|
|
|
15 Eylül 2004 - Fincanın İçindekiler |
Editör'den : Gülsem mi ağlasam mı bilemedim!.. |
Merhabalar,
Hohh Hoo Hooooo.... Önce şöyle Noel baba gibi kahkahamı atayım, ardından göbeğimi de sıvazlayıp kahvemden bir yudum alayım. Ben demiştim diyeceğim ama anlamsız olacak. Ben değil yedi düvel dedi, bu işin olmaması gerektiğini. Üstüne ben ve ben gibi düşünenler bunun bir twist figürü olduğunu, zaten son dakikada yan çizeceklerini eklemiştik. Eee haklı çıktık işte. Yüce iktidarımın daha farklı bir politika sürdüreceğini beklemek anlamsız olurdu değil mi? Yalnız haberlerde dinliyorum, olayı CHP'nin zaferi olarak nitelendiriyorlar, alınıyorum doğrusu. Geri kalan bir sürü maddede verilen tavizler unutuluyor, daha baştan çıkması imkansız bir madde Deniz Bey'in dirayetiyle önlendi diyorlar. Acaba Deniz Bey buna inanıyor mu? Cevap; yok canım sanmam, o kadar da... Ben yeni komplo teorileri üretmeye devam ediyorum. Diyorum ki, bu tasarının AB raporu öncesinde gündeme alınması tesadüf değil, "iktidar muhalefet elele ileriye (de nereye?)" desturunun doğal bir tezahürüdür. CHP'nin yerlerde sürünen imajını silikon takviyesiyle ayağa kaldırmak için Recep Bey Deniz Bey zina koalisyonu oluşturulmuştur. Bir atımlık barutla 8-10 kuş vurulmuş, çizilen karizmalar çızgısız parşömen haline getirilmiştir. Recep Bey tabanına sizin için çalışıp çabalıyorum ama görüyorsunuz dış güçler elimi kolumu bağlıyor mesajı verirken, Deniz Bey de doğruyum, çalışkanım yasam Meclisimde ikinci olmaktır mesajını tekrarlayarak nefes alma şansı yakalıyor. Peki buna Recep Bey neden hee diyor. Diyecek tabi. Solda sıfır bir muhalefetle iktidar koltuğunda oturursa ileride yaptıklarının bütünüyle tatışılacağından çekiniyor. Tek kurtuluşu olan AB'nin üzerine kara bulutlar düşmesini istemiyor haklı olarak. O yüzden de Meclis mutabakatının peşinde koşuyor. Bizim zamanımızdaki Cin Ali kitaplarının Recep Bey'le bir alakası var mı? Hiç öylesine aklıma geldi sordum işte.
Bu sütunlarda düzelt kullan yerine yırt at kurtul politikasının egemen olduğunu söylemiş balıkçılardan örnekler vermiştik. Tıpkısının aynısı sporda da kendini gösterdi. Gündem farklı olduğu için değinememiştik şu kadın haltercilerin edepsizliğine. Ya da libidosu yüksek antrenörün marifetlerine. Yüce makamlardan nihayet ses çıkmış ve kadın halterini hepten kaldırabileceklerini söylemişler. Temizleyip ayıklayıp, adam gibi denetleyip madalya peşinde koşacaklarına, yık, devir, kaldır, vur zihniyetini uyguluyorlar. İnanın bazen salak olduğumu hissediyorum. Haksız mıyım ama? Bu nasıl yönetim, nasıl yöneticiliktir yahu? Yoksa hissiyatımda haklıyım ve salak olduğum için bu dirayet timsallerini anlamakta güçlük mü çekiyorum? Söyleyin Allahaşkına. Tesadüfen dün, Bebek Yeniköy sahilini turladım arabayla. Helal olsun bizim çocuklara, tarihi dokuyu ortaya çıkararak vatana millete hayırlı bir iş yapmışlar. Teknelerin yerini dalgalar almış, fış fış kayıkçı türküsünü söylüyor. Ahali de bu güzel manzaraya dayanamayıp elinde çekirdek sırtını boğaza vermiş yoldan geçen arabaları dikizliyor. Tam bizlik yani. Gene bir hoş tesadüf, telefonun zili çaldı açtım, Kuruçeşme'de zaman zaman gittiğimiz yerleşik balıkçının sahibi arayan. Hatır sorma bahanesiyle abi ne zaman geliyorsunuz diyor. Hoşbeşten sonra işler nasıl dedim "Çok şükür iyi be abi. Hele tekneleri de attılar işler daha da açılır." demez mi? Hoş ben arada bir bağlantı kuramadım, siz kurabildiniz mi?
Epeydir günün şarkısına seçtiklerim için yorum yapmıyorsunuz. Ama ben sükut ikrardan gelir diyerek kafama göre takılmaya devam ediyorum gördüğünüz gibi. Hani varsa bir durum koyun ortaya da tartışalım değil mi? Bugünkü şarkımız gene benim favorilerimden, Jean-Jacques Goldman nam-ı diğer Ishtar'dan Comme Toi. Umarım seversiniz. Hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
|
Kahveci : Alper Kutay Erke Mutluluk Yaşamın En Pahalı Sergisidir |
|
Diyorsanız gelin bu çağrının kim tarafından yapıldığını umursamadan ve benim şu yukarıda ki nacizane resmimi hiç dikkate almadan biraz pazarlıkla düşürelim diyorum şu pahalı mutluluğun fiyatını. Kim oldumu umursamadan dedim, çünkü bunları size söyleyenin mutluluktan bulutlar üzerinde uçtuğunu ya da bu konularda çoğunuzdan tecrübeli olduğu gibi yanlış bir kanıya varmamanızı istiyorum. Bende çoğunuz gibi bir arayış halindeyim, sizinle şu anki tek farkımız, ben bu yazıyla bir gün öncesinden, siz ise şu anda muhattap olmaktasınız.
Düşündünüzmü hiç, ya da düşündükmü hiç, mutlulukla koyun koyuna bir kardeşcesine yaşarken sanki ona çok uzaktaki bir mechule duyulan özlemleri besliyoruz. Ya da konuyu bu iki satırlık başlık altında tohlamak gerekirse mutluluğu her zaman bir lüks gibi algılayıp, bir mağaza vitrininde ki en pahalı elbise gibi görerek fiyatını bile sorma cesaretini gösteremiyoruz.
Şehrin ana caddelerinin birisinin köşesinde durun ve gelip geçen insanları şöyle bir gözlemleyin, ne kadar da gerginler değil mi?
