili Güç. Sevgili Tanrım! Yardımların için teşekkür ederim sana.

Işığa doğru yaklaşıyoruz. Yüksek duvarların arkasına kendini gizlemiş bir manastır burası. Kapıda uyuklayan bir çoban köpeği karşılıyor bizi. Yosi'ye bir gözünü açıp bakıyor ve tekrar uyuyor. Hayret! Ne Yosi, ne de köpek birbirlerine saldırmıyorlar. Büyük demir kapı, ağır metal gürültülerle bir insanın geçeceği kadar aralanıyor, içeri giriyoruz. Geniş ve loş bir bahçe. Büyük, kalın gövdeli ağaçlar arasında üç katlı taştan bir yapı. En üst penceresinden ışık sızıyor, bina karanlığa gömülmüş ve terk edilmiş gibi duruyor. Bize yolu gösteren o üst penceredeki ışıktı demek. Taş duvarları yer yer yosun, yer yer de sarmaşıklar kaplamış. Gerilim filmlerinin sahnelerinden birinde gibiyiz. Bahçenin ortasında duran üstü başı kir içinde iki genç yabancı ve yanlarında imkânsız gibi algılansa da vahşi bir vaşak... Yosi önden yürüyor yine. Binanın giriş kapısını biliyor. Kapının önüne gelince duruyor. Bu da demir bir kapı ve bahçe kapısı kadar görkemli. Devasa büyüklükte bir tokmağı var. Yosi tokmağı sadece bir kez çalmamı söylüyor.

Ağır tokmağa dokunmam yetiyor sanki, bir adım geri çekiliyoruz. Kapı ağır ağır kendiliğinden açılıyor. Oldukça geniş bir sofaya adım atıyoruz. Birden boşta bulunup sıçrıyorum. Karşımızda, elindeki küçük mumu yüz hizasına getirmiş, siyahlar içinde bir rahibe duruyor ve sanki bizi bekliyormuş gibi gülümsüyor;

-'Hoşgeldiniz.'
-Hoşbulduk..., diyorum, fısıldar gibi. Ben konuşuyorum ama kadın sadece gülümsüyor. Konuşurken dudakları kıpırdamadı! Mira, elimi tutuyor yeniden.

-'Çok yorgunsunuz. Şimdi biraz dinlenin. Sizi odanıza götüreyim. Sıcak bir duş alın, temiz giysiler yatağınızın üzerinde, yemekleriniz de masanın, göreceksiniz. Gün aydınlanmak üzere, daha sonra konuşacak bol vaktimiz olacak.' diyor kadın gözlerime bakarak. Yine dudakları kıpırdamıyor. Mira, yüzüme anlamsızca bakıyor. Yok, anladım. Yosi ve bu kadını sadece duyan ve anlayan benim. Neler oluyor? Bir tek bunu anlamıyorum!...

Dar bir koridordan geçiyoruz. Duvarlarda İsa ve Bakire Meryem'in yağlıboya resimleri. Orjinal. Şaşırıyorum. Biz neredeyiz? Yosi? Yosi nerede? Şimdi yanımızdaydı!...

...

Işıl ışıl bir güne uyandım. Güneş, günlerdir puslu bulutların ardına sakladığı yüzünü sımsıcak gösteriyor. Mira yanımda bebek gibi uyuyor. Gerinerek, içimde müthiş bir huzur ve sevinçle kalkıyorum. İkimizin de üzerinde krem rengi patiskadan gecelikler var. Ayak bileklerimize kadar uzun. Sanırım bununla odadan çıkamam. Ama başka kıyafet yok ki. Büyük ahşap kapıyı Mira'yı uyandırmamak için usulca açıp, yalınayak parmak uçlarımda dışarı çıkıyorum. Sabaha karşı geldiğimiz karanlık koridorun loş aydınlığında, geldiğimiz yöne doğru geri yürüyorum.

