|
|
|
8 Eylül 2004 - Fincanın İçindekiler |
Editör'den : Dönme dolap, midem bulanıyor!.. |
Merhabalar,
Bir dolap dönüyor ama dönme dolap mı yoksa buzdolabı mı anlamak mümkün değil. Medyadan anladığımız kadarıyla tüm AB elbirliği etmiş illa bizi aralarına alacaklarmış. Raporlar tıpkı bizim istediğimiz gibiymiş, Verheugen olmuş bir Mehmet Alheugen, vesaire vesaire... İyi güzel de, peki bu zina kanunu için ayak diretme niye ki? Daha yeni, sayın başbakanımız gene ve inatla "Yahu neden yanlış değerlendiriyorsunuz, biz kadını korumaya çalışıyoruz." buyurmuş. Hayır biliyorum ve derinden hissediyorum, bunlar son anda gene kıvıracaklar, tıpkı türbanda, İHL'de kıvırdıkları gibi. Sonunda bir sayın yetkili çıkıp "Canım ve çok içten sevip, sayıp, kolladığım yurdumun eşsiz insanları merhaba. Ar, namus ve haysiyetimizi zina yoluyla 2 paralık eden kadınları yerle yeksan edecek, korur gibi görünüp sindirecek, sindirirken ezecek, ezerken etinden sütünden yumurtasından faydalanılacak hale getirecek, tekdüze hayatımıza renk ve neşe getirecek bir yüce zina kanun tasarısı hazırladık malumunuz. Ancak yüce Allahın sizlere bahşettiği dörtleme geleneğimize bir kulp bulmayı beceremedik, üzgünüz. Ayrıca, içerde ve dışarıda bulunan namus dampingli düşmanlarımız ellerinden geleni ardlarına koymamışlar ve tek kurtuluş ve kaçış yolumuz olan AB müzakere tarihi alma şansımızı zora sokmuşlardır. O nedenledir ki bu iffetli kanunu içimiz kan ağlayarak bir sonraki bahara bırakmak zorunda kaldık. Bizi anlayacağınızı umar, bir sonraki seçimde oylarınıza mazhar olmayı yüce Allah'tan niyaz ederiz." diyecek ve iş bitecektir. Ya bitecek, ya bitecektir... (Sarışının kulağı çınlasın, n'apıyor acaba?)
Bugün sizlerle dinlemekten herzaman keyif aldığım, yaptıkları müziği bir türlü adlandıramadığım (anlamadığımdan değil, pekçok duyguyu birarada yaşattıklarından) ve bizden oldukları için de gurur duyduğum bir grubun şarkısını paylaşıyorum. Laço Tayfa'dan Hicaz Dolap. Tanıdık bir melodiyi bir de bu yorumuyla dinleyin bakalım ve herzamanki gibi semada dolaşmaya hazır olun. İyi olun, hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
|
Hikayeci : Tarkan İkizler Kedi sapığı... |
|
Canım sevgilim.
İnan ki gazetede yazılanlar doğru değil...
Lütfen bana, sadece bana inan.
Sana durumu anlatacaktım ama kaç kere telefonu yüzüme kapadın.
Bir de hiç dinlemeden "Senin gibi bir caniyle konuşmak istemiyorum, bir daha arama" diyorsun. Lütfen hiç değilse sana yazdıklarımı oku. Sonra kararında ısrar edersen sen bilirsin...
Niyeyse bilmem bana hep böyle olur; eğer bir güne kötü başlamışsam öyle kötü gider. O gün de yine öyle oldu. Taa en başından belliydi. Bir pazar günü ancak bu kadar kötü başlayabilirdi.
Yorgun ve uykusuz geçen bir gecenin sonunda zorla sabahı sabah etmiştim. Ne kahvaltı edebilecek iştahım vardı ne de radyo, teyp açıp neşelenecek halim. Kendime geleyim diye önce soğuk suyla alelacele bir banyo yaptım. Banyodan çıkınca bir hararet bastı bir hararet anlatamam, ne soğuk su kesti ne soda.
Hindistan'dan arkadaşımın getirdiği bornozumu, hani şu kaplan desenli olanı, üzerimden çıkarmadan açık camın önüne oturup serinlemeye çalıştım. Başıma gelecekleri bilseydim her şeye şükreder yerimden kıpırdamazdım ama biliyorsun akacak kan damarda durmazmış. Ne yazık ki benimkini de ancak üç dikiş atarak durdurabildiler.
Ben öyle bornozla camın önünde oturup dışarıya bakarken bir de ne göreyim. Şu gazetede bahsedilen "Şirin kedi yavruları" tam caddenin ortasında sahipsiz bir oraya bir buraya gidip durmuyorlar mı? Önce öylesine bakıyordum ama sonra durumun ciddiyetini kavradım; İlk araba geçtiğinde ezilecekler...
Biliyorsun bizim ev tepede, camdan en aşağıdaki sokaklar bile görülüyor. Ben baktığım anda inadına yokuşun başından bir araba tırmanmaya başlamasın mı? Pazar sabahı çevrede kimse yok, in cin top oynuyor. Zavallı kediciklerin kaderi benim elimde.
Bir an için tereddüt ettiysem de nasıl olsa kimse yok diye bornozla çıkmaya karar verdim. Kapının önündeki eski spor ayakkabıları ayağıma geçirip fırladım dışarı. Allahtan kediler küçük de kaçmıyorlar. Hemen birini yakaladım, diğerini de aldım öbür elime. Üçüncüyü diğer yavrularla birlikte iki elimin arasına sıkıştırıp kurtaracağım ama iki tane daha var. Arabanın sesi yavaş yavaş duyulmaya başladı, aldı mı beni bir heyecan... Hemen kedilerden birini bornozun geniş cebine attım. Bir elim boş kalınca başladım yavruları toplamaya. Yerden aldığımı aceleyle öbür cebime koydum. İki tanesi ceplerimde, biri bir elimde diğerini kolumla göğsümün arasına sıkıştırdım.
Araba yaklaşıyor, yavrulardan biri caddenin karşısına kaçtı. Tam o anda karşıki evin bahçesinden büyük bir kedi çıktı. Kaçan yavruyu ensesinden yakalayıp havaya kaldırınca anladım ki bu bizimkilerin annesi.
Ben caddenin bir tarafındayım anne kedi öbür tarafında. Elimdeki kedileri sallayıp dururken, kedilerin annesi ağzındaki yavruyla bendekilerin yanına gelmeye çalışıyor. Biz bu durumdayken araba çabucak geçiversin diye dua ediyorum ama şoför yanındaki adamla birlikte bana baka baka arabayı yalpalayarak sürmeye başlamasın mı? Ezilmemek için kaldırıma zor attım kendimi. Fakat geri geri kaçarken kaldırıma takılıp düştüm. Elimde de kediler var, bırakamadığım için elimle kolumla kendimi koruyamadım hafifçe başımı yere çarptım. Başım da o zaman kanamış olacak...
Neyse ki arabadakiler yalpalaya yalpalaya da olsa büyük bir kazaya neden olmadan gitti. Tam toparlanıp yerden kalkacaktım ki açık pencerelerden birinden bir kadın çığlık çığlığa bağırmaya başladı "Sapık herif! Tüü! Allah boyunu posunu devirsin!" Daha ben ne olduğunu anlamadan millet camlara üşüştü. Her kafadan bir ses çıkıyor "N'oolmuş? N'oolmuş?.." Ben aşağıdan durumu anlatmaya çalışıyorum ama beni dinleyen kim?
Artık "Sapık, kedi hırsızı!" diye bağıranlar mı ararsın, "Kedileri öldürüyorlar!" diyerek aşağıya koşanlar mı...
Ben kedileri yere bırakmak üzereyken ortalık iyice birbirine girdi. Pat biri yapıştı koluma. Adam bir yandan "Hele dur bir hemşerim. Bu ne hal bu böyle, hamamdan mı kaçtın?" diyor bir yandan da kolumu sıktıkça sıkıyor. Öbür taraftan kedilerin annesi ağzındaki yavruyu bırakmış, hababam zıplayıp zıplayıp yavrularını alsın diye dizlerimi tırmık içinde bırakıyor...
Ne yapacağımı şaşırmıştım ki kelli felli, iri yarı bir adam başımda toplanan kalabalığı ikiye yarıp yanımıza geldi. O gelince kalabalık birden sustu ve bir an için sessizlik oldu. Adam da bunu bekliyor olacaktı ki külhanbeyi ağzıyla uzata uzata sordu: "Kardeş sen sapık mısın?"
Fırsat bu fırsattır diye hemen cevabı yapıştırdım: "Ne sapığı beyefendi?" Beyefendinin cevabıda aynı hızda oldu: "Kedi sapığı..."
Tabii, yine ortalık karıştı ve yine herkes bir şeyler söylemeye başladı.
Şaşkınlıktan kediler hâlå elimde. Arada da boş durmayıp beni itip kakıyorlar.
Ama şişman bir kadın vardı ki öldürücü darbeyi o vurdu; "Bu var ya bu! Kedilerin derisinden kendine manto yapıyor. Nah! Üstündekine bakın!