Bir kadın simit isteyen çocuğunu azarlayıp kolundan sürükleyerek götürmeye çalışıyor, trafiğin yavaş akışına kızan bir taksi şöförü kafasını camdan dışarıya çıkarıp sağa sola küfrediyor, ustası, kapının önündeki havluları düzeltirken yere düşüren berber çırağına fırca atıyor, belediye otobüsünü saniye farkıyla kaçıran takım elbiseli, orta yaşlı bir adam homurdanarak durağı tekmeliyor, bir liseli kız, arkadaşına çıktığı çocukdan dert yanıyor... Bütün hepsi, üzerlerindekilerin ağırlığıyla aşağılara sarkmış bir çamaşır ipi gibi gergin ve mutsuz.
Oysa mutlu olabileceğimiz o kadar çok şey var ki etrafımızda, Pollyannacılık oynamak bile gerekmiyor!
Kalabalık bir şehir, sıkışık bir trafik, yetmedi bir de aniden boşalan bir yağmur günlük en olağan stres kaynağımız olurken, kaldırım taşlarında ellerimiz cepte yürürken hiç umursamadığımız özgürlüğümüzdür mutluluğumuz.
Etrafımızdaki insanların vefasızlığından söz ederken ansızın çalan cep telefonumuz ve bize sevgi sözcükleri fısıldayan eski bir dostun sesidir mutluluğumuz.
Kendimizi berbat hissedip, her şeyin ters işlediğinden yakındığımız bir günde, bir yakınımızın en içten iltifatlarıdır mutluluğumuz.
Haketmediğimizi düşündüğümüz için bizi bunaltan eleştri ve tenkitler sonrasında ihtiyacımızın olduğunu düşündüğümüz bir zamanda aldığımız takdirlerimizdir mutluluğumuz.
Ve insanın en büyük mutlulukları kendisiyle barışık olduğu zamanlar ortaya çıkıyor galiba. "Evrenin en vazgeçilmezi sizsiniz. Nerede olduğunuz, ne olduğunuz, hayatınızın ne denli büyük ya da küçük olduğu önemli değil; kendi dünyanızın merkezi sizsiniz." diyor Frances Wilshine "Sen" adlı kitabında. O halde mutluluğun ayrılmaz bir parçası olmak istiyorsak önce kendimiz olabilme cesaretini gösterip, kendimizi olduğumuz gibi kabullenmeli ve yaşamın bize dört bir tarafımızdan dağıttığı mutlulukları keşfetmeliyiz...
"Bedava yaşıyoruz bedava, hava bedava, su bedava..." mutluluklarda öyle...
Alper Kutay Erke
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 8 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Kahvecigillerden : Celal Kılıç |
DOST MEKTUPLARI - 1
Dostum; Demiştin ya bana...
“Bazen ellerimle bütün camları kırıp dökesim geliyor..gönlüm bazen, bütün masaları darmadağın etmek istiyor. Sebebi ne?”
Dostum;
Bende soruyorum sana şimdi!
...
Gitmeyen bir gemi var mı...?
Var mı?
Bütün bu dağdağalı coğrafya’da en bakir zamanların dermanı.
‘Göz gördüğünce gitmek gerek’ sloganına ters bir cümle...
Var mı?
Alaca atlarla yürüyen süvarilere inat, yerinde saymakla yetinmek bu dünya da. Olan bitenden haberdar olmadan, inadına ve hiçbir kavgaya karışamadan... yaşayabilen sükun ahval-i.
Var mı?
Hiç bir şekilde kayıtsız ve şartsız yaşayabilme ihtimali.
Yolların anlamına kafa yormamak tüketir mi mecali?
Hiçbir gece durmadı ki yerinde şu ana dek, ve hiçbir güneş kerahet vaktinde sayıklamadı bir kere olsun bile. Gurubun kızıllığı güzel de, neden biter ki yeniden, ve yeniden neden gelme olasılığı tecelli eder bir gün sonra.
Durmaz mı zaman yani. Saatleri gitmeye kim ayarladı ki. Kim gidilecek notunu iliştirdi yüzümüze her sabah...
Ve her akşam vakti, bir garip gayb bilmecesi şeklinde neden kapılarımıza geldi ki.
...
Yeniçeriler bitkin düşmüş sanki. İsyanlarının ardı arkası kesilmiyor. Ve belki yeni yeni tülleniyor Divanda Nizam-ı Cedid fısıltıları.
Mehteran yorgun, Yorgun bütün ordularıyla divan-ı hümayun.
Ve Jön(yerli)ler Bremen mızıkacılarının alternatif olarak sunulması gerektiğini söylüyorlar devletlu’ya.
Oysa mızıkası bir yana kendi bile beş para etmez ki.
Ama artık onlarda yoklar ki.
...
Ziftli yolların karartısına kanarak yok mu gitmeme gibi bir varsayım bu gök kubbe’nin içinde.
....
Pişman olmak fayda vermez ki bu demden sonra. Öğrenilen şeyleri hesaba katmadan yaşamak artık ham-hayal bir hadise.
“Biliyorsan, artık bildiklerinle yaşayacaksın”.
Bu sesi kim söylüyor bana. Bilmekle hatamı ettim yoksa...
Şöyle demli bir rehavete hasret kalan bu sinem, Çözemeyecek mi pıhtılaşmış kanımı bir daha.
Cevabı yetiştiriyor bir tarafı sinemin...
“Bilmem”.
Ama ben sana soruyorum dostum.
...
Ve sevinemeyecek miyim bir daha asla çocukça.
Her yeni doğan güneşin yeniden bir kere daha gözümün önünde dünü hatırlatması ve soğuk suyun hiçbir şekilde ürperti yaşatmaması...
Ve bir tepeye, ulaşılmazlıkların arasından içilen onca demsiz çayın hatırına bakamamak...
Ve şaşkın bir halle, şaşırmış bir nağmeyle mahşerin ortasında...
Yalnızca...
Kalabalık bir soğuklukla...
...
Bu hale tahammül edebilmek mümkün mü?
...
Bilmenin ağır bir yük olması yeni mi fark ediliyor sanki. Gündelik avareliklerin hiçbir anlamının kalmaması neyin işaretçisi. Zahire gebe olan bu ömür neyi iliştirecek sinemize.
Bu yola bilerek girmekte, hasbelkader içine düşüvermekte aynı aslında. Yok hiçbir fark bu iki şıkkın arasında.
İkisinde de yürümek varsa ve ikisinde de aşırı bir ciddiyet yaftası üzerine atılmışsa, zor bela sıyrıldığın hataların ortasında...
Bir şair çıkıp sesleniyorsa...
“Bu yol uzundur,
Menzili çoktur,
Derin sular var.”
Al ve başına taç et bu öğüdü. Ve sonra da karşısına geç el-pençe ol.
Ama kolay mı?
Kolay mı en tatlı hadiselerden sıyrılabilmek, “ben yokum bu platformda” diyebilmek.
Hem gidecek başka yer var mı ki.
Sabrın gücünden yola çıkarak aşılan her engel yeni bir engeli de mi bekletir köşe dibinde.
Sabrın gücüne karşı alternatif çözümler yok mudur bu formülün herhangi bir yerinde.
