|
|
|
10 Eylül 2004 - Fincanın İçindekiler |
Editör'den : Boğazınıza kılçık takılsın sizin!.. |
Merhabalar,
Hergün yesem bıkmam dediğim has yemeklerimden biridir balık. Hani öyle sadece rakı sofrasında mezelik olandan söz etmiyorum. Yarım ekmeğin arasına konmuş bol soğanlı bir hamsi tava dediğim. Tabi büyüklerine de bir diyeceğimiz yok ama sadece ayaküstü bile yenebilecek bir nefis yemekten söz etmek isityorum. Balık ekmek ya da ekmek arası midye tava. Favori mekanlarımdan en başta geleni Beşiktaş çarşısının ayaküstü balıkçısı. Yarım ekmek arası hamsi, yanında buz gibi kola. Offff acıktım ama, haydi kalkıp gideyim desem kapalıdır bu saatte. O zaman teknelere gitmeli. Yeniköy'e mesela. Ya da Eminönü'ne. Ne, artık orada balık ekmek yok mu? Daha neler? Yok paşam yok, tarihi dokudan sorumlu sorunlu yöneticilerimiz, balıkçı teknelerini tarihi dokuyu bozuyorlar gerekçesiyle kaldırmış, haberin yok mu? Olmaz olsun ki var, haberim var. Hani sık gitmem oralara ama gittiğimde de hele öğle vaktine denk gelmişse yememezlik etmezdim. İthalmiş, buzluk malıymış, yanmış kara yağda yapılmışmış umurumda bile olmazdı. İskele yanına dizilmiş irili ufaklı teknelerin birinden 2 milyona karnını tıkabasa doyurabilen vatandaşın ekmeğine kan doğramak denir buna.
Tarihi dokuyu bozmak!? Yılana sormuşlar (yoksa deve miydi?) boynun neden eğri? Nerem doğru ki demiş. Medeniyetler beşiği, yedi tepeli canım İstanbul'umda tarihi dokuyu bir korururuz bir koruruz ki, Romalı gladyatörler, Bizans tekfurları, Osmanlı veliahtları gelir bizden tarih dersi alırlar. Karaköy'le Eminönü'nü yüzyılı aşkın süre bağlayan tarihi Galata Köprüsü'nü kaldırır yerine bir türlü bitmeyen beton demir karışımı bir heyhulayı koyarız, tarihi dokuya helal gelmez. Üçyüzyıllık çeşmeyi avlu içinde yalak olarak bırakız, tarihi doku alınmaz. Güzelim boğaz boyunca yıllara direnen tarihi yalıları bürokrasi içinde boğup çürümeye mahkum ederiz, ardından yakar kurtuluruz, tarihi doku bozulmaz. Amma velakin, deniz kıyısında balık ekmek satan, hem de öyle böyle değil yemek fişleri, kredi kartı geçen, kayıkları tarihi dokuyu bozuyorlar gerekçesiyle kaldırırız. Sırada Bebek'ten itibaren sıralanmış balıkçıdan bozma tekneler varmış. Karada dizi dizi dizilmiş lokantalara adam başı 30-40 milyon bayılamayacak amma deniz üstünde balık sefası yapmak isteyen vatandaşa hizmet veren bu teknelere de göz dikmişler. Aslında olay basit. Tarihi dokudan sorumlu yöneticilerin bir yan uğraşı da karada yerleşik lokantaların hamiliğine soyunmak. Galata köprüsünün yerine yatırılan heyhulanın alt katlarını lokanta yapıp sonra da müşteriyi kayığa kaptırmak racona sığar mı? 2 milyonu veren 20 de verir 30 da. Boğaz boyu zaten herkesin malumu. Hele son zamanlarda teknelerin etrafında lüks ve pahalı arabalar da görünmeye başlayınca, iş ciddiye binmiş anlaşılan. Balık yiyeceksen gel lokantaya diyor sınırlı sorumlu bol sorunlu yöneticilerimiz.
Bu nasıl bir anlayıştır fikri olan beri gelsin. Kaldır at yerine, düzelt kazan demek varken işi kılıfına uydurup hepten yoketmek neden? Eminönü Meydanını işportacılardan temizlemek güzeldi ama balıkçıları da işportacı sınıfına koymak yakışmadı. 3 tarafı denizle çevrili olupta denizle ilgisi arada bir yediği ucuz balıktan öteye gitmeyen bir güzel memleketin çocuklarından biri olarak bu kararı alan sınırlı sorumlu bol sorunlu yöneticilerimizi kınıyorum. Yeniköy civarındaki teknelere el atmaya kalktıklarında kendimi feda etmeye hazırım. Zincirlerimi ve midye kabuklarımı kuşanıp kendimi pervaneye bağlayacağım. Bakalım o pervaneyi 100 okkaya rağmen çalıştırabilecekler mi? Hıhh...
İnandım inat, .ıçım iki kanat diyor hükümet. Zinayı şikayete bağlı suç kapsamına alıp tasarıyı kanunlaştırmaya karar vermişler. Sanırım Ahmet Verheugen'i nasılsa 2 gözleme bir ayranla uyuturuz diyorlar. Bunda bir bit yeniği var ama ne? Bence son dakika da kıvıracaklar ama ya kıvırmazlarsa, işte onun cevabı bende yok. Bindiği dalı kesmeye bu kadar hevesli olacaklarını gene de sanmıyorum.
Bugün sizlere neşeli, biraz oynak bir şarkı dinletiyorum. Özellikle gitarla darbukanın arkadaşlığına dikkat kesilmenizi öneririm. Hani konuşturmak diye terim vardır ya, hah işte tam ondan. Omar Faruk Tekbilek'ten "A Passage East". Hepinize güzel bir haftasonu diliyorum. Aman yağmura dikkat. Esenkalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
|
40 Hatırlı Kahve : Sedef Özkan BUĞULU GÖZLER |
|
Beyaz dizi başlığı gibi mi oldu yoksa?
Kahramanlarımızdan biri zaten beyaz dizi kahramanlarını aratmayacak cinsten; her gün karşımıza çıkıyor artık böyleleri.. Hadi iş yerinde bugün herkes çok masum, çok ciddi takılmış deseniz, akşam kumandada eliniz bi yerli müzik kanalına dokunuverse, VJ'lerden başlayarak, şarkıcı, türkücü kliplerine kadar uzun bi liste oluşuveriyor zahmetsizce... Herkes çok güzel, çok yakışıklı, iç gıcıklayıcı, çok seksi ve her şeyin en eni... en bi kusursuzu!
Çok güzeldi kadın.. ( Benim için değil, başkaları için çok güzel.. ) Çok önceleri yazar bir sevgilisi vardı. Doğrusu sonra aşk trafiğini takip edemedim.. En son bir türkücü sevgilisi olduğunu ve ondan da ayrıldığını biliyorum ama... Bas bas bağırdılar medyada bu ilişkiyi; şişirdiler, söndürdüler.. Duymamazlık edemezdik elbette biz de! Türkücü sevgilisi onun için burjuva dedi. O ise bunu reddetti. Komikti ama neydi?! Yazar kimdi, türkücü kimdi, o kimdi? Burjuva ne demekti? Gerçekten burjuva mıydı? Her gece âlemlerde seken, paraya para demeyen türkücü acaba onda neyi aramıştı da bulamamıştı?