Sofaya çıktığımda aynı rahibeyle bir rahibi camın kenarındaki küçük, yuvarlak bir masanın önünde fincanda bir şeyler içerken buluyorum. Tüm şirinliğimle;

-Günaydın., diyorum. Gülümsüyerek, her ikisi de aynı anda, hafifçe başlarıyla onaylıyorlar.

Rahibe; uzun boylu, beyaz tenli cam gibi mavi gözlü, oldukça güzel bir yüzü olan, çok hoş bir kadın. Rahibi ilk defa görüyorum ama çok tanıdık geliyor. Esmer, çok zayıf bir adam. Gözleri... gözleri beni tedirgin ediyor. Gözlerine bakamıyorum. Tuhaf bir ışık var gözlerinde ve şimdiye dek kimsede görmediğim kadar parlak yeşil. Uzun süre bakmanız mümkün değil.

-Gel bakalım Amin, diyor rahip. Adımı nereden biliyor?
-İsmimi nereden biliyorsunuz?
-Bütün gece beraber yolculuk etmedik mi? Mira uyuyor mu halâ?...
-E-ee-evet... uyuyor... Ama ben sizi tanımıyorum?!
-Pekalâ... tanışalım. Adım Yosi. Rahip Yosi. Bu da Rahibe Rebeka...
-Aman Tanrım!....Bu ses?! Yosi?!... nasıl olur anlamıyorum!...

Yosi!?... şu benim yırtıcı, vaşak arkadaşım Yosi mi?!?

-Çok şaşırdığını biliyorum Amin, herşeyi açıklamama izin ver. Ama önce kahvaltı etmek ister misin?, müşfik sesinden etkilenmemek mümkün değil. Sakin, derinden gelen bir ses.
-Ha-hayır. Henüz acıkmadım, teşekkür ederim. Neler olduğunu anlamak istiyorum sadece?
-Pekalâ... dinle o zaman.

anlatmaya başlıyor Yosi;

"Bundan oldukça uzun bir zaman önceydi. Yeryüzündeki insanlar savaşlar ve soykırımlarla birbirlerini katletmeye başlamışlardı. Tek bir amaç için yaşıyorlardı: Öldürmek. Yaşamaları için öldürmeleri gerekiyordu. Herşey, büyük devletlerin tekeli altında toplanmaya başlamıştı. İnsanın, insana verdiği zararı hiçbir canlı bir diğerine veremez. O büyük devletlerin emri altında mesailerini devam ettiren soykırımcıların yapmadıkları kalmamıştı; kadın, erkek, çocuk demeden ırza geçmek, insan eti yemek güncel hayatları içinde yer alıyordu neredeyse. Yaptıkları vahşetin farkında olmadan, egolarının kuvvetiyle hareket ediyorlardı. Aynı şeyin bir gün kendilerine de uygulanabileceğini düşünmüyorlardı bile. Sevgi, hoşgörü, anlayış, yardımlaşma gibi insani duyguları kalmamıştı. Mekanik duyarsızlıklarıyla sadece öldürmeye programlanmıştı beyinleri. Kurtuluş yoktu.

Kutsal kitaplar; nasıl ki son peygamberin geleceğini önceden haber verdiyse, bunu da haber vermişti bizlere. Kıyamet. Ama daha vakit vardı. Gidişata dur demenin bir yolu olmalıydı. İnsanlığı kurtaracak bir güç... neydi o güç? Bilmiyorduk. Büyük kâhinlerin kehanetlerini yazdıkları kitapları karıştırıyorduk. Her kara parçası üzerinden, her ağızdan bir ses yükseliyordu. Sonunda bu işin böyle olmayacağına kanaat getirdik. Genel meclisi toplamaya karar verdik.

Din, dil, ırk ayrımı gözetmeksizin, dünyadaki tüm din adamları bir konferansla biraraya geldik. Papazlar, hahamlar, gurular, imamlar... büyük bir masa başına oturmuş ne yapacağımızı tartışıyorduk. Beklenen günün henüz gelmediği, sûr'a üfleyecek İsrafil meleğin uykusundan uyanmasına daha zaman olduğu düşüncesinde hemfikirdik. Mesih İsa'nın yeryüzüne inmesine daha çok vardı. Tanrı'dan başka hiçbir insanoğlu bunun zamanını bilemez elbette. Ancak tahminlerde bulunabiliyorduk bizde. Fakat yine de yapılan onca araştırma, alâmetlerin henüz tamamlanmadığını, bütün bu vahşetlerin çok erken baş gösterdiğini söylüyordu bize.