Yakın mıdır bir sabah vakti kalkıp bütün âlemin ortasında ve hiçbir şekilde hiçbir gerekçeye bel bağlamaksızın, haykırarak, tahammülün kaçtığını...
Bir kereliğine isyan etmek bile iptal eder mi bağlılık fermanını.
Bu köprülerden düşmek korkusu yürümeyi zorlaştırıyor her geçen zaman da. Akan sulara düşünce boğulmak olasıdır belki ama muhakkak bir neticemidir ki.
Belki düşmekte bazen yürümekten daha ziyade insanı erenlerden yapmaz mı?
Ve hayati planda ilk elli yılın bütçesini yapabiliyoruz belki. Keyiflerimiz hüzünlerimizi geçebiliyor. Madde manaya teslim olabiliyor.
Ümitli oluyoruz işte o zaman, neşe kopup geliyor bir yerlerden, bahar oluyor kâinat, ay on dördünün keyfiyle gamze çakıyor.
Yani denk bir şekilde ucu ucuna yürümemize imkân veriyor dünya.
Veriyor da sonrasına neden bu denli ketum kalıyor. Neden garanti veremiyor sabahın olacağına dair. Güneşi görmeden bir gece yarısı götürülenler neyin ifadecisi.
Ey dünya! yok mu hayatının garantisi?
O kadar insanı çağırdın da sonra neden kovdun kapından?
Geldikleri için mi?
Çok duracaklarına dair yaptıkları planlar mı bozdu kafanı.
Neden sürdün bilinmeyen bir dehlize doğru onca insanı?
Kimdi o insanlar sahi.
Yüzlerinde yolcu tabelası asılı yabancılar. Ve neden gelmişlerdi kapına. Kimdi onları o şekilde kimsesizlerin içinden karşına çıkaran. Kim ne kadarla ortak olmuştu ki bu bahiste. Ve hangi sebepten ötürü kaybetmişti menzili çok olan köprüde. Kim vardır ki kimsesiz olduğunu sanan. Kimdi sözlüklerde kimsesiz yazma gafletiyle gammazlanan.
“Muvakkaten durdurulacağız”.
Çınlıyor bu söz hala kulaklarımın en iç kesimlerinde.
Başlarken de biterken de sorulmuyorsa bu bedenin bekçisine...
Amaç; ne surette sokulmuş gelmekle gitmenin içine.
Bir yere uğrama esnasındaki hissiyatın tercümesi kâfimidir bu med-cezir hayatın ifadesinde. Ve sevgilerin, ve keyiflerin ve üzüntülerin, kederlerin, elemlerin bedeline dair nedir cevaz olarak sunulan.
Önümdeki Seremoni, tasavvufi bir koro oluyor sonra. Duru kalple, telaştan, hırstan, ihtirastan uzakla Mevleviler ikinci taburda geçiyor.
Semazenler taraf geliyorlar Mevlana diyarından. İki bölükte onlar.
Ve soruyorum onlara...
“Nedir sabrın karşısında ödül olarak duran?”
“Sabır” diye cevap veriyor içlerinden bir nur yüzlü.
Madem her şeyin gerçeğine talip olmuşuz ve her gelen seste gerçek dairesi içerisinde arıyorsak bulmaya çalıştığımızı.
Dik durmaktan başka var mı ki çare.
Diyelim ki son bölümde...
Bilirsin gayri imdat edecek yok.
Gönlümü dertten azad edecek yok
Zeval’i başka abad edecek yok.
Hatırım virane gözlerim giryan
Gel vur mızrabını da kalbimi söylet.
Vur ruhuma nağmelerini dinlet
Ve gönlüme geleceğini vaat et
Vaat et ki kalmadı dizimde derman.
Vaat et ki kalmadı gözümde ferman.
Ve söylüyorum kendime hiç ara vermeksizin, ben beni bildiğim onca yıldır.
“Aklım! yetmiyorsun bana.
Beşer; cevap veremez oldun artık sorularıma.”
Dostum; kır masaları artık. Kırda vursun tellerine mızrabının keder...
Celal Kılıç
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 10 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Bezgin Kedi : Öykü Yılmaz |
İlk Okul Günü
Yalnızlık ve terk edilme duygusunun nasıl bir şey olduğunu “ilk” okul günü öğrendim. Annemin beni terk edip, o soğuk sınıfta tanımadığım bir sürü ağlamaklı yüz ile başbaşa bırakmasıyla, bir daha çıkmamak üzere yerleşti içime terk edilme duygusu. Okulda değil de bir cenaze töreninde gibiydik.
Siyahlar içinde ağlayan yüzlerce küçük insan. O gün geçmişimizi, oyuncaklarımızı ve özgürlüğümüzü gömmüştük. Sorumsuz yaşamımızın son günüydü ilkokulun ilk günü. Akşam eve döndüğünüzde “aman aman benim çocuğum büyümüşte okullu olmuş” gibi şirinliklerle size okulu sevdirmeye çalışan ailenize karşı surat asıp “gitmiycem işte” diye ne kadar diretirseniz diretin, ertesi gün yine okulun bahçesinde öylece kalakalırdınız. Geleceğin hamalları olacakmışsınız gibi tüm müfredatta sırtınıza yüklenirdi.Bu durumun okulun ilk zamanları olması ile hiçbir ilgisi yoktur çünkü hocanız hiçbir zaman ders programı yapmayı akıl edemez ve sizde hergün tüm müfredatı getirip götürürdünüz. Sırtınızdaki ağırlık bununla da bitmez, beslenme çantası, suluk, eğer mevsimlerden kış ise atkı, bere ve seneye de giyer diyerek alınan bir beden büyük kabanın ağırlığı ile kendinizi “Atlas” gibi hissedersiniz çünkü sizde sırtınızda bir dünya şey taşırsınız.
Ali topu at, Oya topu tut ile devam eden ve bitmek bilmeyen bir dönemdi ilkokul. Dışarıda hava günlük güneşlikken sen sınıfta oturup milletin topu atıp tutmasını okurdun. Aslında bu özendirme yöntemiyle çocuklar okul biter bitmez çantayı bir kenara fırlatıp top oynamaya gider, akşamda yorgun olduğundan ders çalışamaz ve bir dönem böylece biterdi.
Yeni oyuncaklarımızı ise kırtasiye malzemeleri oluştururdu.Üstünde bir sürü düğmesi olan kalem kutularının düğmelerine basmakla geçerdi bütün dersler.