Her şey bir yana; o iç gıcıklayıcıydı...
İç gıcıklayıcı nedir?
'İç gıcıklayıcı' onun adı olmalı.. iç gıcıklayıcı çamaşırları çağrıştırıyor gözleri... buğulu gözleri... dudaklar önde, melun melun bakan buğulu gözler hemen arkasında!
Neden içi gıcıklanır ki insanın?
Bi insana gıcık olunca gıcık oluyorsun da, içini gıcık edince hoşlanıyor musun yani? Gıcık içine girince, gıcığıma tavım, gıcığımdan hoşlanıyorum haline mi bürünülüyor? Galiba böyle bi şey oluyor! İçimize giren her şey özelleşip, ruhanileşiveriyor!
Benim asıl anlatmak istediğim; başka biri; gerçek kahramanım... buğulu gözlerin asıl sahibi... Ve aynı şekilde onun için de 'Çok güzeldi' diye başlayabilirim yazıya ama parantez açıp da başkaları için demezdim.. çünkü yeni kadın gerçekten çok güzel... benim için!
Neden mi güzel?
Bir gün boyunca iş yerinde ordan oraya koşturuyor, müşterilerin her birine velinimetiymişcesine özen gösteriyor.. gözlerim yoruluyor onu izlerken.. bir de üstüne üstlük bir kız çocuğu çıkıveriyor ortaya; ne kadar genç; onun çocuğu olabilir mi diye kafanız karışıveriyor.. Öylesine benziyor ki ona.. buğulu gözlerin küçülmüşü ama bebek yüzde çok daha irisi.. ve ağlamayan bu uslu iki yaşındaki çocuğun buğulu gözleri.. artık kadının aynı zamanda bir anne olduğunu anlıyorum..
İri buğulu gözler, zaman zaman kucağına gidiyor annesinin... O bir dakikalık aralar ikisine de moral veriyor.. Çocuk istiyor ki, annesi hep yanında olsun, kalabalık yerine kendisiyle ilgilensin.. ama bir taraftan bunun mümkün olamıyacağının bilincinde... Çocuktaki bu bilinci farkedince, kadına saygım bir kat daha artıyor ve afallıyorum.. Nasıl bir anlaşma bu sadece ikisinin kavrayabilceği?
İşte diyorum en güzel öyküler de, gözler de, bu sıcaklıkta ve aynı zamanda gerçeklikte yatıyor... hiçbir şey sanal değil, kararsız hiç değil... mutlak sevgi... hep varolacak sevgi... yalın, çırılçıplak...
Hani şu, bir türlü kahramanım olamayan güzellik timsali buğulu gözler nerde mi? Nerde olacak magazin dergilerinin kapaklarında... gözlerinden çok başka organlarıyla meşgul şu sıralar ve halinden çok memnun.. E, o halinden memnunsa bize laf etmek düşer mi? Ama yazının başlangıcında varlığı geçen bir şahsiyet olarak benim de farketmediğim bir şey varmış meğer; aslında gözleri buğulu değilmiş, hatta biraz pörtlekmiş!
Benim gerçek kahramanımla benzerlikleri ise sadece isimleri.. İsimler?! İşte bu yüzden isimlerin aslında hiç ama hiç önemi yokmuş!
Sedef Özkan
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 7 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Ümitsiz kalmayın : Ümit Yoket |
KAŞINTIM TUTTU !...
Sizlerin de olur mu bilmiyorum?... Tren istasyona hızla girer, ve bir süre sonra yavaş yavaş, oflaya puflaya yeniden yola koyulur... O da ne!... Tren ve içinde ki siz duruyorsunuz, ama istasyon aksi yöne doğru giderek hızlanarak yitip gidiyor...Top secret filminden çoğunuz hatırlasınız belki bu komik ama düşündürücü sahneyi...Yol alan aslında hep kendimizizdir, ancak bazen çevremizdeki olaylar o kadar hızlanır ki, göreceli de olsa, yavaşlamış ya da durup kala kalmış gibi hissederiz kendimizi.
Yaklaşık 15-20 günden beri böyle bir dönem yaşıyorum. Biliyorum, kısa süre de daha önceki seferlerde olduğu gibi, eski kabuğumu sıyırıp atacağım, aynı yılanların deri değiştirmesi gibi... Yoksa büyüyemem, gelişemem. Eski gömleğim dar gelir ama yeni gömleğim de çok bol geliyormuş gibi yaşanan, kısa bir dönemdir bu...Kendimden bile gocunduğum, kendime bile yanlış yapmaktan çekindiğim, çevre ile ilişkimi minimuma indirgediğim bir dönem...Şu kabuğumu sıyırıp atayım derken kabuksuz kalmaktan korkarak, alel acele hemen yeni bir kabuk içine sığınmaya çalıştığım geçiş dönemleri...
Gelişme döneminde ki çocukların ya da genç erişkinlerin uzama nedeni ile uzun kemiklerinin eklemlerinde çektikleri büyüme sancıları gibi... Veya defalarca denemesine rağmen bir türlü çıkmayı beceremeyen 20 yaş dişinin başını göstermek adına çektirdiği acılar gibi... Çocukken bayramlarda, bayram harçlığımız ile aldığımız çikolata ya da şekerlemeleri çok istediğimiz halde en yakın arkadaşımızla paylaşmayı, bir türlü içimize sindirip beceremeyişimiz gibi...
Daha öncekiler de olduğu gibi yine, şu anki kapasitemi aşacak, yaşamımın akışını önemli ölçüde değiştirecek birkaç olay birbiri ile bağlantılı olarak gelişiverdi. Benim "aheste çek kürekleri, mehtap uyanmasın" ritmimin ve hızımın epey ötesinde bir hızla....Bir yıl sonra emekli olup, yaşamı biraz daha rölantiye alıp, göreceli de olsa daha uzun ve kendime göre daha anlamlı bir yaşam planlarının detayları üzerinde oynarken, canım kızımın üniversite sınav sonucu "Ümit burslu" olarak Bilkent Hukuk bölümü olarak geliverdi...Benim bir senelik emeklilik ve göbeğimi kaşıyarak yaşama rüyam birden uzayıverip oldu mu beş sene...Başını kaşımak değil, duvarlara vursan ne yazar. Bu arada kaşınan başka taraflarımı susturmaya çalışırken, birde hastane idaresinden sen nasıl olsa daha kucaktasın, gel otur şuraya da kaşıyanların çok olsun kabilinden bir görevde bindirildi mi üstüne üstlük...Ellerimin devamlı çalışır olduğunu gördüklerinden, odaya her giren sorunlu insan, her halde acıdıklarından olsa gerek büyük keyifle ve acımasızca, Allah ne verdiyse demeden kaşımaya başlamazlar mı bu durumda...