Yine herkes sustu ve sessizlik olunca konuşan adam araya girdi: "Doğru mu lan?" Ben "Olur mu hiç öyle şey?" demeye kalmadan, bu sefer çocuklardan biri atıldı: Aaa! Ceplerinde de kedi var! işte o zaman kıyamet koptu...
Hepsi birden üzerime saldırdı.
Saçımı çekenlerden kurtulmaya çalışıyordum ki polis sireni duyulunca herkes bir kenara kaçıverdi... Gerisini tahmin edersin artık; İki üç şahit, meraklı bir kaç mahalleli, ben, polisler... Hep beraber karakola gittik, sorgu sual saatler sürdü. Her şey anlaşıldı ama işgüzar polis muhabirinin elimde kediler, üstümde bornoz, yarı çıplak resmimi çekmesini engelleyemedim.
Tarkan İkizler tarkan@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 11 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Kahveci : Alper Kutay Erke Özlem |
|
"Kızım olursa adını Özlem koyacağım" dedi, dolunayda yakamozları seyre dalınan bir deniz gibi ışıl ışıl parlayan gözbebekleriyle gözlerimin içerisine bakarak... O simsiyah gözleri öylesine bir mana karmasıydı ki ne ararsan ara bulurdun içerisinde. Biraz umut, biraz gizem, biraz korku, biraz acı, biraz karamsarlık. karmaşalık, sevgi, öfke... Ve hepsini bir çırpıda ezip geçen özlem! Manalar gözlerinde devir daim olurken tüm negatif ve pozitif manaların bir vazgeçilmeziydi özlem.
Sustu güzel kız, sanki söylediği sözden dolayı büyük bir pişmanlığın pembemsi izleri vuruyordu gamzeli yanaklarına. Kulaklarının arkasında topladığı dokunsan kırılacakmış gibi narin, kızıla çalan saçları ile o mana karması gözlerinin tamamlayıcıları olan incecik ve masumiyetinin en belirgin mimiklerini oluşturan kaşlarıyla sanki ünlü bir İtalyan ressamının tablosunu seyre dalarmış gibi oluyordu insan...
Sonra büzüldü ağlayacakmış gibi dudakları, bakışlarını parmakları arasında oynadığı bir kibrit parçasında odakladı:
-Benim hiç çocuğum olmayacak belki de...
Acaba hiç aynaya bakmıyormu diye geçirdim içimden. Yoksa mümkünmüydü böyle bir güzelliğe sahip olupda en ufak en ufak bir kibirlilik alameti taşımıyor olmak! Mümkünmüydü böyle başını öne eğip mütevaziliklere bürünmek?
-Evlenmeyi hiç düşünmüyor musun yoksa?
-Sen evlenirmiydin benimle?
Bu sanki basit ve bir cümlelik bir soru değilde çözümsüz bir muammaydı kulaklarımın içerisine akisleri vuran. Kaldırdı bakışlarını parmak uçlarından ve yeniden donuk, bir o kadar da şaşkın bakışlarımla birleştirdi gözbebeklerini. "Neden olmasın, imkansız olan bir şey varmıdır ki yaşamda?"
dedim gülümseyerek, başka bir yanıtının olacağını sanmadığım sorusuna.
-Benim gibi sakat bir kızla öylemi???
Neydi bu, bir muammalar zincirimi, yoksa gittikce zorlasan sorularıyla köşeye sıkıştırarak pes ettirmekmiydi beni muradı?
-Sen kendini sakat olarak mı görüyorsun?
-Haklısın, belki özürlü deseydim daha yerinde bir kelime kullanmış olacaktım. Sakatlık tabiri geçici olanları için söylenir öyle değil mi?
"Yaşam sadece yürüyebilmekle mi sınırlıdır" diye başlayıp onun algılamasıyla sadece bir teselli olacak cümlelerime başlayacaktım ki, karşımda benden üç, dört yaş küçük olmasına karşın sanki bir hitabet ustası gibi her sözüyle beni biraz daha zora sokan birisinin olduğunu farkedince sukut ederek kaçmayı tercih ediyordum.
Kendisini ve beni adeta hipnoz ettiği elindeki kibrit çöpünü yere düşürünce bir kez daha belki de mecburi olarak yüzüme bakıyor, ben ise suskunluğumun verdiği utançla başımı başka tarafa çeviriyordum.
"Sen hiç özlemlerini içinde hapsetmeye mecbur oldunmu? Hergün yüzlerce kez tekrarladığın adımlarının özlemiyle yanan insanların varlığından haberdarmısın? Ne kadar kolay, istersen şimdi kalkar yürürsün, dilediğin yerden başlar, dilediğin yerde bitirirsin adımlarını, özgürlüğündür onlar senin. Ben ise bu tekerlekli sandalye ile nereye gidebilirim? Annem her sabah beni dolaştırmaya mecbur değil ki! Bir başkasının özgürlüğünü kısıtlayarak kendini özgürleştirebilir misin? Bütün bunları seni üzmek için söylemiyorum, sadece şanslı olduğunu bil yeter.
Söyleyecek hiçbir şey bulamadığım için kendime kızıyor, artık rahatlıkla bakamıyordum o tuvallere işlenmiş yağlı boya bir şaheser tabloya benzeyen suratına.
Oysa bir bilseydi onun sahip olduğu tüm tabiatı kıskandıracak güzelliğinin özlemi içerisinde olan insanların varlığını, hem de onun gibi bir tekerlekli sandalyeye mahkum olma pahasına...
Alper Kutay Erke
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 6 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Rüya tadında
Ege' de bir efsane vardır; " Hilal' in gözüktüğü ilk gece, yıldızların altında denize dileğinizi iletirseniz, deniz size mutlaka geri döner ve dileğinizi yerine getirir... "
Gülay, iskelenin ucuna doğru yürümeye başladı. Güneş, batmaya hazırlanıyordu ve deniz oldukça dalgalıydı. Dalgalar zaman zaman iskeleyi aşıp, ayak bileklerini ıslatıyordu. Yavaş ve donuk gözlerle, iskelenin ucuna kadar yürüdü ve durdu. Yavaş hareketlerle oturarak ayaklarını denize bıraktı. Bacakları ıslanıyor, arada bir gelen dalgalarla da baldırlarına kadar ıslanıyordu. Gözlerini kısarak ufuğa baktı. Turuncu ve kırmızının karışımından oluşan karışım, hafif hafif karanlık maviye karışıyor ve bulutların arasından karşıdaki adalar gözüküyordu. Gökyüzünde bulutlar simetrik bir şekilde duruyorlar ve çok hafif bir şekilde ilerliyorlardı.
Gülay bir İstanbul çocuğuydu. Genç yaşta aşık olmuş, okuduğu üniversiteyi sevdiği adamla evlenmek için bırakmıştı. Çok kısa bir zamanda hazırlıklarını tamamlamışlar ve sade bir düğünle evlenmişlerdi. Evliliklerinde, kimsenin çözemediği bir mutluluk sırrı vardı. Onlar hiç tartışmaz, kavga etmez ve daima iyi geçinirlerdi. Herkes bunu kötüye yorsa bile, onlar böylesine mutlu ve huzurlu iki sene geçirmişler, ikibin sene daha geçirmeye yetecek kadar da yanlarında sevgi biriktirmişlerdi. Mutluluk sırları eşinin trafik kazasında hayatını kaybetmesiyle son buldu. Gülay, adeta yıkılmış ve erimişti. Kazadan aylar sonra bile halen eşinin eve döneceğini düşünür, her akşam onu karşılamak için en güzel kıyafetlerini giyerdi. Gece olduğu halde halen eşi eve gelmeyince, sinir krizleri geçirir, ağlayarak sabahı bulurdu. Ailesi bir süre sonra Gülay' ı yanına almıştı. Daha sonraları iyice içine kapanan genç kadın, zamanla insanlarla konuşmayı bile bırakmış ve sadece dalgın dalgın düşünür olmuştu. Böyle zor geçen 1 senenin ardından Gülay psikolojik tedavi görmeye başlamış ve ilaçlarla yaşamaya alışmıştı. İlaçlar onu bol bol uyutuyordu. Uyandığı zamanlarda karnını doyuruyor, eşine mektuplar yazıyor ve akşamları erken saatlerde tekrar uykuya dalıyordu. Bir süre sonra uyku ilaçlarının müptelası olan genç kadın, doktor tavsiyesiyle, ailesi ile birlikte Çanakkale' ye taşındı. Evleri Çanakkale yolu üzerinde bir köyün biraz uzağındaydı. Evlerinin hemen arkasında yükselen yüksek dağlar ağaçlarla kaplıydı. Evlerinin hemen önünde ufak bir bahçeleri ve deniz balkonları vardı. Bahçenin önünde taşlıkla kaplı bir sahil ve hemen ilerisinde deniz vardı. Gülay denize girmeyi çok sevmesine rağmen, buraya taşındıklarından beri hiç denize girmemişti. Gündüzleri bahçedeki çiçekler ve ağaçlar ile uğraşıyor, ailesinin sohbetlerini dinliyor ve akşamları deniz balkonlarında eşine mektuplar yazıyordu.