Düğmeli kalem kutularına sahip olmasanız bile ailenizin size aldığı kokulu kalemleri tüm ders boyunca açarak eğlenebilirdiniz. Kokulu kaleminizin artıkları ile çöp kovasındaki mandalina kabuklarını birleştirmek suretiyle de tüm sınıfı kokutabilirdiniz.İlk teneffüs ile son teneffüs arasında okul bahçesinde koştururken, sizi komik bir çiçek gibi gösteren beyaz yakanızın kopçası mutlaka kopardı. Bu kancaları sağlam yapmak kimsenin aklına gelmediğinden siz annenizden mütemadiyen azar işitirdiniz ama işittiğiniz azar bunla da kalmazdı. Bütün hafta üstüne tebeşir tozu, ayran, tekme izi bulaşan önlüğünüz her hafta yıkanır ve o yıkanma süresincede siz yine azarlanırdınız. İster kız çocuğu olun ister erkek çocuğu önlük altına yada pantolon içine giyilen yün külotlu çoraplardan kaçış yoktu sizin için. Siyah önlük altına giydirilen kırmızı yün külotlu çoraplar tüm gün boyunca kaşıntı yaptığından içinizdeki anarşist duyguları ortaya çıkarırdı. İlk kolyelerimizi de o zamanlar başlamıştık. Kolye uçları ise evin anahtarı ve yeşil silgiydi.
Adı üstünde işte! herşeyin ilkini orda öğrendik.Hayat bilgisi dersinde öğretilemeyen hayat, yıldızlı pekiyi kavramıyla tanışmamız, fiş defterleri, çalışkanlığımızdan dolayı aldığımız kurdeleler, okuma haftasının anlamsızlığı, yerli malı haftasında tükettiğimiz bozuk ürünler, küme çalışması, yıl sonu müsamereleri, aramızda para toplayalım da “örtmenimize”
hediye alalım diyerek başlayan maceranın aramızda para toplayalım da şarap alalım kavramının temelini atması gibi. Evet tam bir travmaydı ilkokul yılları.
Öykü Yılmaz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 7 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Genç Kahveci : Güneş Aydın Karabasan |
|
Yaşayan herhangi bir varlığın içine ürperti salabilecek kadar tiz bir çığlık ayın pencereden sızan soğuk ışığını titretti. Yıllar gibi gelen üç dakika boyunca sessizliğin sesi soğuk taş odada yankılandı. Ardından o sükuneti bozan bir çığlık daha , ama bu sefer acının değil umutsuzluğun notalarını çalıyordu. Bir daha o topraklarda o derece korkunç bir çığlık duyulmadı.
Yarım saat kadar tahmin ettiği bir süre önce şu anda oturduğu saman yığınının üzerinde taş hücreye hükmeden gizemli azameti ile oturan kadını bir daha görmeyecekti. En azından kendisi öyle zannediyordu.
Son zamanlarda çok sık uğramayan bilinci yerine gelmişti. Biraz güçlenmiş olmalıydı ya da bilinci son bir kez çırpınmaktaydı. Kafasında cevap bekleyen milyonlarca soru bağırıp çağırıyor, düşünmesine imkan tanımıyordu . Baskın bir ses "Ben neredeyim, buraya nasıl geldim" diyordu. Fakat aniden bütün gürültüyü yaran bir çığlık diğer soruların arasından sahneye çıktı; "Ben kimim!"
Şimdi durum çok daha karmaşık ve içinden çıkılmaz bir hal almıştı. Kim olduğunu dahi bilmezken buraya nasıl geldiği sorusu birşey ifade etmiyordu. "Belki hep burada yaşadım, daha önce neredeydim ki ?".
Baltanın kökünden ayırdığı bir ağacın pes edişini andıran bir ses kafasını sorularından kaldırmasına neden oldu. Geçen gece çığlıkların geldiği yönden gelmişti gümbürtü. Gerçi burada hep gece idi, güneşi unutalı çok olmuştu.
Samanların içine iyice gömülmüş, sanki dünyanın merkeziymişcesine dar taş kulenin kapısına gözlerini dikmişti. Toprağın ezilmesinin çıkardığı ses kanını donduruyordu. Kapının anahtar deliğinde bir tutam anahtarın birbirine çarpmasının çıkardığı ses eşliğinde iki tok klik sesi duyuldu. Kapı kulakları tırmalayan bir gıcırtı ile açıldı. Karanlıktaki iki silüet tam olarak seçilmese de orta boylu oldukları belliydi. Kafasını dizlerine gömdü. Odada dolaşan gıcırtı sesi demir kapının taş duvara çarpmasının çıkardığı ses ile son buldu.
Ayıldığında kara cübbeli adamlardan birinin sert bir cisim ile vurduğu şakağı patlayacakmış hissi veriyordu. Gözleri bağlı, elleri arkasından uzun, kütük gibi bir şeye kelepçelenmişti. Kelepçenin paslı köşeleri bileklerini kesmiş, kanayan yerleri sızlatıyordu. Göz bağlarının açıklıklarından dışarısı hayal meyal seçilebiliyordu. Ayaklarının altında saman, dal, çalı parçaları duruyor, keskin bir gaz kokusu beynine kadar ulaşıyordu.
Etrafını saran bir sıcaklık alnından ter damlalarının süzülmesine neden oluyor, içine çektiği hava ciğerlerini yakıyordu. Sonsuz karanlığı göz bağının altındaki açıklıktan görülen sıcak renkler ile bozuluyordu. Sıcak. Daha çok sıcak. Düşüncelerinden sıyrılıp etrafı dinlemeye başladığında olağan olmayan bir fısıltı duydu. Fısıltı üzerine konsantre oldukça bir gürültüye, ardından bir kargaşaya dönüştü, sanki milyonlarca insan acı içerisinde bağırıyor, ona yardım etmesi için yalvarıyordu. Kanını donduran çığlıkları savuşturmak istercesine başını sağa sola salladı. Bu sese daha fazla tahammül edemezdi, deliriyordu.
Kelepçelerinden kurtulmak için çırpınırken kendisine yaklaşan ayak sesileri ile irkildi. Soğuk ve nemli bir el boğazından yakaladı ve göz bağını çözdü. Hayatında hiç böyle birşey görmemişti, baktığı cübbe sonsuz bir karanlığı sarıyordu. Ne bir göz, ne bir ağız, hiçbirşey. Bütün etrafını çevreleyen bir karanlık aurasının altında donup kalmış, sadece olmayan surata bakabiliyordu. Karanlık kendisinden uzaklaşmaya başladığında içerisinde bulunduğu avlunun sıradışılığı kafasının içerisinde bir şimşek gibi çaktı. Dipsiz uçurumlarla çevrelenmiş ve karaya tek bağlantısı önünde gördüğü mermer yol olan bir adacıkta duruyordu. Uçurumun sonsuzluğu hem bütün renkler ile hem de zifiri bir karanlıkla çevrelenmişti.