Günler ve geceler boyunca yapılan konuşmalar ve tartışmaların sonucunda içimizden biri bir fikir beyan etti;
-Emin değilim, ihtimal çok zayıf ama, belki bütün bu olayları durdurabilecek tek ve basit bir şey var. Gerçek Aşk.

Ne demek istediğini başta hiç birimiz anlamadık. Açıklamaya devam etti;
-İnsanlar artık aşkın varlığına inanmıyor. Biribirlerini hunharca katletmelerinin en büyük sebebi içlerinde herhangi bir varlığa karşı dahi sevgi hissinin uyanmaması. Ne tabiatı, ne hayvanları ne de birbirilerini seviyorlar. Aşk; onlar için, çok eskiden büyüklerinin anlattıkları basit ve anlamsız bir masal olarak hafızalarında kalmış. Bu duygudan mahrumlar. İçlerinden, milyonlarca insan arasından sadece bir çiftin aşkı yakalama şansı varsa ve biz o iki insanı bulursak durumu kurtarırız. Birbirine âşık o iki insandan doğacak çocuklar, şimdikilere ve gelecek nesillere sevgiyi aşılayabilirler.... Eğer dediğim gibi 'gerçek aşkı' yüreklerinde yaşayan bu iki insan varsa da; diğerleri inanmadıkları ve bilmedikleri için o ikisini öldürmek isteyeceklerdir. Biz o zaman devreye gireceğiz. Kendi güçlerimizle, inançlarımızla onları koruyacak, gözetecek ve yaşamaları için uğraşacağız....

Söyledikleri mantıklıydı ve haklıydı da. Konferans bitti. Tüm din adamları dünyanın her yerine, dağlara, kutuplara kadar dağılıp o iki insanı aramaya başladılar. İbadethanelerinde kalanlar da, oturdukları yerden gözlem yapmaya ve araştırmaya devam ettiler. Yeryüzünde insanüstü bir çabayla o iki âşığa -çok umutlu değildik oysa ve varsayımlarla hareket ediyorduk- ulaşmak için inanılmaz bir koalisyon kurulmuştu aramızda. Her mezhepten, her din adamı eline ulaşan verileri diğerlerine aktarıyordu. Her kılığa giriliyordu. Onları bulsak bile, ürküp bizi diğerlerinden sanma ihtimalleri yüksekti.

Sonunda; arş'tan haber geldi. Birbirine delice sevdalı iki insan vardı yeryüzünde. Hepimizi bir sevinç kapladı. Peki neredeydi bu iki seçilmiş insan? Çalışmalar son hızla devam ediyordu. Önce yaşadıkları yer, isimleri, konumları tespit edildi. Sonra, kişilik özellikleri belirlendi. Aşkın alevinin içlerine ne zaman düştüğü bulgulandı. Amin ve Mira.

Amin; duygusal, yaşama delice tutkun, genç bir kadındı. Duygusal olduğu kadar mantıklıydı da.
Mira; sevdiği kadına karşı aşırı duyarlı, içindeki aşktan başka bir şey düşünemez hale gelmiş, yüreğinde tertemiz küçük bir çocuk barındıran, bazen kendi sevgisinden bile korkan gencecik bir adamdı. Hayatının geri kalan kısmını sevdiği kadına adamış, onu mutlu etmek için çareler arayan, karşısına engeller çıktıkça bocalayan ve ne yapacağını bilemeyen, karar vermekte zorlanan oldukça duygusal bir yapısı vardı.