15 gündür mesaim gündüz polikliniğin sorunlu hastaları tarafından kaşınmak , akşam üstü muayenehane de para kazanmak için kaşınmak, eve gelince Ankara da ev tutuluyor, eve eşya gerek, okul için şunlar gerek diye hanım ve kız tarafından kaşınmak (Allah için en iyisi buydu bence) bir yılanın birkaç senede değiştireceği deriyi, siz siz olun da 15 gün içinde değiştirmeyin bakalım...Tabii ki değiştirecek rezerv deri kaldıysa... Hac yolunda ki kısmetsiz hacı adayı örneği, çöl ortasında kutup ayısı ile karşılaşmış gibi oldum kaldım...
Bugün Seda poliklinikte abi, (artık o da Patron demeye başlamaz mı!...) ne oluyo sana böyle dut yemiş bülbüle döndün diye sorunca; hınzır ne olduğunu biliyor ama, kaşıma işine bir el de ben vereyim dedi her halde; bu akşam oturup hem onu hem eminim büyük merakla beklemekte olan ve meraktan kaşıntısı tutabilecek sevgili editörümüzü ve hem de siz sevgili dostları hali pür melalimden haberdar edeyim dedim...
Var edip, başarılı ve mutlu olmaları için kendimizi ortaya koyduğumuz sevgili yavrularımızı, arzuladıkları ortamlara doğru yuvadan uçururken tanrı herkese böyle tatlı kaşıntılar nasip eylesin diyerek kapatıyorum konuyu... Kızıma böyle tatlı kaşıntılara neden olabildiği için sonsuz teşekkür ediyorum, kendisini çok seviyorum ve onunla gurur duyuyorum. Bu konuda yıllardır gösterdiği yardım,çaba ve gayret içinde eşime sevgi, minnet ve teşekkürlerimi iletmeyi bir borç biliyorum. Büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden öperim, ortancalara da böyle bol kaşıntılı, mutlu günler dilerim....
Ümit Yoket
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 9 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Pratisyen Kahveci : Seda Demirel RIDVAN-RIZA-SITKI AMCA |
|
- Hey Seda, iki dakika dışarı gel. Seninle konuşacaklarımız var.
- Rıdvan, onun adı "Hey Seda" değil. "Doktor hanım." Şimdi gördüğün gibi biz toplantıdayız. Lütfen dışarı çık, kapıyı kapat. Doktor hanım müsait olunca yanına gelir.
- Uzatma, traşı kes. Seda, sana diyorum, dışarı gel iki dakika..
- Rıdvan toplantıdayız. Daha sonra konuşuruz. Şimdi dışarıya çık. Bana da ismimle hitap etme. Ben senin doktorunum.
- Tamam be amma huysuz oldun bu ara...
Kapalı erkek koğuşunda psikiyatri stajı yapmak her genç doktora nasip olmaz. Ayrıcalıklıyım. Sabah sabah üstümden kilitleniyorum. Nahoş bir his. Lakin içeride sıkıldığımı söylemem büyük hata ve hatta haksızlık olur. Vallahi çok eğleniyorum. İşim gücüm tavla oynamak. Muhabbet etmek. Öğlen yemeği sonrasında aynı senaryo tekrarlanıyor. Üstümden kilitleniyorum.
Rıdvan 28 yaşında. Şizofreni bulguları çok genç yaşta ortaya çıkmış. Gencecikken.
Rıza onun Allah'ının ismi. Yani Rıdvan sürekli Rıza ile konuşuyor. Rıza onu insanlara karşı uyarıyor. Rıza beni pek sevdi. Rıdvan'a geçen hafta bana iyi davranması gerektiğini söyledi. İlaçlarını düzgün kullanmadığı için yaklaşık 2 hafta önce yatırıldı(lar). Rıdvan ve Rıza yani.. İkisi de çok sevimli. Karşılıklı konuşmalarını dinleyebiliyorum. Daha doğrusu Rıza'nın söylediklerini Rıdvan bana iletiyor.
Toplantı bitiyor. Dışarı çıkar çıkmaz Rıdvan karşıma dikiliyor;
- Hişt, Seda.. gel bak sana ne diycem!
- Rıdvan ben sana içeride ne dedim??
- Ama çok önemli. Dün gece Rıza gitti...
- Hadiii, nereye gitti?
- Bilmiyorum. Bana tatile gidiyorum, dönmeyebilirim dedi..
- Nereye gidiyormuş tatile?
- Onu bulmamı istemiyormuş. Söylemedi. Geri döner mi sence?
- Ona ihtiyacın var mı?
- Ama allahsız da yaşanmaz ki. Ben dinsiz mi olucam o olmayınca?
- Rıdvan, bak daha önce de konuştuk. Rıza yok aslında, onu yaratan sensin.
- Haşa! Allaha eş koşmak günahtır! Sen dinsiz misin?
- Değilim.. Peki, tamam. Anladım.
- Rıza tatilden dönünce artık nişanı takar bize...
- Hadiii, nişanlanıyor musun?
- Nişan takmadan mı evleneceğiz?
- Kiminle evleniyorsun sen, ben anlamadım bu işi?
- Seninle evleneceğiz ya...
- Haa...
- Kızım, nişanı Rıza dışında kimseye taktırmam! Sakın ağlama bana, tatilden dönmesini beklemek zorundayız...
- Ee, peki...
Tabii ki Rıdvan o günden sonra benim hastam olmuyor. Bu çok sık yaşanan bir durum.
O günden sonra en samimi hastam Sıtkı amca oluveriyor. Sıtkı amca yaklaşık 70 yaşında. Hem bi-polar affektif bozukluğu var, hem de ileri derecede demansı. Sabahları gelip "Kızım, benim kahvaltım hala gelmedi. Açlıktan öldürecek beni bu hemşireler!" derken elinde çay bardağını tutuyor. Çok sevimli bir amca... Uzun uzun terletmeyen kumaşlar üzerine konuşuyoruz. Hergün giysilerimin kumaşını kontrol ediyor. Sentetik kumaş giymeme çok bozuluyor. Bir sabah onu başka bir hasta ile konuşurken duyuyorum;
- Ahmet Bey'cim. Ben size demiştim o kavuniçi hapı yutmamalısınız diye. Bakın, kanamış gözünüzün içi. Tansiyondan oluyor efendim, tansiyondan. O kavuniçi hap asetil salisilik asit. Kanı sulandırıyor efendim. Bakın mide ağrınız da var. Allah korusun, mideniz kanar. Ben size bir mide koruyucu ilaç yazıvereyim...
Bu konuşma beni gülücüklere boğuyor. Nasıl da ezberlemiş hekimlerin ona söylediği şeyleri. Çok sevimli bir yaşlı. Yaşlı hastalara bayılıyorum.
Ertesi gün sabah vizit öncesi yine toplanıyoruz. Pınar ekip arkadaşlarımdan. Heyecanlı bir tip. Telaş içinde sorumlu ağabeyimizi yeni bir gelişmeden haberdar ediyor;
- Abi, Ahmet beyde yeni semptomlar var. Sıtkı amcanın dahiliye uzmanı olduğunu ve
ilaçları konusunda bir takım değişiklikler uyguladığını söyledi bana. Ahmet bey tam da toparlıyor diyorduk ama...
- Eee? Ne gibi değişiklikler yapmış ilaçlarında?