Eğer şu son zamanlarda bir parça aklı kaldıysa onu da az önce yitirmişti. Rengarenk bir karanlık onu çağırıyordu. Elini onu çağıran karanlığa doğru uzattı. Fakat! Az önce elleri kelepçeliydi, yoksa o mu yanlış hatırlıyordu? Ne kelepçe, ne bağlı olduğu kütük ne de başka birşey vardı. Sadece karanlık. Kendisini çağıran karanlığa birkez daha baktı, muazzam bir irade onu kendine doğru çekiyordu. İtiraz etmeye tenezzül bile etmedi. Yeni efendisine teslim oldu. "Geliyorum".
Uçsuz bucaksız karanlığın içerisinde sadece bir nokta idi. Sanki hayatı boyunca hep düşmüştü, öncesi hiç olmamıştı, ne de sonrası olacaktı. Gözlerini kapadı, olmayan bir gelecek için karanlığın onu kendine katmasına izin verdi.
Güneş Aydın
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 11 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
EYLÜL
Sarı yapraklar buyur ediyor gönlümün bahçelerine sonbaharı. Hava olabildiği kadar kapalı, senenin en güzel ayı; Güzün sunduğu eylülün içindeyim. Hafif esen rüzgarlar eşliğinde, dallarına istemeden veda eden yapraklar, dansedercesine süzülüyorlar nemli toprağın üzerine.
Yaz boyunca yemyeşil ağaçları süsleyen güzellikler son demlerini yaşıyor...
Her başlangıcın bitişi gibi, onlar da hayatın son safhalarını toprağa kavuşarak tamamlıyorlar.
Her canlı aynı, bitkiler bile insanlardan farklı değil. Bizler gibi; önce tomurcuk, çiçek sonra yemyeşil ve meyva...gerisi toprağın nemli bereketi...
Sonbahar hüzünlerin ayı, ayrılıkların acılar sunduğu bir bahçe misali gözyaşı dolu. Her demi kırık kalplerin yaşattığı hatıralarla süslü...
Gidişin... sonbahar mıydı? Yoksa beni terkettiğin gün mü gönlümün sonbaharıydı?..
Aylardan Eylül...
Hafif ayrılık rüzgarları esiyordu. Sanki sarı yaprakları da beraberinde süpürüp götürürcesine; tozun, sisin karanlık bulutların arasında kaybolşun vardı.
Ardından yağmurlar süzüldü penceremden... Ayak izlerini silmek istercesine sağnak yağan, sicim sicim camımdan akan, ayrılığın yağmuru...
Ya da, gökyüzü ardınsıra mı ağlıyordu?.. Benim, yokoluşuna bakan anlamsız gözlerimden süzülemeyen yaşları mı tamamlıyordu ne?..
Evet, sen giderken ağlayamamıştım... İçimde fırtınalar kopmuş olmasına rağmen, ben donuk bakışlarla senin yok olan gölgene bakıp kalmıştım. Giderken bir kez bile ardına dönüp bakmamıştın. Nasıl ağlayabilirdim ki?
Biliyorum, gururdu benimkisi. Senin her seferinde ayaklar altında çiğnediğin gururum, bu defa dimdik ayaktaydı. Böyle olması gerekiyordu. Valığında hep boynunu bükmüştü, ama şimdi sonuna kadar bana destek olacak tek kuvvetim olan, en sağlam dal olarak ona tutunuyorum.
Git, gidişin bitişim olmayacak! Hiç bekleme!..
Sibel Uygun
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 6 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Kaz Dağları Notları
Kaz Dağları: 1. Gün (ÇİÇEKLERİN ADINI BİLMİYORDUM, UTANDIM)
Otobüs terminaline ütü yüzü görmemiş gömlek gibi buruşmuş bir dizle indiğimde, canımın acısını güneşi görmüş kedi yavruları gibi gerinerek azaltmaya çalışıyorum. Gelişimizi izleyen garaj personelinin neci olduğumuza ilişkin konuşmaları ortamı gererken rehberimizi arıyorum etrafta. Tek aykırı tip, şapkalı, asker botu giymiş belinde bıçak taşıyan biri, yaklaşıyor, "Hoş geldiniz" diyor, "Fatin Bey". İsmimin zor hatırlandığını biliyorum, rehber yanıltmıyor beni, düzeltiyorum: Zati; olmadı bir daha. Asıl rehber İbrahim Milli Parklara gittiği için bizi Tan karşılıyor. İngiltere'de eğitim gördüğünü müzisyen olduğunu bir çırpıda öğrenip, kenarda duran az konuşan Mehmet e takılıyor gözüm. İbrahim gelince patikaların kaybolduğunu, bize yardımcı olmak üzere geldiğini anlatıyor. Mehmet 38 yıldır burada yaşadığını 7 yaşından beri çobanlık yaptığını, çocuklarını, geçim derdini anlatıyor, ben sordukça.
Sabırsızca ne zaman gideceğimizi soruyor herkes, hava sıcak; şehrin dışına doğru giden stabilize yolu izleyerek uzaklaşıyoruz. Kanyona girmeden ısınmış kaslarımızı geriyor, ilk engel dereyi aşıp yürüyüşümüze başlıyoruz. Dik bir çıkışla kanyonun kenarındaki patikayı izleyerek ilerliyoruz; İbrahim çevredeki kalıntıları anlatıyor bir yandan, denizi arkamızda bırakıp dağların arasında kayboluyoruz. Saatler süren yolculuğun yorgunluğunu göz kapaklarımda hissetmeme rağmen gözlerime giren ter damlaları beni uyanık tutuyor.
Dik bir yarın kıyısından kanyonu izleyerek devam eden yürüyüşümüz kanyonun kıyısından tek çıkış olan bir geçitte sona eriyor. Yorgunum, öğle yemeği molası imdadıma yetişiyor, esmer ekmek, peynir, kendime geliyorum. Tan, ağaçların arasında dinlemiş bir karacanın yattığı yeri ve özelliklerini anlatıyor; izleri okumayı öğreniyorum. Havanın sıcak oluşu su stokumuzun tükenmesine yol açıyor. Ağlayan çam yıllar öncesinin büyük yangınının izlerini hâlâ taşıyor, üstünde keskin bıçağın izi gibi bir yıldırım iziyle beraber. Uzun zamandır kullanılmayan orman yolunu izleyerek uzaklaşıyoruz ağlayan çamın gölgesinden (büyük yangından kurtulabilmiş şanslı ağaçlardan biri olan çamın yangının olduğu zamanlar göz yaşı döktüğü söyleniyor).
Kamp yerimiz gürültüyle akan bir derenin kenarı; suyun berraklığı başımı döndürüyor. Yemekte bulgur pilavı, yorgunluk, kuş sesleri, oksijen, gitar sesi bir duble de rakı var. Yattığım yeri çok beğeniyorum, deliksiz bir uykuyu uzun zamandır ilk kez tadıyorum.