Ayaklarına gelen suyun soğukluğu ile irkildi. Hava iyice kararmaya yüz tutmuş ve az önceki o güzel renk karışımı, yerini sise bırakmıştı. Deniz biraz daha durgunlaşmış ve dalgalar yerini ufak çırpıntılara bırakmıştı. Burada her insan mutluluğu tadabilirdi çünkü doğanın güzelliklerini her saat görebilirdiniz. Sabahları adeta bir havuz gibi sakin olan denizde yürüyerek bile balıkları seyredebilir, akşamları çıkan rüzgarlar ile ruhunuzun en derinliklerinde yolculuklara çıkabilirdiniz. Fakat bunlar genç kadını mutlu etmeye yetmiyordu. O, eşinin ölümüyle birlikte sanki bir yarısınıda kaybetmişti. Gördüğü her güzelliği ve tadına baktığı her mutluluğu onunla paylaşmadığı sürece, ne anlamı vardı bu güzelliklerin ? İçi her zamanki gibi, kara bulutlarla kaplanmıştı. Ufukta görebildiği son noktayı seçmeye çalışıyor ve amansız bir şekilde içinin yandığını hissediyordu. Bu acımasız olay neden onun başına gelmişti ? Devamlı mutluluğunun neden ve kimin tarafından kıskanılıp, yok edildiğini düşünüyor fakat bir türlü düşüncelerini bir yere bağlayamıyordu. Eşini her düşünüşünde, ona bir daha dokunamayacağını, bir daha öpemeyeceğini ve bir daha asla onun kokusunu koklayamayacağını farkediyor ve bu düşünce yüreğini sıkıyordu. Kurtulmak için çırpınsa bile kurtulamıyor, çevresinde ki herşeyin bir çaresizlik çemberiyle sarıldığını hissediyordu. Her gece uyurken, rüyasında eşi ile buluşacağını düşünüyor ve bu düşünce onun karanlıklarında, sıcak ve parlak bir ışık oluşturuyordu. Bu ümitle uykuya dalıyor, fakat bir türlü eşini rüyasında göremiyordu.
Rüyasında onu görebilmek için bir çok yol denemiş fakat hiç birinde başarılı olamamıştı. Bu onu gitgide dahada ruhunun derinliklerine götürüyor, saatlerce boş boş düşünmekten başka birşey yapmıyordu. Ailesi bu duruma çok fazla üzülüyor, biricik kızlarının tekrar eski haline gelmesi için ellerinden geleni yapıyorlardı. Lakin hiç biri genç kadının yüzünü güldürmüyordu, o sanki intihar etmeyi gururuna yediremediğinden dolayı sadece yaşamını sürdüren biri haline gelmişti. Bu durumdan nasıl ve ne zaman çıkacağını hiç kimse bilmiyor fakat bunun böyle sürüp gidemeyeceğini tahmin ediyorlardı. Buraya geldiklerinden beri ilaçlarını da kullanmıyordu. Ailesi, onu ilaç kullandığı zamanlardan daha iyi görüyordu. Çünkü kızları ilaç kullanırken devamlı uyuyor, söylenen hiç birşeyi anlamıyor ve daima hasta gibi oluyordu. Oysa şimdi, sabah erken kalkıyor, bahçeyle uğraşıyor, deniz kenarında oturuyor ve alışagelmiş mektuplarını yazıyordu. Onlar için bu bile, oldukça iyi bir gelişmeydi.
Gülay iskeleden kalktı ve eve doğru yürümeye başladı. Sahilde ki taşlardan dolayı düzgün yürüyemiyor ve yalpalıyordu. Çocukluğundan beri buraya gelip gittiklerinden, denize dair olan tüm hikayeleri bilirdi. Yarın ay hilal şeklini alacaktı ve genç kadın bir dilek dileyecekti. Eve ulaştığında akşam yemeği hazırlanmıştı. Sessiz bir şekilde yemeğini yedi ve odasına çekildi. Yarın için içi umutla dolmuştu. Kimbilir belki gerçekten deniz ona geri döner ve isteğini yerine getirirdi. Bu düşüncelerin verdiği garip bir huzurla uykuya daldı.
Sabah uyandığında henüz güneş yeni doğuyordu. Uzun zamandır yaptığı gevşek hareketlerin tersine, büyük bir çeviklikle yatağından sıçradı. Üzerini değiştirip yatağını ve odasını topladı. Kahvaltısını yaptıktan sonra her zamanki gibi bahçedeki çiçeklerle ilgilenmeye başladı. Çiçeklerin hepsi bugün daha bir canlıydılar. Gülümsemeyi unutan yüzü ile onlara gülümsedi ve her biriyle tek tek ilgilenmeye başladı. Diplerini temizliyor, sularını veriyor ve hepsine birer öpücük konduruyordu. Gülay' ı balkondan izleyen annesi ve babası birbirlerine sarıldılar. Onu böyle görmek onları çok mutlu etmişti. Akşama doğru genç kadın deniz balkonuna gitti ve büyük bir titizlikle kağıdı önüne yerleştirip, kalemini çantasından çıkardı. Yazacağı her kelimeyi özenle seçmeliydi. Düşüncelerini netleştirdi ve yazısına başladı ;
" Sevgili Deniz,
Bilirsin, çocukluğumdan beri devamlı seninleyim. Tatil için geldiğimiz zamanlarda saatlerce seninle dans eder, İstanbul' a döndüğümüzde devamlı seni izlerdim. Sen kimi zaman durgun, kimi zaman neşeli olurdun. Hep bunu çözmeye çalıştım ve artık çözdüğümü sanıyorum. Sanırım sen aya aşıksın deniz. Ne zaman ay çıksa, onun ışıklarını alıp, binlerce yakutmuş gibi yansıtıyorsun. Rüzgar ile konuşuyor, kıyı ile oyunlar oynuyorsun. Akşamları kimseye içini göstermiyor, adeta içine bakmaya çalışan olursa, sendeki aşkı göreceklermiş gibi kendini saklıyorsun. Fakat sabahları ayın yerini güneşe bırakmasıyla birlikte durgunlaşıyor, kendini unutuyorsun. Akşama kadar böyle zaman geçirip, akşam kendini aya hazırlıyorsun. Kimi zamanlar rüzgar şiddetleniyor ve bulutlar ayı kapatıyor. Böyle zamanlarda, sevdiğini göremediğin için oldukça sinirleniyor ve içinde ne bulursan darmadağın ediyorsun. Ben senin öfkeni kıyılara vurduğun tekmelerden bile anlıyorum denizim. İnan bana, belki de seni benden iyi anlayacak kimse yoktur...
Söyle bana denizim, bir gün ayın hiç bir zaman doğmayacağını anlasan ne yapardın ? Bir daha hiç yakamozlar oluşturamayacağını, onunla olan sevginizin içinde olmasına rağmen onu asla göremeyeceğini bilsen ne düşünür, ne hissederdin ? Eminim ki öfkeyle buraları yıkardın ve bir daha hiç yüzün gülmezdi. İşte sevdiğini kaybetmek böyle birşey denizim. Sen ayını asla kaybetmeyeceksin ama ben güneşimi kaybettim. Onu her düşündüğümde içim ağlıyor, yaşam duruyor. Hiç bir şey yapmak istemiyorum. Bedenimi yırtmak ve gökyüzüne yükselmek, her neredeyse onu bulmak istiyorum. Lakin hiç bir şekilde onu tekrar göremiyor ve ona tekrar sarılamıyorum. Anlattıklarımı her gün az çok gözlerimden anladığını farzediyorum. Bu yüzden sana yazmaya ve senden yardım istemeye karar verdim denizim. Hilal' in göründüğü ve senin en sevinçli olduğun bugün senden bir dileğim olacak. Beni sevdiğime kavuştur denizim. Bir defalığına bile olsa onu görmek istiyorum. Beni aydınlatan, neşemi yerine getiren ve zamanla hayatımın anlamı olmuş o gülümseyişini görmek istiyorum. Artık buralarda daha fazla onsuz kalmak istemiyorum. Ne olur denizim, beni onunla buluştur. Onu görmeme ve bir defacık dahi olsa sarılmama aracı ol. Beni anlayacağını umud ediyor ve bana dileğim ile ilgili geri dönmeni bekliyorum.. "
Gülay, mektubunu dikkatle katladı ve göğsüne yerleştirdi. Akşam yemeğini yedikten sonra iskeleye çıkarak bir süre karanlıkta hiç bir ışığın meydana getiremeyeceği o güzel yakamozu izledi. Ardından yaşlı gözlerle dileğini denize bıraktı ve gözlerini kapattı. Sanki deniz dileğini hemen yerine getirecek gibi hissediyordu. Sanki gözlerini açsa, sevdiğini karşısında görecek ve bu doğaüstü olaya deniz neden olacaktı. Yavaşça gözlerini açtı ama sevdiğini göremedi. Gözlerinden bir kaç damla yaş, denize damladı. Genç kadın büyük bir hüzünle yürüyerek evine gitti ve kimsenin yüzüne dahi bakmadan odasına kapandı. Ağladı, ağladı, ağladı.. Hayat, yaşanılabilecek bir olgu olmaktan çıkmış ve adeta bir çileye dönüşmüştü. Buna daha fazla sabredemiyordu. Fakat aksi yöndede yapabilecek hiç birşeyi yoktu. Kalbi daralıyor ve nefes alması zorlaşıyordu. Derin derin nefes alarak kendine gelmeye çalıştı fakat her nefes alışında göğsü sızlıyor adeta nefes alırken bedeni yırtınıyordu. Hırıltılar çıkarmaya başladı. Hızlı hızlı öksürdü ve bir süre sonra kendine geldi. Oldukça halsiz kalmıştı, yatağına uzandı gözlerini kapattı.