- Nasıl yani abi? Aspirinini kesmiş subkonjunktival kanama yapmasını ona bağlamış. Ayrıca bir de "omeprol" reçete etmiş... Ahmet bey kesinlikle Sıtkı amcanın hekim olduğuna inanıyor. Yani başka bir psikotik bulgu daha...
- Pınar'cım.. Gayet uygun bir yaklaşım olduğunun farkındasın, değil mi? İlaçlardaki değişikliğin yani?
Bu noktada lafa girme zorunluluğu hissediyorum;
- Abi, ben dün bu konuşmaya şahit oldum vallahi. Sıtkı amca kendinden o kadar emindi ki! Maşallah, tedaviye pek hakim. Demans diyoruz ama şaşkınlık verecek kadar yerinde ve doğru konuşuyordu. Hatta kanamayı da tansiyon yüksekliğine iliştiriverdi.
- Evet abi, Ahmet bey de çok inanmış. Şimdi bütün klinik Sıtkı amcaya danışıp ilaç içecekmiş.
Bu noktada sorumlu uzmanımız kahkahayı patlatıveriyor.
- İyi de arkadaşlar, bu noktada bir adım geri atıp düşünmemiz lazım. Sıtkı amca eğer bu tedaviyi verdiyse, yerindedir derim ben. Ne de olsa kendisi İsveç'te yıllar boyu Dahiliye profesörü olarak çalıştıktan sonra son onbeş yıldır Türkiye'de kızlarının yanında yaşamaya başlamış. O da rahatsızlığı yüzünden.. Kısacası, adam tedavi verir tabi, işin piri. Dosyasına yazmayı unutmuşuz galiba...
Donup kalıyoruz. Gülmekle ağlamak arasındayız. Sıtkı amca Dahiliye Profesörüymüş...
Geçenlerde Pınar ile karşılaştım. Uzun zamandır görüşmemiştik. Eski günleri yad ederken laf lafı açtı. "Sıtkı amca benim ihtisasımın son yılında vefat etti, biliyor musun?" diyiverdi...
Oturdum düşündüm...
Ne oldum dememeli, ne olacağım demeli...
Sonra aklıma Rıdvan ve Rıza düştü...
Dedim ya, ne kapalı erkek koğuşunda psikiyatri stajı almak ne de ilk evlenme teklifini iki kişiden birden almak herkese nasip olmaz.
Allah hepimize "yeteri kadar" akıl fikir versin efendim.
Rıdvan ve Rıza'nın da kulaklarını çınlatalım bakalım.
Herkese iyi haftasonları...
Seda Demirel
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 16 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen Kapılar |
|
Çoğunuz bilirsiniz; İstanbul'un KÖY'leri kadar olmasa bile epeyce KAPI'sı vardır. Silivrikapı'dan geçince Silivri'ye, Edirnekapı'dan geçince Edirne'ye, Belgradkapı'dan geçince Belgrad'a gidilmediği gibi; Mevlanakapı'dan geçince de Mevlana'ya erişilmez. Öyle olsaydı şayet; Osmanlı bir de Viyanakapı yapardı, ver elini Viyana...! Hazır toplarını da Topkapı'da imal etmiş iken. Ama yine biliyoruz ki; kazın ayağı öyle olmadı ve bizi Viyana kapılarında günlerce, aylarca beklettiler ( Bugünlerde de AB kapılarında bekletiyorlar gerçi. Eee, ne demişler :Tarih dediğin zaten tekerrürden ibarettir ). "Kapı kapı dolaşıp" bir aralık bulamıyoruz, "kapı eşiğinde" öylece dikelip duruyoruz tıpkı Viyana misali. Sahi, bu Viyana 2 kere kuşatılmamış mıydı ? ( Yine tarihin tekerrürden ibaret olduğunu bu örnekte de açıkça görebiliyoruz, yıllar sonra çevrilen filmin adı da "Postacı kapıyı 2 kere çalar" değil miydi ? ) Gerçi biz hiç bıkmamışız, "2 kere çaldık kapıyı, evde yoklar işte" diye çekip gitmemişiz, yüzyıllardır şu Avrupa'nın "kapısını aşındırıp durmuşuz" ama adamlar "kapısına kilit vurmuşlar". Oysa "kapı gibi delikanlı" değil miyiz ? İcabında, koduk mu oturtmaz mıyız ? "Kapı komşularımızı" içeri almalarına rağmen bize hep "kapıyı göstermişler". Aslında çok yetenekliyiz, "kapıdan kovsalar, bacadan düşeriz" lakin ne hikmetse şu AB'nin ne kapısından girebildik ne bacasından. Belki bacaları yoktur, belki de bu yüzden birgün kazara içeri alsalar bizi, kaçacak bir delik bile bulamayacaklarından almıyorlardır. Düşünsenize mesela; ilk icraat olarak ( dönem başkanlığımız sırasında ) zina kanununu "kapı gibi dayayıverdik mi önlerine ?" ..! Gerçi; "tavsiye niteliğinde bir karardır" deyip genlerimizden gelen yetenekle sonradan rahatça kıvırabiliriz. Bize "kapı gıcırtısı" bile yeter veya hiçbirşey çalamazsak; "kapı ziliyle" bile oynarız ..! İnanmazsanız İstanbul'un kapılarından Yenikapı'yı geçin, az ilerde Kumkapı var, gidin bir bakın. Bir gırnata, bir darbuka... Yerinizde duramazsınız... Bu millet sadece bahriye çiftetellisi ile değil, "Karlı kayın ormanında" çalsa bile oynar netekim ..! Şu Topkapı; konu raks olunca bir kez daha kullanılmış oldu, haberiniz olsun...
Eski ismi KAPU imiş kapının. Hatırlarım; Ankara'da belediye otobüslerinin içinde ve kapıların üzerinde "dikkat otomatik kapu çarpar" yazardı. Zaten kapı çarpması tokat gibidir, hele yüzünüze karşı çarpılırsa. Bir de unuttuğumuz bir konu var, şu AB hikayesine de ışık tutar sanırım. Bilirsiniz; aynı zamanda pek bir tedbirsiz davranırız hemen hemen her konuda. Örneğin; pencereyi de açık unuturuz kapıyı açarken ve buna "ceryanda kalmak" denir yine bildiğiniz üzere. Belki de bu yüzden bizi almıyorlardır AB kapısından içeri. Aslında bize en uygun kapı döner kapı. Hani şu özellikle filmlerde bol bol gülmecesi yapılan kapı. Birçok lüks otelin girişinde de vardır hani. Avrupa ve ABD fastfood'ları ile güreşebilen "döner" değil mi zaten ? Tamam işte, bizi döner kapıdan alsınlar, biz de fevkalade döner kapı esprisi yaparız onlara, içeri girene kadar gülmekten ölürler.. Ölsünler, "cennetin de cehennemin de kapısı" herkese açık nasılsa ..!