Kaz Dağları: 2. Gün - 1
Sesler büyüyor karanlıkla birlikte dere, ormanın kalbinin sesi gürültüyle çarpıyor. Akşamla birlikte sis iniyor ormana, dudaklarımda günden arta kalan tuzlu bir tat, yüzümde bir ıslaklık, kirpiklerimde birikiyor ormanın göz yaşları. Zamana göz kırpıyorum sanki hiç uyumadım, sanki hiç geçmedi zaman, sanki hiç kıpırdamadım değişmesin diye yaşananlar. Çadırın kapısından dışarı bakıyorum güneşi görmek için tepelerin üstü kızıla boyalı, vadilerde sis hüküm sürüyor hâlâ.
Kahvaltıyla birlikte çayın tadını yeniden keşfediyorum, yaşamayı keşfettiğim gibi. Çadırları kurutmak için uzun uğraşlar veriyoruz sis sanki gitmemizi engellemeye çalışıyor ama güneş dikiliyor ormanın tepesine yaşam yenileniyor. Bütün yükleri alan bin dokuz yüz kırk yedi model cipin öksürüğe benzer gürültüsüyle birinci kamp yerinden ayrılıyor dere yatağı boyunca yürümeye başlıyoruz taşlar kaygan vadinin sonuna kadar ormana yeni bir patika ekleyerek devam ediyoruz.
Çağlayanın uğultusu ormanı uyandırmak ister gibi, Mehmet, "Karşıdaki kayalık sırtı görüyor musun?" diyor; "Karacalar orada yaşar, çok sarptır, ayılar giremez; gelir tepede bir sigara içerdim çobanken, çok güzeldir oradan bakmak." Vadiden ayrılıp yukarılara tepelerin doruklarına doğru yükseliyoruz orman ayaklarımızın altında kayboluyor. Küçük bir yaylada çiçeklerin baş döndürücü güzelliğiyle buluşuyoruz, ayı gülleri, laleler, bilmediklerim, bilmediklerim.
Uzaktan gelen kaval; Tan Selvi Boylum Al Yazmalım'ın film müziğini çalıyor, çeşmenin başında yenen öğle yemeğini laleler süslüyor. Dağın diğer yüzüne geçiyoruz öğlen sonrası Mehmet ile birlikte kayalık bir terastan izliyoruz gideceğimiz yolu karanlık dereden karşıdaki yangın gözetleme kulesi; yangın gözetleme kulesi ufukta bir nokta? Kayaların üstünde Minadiye suyla taş kınası karıyor ellerine noktalar koyuyor, çocukken çok yapardık, yüzümü uzatıyorum alnımın ortasına bir nokta koyuyor hayata koyar gibi. Vadinin derinliğini kestirmek olanaksız inişimiz eğimin dikliği nedeniyle yorucu diz kapaklarım acıyor. Eski orman yollarından birine ulaştığımızda dizlerimdeki rahatlama her şeye değer.
Vadideki dere yatağından yapılan su takviyesinden sonra orman kulesine tırmanışa geçiyoruz. Mehmet daha önce buralarda yaşayanlara ait izler gösteriyor. Şimdilerde meşe ağaçlarının arasında kaybolmuş bu izler küçük tarım alanlarına ait, mezarlıklarda olduğunu söylüyor ama görmek için zamanımız yok. Saatler süren çıkışımıza çağşır yiyerek devam ediyoruz, yüksekliğin artması ormanın görüntüsünü daha iyi almamızı sağlıyor. Bölgedeki birkaç çeşmeden biri yolumuzun üzerinde, yaklaştıkça patikalar belirginleşiyor. Mehmet ayıların, karacaların ve diğer hayvanların yazın bu kaynakları kullandıklarını anlatıyor. "Ayıdan korkmuyor musun?" diye sorduğumda çeşme görünüyor bana cevap vermeden suyun aktığı yeri kontrol ediyor önce; sonra, "Bir şey yapmaz ki ayı ama engerekten korkuyorum, hiç kıpırdamadan pusuya yatıyor su başında; şimdi değil ama yazın dikkatli olmak lazım."
Kaz Dağları: 2. Gün - 2
Çeşmede verilen molada çantalarda kalan yiyeceklerin tamamını tüketiyoruz. Tuzlu çubuklardan dökülen susamları bile ziyan etmiyorum. Ne kadar yolumuz kaldı sorusunu sormayı uzun zaman önce bıraktım, Kaçkar Dağları'nda en son bu soruya aldığım yanıt iki saat, benim varış zamanım dört buçuk saatti.
İkinci çeşmenin önündeki belirgin ayı izleri Ankara'da bu kış Kızılcaören Göleti civarında gördüklerimden daha küçük; kendimi daha rahat hissediyorum. Hâlâ yükseliyoruz, yavaş ama güzel ve yorucu, önümüze çıkan papatya tarlası eski bir orman yolu gülümsüyorum, içimde zamanı tüketmenin hüznünü duyarak. Yorgun ayaklarımız yolu tercih ediyor ama yol tekrar vadiye dönüyor; yoldan ayrılıp ormana dalıyoruz, yol küçük kayalık bir düzlükte bitiyor.
Kayaların üzeri silme çiçek dolu; çiçekleri bahane edip dinlenme süresini mümkün olduğu kadar uzatıyoruz. Artık çıkış yok, orman gözetleme kulesine doğru yaptığımız yürüyüş sanki dağların üzerindeki gizli bir yolun üzerinde ve yolun sonunda sadece çiçekler var. Herkes söz birliği etmişçesine kuleye çıkmak istiyor; ormanın dışında ormanı seyrediyoruz, gökyüzüne daha da yakınım özlemin geliyor aklıma.
Yarım saatlik yürüyüşün sonunda kamp yerine varıyoruz. Çadırımızın önünde küçük bir set var evin balkonunda yemek yer gibi bir akşam yemeği yiyoruz; kamp yerinde yanan ateş içimi ısıtıyor, İbrahim'in sıcak şarap çağrısına kayıtsız kalmak imkansız. Şarkılar bir başka geliyor sessizliğin ortasında; Tan mutsuzluğu mutluluğa dönüştürüyor çeşitli çalgılarla, içinden geçenler ninni gibi yankılanıyor ormanda, yorgunum. Akşamlar soğuk; çadırlara çekiliyoruz yarını düşleyemeden; uykusuz gece yok buralarda.
Kaz Dağları: 3. Gün
Hiç ses duymadım bütün gece, yanan ateşin alevleri çadırımın dışında dolaşırken kendimi uykunun kollarına bıraktım. Gözlerimi yeni bir sabahın maviliğine açarken, akşamdan yediğim patlıcanlı, biberli bulgur pilavı suya yönelmeme neden oldu, dışarıda telaşsız bir güneş ve ormanın baş döndüren kokusu var. Kahvaltı orman manzaralı küçük balkonumuzda; sucuk, peynirli ekmek paparası, çay, iki günlük yorgunluktan neredeyse hiç iz yok, insan çay içmenin tadına varıyor ormanın kıyısında bir çiçek tarlasında. Sarıkız Tepesi bugünkü yürüyüş yolumuz, ormanda dik bir yamacı yan geçerek devam ediyoruz. Vadinin derinliklerine güneş henüz ulaşmamış; yürüyüş yolu zor, ayak bileklerimde hissettiğim gerilme sık sık duraklamama neden oluyor.