Gece uykusunda bir rüzgar hissetti. Galiba balkon kapısını açık unutmuştu. Ama kalkıp kapatabilecek hali de yoktu. Rüzgar ayaklarından beline doğru ilerledi ve göğsünden başına kadar inanılmaz bir yumuşaklıkla esip gitti. Gülay, rüzgar ile birlikte muhteşem bir huzur duygusuna sarınmıştı. Gözlerini açtı. Gördüklerine inanamayıp, gözlerini tekrar kapatıp açtı. Denizin ortasındaydı. Sahilden bir hayli uzakta olmasına rağmen evlerini zar zor görebiliyordu. Denizde yürüyebiliyor ve koşabiliyordu. Büyük bir sevinçle ordan oraya koşup durdu, kendince rüyasının tadını çıkartıyordu. " Gülay... " Duyduğu sesle irkildi. Ses tam arkasından geliyordu ve yıllardır hasret kaldığı bir sesti. Hızla arkasını döndü. Kocası yüzünde o bilindik gülümsemesiyle kendisine bakıyordu. Hiç birşey diyemeden, hasretle kocasına sarıldı. İşte dileği gerçek olmuştu, onca zamandır başaramadığı şeyi deniz başarmıştı. Kocasının kollarından ayrılmadan tüm gücüyle onu sıktı. Kokusunu öylesine özlemişti ki, yıllarca böyle durabilirdi. " Ah seni öyle özledim, öyle bekledim ki.. " Eşi yanıt vermeden onun yüzüne baktı. Gözlerinde hafif bir keder vardı. Genç kadın, gayet iyi tanıdığı kocasının yüzündeki gülümsemesinin ardına saklanmış, gözlerindeki kederi hemen farketmiş ve onunda yıllardır kendisini özlediğini düşünmüştü. Onu görmenin verdiği sevinçle hiç birşey düşünemiyordu. Kocasına tekrar sarıldı, onu tekrar kokladı. Hiç uyanmak istemiyor, kalan tüm yaşamı boyunca bu rüyanın devam etmesini istiyordu. Yılların verdiği özlem ve hasretle saatlerce konuştular. Birbirlerini ne kadar özlediklerini, birisinin olmadığı yaşamda diğerinin eksikliğinin nasıl hissedildiğini anlatıp durdular. Her ikiside heyecanlı ve sevinçliydi. Bir o kadarda hüzünlüydüler. Genç kadın güneş ufuktan yavaş yavaş doğarken, gözlerini bakmaya doyamadığı kocasından alarak denize çevirdi ve ağlamaya başladı. Kocası " Ağlama.. " dedi. Ağlamaması imkansızdı, birazdan uyanacak ve bu güzel gece sona erecekti. Bir ay boyunca yine kocasına hasret kalacaktı. Ona hızlı hızlı yine mektup yazacağını, hiç durmayacağını, her ay hilali sabırsızlıkla bekleyeceğini söyledi. Kocası elleriyle karısının ağzını kapattı. Gözlerinde garip bir bakış vardı. Gülay' ı öptü. " Gitme desem de, gideceksin, fakat döneceğinde unutma, burada seni bekliyor olacağım.. " dedi. Güneş doğmuştu, gülay artık uyanması gerektiğini ve uyanmazsa ailesinin endişeleneceğinden, onu zorla uyandıracaklarından, bu güzel rüyanın sarsıntılarla bitmesini istemediğinden bahsetti. Ona son defa sarılarak, denizin üzerinden yürümeye başladı. Evine doğru yaklaştıkça yüreği sızlıyordu. Ara ara arkasına bakıyor ve kocasının orada beklediğini görmek içine tarifi imkansız bir huzur veriyordu. Gözyaşları içerisinde sahile çıktı ve evlerinin önündeki kalabalığı farketti. Biraz daha yaklaşınca, kulakları annesinin feryatlarıyla çınladı..
" Gülay, Gülaaay, Gülaaaay.... "
Sami Güzel
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 6 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Söylenebilecek ne varsa : David Ojalvo İNANÇ ÜZERİNE |
|
İnsanoğlu bu dünyada yaratılan tüm canlılar arasında, diğerlerinden "düşünebilme" özelliği ile ayrılan tek canlıdır. Düşünebildiği için kendisine insan, diğer canlılara hayvan-bitki diyebilmiş, tarih süreci içinde bir medeniyet oluşturabilmiş, sormuş ve cevaplamıştır. Elindeki kelimeler ve dilegetirebilme gücü yettiğince insanlar sorgulamışlardır. Bu yazımda ben de insanoğlunun inanca dair olan sorusuna dair yazmak istiyorum.
Bugün yaşadığımız "düzen" hücrelerimizin çekirdeklerindeki DNA modelinden, gökyüzü kapsayan yıldızlara kadar mükemmel bir bütündür ve de bu bütüne hayran olmamak insanın elinde değildir. Diğer yandan gündelik hayatın devinimi içinde bir yaşam mücadelesi veriyoruz. Şu yazdığım iki cümle ne kadar ayrı birer kesit sunsa da, aslında hep içiçedir. Gerek bu düzene, gerekse hayatımıza anlam vermek üzere, insanoğlu sormuştur, "Bu düzen nasıl ve nereden geliyor?" Günümüzde bilim bizlere big-bang (büyük patlama), yüksek enerji gibi cevaplar verse de, biz sormaya devam ediyoruz, "Bu enerji nereden geliyor?" İşte, bu noktada, benim felsefemde, "Tanrı" cevabı akla geliyor. Bu varabildiğim ister öznel, ister nesnel diyebilirsiniz, sonuçtur. Din kitabımız, dualarımız, ihtiyaçlarımız, doğuma ve ölüme anlam vermeye çalışmamız da bizi aynı sonuca götürmektedir. Burada insanoğlunun kelimeleri kullanarak soru sorma yetisine dayanarak, şöyle de sorulabilir, "Tanrı nereden geliyor?" Bu soruyu da son filozof Wittgenstein'ın sözleri ile yanıtlıyorum: "Doğaüstü olanı ancak doğaüstü dilegetirebilir." Eğer ki düşüncelerimizin sınırlarının ötesinde, ölüm sonrasını düşündüğümüzde, hayatı açıklamaya çalıştığımızda, yanıt bulamıyorsak, ya da düşünce yetimiz bu gücü açıklamaya yetmiyorsa, mantığıma "doğaüstü" şeklinde nitelendirmek uygun geliyor. "Doğaüstü" kavramına dair de, kestirip-atmak, daha fazla sorgulamaya çalışmamak gibi eleştirler alsam da, bana göre, birincisi bu benim inanca dair aradığım cevabı doyururken; ikincisi daha fazlasını sorgulamak isteyenlere bırakıyorum.
Bu aralar Dostoyevski'nin "Karamazov Kardeşler" adlı eserini okuyorum. Dostoyevski'nin her eserinde olduğu gibi, bu kitapta da insana heyecan veren, düşündüren, inanca dair tartışmalar var. Dostoyevski karakterleriyle inancı her boyutuyla tartıştırıyor. Roman içinde öyle yargılara varılıyor ki, kimi zaman kötülük içinde olan dünyamızda, Tanrı'nın nerede olduğu sorgulanıyor. Bu yargı da, ataistlerin en büyük dayanaklarından birini teşkil ediyor. Bana göre, yaratılmış bu düzende iyilik ve kötülük, hayatın anlamını oluşturan bir bütündür. Daha farklı olabilir miydi? Her ne şekilde olursa olsun, biliyoruz ki dünya o zaman da olduğu gibi olacaktı. Kötülük var ve de kötülüğün nedenleri. İnsanların istekleri var, bir de duyarlılık dereceleri. Biraz dünyanın yaratılış düzeni biraz da insan psikolojisini irdelediğimizde, akla kötülüğün aslında insanın insana yaptığı, doğanın parçası olan bir olgu olduğu, geliyor.
İnsanların inançları ne olursa olsun, dünya dönüyor. Dinin öğretisi esasında iyi davranmak ve her ne kadar çıkarlarımıza dair bir yaşam sürsek de, herkesin yararına olacak mutualist bir yaşam sürebileceğimizdir. Din ve uygulamaları vicdani bir mes'eledir; fakat maalesef politik malzeme olarak kullanıyor. Herkes sorgulamalı, düşünmeli ve de bu dünyada iyi bir şekilde yaşayacak değer yargılarını oluşturmalıdır. Yeter ki zarar vermeden, savaşmadan; birbirimizi severek ve sayarak olsun...