Amin'in, içindeki aşkın büyüklüğüne rağmen mantığını kullanabiliyor olması onları, zarar verecek diğer kuvvetlere karşı ayakta tutuyordu. Kaçıyorlardı. Sığınacak bir yerleri ise yoktu. Sadece Amin'in içgüdüleriyle yol alıyorlardı. Amin aynı zamanda öngörüleri kuvvetli bir kadındı. Hangi yöne giderlerse gitsinler kaçmayı ve kurtulmayı başarmışlardı. Peşlerinde bir ordu insana rağmen.

Sizi böylece bulduk. Rebeka manastırdan takip etti. Yönünüzü bana bildirdi. Gururlu bir kadınsın. Karşına şimdiki halimle çıksaydım ve bunları baştan anlatmaya kalksaydım ne sen ne de Mira bana inanmayacaktınız. Çünkü doğal olarak çevrenizdeki herşeye karşı güvensizdiniz. Bunun bir tuzak olduğunu düşünecektiniz. Ama ben yırtıcı bir hayvan kılığına bürünürsem ve size yardım etmeyi kabul edersem ikna olma ihtimaliniz yüksekti. Kaldı ki, gururun buna da müsaade etmeyecek mutlaka karşılığını vermek isteyecektin.

Aynı zamanda içinizdeki aşkın gerçek olup olmadığını da anlamamız gerekiyordu. Sen kendinden ne kadar ödün verebilirdin? Aşk, içinde bencilliği barındırmayan tek duygudur. Ve sen, Mira için hiç tereddütsüz ölmeyi kabul ettin. O'na sorsamımıza gerek yoktu, zira Mira divane olmuş, senin yanında kendinden çoktan vazgeçmişti. Böylece ikiniz de küçük bir sınavdan geçmiş oldunuz. Her ikiniz de, biribiriniz için ölümü göze almıştınız.

Anlatılan masal ve efsanelerin sonundaki gibi olmayacaktı sizin aşkınız. Siz; biribirinizi bulmuş, Tanrı tarafından seçilmiştiniz. O, böyle olmasını istedi. Henüz Kıyamet'e çok vardı çünkü. Şimdi kurtarıldınız ve burada koruma altındasınız. Ama; şunu sakın unutmayın, sizi kurtaran aslında bizler değiliz. İçinizde her geçen gün artan, birbirinize karşı duyduğunuz sevgi. Ve bu sevgi sayesinde dünya üzerinde insanca yaşamayı hak eden diğer insanları da kurtarmış oldunuz. İnsanlık size teşekkür ediyor..."

Sözleri bittiğinde, Mira'nın da yanımda durduğunu gördüm. Yere dizlerimizin üzerine oturmuştuk, ikimiz de ağlıyorduk. Rebeka yanımıza geldi ve her iki elinin avuç içlerini alınlarımıza dayadı.

-Bu günden itibaren siz; bu dünyada ve öbür dünyada biribirinizin eşi olarak kutsandınız. Sonsuza kadar ayrılmayacaksınız. Tanrı her daim güçleriyle yanınızda olsun. dedi... Rahip Yosi ellerimizi birleştirdi, kendi dilinde dualar okudu...

***

Zamanın olmadığı bir yerdeyiz. Hayallerimizin bile ötesinde yeryüzünün cennet bahçelerinden birinde. Mira oğlumuzla bahçede oynuyor. Üçüncü bebeğimize hamileyim. Ama yaşadıklarımın hepsi sadece rüya. Bense gerçeğe uyanmayı hiç istemiyorum....

Zeycan Irmak
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
              5 Kahveci oy vermiş.
5 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Café d'Istanbul par Mustafa Serdar Korucu


Merhaba,

Bugün sizlerle ilk olarak Yunan müziğinin güçlü sesi Mando'nun Yunanca yorumladığı Türkçe şarkıları içinde bulunan "Best Of Mando"yu ardından her 23 yılda bir 23 gün boyunca beslenen Creeper yaratığının bir otobüs dolusu gence geçirttiği korku dolu anları beyazperdeye aktaran "Jeepers Creepers 2: Kabus Gecesi"ni ve son olarak uluslararası arenada büyük saygınlığı bulunan muhalif yazar ve dilbilimci Noam Chomsky'nin de yazılarıyla yer aldığı "Medya Denetimi"ni paylaşacağım.