Yamaçtan ayrılıp daha düz bir patikaya ulaşıyoruz, öğle yemeğine yakın aracımızla buluşup yemek takviyesi yapacağız. Zamanın nasıl geçtiğini anlayamıyor insan midemizde ziller çalmasa, yol üzerinde çiçekler değişmeye başladı; dağın diğer yüzüne, güneye döndük. Her çiçek kendi yaşam alanında, renkler kokular değişiyor, fotoğraflar çektiriyoruz dik yamaçlarda. Daha sıcak ve taşlık bir parkuru izleyerek gittikçe yakınlaşan Sarıkız Tepesi'ne bakıyorum; her yer pınar dolu, yazın kesilen bu pınarlar şimdi çiçeklere hayat veriyor. Orman yoluna çıkıyoruz, oradan da Sarıkız'ın türbesinin olduğu tepeye; çevredeki pisliğe inanamıyorum, düşünsenize dilek tutacaksın, imkansızı isteyeceksin, kirletip gideceksin. Her yer dilek için bağlanmış eşarplar, yakılmış mumlar, taşlar arasına sıkıştırılmış paralarla dolu. Her şey eskimiş ve çürümüş düşleri olmayan insanlar gibi, anı defteri kutusunda yazılanları okuyunca basıyorum kahkahayı. "Sevgili Sarıkız, ben bekârım, beni evlendir, cep tel 00000 gece", sevgili Sarıkız, komşunun oğlu bana aşık olsun, bu yıl takdirle geçmek istiyorum, batıl işlere bakmayın, bu yıl da sana geldim, dileklerim artık olsun, Muş'tan Hasan, dualar, dualar.
Bokluca kamp yeri küçük baş hayvan ağılları yüzünden bu adı almış, herkes kendine bir yer seçip çadırlarını kuruyor; akşama kadar uzun bir zaman var. Beklentiler hafif ama sürekli esen soğuk rüzgâr nedeniyle sekteye uğruyor, üşüyüp çadırlara kaçıyoruz.
Makarnayı seviyorum, yemek, çadır keyfi, müzikle günü tamamlıyoruz. Gökyüzünde yıldız yağmuru var bu gece, dileklerimi tüketip gece kuşlarını dinliyorum sessizce.
Kaz Dağları: 4. Gün
Kahvaltıyı parmakları ısıran bir rüzgârın eşliğinde yapmak hiç keyifli değil. Sarıkıza bakıp dün okuduklarıma gülüyorum kendi kendime, çadırların etrafını toplayıp yürüyüş çantamı kontrol ediyorum. Bağırmak istemiyorum bir kere de ben bunu yapmadan toplansalar ne olur, heyhat. Çeşmenin üstünde yumurta bulaşığı tava içimi bulandırıyor ama kendime söz verdim kimseye bir şey söyleyip günümü berbat etmeyeceğim.
Umut kampta kalınca Tan bize eşlik ediyor neşeli, şeker gibi bir çocuk, av tutkusu doğa ile ilgili her şeyi ona öğretmiş ama tutkusuna hiç yenik düşmemiş. Karanlıkdere mevkiini eski orman yollarını kullanarak geziyoruz, yoksa çevreyi izlemek olanaksız. Yol üzerinde yavrulu bir karacanın izlerini okuyup o küçücük ayakların nasıl güzel bir yavruya ait olduğunu düşünüp gülümsüyoruz. Orman çiçeklerden oluşmuş küçük odacıklarla dolu kayaları sarıp sarmalayan mor çiçekler; yahu burayı birileri tasarlamış, biri bizi kandırıyor mu? sorusunu sordurtuyor. Saatlerce süren vadi tabanına inişin bir de çıkışı var kendimizi yormadan sırt rotaları izleyerek dağın öbür yüzüne ulaşıyoruz. Ana yol olarak kullanılan stabilize tozdan başka bir şey yüklememiş etrafa, ağaçlar toz içinde.
İbrahim çevrenin bitey yapısı hakkında pek çok şey anlattı; ağaçlar, çiçekler, en çok da hayvanları seviyor. Ayı vurmak isteyenler, "Yahu sanki babasının oğlu ayılar, herif başımıza dert oldu" diyormuş çevre köylü kaçak avcılar. "Vurdurtmam, elimdekini ardıma komam, bir daha geri gelmez gidenler, sonuna kadar sahip çıkacağım" diyor; hızlı konuşmasa anlayacağım ne dediğini, en az iki kere soruyorum anlamak için.
Yemek molası sevimsiz yolun kıyısındaki çeşmede; trafik burada da sorun, araçlar Sarıkız'ı sorup basıyor gaza, gürültüymüş, tozmuş kimin umurunda. Karçukuru istikameti dönüş yolumuzun da başlangıcı; biraz dağınık ormanı dinleyerek belki de yarının son gün olduğunu bilerek kendimizle baş başa kalmak istiyoruz. Betonla bozulmuş şelaleye gelmeden av bekçisi arazi motosikletiyle ziyaretimize geliyor; İbrahim'in eski arkadaşı işini çok severmiş.
Karçukuru mevkii buzdolabı olmadığı zamanlar kar çıkartılıp katırlarla taşınıp satıldığı zamanları özlüyor gibi, sessiz bir rüzgâr yanağıma dokunuyor, titriyorum. Dere yataklarını izleyerek yükseliyoruz suyun sesine bir türkü ekliyorum, dünyaya kendimi eklemeden gitmenin kederini duyarak. Aklımda yitirdiklerim, bir türlü kaybolamadığım ormanları geçip gidiyorum. Ben bahara yenik düşmedim; yolun sonunu merak etmeseydim çoktan giderdim dönmeyen rüzgârlar gibi…
Kaz Dağları: 5. Gün
Gitmek istemiyorum, uyanmamak için direniyorum, gözlerimi açmazsam sanki güneş doğmayacak, yerinde sayacak zaman. Akşam yemeğinde yabani nane-yarpuz ile damağıma eklenen salata, bol soğanla kavrulmuş ısırgan yemeğinin tadı, güneşin çadırımın üstündeki aydınlığından aşağı kalır değil. Sesler artıyor kuşlar, rüzgâr, yüzümde güneşin sıcaklığı, yolculuğa çıkma zamanı bitişlerin, yeniden başlangıçların habercisi.