Bir de "kapı almak" var, tavla oynayanlar bilirler. Üstüste 2 pulunuzu koydunuz gibi kapı alırsınız, hele 6 kapıya alırsanız rakibiniz kıpraşamaz. Sanırım şu Avrupa'lılar da bizi hep 6 kapıya almışlar, hapis tutuyorlar. "Hay, kapısına KUL olduğumun AB'si" diye içimizden geçirirken eloğlu üstüste iki PUL dikmiş bile. Atıyoruz zarları yine GELE, onların dediği ise; "Seni gidi HERGELE, az biraz daha bekle HELE..!" Girmek istememeyi bile düşünmüyor değilim hani, bu "kapı-duvar" durumları karşısında. Bu "dış kapının mandalı" durumunda olmak zaten sinir bozucu birşey. Adamlar; bize mal satabilmek için GB tarafına "HAY HAY" demişler, AB tarafına ise; "VAY VAY VAY ..!" Sen kim ola, kapıdan içeri girmek beri gele ..! Şeytan azapta görsün... Hah, buldum işte İstanbul'da bir kapı daha : Azapkapı. Tam bizim gibi AB kapılarında çile çekenler için uygun bir mekan ..!
Her kapıda olduğu gibi bir de Kapıcı durumu var. Diyelim bizi içeri aldılar AB kapısından, hemen bir Kapıcı buluruz; "şimdi ekmeği, gazeteyi kim alacak abi ?" ayaklarıyla. Zırt pırt değiştiririz o kapıcıyı da ve bu yüzden birde okkalı olsun diye ünvan bile ekleriz sonuna : "Kapıcı Efendi, Kapıcı Efendi, huuu ..!". Öyle ya, ya ismi değiştiyse ? Aslında kapıcı demek kaleci demekmiş eski Türkçe'de. Yani, Kapı=Kale. Bilirsiniz yine; padişahlık zamanında Kapıkulu Askerleri de varmış Kapıkulu Ağası da. Bakmayın siz, Kapıcı Efendi'lik konusu da birşey mi ? O sadece "Ekmek kapısı".
Kapılar, kapılar... Haaa, bir de İzmir'in Basmane'sinde tren garının olduğu bölgeye de Kapılar diyorlar. Konuyu bağlarsak; "Yollar yürümekle aşınmaz" diyenler; "Kapılar çalmakla açılmaz" ve/veya "Çat kapı içeri girilmez" filan gibi böyyük laflar da etmişler midir ? Çat dedim de aklıma geldi. Bir de çok eğlenceli bir ismi olan; "işte kapı, işte sapı..!" diyen AB yetkililerine karşı, hatta benim gibi bir türlü inanamayanlara nispet ve dahi hasedinden çatlayacaklara uygun kapı daha var : Çatladıkapı...
Varsın kapılar KAPALI olsun... Yüreğimiz ve beynimiz AÇIK olduğu sürece, bize dayanacak KAPI olur mu ?
asesen@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 13 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Kahvecigillerden : Aysın Koşan |
YAŞ 35
Son iki gündür bir garip hüzün sardı beni. Çarşamba gününü yaani doğumgünümü düşündükçe bir yumruk oturuyor boğazıma. Hani neredeyse ağlayacağım ama aklıma bir nedende gelmiyor ki. Fakat neyleyim kurtulamadım gitti bu hissiyatın pençesinden.
Yaw dedim kızım istersen yine yapalım bir parti marti toplaşalım üç beş sevgili yürekle şamata gırgır geçsin o gün hem bak hedaye de alırsın hoş olur hani.
Yok diyor hüzünlü bir ses istemem bu yıl öyle bişi.
Neden güzelim kırgın mısın? dargın mısın? Nedir sıkıntın?
I-ıh.. tık yok bayan hüzünde. Değilim ama istemem. Bırak sakin geçsin bu yıl. Ne abartıyoruz ki. Bu yaştan sonra da halaa mı kutlayacağız nüfus cüzdanının yaşını........
Hey Allam yaw yaşlandı bu kadın dememek içten değil hani.
Kardeşim aradı bugün beni. Dedi naapıyos yarın. Hiç birşey dedim. Olur mu öyle şey diye üsteledi. En azından Sefarat a gideriz kimleri çağırsak ki acep? Diye başladı sıralamaya isimleri. Ben bir hevessiz (bu arada yine o ağlama isteği.. hikmetinden sual olunmaz) yaw ne gerek var. Boşver desemde dinletemedim. En son darbe anamın fikridir bu dedi hüznüm ki hani onun hevesi de kırılsın da vazgeçsin neşeli doğumgünü fikrinden diye. Yok şekerim ikna edemedim. Yapacak illa bişii.
En iyisi sevgilimi aramalı. O daha kıdemli tabii belki bana yardımcı olur niyetine günlük teşviki mesaimizi yaptık yine turkcellde.
- Muraaat............. !!
- Eywahh!! Geliyor. Hadi hayırlısı... ?? Bekliyorum..
- Yok yok bişii istemiycem. Muratcım demedim ki.. ;)
- Ohh!! Tamam o zaman; söyle canımm ??
- Hayatım insan yaşlandığında doğumgünlerinde bir garip hüzünlenir mi?
- Hmmm. Tabii ki.... Bu daa bişii değil sen bir de 40 ındaki doğumgününü gör.
- Hah.. Tamam yaw biliyordum yaşlılık pşikolojisi nedeniyle böyle olduğumu. Bişii yok o zaman olayı büyütmeyelim... :
- ......
- ......
O arada telefonda konuşurken farkettim aynada gözümü çevreleyen 4 kat kırışıklığı. Şimdi sormayın telefonda konuşurken insan niye aynaya bakar diye. Kadın değil miyim ben. Ayna görünce her koşulda bakarım elbet. : Hem evet nice zamandır kırışıklık olması gerektiğini biliyordum bir türlü göremesemde ama dördünü birden aynı anda görmem şartmıydı bugün yani. Kitlendik manzaraya kalakaldık öyle. Neyseki o ara telefonu kapatmayı akıl etmişiz..
Evet. 35 bitiyor yarın. Yeni bir 12 ayın ilk gününü dolduracağım kafa kağıdıma göre. İnanıyorum ki insanların sadece nüfus cüzdanlarındaki tarihle bitmiyor bu yaş meselesi. Kafakağıdı yaşları, akıl yaşları, ruh yaşları, kalp yaşları, beden yaşları...... birbirinden farklı hesap edilen pek çok yaşları var herkesin. Ben 35 diyorum ama pembe kağıda göre sadece. Diğerlerini düşünürken inceden hüzün attı yine çığlığını. Dayanamadım alkol katacağım kanıma işte. Bu hüzüne de bu yakışır.
Ne zaman nasıl geçti onca zaman bilemiyorum. Hani belki bana öyle geliyordur diye tekrar hesapladım ama yokmuş bir hata.... E! Hani ??? Ben kendimi yolu yarılamış hissetmiyorum ya yaşadıklarım ve sahip olduklarıma bakınca. Ne zaman olacak gerisi... Zaman mı kaldı ki? İyi para kazanmalar... Yaşlılık yıllarını garantiye almalar, askerlik-üniversite-gelinlik derken büyük anne olmayı hesaplamalar, hani emekliye ayrılınca .... lar. Daha doğru düzgün bir düzen tutturamadık ki. Ne zaman olacak gerisi. Nasıl yetiştireceğiz hepsini birden bir hayatta olması gerekenleri. Amaaaaannn boşver güzelim diyecek gibi değil ki bizimkisi. Hayat benim hayatım işte öyle omuz silkelemeklede olmaz ki.