BEST OF MANDO / MANDO :

Türk halkına kültürel anlamda en yakın halklardan biridir Yunanlılar. Her ne kadar bu iki halk kendi aralarında büyük savaşlar, büyük acılar yaşadıysa da marjinal kesimler büyük nefretler beslemeye çalışsalar da onları daima bir araya getirmiştir ortak kültürleri. Yüzyıllardır sürmüş olan birliktelikleri kültürel anlamda bir ortaklık hediye etmiştir bu iki millete. Mesela Ege'nin bir yakasında beğenilen şarkılar diğer yakada da hemen beğeni kazanmış, bütün tarihsel acılar sanat yoluyla kalplerden kazınmaya çalışılmıştır. Yani pamuk ipliği ile bağlı olan bu ilişkilere sınır tanımaz olan sanat her zaman arabuluculuk yapmıştır. İşte sanatın bu özelliklerini içinde barındıran albümlerden biri de Yunanlı diva Mando'nun "Best Of Mando" çalışması.

Pire doğumlu güzel sanatçı müzik dünyasına adım attığı ilk günden beri adından söz ettirmeyi başardı ve ard arda yaptığı başarılı albümleri ile geldiği yeri hak ettiğini kanıtladı. Sanatçı bir aileden gelen Mando, Amerika'da yaşadığı dönemde Barbara Streisand ve Liza Minnelli gibi divaların ses eğitmeni Hal Sheaffer'den ders aldı ve yorumunu güçlendirdi. Bugüne kadar pek çok albüm piyasaya süren sanatçı özellikle Türkçe hitleri Yunanca'ya çevirerek hem müziğin evrenselliğini ispatladı hem de Türkiye'deki popülerliğini arttırdı. "Best Of Mando" Mando'nun Türk hitlerini Yunanca aranje ettiği parçalarla kendi hitlerini buluşturan bir albüm. Kayahan'ın "Devamı Var"ını "Fevgo", "Yemin Ettim"ini "Teleftea Fora", Demet'ten dinlediğimiz "Allah Görür"ü "Pos Zis?" olarak yorumlayan sanatçının albümünde Sertap Erener ile yaptığı "Aşk / Fos" düeti de bulunmakta.

Mando, Yunanistan'ı Sertap Erener'in "Everyway That I Can" ile birincilik kazandığı Eurovision yarışmasında "Never Let You Go" ile temsil etti ve 17. oldu. Ayrıca Dünya çapında ortaklaşa çalışmalar da yapan sanatçı, Jessica Simpson'ın sadece Amerika'da 1 milyonun üzerinde satış grafiği yakalayan "Where You Are?" şarkısının da söz yazarı.

Toplam 19 şarkının bulunduğu albüm Yunan müziği sevenler ve Türkçe aranjman dinlemek isteyenler için kaçırılmaz.

KABUS GECESİ (JEEPERS CREEPERS 2) :

Korku filmleri her dönem popüler olmuştur sinema dünyasında. Özellikle de "teen slasher" olarak tabir edilen ve gençlerin öldürüldüğü filmler. Bu kulvarda öne çıkan pek çok film olmuş ancak eninde sonunda hepsi birbirine benzemiştir. Bazıları zekice akıl oyunları kullanmış, bazısı seri katiller yaratmış, bazılarıysa doğa üstü yaratıklara başvurmuştur. "Jeepers Creepers" serisi de tarih öncesi bir yaratık kullanan filmlerden. İlk bölümde, Creeper adlı yaratık eve gitmeye çalışan otoyoldaki iki genci korkutmuştu ve bir tanesini yemesi ile sonuçlanmıştı. Ancak şimdi işler çok daha farklı…

İnsan etiyle beslenen yaratık Creeper, her 23 yılda bir 23 gün boyunca beslenmektedir. Ve bugün 22. günüdür yani yok olmadan önce kendine güzel bir organ ziyafeti çekebileceği son gün.