David Ojalvo www.davidojalvo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 8 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Bezgin Kedi : Öykü Yılmaz |
FUTURSUZCA ZIRVALAMAK BU OLSA GEREK
Zırvalar, zırvalar, zırvalarım, tonlayarak okumak lazım bu zırvaları. Zihnim susmuyor, bu günlerde çok yorgunum. Yazıp yazıp siliyorum. Elime kalemi almadan rahat edemiyorum. Düşüncelerimden kaçıyorum yine. Düşündükçe düş-lüyorum. Düşledikçe düş-üşüyorum. Düştükçe üşüyorum. Gene lüzumsuz kelime oyunları yapıyorum. Zaten bu kelime oyunları yüzünden kaybediyorum. Netleşmiyor kelimeler ağzımda. Yuvarlanıp gidiyor içimdeki boşluğa. Repliğini unutmuş şizofreni oynuyorum bu aralar. Hop işte şimdi de kibritçi kız oldum. Senin için bir sigara yakayım çakmağımla. Öyle ya yetmez kibritler insanı ısıtmaya. Zaten donarak ölen bir O değil ki hayatta. Hikayelerle hazırlıyorlar çocukları yaşama. Bir kurdun büyükannesini parçaladığını gören bir çocuk kırmızı başlıklı kız hikayesini sevmeye devam eder mi dersin.
Hindistandaki inekler çok şanslı diye düşünmeden edemiyorum. Gerçi orda fareler ve fillerde kutsal sayılıyor. Kutsal sayıpta, kutsallık adına birşeylerin sömürülmediği bir yerin olması ne güzel. Günahmatiğe atılan bozukluklarla günah çıkarmaya kalkanlar, ezan Türkçe olsun diye kanırtanlar.(Her zaman ki gibi favorim yine zenciler-ibadet insanı kanırtmamalı.) Kuran cümle içinde büyük harflemi yazılmalı? Kutsallığına saygısızlık mı olur küçük harf?Bir kitap değil mi o da? Baskıya girmeden diğerlerinden biraz daha dikkatle dizgisi yapılan. Kelime değişmesin hesabı. Bak bunu hiç düşünmemiştim. Matbaa bunun için yasaklanmış olabilir mi! Kutsal kitapları basarken hata oluşabilir diyerek. Ne kadar saf bir düşünce değil mi!
Boşver tartışma benimle. Tartışmanın gereksizliğine inanıyorum. Bilen ile bilen, bir bilen bir bilmeyen, iki bilinmeyenli bir denklem.....ortada sonuç yok.
Bir cevizden beynimi ayıran nokta ne, Bir battaniye-bir kanepe-bir film oluyor da, o kanepede bir insan neden olmuyor. Pinokyo’nun babası Cyrano De Bergerac olabilir mi !
Bak gene lüzumsuz bilgiler doluştu zihnime. Eskiden insanlar pis pis dolaşırmış. Türkler ırmakta yıkanırken Fransızlar yıkanmak yerine silinmeyi tercih ediyordu. Parfümün icadı bundan değil miydi? Yıkanmayan adam tüy temizliği de yapmaz. Tüy deyince tüy dikmek deyiminin nereden geldiğini öğrendim geçenlerde. Ortaçağda tuvalet diye birşey yokken tipler sarayın bir köşesine dışkılarını bıraktıklarında üstüne tüy dikermişler ki kuruduğunda uşak tüyünden tutup rahatça atabilsin diye. Öte yandan Roma'da toplu tuvaletlerde temizlik için süngerler kullanılıyormuş. Bu süngerler eskiyene kadar yıkanıp tekrar tekrar kullanılıyormuş. Boktan konuların lüzumsuz bilgileri keyifli oluyor.
Olmayan konuyla alakasız ama sabun köpüğü geldi aklıma. İçine pril koyduğumuz salak plastik oyuncaklar vardı eskiden. Ucunda bir daire olan. Üfleyipte baloncuklar yaptığımız. Ağızda patlayan şekerler, plastik el gırgırları en gıcığıda plastik sinek öldürecekleriydi. Çocukluğumuz, gerzek, işlevi az plastik zımbırtılarla geçmiş meğer.
Konuştukça konuşmak istediğim nadir anlardan birini yaşıyorum. Ne yazık ki bana eşlik edecek kimse yok. İçerdeki ve dışardaki kuşlara yem vermek gerek. Yoksa mektuplarımı getirmeyi unutuyorlar. Senin bana yazmadığın düşüncesinden daha az kırıcı oluyor bu.
Yorgunum, dinlenemiyorum, din-lenemiyorum, dinle-nemiyorum, dinlemiyorum.
Günün en çekilmez dönemindeyim. Kelime oyunlarım yerini içten bir gülümsemeye bırakmadı henüz. Kim bilir kaç yerde saç telim kaldı. Saçlarım tükendiğinde verecek sevgimde kalmayacak sanırım. Bir hayvan olsa da sevsem. Senin insan sevesin geldi mi!
Murathan Mungan okuyorum bu aralar. Kendi hikayelerinde kaybolan insanlarından bahsediyor. Ben de kendi hikayemde kaybolmak üzereyim. Elimi tutmaya kalkan biri oldu geçenlerde bir sabah kahvesi sırasında. Öyle alışmışım ki kaçmaya, çekiverdim elimi. Hep sert kadın rolleri düştü bana. Benim istediğim ufak bir figüran olmakken hep başrole kaldım. Alıştım sert kadın olmaya. Bundan olsa gerek insanlar ısrarla beni incitmeye çalıştı. Yaşamda Dario Fo’nun orgazmı tanımayan, lüzumsuz kadınlarından hiç farkım yok aslında.
Bak bişey daha, pandoranın kutusu açıldığında içinde kalan tek şey mutluluktu. İnsanlar bu yüzden mi bu kadar mutsuz ! Sevilmek değil sorun olan. Üretmene neden olacak, sabahları tebessümle uyanmanı sağlayacak biri gerek sadece.
Bazen bir küçük serçe olsam yağmurlu havalarda cama konan. 0 serçe kadar savunmasız ve saf olsam. Aslında o kadar saf olmasam da insanlar beni incitmese artık...
Öykü Yılmaz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 6 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Adım Adım, Gün be Gün, Güney-Batı Akdeniz...
V. BÖLÜM
Burada, gezi notlarına kısa bir süre için "nokta" koyup; o günlerde yaşadığım bir başka acı anımı sizlerle paylaşmak istiyorum. Belki okuyunca içinizden; "bu kadarına da PES! doğrusu..." diyeceksiniz; haklısınız da! İki yıl arayla, üstelik aynı coğrafyada yaşayan sevdiklerimi peş peşe yitirmek, bana da "PES!" dedirtmiş; hatta bu acılar, hayata isyan bile ettirmişti!..
Önceki bölümleri okuyanlar hatırlayacaklardır; III. Bölüm'ün sonunda, Demre'ye veda edip KAŞ'a doğru yola çıkmadan önce, oradaki akrabalarımla vedalaşma sırasında yüreğimi saran bir hüzün vardı. Daha doğrusu, birilerini "son kez" görüyormuşum gibi bir duyguya kapılmıştım ansızın... Meğer, boşa değilmiş bu sezgilerim...
Gerçi, bu duyguları hissetmeme neden olan yaşlı İkbal Teyzemi "son" kez görüşüm değilmiş; çok yıllar sonra yitirdik kendisini. Onun yerine bir başkasını, KAŞ anılarımda (IV. Bölüm) kendisinden sıkça söz ettiğim Sevgili Serden'i "SON" görüşümmüş!
Hani şu, Küpeşte Bar'ı işletenlerden, mimar olanı... Gencecik, henüz 26'sında bir adam... Sürekli tebessüm eden gözleri, güleç bir yüzü ve bu güleç yüzü süsleyen, her gülüşünde daha da belirginleşen çok güzel gamzeleri olan, sevimli, melek huylu Serden'imizi...
Aslında, Sevgili Tuba Çiçek'in, 20 Nisan 2004 tarihli sayıda çıkan "Acemisiydik Ölümün" başlıklı yazısında bizlerle paylaşmış olduğu ve sevgili kuzeni Emrah'ın başına gelen acı olayın bana, geçmişte aynı yerde (KAŞ) Serden'in burun buruna geldiği olayı hatırlatması üzerine, onun bu kederli öyküsünü Kahve Molası okurlarına bir parça anlatmıştım. Şöyle yazmıştım o gün yorum panosuna:
*****
Adı SERDEN'di... 26'sına henüz basmıştı... İTÜ'den mezun, geleceği çok parlak, başarılı bir mimardı... Babasının ününü yakalayıp; hatta onu geçmeyi koymuştu kafasına. Ama, hem tatil hem de bir tatil köyü projesi için gittiği KAŞ'a, görür görmez vurulmuştu!.. Öyle ki, yıllardır büyük aşk yaşadığı sevgilisini dahi ikinci plana itebilecek, onu ve İstanbul'u ardında bırakıp, gidip oralara yerleşecek kadar...
Ona olan sevgim ve bir türlü kıramadığım hatırı uğruna, uygun yerin bulunmasındaki büyük çaba ve katkılarımla, önce "KÜPEŞTE Bar"ı açtı üç kafadarlar (SERDEN-Serdar ve Cem) KAŞ'ta... daha sonra da "SİMENA"yı kurup, tekne işine giriştiler.