Toplanmamız uzun sürmüyor daha bir günlük yolumuz var, Güre kasabasına inecek kaplıcada temizleneceğiz, balık yiyecek, keyif yapacağız. Ne kadar yol var sorusunu asla sormayın, hiçbir zaman net bir yanıtı yoktur; yaşayın görün. Asık yüzlü, sinirli oluyorum, içime doldurduklarımı sevdiklerime yaşatamamanın kederindendir diyorum; yol bitecek diye belki.
Dağlardan düze indikçe sıcak artmaya güneş kavurmaya başlıyor vadileri, çiçeklerin dayanıklı olanları ayakta kalmayı başarmış, çiçek değil de çoğu ağaç sanki. Yol tatsız, stabilizeyi ben tercih ettim orman zamanlamayı geciktiriyor diye, tabanlarımda yanma iyice arttı Güre kasabası görününce dinlenmek için fırsat yaratıyorum. Konuşmalar yıkanmak üzerine, günlerdir giydiğimiz üstlükler sanırım kokuyor, kokmak ne ki hem de at gibi. Güreye ulaşmak için bir vadi geçmemiz gerekiyor; işte burada sürpriz mi desem, tuzu biberi mi desem, olan oluyor. Eğimin çokluğu yürümeyi zorlaştırıyor, zemin çok sert, domuzların kullandığı patikaları kullanarak ilerlemeye çalışıyoruz.
En küçük denge kaybı tatsız sonuçlara neden olabilir, yol arkadaşlarımın deneyimi bunu aşacak nitelikte. Arkadan sesleniyorlar bekleyin, göz teması kesildikçe tedirginlik artıyor, bekleyemiyorum çünkü aynı koşullar benim için de geçerli. Terden sırılsıklam olduk gözlerim yanıyor sıcak çok fazla ve biz tam bitti dediğimiz anda başımıza gelen bu zorluğa kızıyoruz. Biri düştü diye bağırıyorlar arkadan, durup dinliyorum sorun yok gibi; kalksın kalksın bir şey olmaz, oysa tedirginliğim en üst seviyede, hataların buralarda oluşacağını biliyorum. Emniyeti en üst seviyede tuttuğumuz anlarda bireysellik nedeniyle hatalar oluşuyor. Oysa defalarca anlattım, nasıl yürünür, ekipman nasıl kullanılır, yapılmaması gerekenleri yapma eğilimi her zaman ortaya çıkıyor.
Vadiye daha rahat iniş için zeytin ağaçlarıyla teraslandırılmış bir alanı kullanıyor, dere yatağına ulaşıyoruz. İhtiyar bir köylü küçük dikim ocakları açıyor, "Zeytin dikeceğim, etrafı temizliyorum" diyor, sonra sigara ikram ediyor! "Paket orada, istediğiniz kadar alın." Nasıl oluyor da bu insanlar bu kadar iyi, bu kadar güzel, bu kadar konuksever, bu kadar sevgi dolu bakabiliyor. Nasıl bir ülke ki bu, sevgiyle besliyor bizi, nasıl bir orman ki bu yaşama yaşam katıyor. Nasıl oluyor da biz bu kadar hoyrat kullanıyoruz bizi sevenleri. Hasan Basri AVCI olmasaydı, bu insanları eğitmeseydi bu dağı bu kadar sevmeseydi Kaz Dağları yine orada olacaktı ama sevgisiz kalan her şey gibi yok olmaya mahkum olacaktı.
Zati Erbaş
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 5 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Fotoğraf : Recep Pehlivanlar
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 4.273 kahveciye doğru yola çıkmıştır.
Yukarı
|
ÇIĞLAR DÜŞER
Beyaz çığlar düşer,
Rüyalarımın üstüne.
Geçit vermez dağlar,
Vadilerde çırpınan sesime.
Katık oldu umutlarım,
Mum dibinde geçen gecelerime.
Sevdim ama,
Mahkum oldum,
Çünkü,
Sevdan,ellerimde kelepçe...
Mustafa Gürbıyık
Yukarı
|
Şöförün saç rengini merak ediyor musunuz?
Yukarı
|
İşe Yarar Kısayollar - Şef Garson : Akın Ceylan Yamağı : Ayşe Nur Gedik |
...güzel sanatlar fakültelerinin grafik, seramik, heykel, resim ve iç mimari bölümlerinde zor koşullar altında 'çıplak' (nü) modellik yapan ağır işçiler, 657 sayılı devlet memurlari yasasi kapsamında 'geçici işçi' statüsünde çalışıyor. hacettepe universitesi'nde 3 yıldır modellik yapan ve isminin verilmesini istemeyen N.., "en büyük sıkıntımız, işimizin yasal tanımının olmaması" diyor. Çalışma koşullarının çok ağır olduğunu da vurgulayan 'nü' model N.., bir milyar liranın altındaki aylıklarını bile zamanında alamadıklarını belirterek sıkıntılarını şöyle ifade ediyor: "okul bazen çok soğuk olduğundan öğrenciler atkı, bereyle çalışıyor ama biz donuyoruz. bu da bizim mesleğimizin cilveleri. meslek hastalıklarımız ise kalp-damar, eklem rahatsızlıkları, kış enfeksiyonları... lütfen donmasın sanatçılarımız devlet bir yardım eli uzatsın: bir atkı yada yün bir çorap sevindirir fakirleri... Bu ve daha fazlası için http://www.nedir.net/ Bilmek ayıp değil, öğretmemek ayıp.
Web sayfalarını gezerken hoşunuza giden bazı flash animasyonları http://www.downloadatoz.com/flashsaver/download.html kısayolundaki programcık ile indirebilirsiniz. Daha fazla detaya girmeyeceğim, lütfen ısrar etmeyin.
Word veya power point kullanıcıları çalışmalarını hazırlarken genellikle anlatımlarına uygun resimler bulmakta zorlanırlar. Bu kısayolda isteklerinize uygun sunum resimleri mevcut. http://www.coolclips.com/world/travel.htm kısayolunu tıklayabilirsiniz.
Hazır resimlerden bahsetmişken birde http://funfire.de/lustige/bilder-267-panzercrash.html kısayolundaki eğlencelik resimlere bakmayı ihmal etmeyin.
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
WordToys 1.0 [1.38MB] Windows 2000, XP FREE
http://www.soldaat.com/wordtoys/download.htm
MS Word 2000, 2002(XP), 2003 kullanıcısı iseniz bu eklentiyi kaçırmamalısınız. Word kullanımını son derece kolay hale getirip bir de üzerine hoşluklar ekleyen bir program. Epeyce işi tek tuşla yapılabilecek hale getiriyor ve onları yeni bir menü olarak oluşturarak kullanmanıza olanak veriyor. İngilizce olması bir dezavantaj olarak görünsede anlaşılması kolay butonlar kullandığı için yabancılık çekmiyorsunuz. Uzun lafın kısası denemeden anlamanıza olanak yok aslında. Yükleyin deneyin.
Yukarı
|
|
|
|
|
|