Çiftçi olan Taggart, oğulları ile birlikte mısır tarlasında çalışmaktadırlar. Ancak tam bu sırada Taggart'ın küçük oğlu kanatlı yaratığın hedefi olur ve pençeleri arasında gözden kaybolur. Olayın şokunu üzerinden atamayan baba ve diğer oğlu, tarım aletlerini hızlıca toparlarlar ve kamyonete dönerler. Artık onların tek bir hedefi vardır. Küçük çocuğu kaçıran yaratıktan intikam almak. Bunun için radyo frekansından yaratığın bulunduğu yeri tespit etmeleri gerekmektedir.

23. güne yani yaratığın 23 yıl daha ortaya çıkmayacağı güne gidiyoruz şimdi de. Issız bir otobanda bir okul otobüsü, eyalet şampiyonasından dönen basketbol takımı amigolarını, oyuncularını ve koçlarını evlerine götürmektedir. Otobüs ıssız yolda ilerlerken arızalanır. Ortamdaki zafer havası birden yerini endişeye bırakmaya başlar. Telsizde ise etobur Creeper'ın yeni bulunmuş olan ini hakkında haberler vardır ve otobanda arızalanan araca yardım edebilecek tek bir kişi bile yoktur. Cep telefonlarının kapsama alanı dışında olduğu, telsize kimsenin cevap vermediği bir yerdeler tam olarak.

Güneş batarken Creeper bu ziyafet sofrasına bir iniş düzenler ve ilk kurbanı olarak otobüs şoförünü ve koçlarını seçer. Gençler ise gözleri önünde olmuş olan bu katliam sonrasında ne yapacaklarını bilemezler ve birbirlerinden başka yardım isteyecekleri kimse yoktur.

Creeper insanların korkularından aldığı koku ile yiyeceği kişileri seçen bir yaratık olarak başlıyor sporcu gençler arasındaki bir sonraki kurbanının kokusunu sindire sindire içine çekmeye. Gençler iki seçenekle karşı karşıyalar: ya hep beraber otobüste kalacaklar ya da yaratığın ölüm için işaretlediği arkadaşlarını otobüste bırakıp kaçacaklar.

Sonunda telsizde bir ses duyulur. Küçük oğlu öldürülen ve intikam ateşine bürünmüş bir adamın, Taggart'ın sesi. Creeper'ın izini süren bu cesur adam tarih öncesinden gelen bu yaratığı tarihin karanlık sayfalarına gömebilecek midir?

Bir korku filminin bütün kültlerini içeren "Jeepers Creepers" serisinde konu bozulmuyor ve korkutuculuktan çok mide bulandırıcı sahneler dikkat çekiyor. Tabi buna bir de ilk filmdeki kişi sayısı ile ikincisi arasındaki farkı eklersek iğrenç görüntülerin nasıl da katlandığını anlarsınız.

"Jeepers Creepers"ın devamı olarak çekilen "Jeepers Creepers 2: Kabus Gecesi" de ilk bölümdeki gibi Victor Salva tarafından yazılmış ve yönetilmiş. Yapımcılığını yine Francis Ford Coppola'nın üstlendiği filmde ilk bölümün teknik kadrosunu olabildiğince muhafaza edilmiş.

Eğer mide bulandırıcı görüntülere dayanıklıysanız ve ilk filmden keyif aldıysanız "Jeepers Creepers 2: Kabus Gecesi" tam size göre.