SERDEN, mimarlığı da ihmal etmedi; sürdürdü projelerini çizmeyi. Sonra sevgilisi de geldi yanına. KAŞ'ta evlendiler; tıpkı o yöreye özgü köy düğünlerindeki gibi... bize göre masal gibi... günlerce sürdü düğün şenlikleri... yedi gün yedi gece... Ne var ki, bu mutluluk çok uzun sürmedi!..
Yaklaşık iki yıl sonra, 1986 yazının Ağustos ayında SERDEN, çok özlediği annesini görmek üzere KAŞ'tan çıktı yola; yanında babası ve babasının yeni eşinden olan küçük kardeşi ile. Ama, ne o çok özlediği annesine kavuşabildi ANKARA'da; ne de o sevdalandığı KAŞ'ına bir daha dönebildi!.. Baba, büyük oğluna, SERDEN'e bırakmıştı direksiyonu kazadan az önce... Ön koltukta, 5-6 yaşlarındaki küçük oğlu ile kucak kucağa oturuyor; aralarında MUALLA'ya (SERDEN'in annesine) yapacakları sürprizi konuşuyorlardı herhalde... Baba-oğul, hem iki meslektaş; hem de çok iyi iki arkadaşlardı... ÖLÜME de birlikte gittiler Zeki ve SERDEN!!! Metal yığınına dönmüş BMW'den bir tek küçük oğlan sağ çıktı...
(o da, bilirkişilerin söylediklerine göre kaza sırasında babasının kendisini bir yumak gibi sarıp sarmalamasından, adeta bir kalkan görevi yapmasındanmış)
Bu olaydan sadece bir hafta önce KAŞ'taydım ve de SERDEN'lerde kalmış, sonra da Köyceğiz'e geçmiştim. Meğer, "son" görüşümmüş onu... Kaza haberini, ancak Ankara'ya döndüğümde öğrenmiş olduğumdan cenazesinde dahi bulunamadım melek huylu SERDEN'imin... En yakın arkadaşım Mualla'nın sevgili oğlunun...
Hâlâ duyarım o garip SUÇLULUK duygusunu içimde!.. Keşke derim hep; "keşke, SERDEN'e KAŞ'taki o yeri bulup ayarlamasaydım... gitmezdi belki o zaman... yerleşmezdi belki KAŞ'a... olmazdı belki o kaza..." veya oradayken, o son kez birlikte olduğumuz akşam keşke demeseydim; "SERDEN'cim, Mualla'yı çok ihmal ettin bu aralar, taa düğününüzden beri gitmedin anneni ziyarete... hep o geldi sana, buraya... bir fırsat bulsan da diyorum..." gibilerden sokmasaydım kafasına Ankara'ya gitme fikrini, belki de bu kaza olmayacaktı!..
Ondan sonra silmiştim KAŞ'ı haritadan... ne görmeye ne de adını duymaya tahammülüm yoktu 1986'dan bu yana... taa ki bu sabah, TUBA'dan böylesi benzer bir olayı duyana dek!.. Gençlere hiç mi hiç yakıştıramadığım yegâne şey; bu denli "erken gidişleri"!.. bir anlam veremiyorum bu aceleciliklerine!!! Bunun ne bir bahanesi, ne de bir tesellisi YOK! işte... Geride bıraktıklarına, tüm sevenlerine sabır ve dayanma gücü dilemekten gayrı... Üzgünüm TUBA, gerçekten çok üzgünüm EMRAH için de... En az SERDEN kadar yaktı içimi, EMRAH'ın da henüz çok erken gidişi...
*****
Evet... işte bunlardı o an ki hislerimi anlatabilmek için yazdıklarım ve yüreğimden kopan duygular...
İki yıl arayla, yine zamansız gelen bu ikinci ölümün ardından hep aynı soruyu sorup tekrarladım: "Ölüm, hiç yakıştı mı sana be Serden'cim?.. Ah be çocuk!.. Mualla'ya (annesi - yıllarca birlikte çalıştığım mesai arkadaşım; aynı zamanda, benim de annem... ablam... can dostum) yaşattığın bu 'evlat acısı'na, o kadın nasıl dayansın... nasıl katlansın? Bizler nasıl alışacağız yokluğuna?.. Acelen neydi be oğlum?.."
Sana ne söylesem, artık hepsi anlamsız ve BOŞ şeyler! Anlamlı olan sadece; seninle paylaştıklarımız, yaşadıklarımız... ve bir de senden geriye kalanlar şimdi...
Her fırsatta söylediğin gibi; "pamuk ipliğiyle bağlı olduğumuz hayattan, kimin daha önce kopup gideceği belli değil"...miş gerçekten de! "sığdır, sığdırabildiğini... yaşa, yaşayabildiğini kafana göre..." der; hepte öyle yapardın... demek ki, bir bildiğin varmış be Serden'cim!
İşte, yine bir olmaz olası trafik kazası!.. Bu kazanın kurbanı da ebediyen yitirilen çok sevdiğimiz, değerli bir varlık...
TANRIM! Aklım almıyordu bunu bir türlü! Çok değil, daha birkaç gün öncesinde; "yeniden kavuştuk işteeeee..." diye sevinç çığlıklarıyla birbirimizi kucaklayıp, sarmaş-dolaş olduğum kişi, birden bire YOK oluveriyordu... Nasıl bir roldü HAYATIN içinde her birimize verilen ki, kimse rolünün ne olduğunu bilmeksizin oynuyor ve yine bilmeksizin, bir gün aniden sahnedeki rolüne son veriliyordu... İnanmak, kabullenmek mümkün müydü bu gerçeği?.. Nasıl içime sindirebilirdim yokluğunu, nasıl alışabilirdim ardında bıraktığı kocaman BOŞLUĞA?!. Yeri, kolay doldurulabilir miydi o rol arkadaşımın?..
Cenazesine bile yetişememiştim! Meğer, ben Ankara'ya dönüş yolundayken, onu burada toprağa veriyorlarmış... Belki bir bakıma böylesi daha iyi oldu... Onu, beni KAŞ'dan uğurladığı haliyle hatırlayacağım daima... Salih Amca ile kol kola girmişler, ben gözden kaybolana dek arkamdan el sallamışlardı... Bir yandan da hâlâ sesleniyordu: "Unutma! Eylül sonu buradasınız! annemle ikinizi bekliyorum mutlaka; beni ekmeye kalkışmayın!.. Mavi Yolculukta en güzel kamarayı ikinize ayırdım, ona göre..." diye.
Evet, bu ölüm olmasaydı; Eylül sonunda ben ve annesi Mualla, tekrar KAŞ'a gidecek, Serden'lerin düzenleyeceği tekne turuna katılacaktık...
Bana, o gece bardaki cumbada oturduğumuz sırada bahsetmişti bu programdan. Böylesi bir tura benim de gayet hevesli olduğumu görünce; "o vakit annemi de al gel, hep birlikte çıkalım geziye..." diye teklif etmişti. Oysa, bunun yerine bir başka, hem de dönüşü olmayan bir yolculuğa tek başına yelken açtı ve çekip gitti Serden... Ardından baka kaldım! Bir el dahi sallayamadım! Uğurlayamadım! Çukur gamzelerinden öpemedim!
Bu olayın ardından bir daha adımımı atmadım KAŞ'a! Ne KAŞ'a, ne de DEMRE'ye tekrar gidecek gücü asla bulamadım kendimde! İki sene arayla, iki canımı yitirmiştim aynı coğrafyada... 1984'de Memed Ağa'mı DEMRE'de, 1986'da Serden'i KAŞ'ta...
Henüz birinin yokluğunu sindiremeden, bir ikincisi! Yetmez mi; oralardan kaçmama, uzak durmama?..
Bu anılarımla çok uzun yıllardır, ne yüzleşmeye ne de onları yeniden yaşamaya bir türlü cesaret edememiştim... taa ki, bu yazı dizisini hazırlamak için gezi notlarımın arasına dalana dek.
Notlarımı yeniden okurken, aynı mekanlara dönüp gezinmeye başlayınca, onlarda bir bir su yüzüne vurmaya başladı... ve gördüm ki; aradan geçen yaklaşık 20 yıllık süreç dahi, acılarımın kabuk tutmasına, nasırlaşmasına yardımcı olamamış! Korkarım, kabuk bağlamış gibi görünenleri de galiba yeniden kanattım. Bazı ölümlerin ardından doğan ve zaman zaman girdabına kapılıp içinde yok olduğum "BOŞLUK", hâlâ yerli yerinde öylece duruyormuş; oysa ben, üstlerini sıkı sıkı örttüğümü sanıyordum!..
Bir yandan da HAYAT devam ediyor... gülsek de, ağlasak da... korksak da, yüzleşsek de... biz istesek de, istemesek de!.. Kim bilir, bilmediğimiz daha ne oyunlar, ne acı sürprizler, ne "PES" dedirtecek olaylar hazırlayarak hem de!..
İçinizi kararttığımın farkındayım. Affınıza sığınıyorum.