Ne diyeyim aynı yumruk yine yerleşti boğazıma. Yapılacaklar listesinde atılmış çentiklere bakınca. Eksikleri tamamlamak için ne yapmalı şimdi.?? Panik yaratmanın da alemi yok. En iyisi sineyi şöööyle havayla şişirmeli. Ardından da deriiin bir soluk vermeli beraberinde kocca bir iç geçirmeli ve hey gidi heyyyyy demeli. A-ha işte yaşlılık psikolojisi sahne 1 benimkisi. İhtiyarların ilk hey gidisi böyle başladı demekki.
Kendimi kandırıp gidip 85 lik dedemle mi dertleşsem acaba. Azcık, daha gençsin önünde koca bir ömür var nasihatı dinleyeyim mesela. Yoksa hüznümü demleyip kıtlama ile mi içmeli.
Şimdi Pollyanna olup iyiki ölmedim o zaman 35 imi kutlayamazdım demekte gelmiyor içimden ki. Aman bilemedim gitti.
: ))))
Bu yaşa geldim de neye sahibim ?? Hmmmmm Sahip olma sorusu yeteri kadar kapitalizm kokmakla birlikte benimkisi tam da öyle bişi değil tabii. Aileme, Güzel bir birlikteliğe, parmakla sayılı dostlara, köpeğime, çiçeklerime, özenle döşediğim odama, kitaplarıma, aklım ve yüreğimdekilere yaani anılara, öğretilere, deneyimlere, ............ vs. Vs. Bunlar 35 yaş için yeterli mi? Değil mi? .... Derken sizlerde takılı kaldım birden. Evet yaşıtlarım sahip parantezinde daha çok ve/veya bambaşka şeyler sayarlar, ararlar belki ama.... hatıralarımla ki onlar benim hayatımın yapı taşları dışında görünen o ki elimde ele kola gelen bi sizler varsınız. İşte bu sebepten yaşgünümü unutursanız ......m çarkınıza. : ))))))))))
Hem ben sanıyordum günlerden halen Temmuz anladım ki ömrüme Eylül gelmiş çoktan. Daha alışamamışım ondan. Yoksa severim Eylül 'ü bakmayın siz bana. Hüznüm geçer hedaye alınca..
Muhhahahahahahhahahahaha.....
Hepiniz öpüldünüz kocamaaaannnn....
İyi ki Varsınız kucaklamasıyla..
Geçmiş doğum günün kutlu olsun Aysın:-))
AYSIN aysin@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 8 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Floradan Bitkiler Alemine : Itır Doğan |
DEFNE AĞACI
Laurus nobilis.L.
Defneyle ilgili bilgilere öncelikle defne ağacının mitolojik hikayesiyle başlamak istiyorum.
Erkek güzelliğinin sembolü olan tanrı Apollo, hayatı boyunca hiçbir kadından red cevabı almamıştır. Günlerden bir gün tanrı Apollo, Thessalia ırmağını çevreleyen ormanda gezinti yaparken, orman ve su perisi olan güzeller güzeli "Daphnê" yi görür ve kalbini ona kaptırır ilk görüşte…
Ancak ırmak tanrısı Peneus'ın kızı olan Daphnê kendisini başka bir tanrıya adamış, ve hayatı boyunca başka hiçbir erkeğe bakmayacağına söz vermiştir. Yine kendini adamış olduğu tanrı "Gaia" ya ömrünün sonuna kadar bakire kalacağına da and içmiştir. Daphnê, ormanda Apollo'yu fark edince ondan uzaklaşmaya çalışır. Ancak Apollo tarafından yakalanacağını anlayınca babasından kendisini kurtarması için yardım talebinde bulunur. Kızını reddedemeyen tanrı Peneus, kızını oracıkta defne ağacına dönüştürür. Müteessir, yakışıklı tanrı Apollo, o anda kendine defne ağacından bir taç yapar ve başına takar. İşte o günden beridir eski Sparta' da ve Yunanistan' da krallar, kahramanlar, sporcular, zafer kazanan askerler, alimler, şairler, ressamlar ve artistler şan ve gücün simgesi olduğuna inanılan defne yapraklarından yapılmış taç takarlar. Atina'da olimpiyat oyunlarında dereceye girenlere, kendi mitolojilerinden esinlenerek defne ağacından yapılan taçların takılmış olması bilmem dikkatinizi çekti mi?
Şimdi gelelim defne ağacını daha ayrıntılı tanımaya; Defne, kışın yapraklarını dökmeyen 6-7 m.' ye kadar boylanabilen bir ağaçtır. Mart- Nisan aylarında sarı çiçek açar. Olgunlaştığında zeytin tanesine benzeyen siyah meyveleri bulunmaktadır.
Defne yaprakları bazı et yemeklerinde baharat olarak kullanılmaktadır. Aranızda defne yaprağına sarılmış ızgarada balık tadanlarınız mutlaka vardır (özelliklede sardalye bir harika olur doğrusu:). Ayrıca meyvelerinden bir tür yağ elde edilmekte ve bu yağ sabun yapımında ve kozmetik sanayinde kullanılmaktadır. Defne yaprağı ağızda çiğnendiği takdirde ağız kokularını gidermektedir, yapraklarından demlenen çayı da bağırsak gazlarını giderici özelliğe sahiptir. Bu çay şeker hastalığında da kullanılır. Yine terletici ve mikro öldürücü etkilere sahiptir. Bu sebeple her türlü soğuk algınlığı, kırgınlık, yorgunluk ve ağrılara karşı önerilmektedir.
Meyveler idrar söktürücü böbrek iltihaplarını kurutucu, ve romatizmal ağrıları giderici özelliğe sahiptir. Güneşte kurutulmuş ve toz haline getirilmiş meyve her türlü zehirli hayvan ısırığına ve arı sokmasında faydalıdır. Romatizma ağrılarının olduğu bölgelere Defne yağıyla yapılan masajlar önerilmektedir. Defne sabunundan ise cilt mantarlarında, kepek ve konak oluşumunda ve saç dökülmesini yavaşlatmak için faydalanılır. Ayrıca, bu sabunlar çok iyi bir temizleyici olduğu gibi vücut ve baştaki sivilce ve yaralara da iyi gelmektedir. Bu yağ önemli bir ihracat kaynağımız olmaktadır. 1971 yılında TSE tarafından standardı yapılmıştır.
Aktarlardan, baharatçılardan kolaylıkla temin edebileceğiniz defne yaprakları, meyveleri, yağı ya da sabun ve kremleri sağlıklı ve doğal bir yaşam için evlerimize artık girmeli diye düşünüyorum. Sağlıklı ve bitkilerle dolu günler diliyorum hepinize…
Yararlanılan Kaynaklar
* Asımgil, A., 1996. Şifalı Bitkiler
* Chiej, R., 1988. The Mvdonald Encylopedia of Medicinal Plants
* Hill, A., 1982. Economic Botany
* Vance, Nan C., Borsting, M., Pilz, D., 2001. Special Products
Itır Doğan
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 13 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Café d'Istanbul par Mustafa Serdar Korucu |
Bugün sizlerle ilk olarak rock müzikte kadın vokalistliği tekrar gündeme getiren Evanescence'in albümü "Fallen"ı ardından Japonlar'ın salt korku anlayışını gözler önüne seren "Cevapsız Çağrı"yı ve son olarak Osmanlı Mutfağı'nın tarihsel görkemine ayna tutan "Sultan Sofraları"nı paylaşacağım.