MEDYA DENETİMİ / IMMEDIAST BİLDİRGESİ - NOAM CHOMSKY :

Günümüz dünyasında en büyük güçlerden biri artık medya. Hükümetleri devirebilen, devrim yapabilen, en geniş enformasyon aracı olması ve geniş kapsama alanı ile insanlara sadece gerçeği değil kendi istediklerini de aşılayabilen ve buna tartışma imkanı tanımayan eşsiz tek güç aslında medya. Hele bir de medya, sermayeye hakim büyük devletlerin emrine girdiğinde bu durum daha da içinden çıkılmaz bir hale gelir. "Medya Denetimi" kitabı ise bu soruna şu soruyla yaklaşıyor: Bizler televizyonlarımızın başında büyük devletlerin bizleri robotlaştırmasına, neyi tüketip neyi üreteceğimize karar vermelerine ve bunlara uymaya devam mı edeceğiz? Ne yapabiliriz / Neler yapmamız gerekiyor?

Bu soruna yönelik eminim ki herkesin bir önerisi vardır hayata geçirebilsin geçirilemesin. Ancak "Medya Denetimi" kitabında iki önemli odak noktasını medyanın devletin ve büyük şirketlerin tekelinden çıkarılıp halka verilmesini savunan Immediast'leri ve Amerikan karşıtı düşünceleri ile bütün dünyada büyük saygınlık kazanan Noam Chomsky'i bulacaksınız. Kitapta medyanın hükümet propagandalarına karşı bir duruş da var aslında. Özellikle Noam Chomsky yazısında propagandanın geçmişiyle birlikte Körfez Savaşı'nı da mercek altına alırken Immediast'ler büyük şirketler ile devletin yakınlaşmasına ve bunun medyaya yansıyışına ayna tutuyor.

Benzer olayların yaşandığı günümüz Türkiye'sinde de yansımalarını bulabileceğiniz "Medya Denetimi" medya - devlet bağlantısına ilgi duyanların, yalan ve gösteri dünyasına dönüşen medyanın gerçek yüzünü görmek isteyenlerin mutlaka okuması gereken bir kitap.

http://www.kmarsiv.com/cafe.asp

serdar@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
              5 Kahveci oy vermiş.
2 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, aşağıdaki adresten tek tıklamayla zevkle okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın... Ayrıca bugünden itibaren duygu ve görüşlerinizi yorum olarak yazabilirsiniz.
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_1.asp

Devamı yok. BİTTİ

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Bu romanı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,578,578,578,578,578,578,578,578,57
              445 Kahveci oy vermiş.
58261 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Dost Meclisi



Fotoğraf : Recep Pehlivanlar

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
Kahve Molası bugün 4.258 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

Yukarı

 

 Tadımlık Şiirler


Hoşça Kal Sevgili - 2

Zamansız zamanlarda, olmadık anlardı paylaştıklarımız...
Kapalı kapılar ardında çırılçıplak.
Utangaç bir eldi teninde gezinen.
Yasaklara karşı koyacak kadar isyankar.
Oysa; yaşam verdiği sırları, aşkı yeniden geri alacak bizden...
Sonunu göremediğin sevda yollarında...
Arsız dillerin son bir kez diyecek.
Son kez sözüne kulaklarım kapayacak perdelerini.
Sonların başlangıçları koynunda sakladığını bilincine çok önce vardığından.
Bu kez bir son olmayacak, başlangıçlara gebe.
Ya hoş bir seda veda edecek iletişim araçlarında, ya iki kelam sözcük...
Sonra; dedim ya bir sonrası olmayacak vedaların.
Şimdi sevgili, geniş kapılar açılacak ardına kadar ve sırları ışıklar saracak.
Kapının önünde, çift göz parmaklarıma takılacak.
Olmayan bir daireyi kovalayarak.
Bense; zamansız zamanlarda geçeceğim gözlerinden, mührüm bakışlarında asılı kalarak..
Bu kez, dönüşsüz yollar olacak arşınladığımız.
İki kalp zıt kutuplara uzanacak ardından.
Bitti mi? Bitmeli mi? Sorgusunu sormadan, zamanın tükettiği yollara atacağız kendimizi.
Geriye bakmayan gözler düşecek yollarımıza.
İhanetinin azabı kalbini sızlatacak ve dilinde arsızsa dolaşacak bir özür.
Oysa, kulaklarım arsız tellaklıklarına perdelerini yeniden kapatacak.
Şimdi ben; ya olmadık zamanlarda düşeceğim gözlerinden,
ya da hatıralar izlerimi saklayacak...