PEKİ, bunca yıl sonra bunları anlatmaya neden mi kalkıştım? Verebileceğim en dürüst cevap, galiba bu; benimkisi bir "itiraf"!.. hem kendime hem de çevremdekilere...
Şimdilerde, elliye merdiven dayadığıma göre, artık daha fazla içimde saklamanın bir gereği kalmadı.
Artık bilinsin istiyorum; neden otuzumdan sonra "çılgıncasına" bir hayat sürdürmeye başlayıp, her şeye boş verdiğim... O dönemlerde, HAYATI pek de ciddiye almadan, sorumsuzca yaşamaya karar verişimdeki asıl neden; genç yaşta ÖLÜM korkusu idi! Bir şeyleri yaşayamadan, "eksik" ölmek korkusu!..
Sevdiklerimin vakitsiz ölümleri, kaçınılmaz şekilde bu noktaya sürüklemişti beni!
Ömür dediğin, belli miydi ki?.. Az ve belirsiz zamanıma çok şeyleri sığdırabilmenin, kafama göre yaşayabilmenin telaşıydı, belki de... (tıpkı, Serden'in söylediği gibi...)
O telaşla hata yapmadım mı?.. Yapmaz mıyım? Yaptım tabii; hem de ne hatalar!.. Ama, HİÇ PİŞMAN OLMADIM!.. Yaptıklarımdan ve yaşadıklarımdan asla pişmanlık duymadım! Belki, yeri geldiğinde, ödenmesi gereken bedelleri ödedim; hepsi bu! Hayat ile aramdaki hesaplaşmayı daha o anda kapattım. Ne "alacak", ne de "borç bakiyesi" bırakmadım! Geleceğe dair yatırımdan hep kaçındım; zaten yapmadım da!
Sanırım, o zamanlar "hayatla barışık yaşamanın" tek ve doğru formülü de buydu!..
Off be!.. söyleyince rahatladım sanki... Dinlediğiniz için teşekkür ederim dostlar!
Şimdi yeniden gezi notlarıma dönüp sizlere ÖLÜDENİZ'i anlatabilirim artık... (ne garip bir tesadüf; değil mi?..)
Belceğiz-Ölüdeniz, 10. Gün
Gün ışıdıktan hayli sonra uyandım. Kamping yeri, Ölüdeniz'in arka tarafına düşüyor ve koyun en sağında. Buradan bakınca denize girmek pek mümkün değil gibi. Kısacası, ne mekan ne de tesis olarak güzel bir yer sayılmaz ve şu ana dek gördüklerimle Ölüdeniz'de olduğumuza inanmak hayli zor!..
Çadırlarımızın önünde yaptığımız kahvaltının ardından hem denize girmek, hem de biraz çevreyi keşfe çıkmak için harekete geçtik. Tam karşımızdaki asıl koya ulaşmak için önce hemen önümüzdeki, suyu çok sığ olan minik koyda suyun içinden yürüyerek (su seviyesi en fazla göğüs hizasına kadar ulaşabiliyor) karşı kıyıya, yani "Kum Burnu" denilen yere çıktık; sonra da kısmen ağaçlık bir kumsal alanın içinden geçerek nihayet diğer koya vardık...
Ve... İşte, ÖLÜDENİZ!.. dillere destan güzelliği, tüm ihtişamı ve de fazlasıyla hak ettiği şöhretiyle karşımızda uzanıyor... Suyun rengi burada tek bir kelimeyle tanımlanabilir; "FİRUZE"... Yemyeşil bir çam ormanı ile deniz, adeta kucak kucağa bu koyda. Belki suya rengini veren de bu çam ormanıdır. Göz alabildiğine uzanan kumsal, daha ileride Belcekız plajıyla birleşiyor.
Dün gece, ilk bakışta hemen hayal kırıklığı yaşamakta ne kadar da acele etmişim! Meğer,
düşlerimdeki kadar, hatta daha fazlasıyla güzelmiş ÖLÜDENİZ...
Denizden çıkmak gelmedi içimden. Koyun hemen her köşesini, kıvrımını yüzerek dolaştım, yine de doyamadım! İlk kez gördüm, yüzerken bu denli açıldığımı ve suda bu denli fazla kaldığımı. Öyle ki, yorgunluktan kramplar girmeye başlamıştı artık. Bu arada bayağı da eğlendik; özellikle de rüzgar sörfünü denerken... Ama, günün asıl eğlencesi, kamping alanından bu tarafa geçişte su içindeki yürüyüşümüz sırasında yaşandı.
O an ki halimiz, Amazon ormanlarının tipik yerlilerinden pek farklı sayılmazdı hani!.. Derilerimizin rengi günlerdir güneş altında yarı çıplak olmamızdan dolayı zaten hayli kararmış vaziyette... Eh, tatilde olunca, erkeklerin saçı-sakalı, hatunların da saç-baş bakımı malum!.. Bunlara ilaveten, yürüyüş sırasında ıslanmamaları için, sal vazifesi gören deniz yatağı üzerine yığılan eşyalarımızdan artanları taşımak üzere başımıza koyup ellerimiz, kollarımızla bir yandan onları tutmaya çabalarken, bir yandan da deniz yatağını çekiştirerek tek sıra halinde yürümeye çalışmamız görülmeye değerdi! Herkes kendi önünde gidenin haline bakıp kahkahayı basıyordu.
Peki ya, o sırada suyun derinliği konusunda karşılaşılması her an muhtemel bir sürpriz (!) (aniden batıp kendimizi suyun dibinde bulmak) ihtimaline karşı, peşinen dakikalarca gülüşümüz?..
Başımıza gelebilecekler hakkında, örneğin; "tam da bu sırada karşımıza bir timsah çıksa ne yapardık?.." veya "karşı kıyıya ulaştığımızda, orada gizlenmiş - vahşi yerliler - bizi bekliyor iseler, önce kimi feda ederdik, hangimizin haşlaması daha lezzetli olurdu?!." gibi, hemen oracıkta peş peşe üretilen saçma sapan farklı senaryolar yüzünden tutulduğumuz gülme krizi, o yürüyüşü gezimizin en unutulmaz, en komik anılarından birisi yapmıştı...
Deniz keyfinin ardından arabalarla Belceğiz'e indik. Alış-veriş işlerimizi tamamlayarak, çevreyi keşif gezisine devama koyulduk. Tesadüfen saptığımız henüz açılmış bir yol, sahil ile dağın eteğini izleyerek Belceğiz'in solunda kalan bir başka koya uzanıyordu. İşte ilk keşfimiz bu oldu ve merakla yolu izlemeye başladık. Yolun sonunda "Kıdrak" denilen , tamamen ormanla kaplı bir koya ve Orman Bakanlığı'nın kamping tesisinin bulunduğu oldukça geniş bir alana vardık. Yine tarifi imkansız güzellikte bir yer, cennet bir köşe daha...
İlk bakışta, kamp yeri için ideal bir mekan ve tesis olarak da hayli cazip göründü gözümüze. Yarın ilk iş olarak buraya taşınmaya karar alıp ayrıldık oradan ve böylesine bir yeri bulmanın verdiği keyifle döndük Belceğiz'e.
Belcekız plajında sahile bitişik konumdaki Deniz Camping'in, son derece sevimli bir tarzda dekore edilmiş ahşap terasında, birer duble içkiyle birlikte yavaş yavaş batmakta olan güneşin büyüleyici renklerini ve manzarayı seyretmek için bar başına sıralandık. Ben, daha döküldüğü an kadehi boncuk boncuk buğulatan soğuk beyaz şarabı tercih ettim... yanında da peynir tabağı ve karışık meyve salatası... Yola çıktığımız günden beri en keyifli anlardan biri de, bu bar başında geçirdiğimiz zaman içerisinde yaşadıklarımdı diyebilirim... Atmosfer tek kelimeyle baş döndürücü güzellikteydi.
Hele de, barın karşı tarafında oturan ve bakışlarımızın uzun süre birbirimizde takılı kaldığı, son derece yakışıklı ve de cazip tip (tam bir "Akdenizli"... ve yanılmıyorsam İtalyan orijinli), beni hayli eğlendirdi... Galiba karşılıklı olarak birbirimizi çok beğendik ki, gözlerimiz sık sık buluşuyor, bakışlarımız kenetlenip kalıyordu; ama, hepsi o kadar işte!.. Tam harekete geçmek üzereydik ki, grubun diğer üyeleri kalkmak isteyince, ben de istemeye istemeye indim bar iskemlesinden ve ayrıldık oradan! Seyahat boyunca ilk maceramı da böylece yarım yamalak yaşamış oldum... "Elveda İtalyan Aşkım benim... üstelik de, gönlümce yaşayamadan!.."
(Bir daha ASLA grup halinde yola çıkmamaya karar verdim!!!) ?
Kampinge dönüşümüzde, bundan sonraki günlerin programı yeniden gözden geçirilip, tartışılmaya başlandı ve sanırım ilk kopukluk bu akşam baş gösterdi. Serdar, Marmaris'te ailesiyle birlikte tatil yapan sevgilisine bir an önce kavuşmak için bizim programı biraz hızlandırmayı ve güzergah üzerindeki bazı yerleri devre dışı bıraktırmayı istiyor gibi... Ablası Serper de, kardeşinin yanında gibi sanki... Ben ve İrfan, çok önceden yapılmış planın, herhangi bir gerekçe olmaksızın değiştirilmesine şiddetle karşı çıkıyoruz. Geriye kalan üç kişinin rengi henüz netlik kazanmadı.