FALLEN / EVANESCENCE :
Çıkışlarıyla dünya rock piyasasına taze bir soluk getiren Evanescence, son albümü "Fallen" ile rock müzik severlerinin gönlünü fethetmeye devam ediyor. Grubun en dikkat çekici özelliği ise uzun yıllar erkek vokal kullanan Amerikan müzik gruplarına karşın "Evanescence"in vokalistinin bir kadın, muhteşem bir ses rengine sahip 20 yaşındaki Amy Lee olması.
"Evanescence"in Türkçe karşılığı "gözden kaybolmak" olmasına karşın bu grubun kolay kolay gözden kaybolmayacağı kesin hele ki bu albümlerinden sonra.
İlk albümleri "Evanescense"i 1998 yılında yayınlamış olan grup, "Dare Devil" filminin soundtrackinde yer alan Amy Lee'nin Paul McCoy ile düet yaptığı "Bring Me To Life"la adından söz ettirmeye başladı.
Beyaz ten, mavi göz ve siyah saçın tehlikeli bir bileşimi olan Amy Lee'nin yanı sıra baş gitarist Ben Moody de "Evanescence"in öne çıkan elemanlarından. Özellikle Amy Lee ile ilişkilerinin olduğu ancak "Fallen" albümünün getirdiği ününün ikiliye yaramadığı söylentisi albümü, uzun süre magazin basınının da malzemesi haline getirmişti.
"Evanescence"i benzerlerinden ayıran en önemli özellik diğer rock gruplarının aksine parçalarında orkestral öğelere yer vermesi ve rock müziğini farklı sentezlerde kullanması. "My Immortal"da piyanoya ağırlık veren grup bu sayede albümleri "Fallen"ı tek düzelikten kurtarıyorlar. Albümün öne çıkan parçaları "Going Under", "Bring Me To Life" ve "My Immortal".
Rock müzik sevenlerin farklı arayışlarına cevap veren "Fallen", türü sevmeyenlerin bile büyük keyifle dinleyecekleri bir albüm.
CEVAPSIZ ARAMA (ONE MİSSED CALL) :
Teknoloji artık hayatımızın vazgeçilmez bir parçası haline geldi. O kadar benimsedik ki biz teknolojinin nimetlerini onlar olmadan bir dünya düşünemez hale geldik. Bu durum tabii ki hayatı kendine merkez alan sinema dünyasının dikkatini çekmiş olacak ki geçen haftalarda vizyona giren "Ölüm Provası"nın yönetmeni Miike de "Cevapsız Çağrı" ile herkesin yanından eksik etmediği cep telefonlarından ölüm saçıyor.
Yüksekokul öğrencisi Nakamura Yumi bir grup arkadaşıyla dışarıda yemek yemek için toplanır. Buraya kadar her şey normaldir. Ancak tam da bu sırada Yumi'nin arkadaşı Yoko'ya daha önce hiç duymadığı bir zil sesiyle cevapsız çağrı gelir. Sesli mesaj Yoko'nun kendi cep telefonu numarasından atılmıştır, üstelik üç gün sonraya aittir. Mesajın içeriği ise daha korkutucudur. Sesli mesaj Yoko'nun sesiyle kaydedilmiş korkunç bir çığlıktır. Bu olayı Yoko önemsemese de Yumi oldukça tedirgin olur. Üç gün sonra tam o vakitte ve o çığlıkla Yoko demiryolu köprüsünde can verir. Birkaç gün sonra da partideki Kenji de kendi numarasından gelen bir çağrı alır. Mesaj yine gelecekten gelmektedir ve gelen kişinin sesine ait bir çığlığı içermektedir. Kenji de yine tam o saatte aynı çığlığı atarak ölür. Sıra Yumi'nin en yakın arkadaşı Konishi Natsumi'dedir. Natsumi de Yoko ve Kenji gibi bir çağrı alır. Mesaj arkadan sinsice gelen birinin elini ve onun dehşete düşmüş halini içeren bir videodur. Öleceğini anlayınca da kendini Yumi'nin itirazlarına rağmen belirtilen saatte bir show programının içinde bulur. Programda kötü ruhları kovmaya çalışmaktadırlar.
Yumi çaresizlik içinde yardım ararken kardeşini de benzer şekilde kaybeden Yamashita Horoshi ile karşılaşır. Tam bu sırada Natsumi'nin zamanı dolmuştur ve canlı yayında korkunç bir şekilde ölür. Yumi ve Yamashita, Natsumi'nin cesedine bakarlarken bu sefer sıra Yumi'ye gelir ve onun cep telefonu çalmaya başlar. Bu andan sonra bir geriye sayım başlamıştır.
Yumi ya arkadaşlarının başına gelen şeyin kendisine de gelmesini bekleyecek ya da kendine inanan tek kişi olan Yamashita ile cevapsız aramaların başlangıcına ulaşmaya çalışacaktır.
"Cevapsız Çağrı" son dönem korku filmlerinin kültlerinden biriyle başlıyor. Korku ve kötülük yine gençlerin peşinde. Bu açıdan bir yenilik yok filmde. Ne hikmetse kötülük 50 yaş üstüne gelemiyor bu tip filmlerde.
Time Dergisi tarafından "Seyredilmeye Değer Genç On Yönetmen" içinde gösterilen Japon yönetmen Takashi Miike filminde günümüz korku filmlerinde yaygınlaşmaya başlayan teknolojik korkuyu tema alıyor. "Halka" ile televizyonlardan "Korku.com" ile bilgisayardan korkmaya başladığımız bir dönemde Miike bizi cep telefonlarıyla tedirgin ediyor. Konu itibariyle "Halka"ya benzeyen "Cevapsız Çağrı"nın farkı ise verdiği anti-televole mesajı. Dejenere televizyoncuların sadece Türkiye'de olmadığını hatırlatan filmde Miike, popüler kültürün yarattığı bu kültürü de mercek altına alıyor.
Senaryosu Miwako Daira tarafından kaleme alınan filmin müzikleri Kôji Endô imzalı.
Özellikle "Halka" filminden keyif alanların memnun kalacakları, ülkemizde de büyük beğeni kazanmaya başlayan Miike'nin hayranlarının kaçırmaması gereken bir film "Cevapsız Arama".