Gülcan Talay

Yukarı

 

 Biraz Gülümseyin




Av yasağında iyice semirmiş anlaşılan!..

Yukarı

 

 İşe Yarar Kısayollar - Şef Garson : Akın Ceylan
Yamağı : Ayşe Nur Gedik


Bana günlük düzenli olarak gelen iki adet sanal gazete var. Bir tanesi hepinizin malumu, benim ilk göz ağrım ve canım ciğerim www.kmarsiv.com duymadık demeyin, üzülürüm. :))) Diğeri ise Türkiye genelinde çıkan tüm gazetelerden derlenmiş haberleri ile kenthaber. Niye kenthaber ismini aldıklarını araştırmaya çalışırken, bu sanal gazetenin yapısının temelinde tüm illerimizin ve hatta K.K.T.C.'nin de içinde bulunduğu iller sayfasına sahip olduğunu farkettim. Tabi böyle olunca yaşadığım kent olan İstanbul'un kent haberlerini takip edebileceğim http://www.kenthaber.com/sayfalar/iller.asp?IlKodu=34 kısayolundaki web sayfasını web listeme dahil ettim. Yaşadığınız kent ile ilgili haberleri takip etmek için sizlere tavsiye ediyorum.

Benim gibi İstanbul'da yaşayanlar için bir tavsiyem daha olacak. İstanbul'un dünden bugüne tarihiyle ilgili bir çok bilgiyi ve görüntüyü bulabileceğiniz sağlam bir web çalışması http://www.azizistanbul.com . Mesela Abdülhak Hamit'in Çamlıca için yazdığı şiir ...Hey Çamlıca mehtâbı ne olmuş sana öyle?.. Küskün duruyorsun. Bir şey kuruyorsun. Seyrinle ıyan et bana, ilhâm ile söyle: Aksetmede âlâm-ı vatandan mı bu halet?..

Canınız çok sıkıldığında ve bilgisayarınızın karşısındaysanız ne yaparsınız? Sakinleşmeniz için benim en popüler web sayfamı sizlerle paylaşmak istiyorum. http://www.go2sleep.be/ Bu web sayfasını ayrıca, uyku problemi olanlar için de tavsiye ediyorum.

Yukarı

 

 Damak tadınıza uygun kahveler


Firefox 0.9 [4.7M] Windows FREE
http://www.mozilla.org/products/firefox/
Yeni ama hatalardan ders almış bir browser arıyorsanız Firefox'u mutlaka denemelisiniz. Internet Explorer'ın ve Netscape'in temelini teşkil eden Mozilla tarafından geliştirilen bu program çok yakında tüm tarayıcıların pabucunu dama atacağa benzer. İçindeki arama ve download yöneticileri kusursuz ve hızlı. Benden söylemesi, bilgisayarınızı üzmeyecek ve yormayacak bir tarayıcı kullanmak için yükleyin ve mutlaka deneyin.

Yukarı





Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



SON BASKI (HTML)

KAHVE YANINDA DERGi

Hoşgeldiniz
Arşivimiz
Yazarlarımız
Manilerimiz
E-Kart Servisi
Sizden Yorumlar
KÜTÜPHANE
SANAT GALERiSi
Medya
İletişim
Reklam
Gizlilik İlkeleri
Kim Bu Editör?
SON BASKI (HTML)
YILDIZ FALI
DÜNÜN
ŞARKILARI





ÖZEL DOSYALAR

ATA'MA MEKTUBUM VAR
Milenyumun Mandalı
Café d'Istanbul
KIRKYAMA
KIRK1YAMA
KIRK2YAMA
KIRK3YAMA
ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
Teröre Lanet!
Kek Tarifleri
Gezi Yazıları
Google
Web KM













Fincan almak ister misiniz?
http://kmarsiv.com/sayilar/20040903.asp
ISSN: 1303-8923
3 Eylül 2004 - ©2002/04-kmarsiv.com
istanbullife.com