Daha çok bir tartışma havasındaki sohbetimiz, sonuçta tam bir karara varılamadan yarım kaldı. Kimi uykuya çekildi, kimimizde kafeteryaya giderek birayla içkiye devam ettik. Serdar'ı içirdikçe, programı makaslama fikrinden vazgeçiriyor gibiyim!.. Bakalım ileriki günlerde neler olacak?..
Çadırlarımızın önüne döndüğümde şezlonga uzanıp, bir süre gökyüzünü ve yıldızların kayışını seyrettim. Daha sonrasında içkiler tesirini gösterip de, göz kapaklarım ağırlaşmaya başlayınca uyku tulumuma girip yattım. Gemici fenerimizi bu gece kim söndürdü acaba?..
Belceğiz - Kıdrak Koyu, 11-12. Günler
Sabah kahvaltısının hemen ardından toplanma harekatına giriştik. Artık hayli deneyim sahibi olduğumuzdan çok kısa bir sürede tamamlandı hazırlıklarımız ve nihayet o berbat kampingten ayrıldık. Belceğiz'de alış-veriş yaparak, dün akşam üzeri keşfetmiş olduğumuz yeni kamp yerimize, Kıdrak Koyu'na geldik. Çadırlarımızı kuracağımız alan belirlenince, bu kez de yerleşme harekatına geçildi. Deneyim kazanmış olmak bunda da çabukluk sağlıyor kuşkusuz ki, hızla yerleştik.
İşte nihayet gönlümüze göre, içimize sinen bir köşe. En azından üç-dört gün kalınır bence burada. Çadırları kurduğumuz yerin hemen altı deniz ve denizden yüksekliğimiz 4-5 m. kadar. Sanki denizin üzerine uzatılmış bir terasa kurmuş gibiyiz çadırlarımızı. Dalgaların sesi her an kulaklarımızda. Çadırlarımızın üzerini çam ağaçlarının dalları kaplıyor. Bu harika koyun plajı ise az ilerimizde uzayıp gidiyor...
Doğal "terasımızda" oturup, bir yandan güneşin batışını izlerken bir yandan da bu şahane görünümü fotoğraflarla görüntülemeye çalıştık. Güneşin batışının en güzel Ayvalık, Side ve Kaş'ta olduğunu sanırdım... ancak, buradaki gün batımı da tarifi hayli zor güzellikte oluyormuş meğer. Güneşin son ışıklarının deniz ve ormanla kaplı dağlar üzerinde bıraktığı renkler, bildik-tanıdık renklerle anlatılacak gibi değil... kızılın, turuncunun, pembenin, morun her tonu var o renk cümbüşünün içinde...
Akşam üzeri güneşin batışıyla büyülenmiştik. Gece ise, ortalığı saran ay ışığı, mehtap daha da büyülü bir atmosferin kucağına atmıştı her birimizi... Herkes bir yana çekilip, bu tarifsiz güzelliği kendi dünyasında yaşamaya, içine sindirmeye daldı.
*****
Buradaki üçüncü günümüzde, Fethiye körfezine serpilmiş irili ufaklı pek çok adayı görme şansımız da oldu. Kiraladığımız tekneyle, günü-birlik yapılan "Oniki Adalar Turu" kapsamında; Şövalye, Katrancı, Göcek, Delikli, Yassıca, Tersane, Domuz, Gemile (St. Nikola), Kızılada, bunlardan en bilinenleriydi. Bu saydıklarım için günlük tur yetmez! Buralara tekrar ve bir 'Mavi Yolculuk'la gelmek şart oldu!.. Plan yapmaya şimdiden başlamalıyım... ama, bu ekiple değil! (Serden'in geçen akşam bahsedip, Eylül ayı sonuna doğru Göcek koylarına düzenlemeyi planladığı tur, doğrusu pek cazip göründü bana.)
Kıdrak Koyu'ndaki ikinci günümüz de yine nefis bir gün batımı ile sona erdi. Şimdi neredeyse mehtap denizin üzerine düşmek üzere...
Galiba burasını da en çok seven yine ben oldum; çünkü diğerleri yarın ayrılmayı düşünüyorlar. Bıraksalar, en azından iki-üç gün daha kalabilirim bu koyda; ama, her zaman olduğu gibi grubun çoğunluğuna uymak zorundayım!..
Yarın, Fethiye'den ayrılmadan önce antik kent "Telmessos" ve "Kaya Köyü" de ziyaret edeceğiz.
ÖLÜDENİZ
Fethiye'den Ölüdeniz'e çamlar arasından giden yol 14 km.lik yokuşlu inişli yolun sonunda birden müthiş bir mavi çıkıverir karşınıza. Burası Belcekız Koyu'dur. Koyun içinden uzanan kumsalı yürüdüğünüzde ise eşsiz Ölüdeniz'i görürsünüz. Belcekız plajı ile Ölüdenizi birbirinden Kumburnu ayırır. Ölüdeniz büyülü gibidir, kıpırtısız durur öylece. Dibinde tek bir yosun bile yoktur, beyaz bir kumla örtülüdür. Suyun ve dibinde kumun kırdığı ışık türkuaz bir renk verir. Ölüdeniz'e Çamların gölgesi düşer ve bu etkileyici türkuazı zenginleştirir.
Ferda Önler fonler@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 7 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
"Mutlu yaşam, gülümsemeyi paylaşabilmektir." Fotoğraf : Arşivden
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 4.258 kahveciye doğru yola çıkmıştır.
Yukarı
|
DAVET
Ödünç alınmış yarınların,
Ertelenmemiş sevgilerindeyiz gülüm,
Bitirilmemiş bir gökyüzünde tüketilmemiş bir özlem,
Cemre düşmüş soluğuma,
Uzatmalı bir ay yüregim,
Hadi Işıklarını yansıt bana.
Kaç yalnızlık saydım unuttum,
Kaç sonbahardı yaşanan,
Sen geldin,
Bahar geldi,
Tenime yağmur değdi gülüm
Hadi gel tut ellerimi.
Zeki Yıldırım
Yukarı
|
Baban da mı kaportacıydı be!..
Yukarı
|
İşe Yarar Kısayollar - Şef Garson : Akın Ceylan Yamağı : Ayşe Nur Gedik |
...güzel sanatlar fakültelerinin grafik, seramik, heykel, resim ve iç mimari bölümlerinde zor koşullar altında 'çıplak' (nü) modellik yapan ağır işçiler, 657 sayılı devlet memurlari yasasi kapsamında 'geçici işçi' statüsünde çalışıyor. hacettepe universitesi'nde 3 yıldır modellik yapan ve isminin verilmesini istemeyen N.., "en büyük sıkıntımız, işimizin yasal tanımının olmaması" diyor. Çalışma koşullarının çok ağır olduğunu da vurgulayan 'nü' model N.., bir milyar liranın altındaki aylıklarını bile zamanında alamadıklarını belirterek sıkıntılarını şöyle ifade ediyor: "okul bazen çok soğuk olduğundan öğrenciler atkı, bereyle çalışıyor ama biz donuyoruz. bu da bizim mesleğimizin cilveleri. meslek hastalıklarımız ise kalp-damar, eklem rahatsızlıkları, kış enfeksiyonları... lütfen donmasın sanatçılarımız devlet bir yardım eli uzatsın: bir atkı yada yün bir çorap sevindirir fakirleri... Bu ve daha fazlası için http://www.nedir.net/ Bilmek ayıp değil, öğretmemek ayıp.
Web sayfalarını gezerken hoşunuza giden bazı flash animasyonları http://www.downloadatoz.com/flashsaver/download.html kısayolundaki programcık ile indirebilirsiniz. Daha fazla detaya girmeyeceğim, lütfen ısrar etmeyin.
Word veya power point kullanıcıları çalışmalarını hazırlarken genellikle anlatımlarına uygun resimler bulmakta zorlanırlar. Bu kısayolda isteklerinize uygun sunum resimleri mevcut. http://www.coolclips.com/world/travel.htm kısayolunu tıklayabilirsiniz.
Hazır resimlerden bahsetmişken birde http://funfire.de/lustige/bilder-267-panzercrash.html kısayolundaki eğlencelik resimlere bakmayı ihmal etmeyin.
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
Firefox 0.9 [4.7M] Windows FREE
http://www.mozilla.org/products/firefox/
Yeni ama hatalardan ders almış bir browser arıyorsanız Firefox'u mutlaka denemelisiniz. Internet Explorer'ın ve Netscape'in temelini teşkil eden Mozilla tarafından geliştirilen bu program çok yakında tüm tarayıcıların pabucunu dama atacağa benzer. İçindeki arama ve download yöneticileri kusursuz ve hızlı. Benden söylemesi, bilgisayarınızı üzmeyecek ve yormayacak bir tarayıcı kullanmak için yükleyin ve mutlaka deneyin.
Yukarı
|
|
|
|
|
|