SULTAN SOFRALARI / STEFANOS YERASİMOS :
Orta Asya'da bulunduğu süre içerisinde Çin ve Hint, batıya gittikçe sırasıyla Arap, İran, Mısır, ve Yunan dünyasına kadar pek çok ulusla temas kuran Türkler bu karşılaşmaları sonunda çok geniş ve güçlü bir kültürel mirasa sahip oldular. İşte bu mirasın en zengin yanlarından biri olan yemek kültürü de Türkler'in yaşadıkları her coğrafyanın özelliklerini taşımış, bu sayede günümüzün üçüncü büyük mutfağı olarak adlandırılan Osmanlı mutfağını oluşturmuştur. Ancak Osmanlı mutfağı sadece Türk değil imparatorluk sınırlarının yayıldığı her yerin mutfağıdır aslında. Çünkü burada Hindistan'dan gelen baharatlar da yer bulmuş, Yunanlılar'ın balık - meze kültürü de, Araplar'ın hamur işi ve tatlı anlayışı da. Bu karşılıklı etkileşimler sayesinde oldukça zengin bir sofra çıkmış ortaya. Ancak günümüzde düşmüş olduğumuz büyük bir yanılgı var. Biz Osmanlı mutfağı dediğimizde hep17. ve 18. yüzyıllardan bahsetmiş ve kabul etmişizdir. Halbuki 15. ve 16. yüzyıldaki yemek alışkanlıkları, tarifleri hiç gündeme gelmemiştir. Mesela Türk kültürü, mutfağı dendiğinde çoğumuzun aklına hemen dünyaca ünlü Türk kahvesi gelir. Ancak örneğin Fatih Sultan Mehmet'in Türk kahvesini içemediğini çoğumuz düşünmeyiz bile. Ya da doğu mutfağının vazgeçilmezi olarak görülen domatesin, yeşil ve kırmızı biberin, fasulyenin, sakız kabağının, patatesin ve mısırın o dönemlerde olmadığını, bu yiyeceklerin ancak Amerika'nın keşfedilmesinin ardından önce Avrupa'ya ardından bize geldiğini göz ardı ederiz. Peki bu durum göz önüne alınırsa 15. ve 16. yüzyıllarda Osmanlı mutfağı nasıldı? Padişahların sofralarını hangi yöntemlerle pişirilen yemekler süslüyordu?
Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye üzerine yaptığı araştırmalarla dikkat çeken ve halen Paris VIII Üniversitesi'nde dersler veren Stefanos Yerasimos pek çoğumuzun tanımadığı bir mutfak kültürüyle tanıştırıyor bizi. Tek nüshası imparatorluğun başkenti İstanbul'da Millet Kütüphanesinde bulunan ancak deprem sonrası Beyazıt Kütüphanesi'ne götürülen Mehmed Bin Mahmud Şirvani'nin derlediği yemek tariflerinden yola çıkarak padişah sofralarını günümüze uyarlıyor yazmanın orijinal metniyle birlikte.
Zenginliğiyle herkesi kendine hayran bırakan Osmanlı mutfağını daha yakından tanımak ve şekillenmeye başladığı dönemi görmek istiyorsanız "Sultan Sofraları" büyük keyifle okunan ve meraklısı için mutlaka edinilmesi gereken bir eser.
http://www.kmarsiv.com/cafe.asp
serdar@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 7 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Fotoğraf : Recep Pehlivanlar
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 4.258 kahveciye doğru yola çıkmıştır.
Yukarı
|
DALGALAR I
Dalgalar yorulmadı sahile vurmaktan, ben dibe...
Geri çekilişleri suskun, sen ...
Karaya vuruşları çığlık çığlığa ben gibi...
Beyaz köpüklerinde, kapkara ve yalnız...
Biz gibi.
DALGALAR II
Dalgaların sesini duy isterdim
Tıpkı duysan da anlamlandıramayacağın
Sessiz çığlıklarım gibi...
DALGALAR III
Deniz dalga dalga vuruyor karaya
Ben dalga dalga sana
Dalgalar geri çekilişlerinde
Ben vurduğum yerde kala kalmış bitik
Bir adım atabilsem denizdeyim
Bir adım atabilsen sendeyim
Ne sende, ne de bende
Bir garip hal..
Sahi ben nerdeyim? ..
DALGALAR IV
Vurun sizde vurun dalgalar üstüme üstüme...
Çekin beni dibe daha dibe...
Mehmet Güneş
Yukarı
|
Amaninn bu ne? Kedi olum kedi!..
Yukarı
|
İşe Yarar Kısayollar - Şef Garson : Akın Ceylan Yamağı : Ayşe Nur Gedik |
...güzel sanatlar fakültelerinin grafik, seramik, heykel, resim ve iç mimari bölümlerinde zor koşullar altında 'çıplak' (nü) modellik yapan ağır işçiler, 657 sayılı devlet memurlari yasasi kapsamında 'geçici işçi' statüsünde çalışıyor. hacettepe universitesi'nde 3 yıldır modellik yapan ve isminin verilmesini istemeyen N.., "en büyük sıkıntımız, işimizin yasal tanımının olmaması" diyor. Çalışma koşullarının çok ağır olduğunu da vurgulayan 'nü' model N.., bir milyar liranın altındaki aylıklarını bile zamanında alamadıklarını belirterek sıkıntılarını şöyle ifade ediyor: "okul bazen çok soğuk olduğundan öğrenciler atkı, bereyle çalışıyor ama biz donuyoruz. bu da bizim mesleğimizin cilveleri. meslek hastalıklarımız ise kalp-damar, eklem rahatsızlıkları, kış enfeksiyonları... lütfen donmasın sanatçılarımız devlet bir yardım eli uzatsın: bir atkı yada yün bir çorap sevindirir fakirleri... Bu ve daha fazlası için http://www.nedir.net/ Bilmek ayıp değil, öğretmemek ayıp.
Web sayfalarını gezerken hoşunuza giden bazı flash animasyonları http://www.downloadatoz.com/flashsaver/download.html kısayolundaki programcık ile indirebilirsiniz. Daha fazla detaya girmeyeceğim, lütfen ısrar etmeyin.
Word veya power point kullanıcıları çalışmalarını hazırlarken genellikle anlatımlarına uygun resimler bulmakta zorlanırlar. Bu kısayolda isteklerinize uygun sunum resimleri mevcut. http://www.coolclips.com/world/travel.htm kısayolunu tıklayabilirsiniz.
Hazır resimlerden bahsetmişken birde http://funfire.de/lustige/bilder-267-panzercrash.html kısayolundaki eğlencelik resimlere bakmayı ihmal etmeyin.
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
RoughDraft 2.11 [1812 KB] Windows FREE
http://www.rsalsbury.co.uk/roughdraft/RDraft211.exe
Yazı yazmak istiyorsunuz ama MS Word'u kullanmanızı gerektiren bir durum da yok. Basit ama kullanışlı bir text editörüne ihtiyacınız var değil mi? İşte bu program imdadınıza yetişebilir. Basit formatlama işlemlerini rahatlıkla yapabileceğiniz rtf dosyalar yaratabileceğiniz, sayfa hakkında notlar tutabileceğiniz, aynı pencerede onlarca sayfa açabileceğiniz bir editör. özellikle roman ve hikaye yazmayı düşünenlere tavsiye edilir. Komşuda pişer bize de düşer. Belki yazdıklarınızı bilerle Kahve Molası'nda paylaşırsınız:-))
Yukarı
|
|
|
|
|
|