|
|
|
16 Eylül 2004 - Fincanın İçindekiler |
Editör'den : Yaşşaa Fenerbahçe!.. |
Merhabalar,
Valla kızmaca darılmaca yok. Bugün Fener Alayı günü. Olabilir, iyi oynamamış olabiliriz ama kazanmasını bilmekte bir maharet. Stresi üzerimizden atmak için güzel bir fırsattı biz de değerlendirdik. Hem ne demişler; Fakirin tavuğu tek tek yumurtlar ya da bir olsun bizim olsun. Bugünlük beni mazur görün, sabah erkenden yollara düşmek zorundayım, o nedenle fazla gevezelik edemeyeceğim.
Günün şarkısında belki pekçoğunuzun ilk defa duyacağı bir Hollandalı şarkıcıyı bulacaksınız. Kendisi Emma Shaplin'in Benelux şubesi olur. Ayrıca Petrus Ferdinandus Johannes Van Hooijdonk'un memleketlisi olması nedeniyle benden torpilli ama şarkıyı duyduğunuzda eminim sizde takdir edeceksiniz. Petra Berger söylüyor; Eres Todo Para Mi. Şarkılarında tarihi kişilikleri seslendirmeyi seçen Petra bu sefer tam 500 yıllık bir hikayeyi anlatıyor. Hikayeyi anlatmamı beklemeyin pek tabi ki, çünkü bilmiyorum. Ben sadece çıkan seslerle ilgiliyim. Hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
ŞURALARDAN BURALARDAN : Oğuzkan Bölükbaşı |
HAYAT HAKKINDA SOHBET
Bekledikçe ağaçlar büyür
Çiçekler
Ve çocuklar
Ya duygular
Ya duygular ne olur bekledikçe
Zamanında yapmazsan yapacağını, dur bakalım şarkıları sarıyorsa yüreğini,beynini kaybediyorsundemektir, elindekini veya cesaretini. Hayatın kitabı böylesine ertelemelerle kalınlaşıyorsa, boş heyecanların, boş duyguların rüzgarına verdiğin yelkeninin niye şişmediğine hiç şaşırmayacaksın."ah ulan ah"dır hayatının özeti, bunu bilmek için kahin olmaya gerek yok.
Sonra elinde kalan
Yaşanmamış anıların
Düşünce suçunda kıvranmaktır
Ve çok fazla kalmayan yarınların
Hayalsiz hayallerine tutunmaktır
Dünü maceraperestler yaptı,yarını da onlar yapacak. At sırtında Çin'e giden Marco Polo, küçük gemilerle okyanusa açılan Kristof Kolomb, karısına sesini duyurmak isteyen bell, okyanusu uçarak geçen Lindberg,uzaya çıkan astronotlar ve nice diğer çılgınlar.onların ayak izleri evrenin sonsuz boşluğuna hiç çıkmamak üzere nakşedildi. Her insanın bunları yapması gerekmez,bizim sözümüz hayatından şikayet edenleredir. Bu şikayetçi grubun bir kısmı beceriksiz, bir kısmı da cesaretsizdir. Beceriksizler için yapacak birşey yoktur, rahatsızlık verirler,gördüğünüz yerde onlardan uzaklaşın. Ama cesaretsizleri cesaretlendirmek gerek, tüm cesaretlendirmeler rağmen hayatlarını değiştiremiyorlarsa onları da beceriksizler sepetine atın ve yanlarından ayrılın. Hayat size olumlu davranır ,yeterki siz hayatı hayatınıza alın.Armut saplı,üzüm çöplü,gül dikenlidir. Hayat budur ve bunu size gösterir. Gülü sevip dikeni korkusuyla elinize alamıyorsanız gülü sevmeyin.Yol ayrımlarında tercih yapamıyorsanız yola çıkmayın. Yapacağınız en doğru iş,hayatın ustalarını bulmaktır, gülü tutmayı, yolu seçmeyi öğrenmektir. Hayatın ustaları herkese görünmezler, ya da herkesin çok yakınındadırlar ama ancak gören yürekler onları farkedebilir.
Termodinamik okuduysanız, harcadığınız enerjinin tümünü geriye alamayacağınızı bilirsiniz, bazı kayıplar olacaktır. Newton'u biliyorsanız duran cisimlerin durmak, hareket eden cisimlerin hareket etmek istediğini bilirsiniz. Hani duran araba hareket ettiğinde geriye kaykılmanız,hareket eden arabada fren yapıldığında öne itilmeniz gibi. Sizce yaşadığınız hayat doğanın size bu basit sunumlarından farklı mı? Bu sunumları bilerek yaşadığınız bir hayatın size fazla sürprizler hazırlayamayacağının farkında mısınız. Tabiat ve hayat felsfesinin ne kadar içiçe olduğu görülebiliyor mu? Cesurluğunuzun, korkaklığınızın, becerikli ya da beceriksizliğinizin yaşamanın doğallığı ile mücadele gücünüzün bir yansıması olduğu ortaya çıkıyor mu. Nerede yaşıyorsunuz, gördüğünüz dünyada yani 4000 ila 7000 angström arasında,neyi işitiyorsunuz 20 ila 20000 hertz arasını,neyi hissediyorsunuz 36 santigrat derecenin üstünü ve altını,sonra 760 mm civa yüksekliğindeki hava basıncının altını ve üstünü (üstünü deniz altına indiğinizde hissedersiniz). İnsanların yüzde 99,999999 u bu dünyada yaşar, algılamaları bu aralıklardadır, ya bunların dışındaki evren ,boyutlar değiştiğinde ne olur. Bunlara kafa yoranlar doğayı yukarıda verilen aralıklar dışında analiz edenler işte onlar yukarıdaki büyük çoğunluğu yönetir ve yönlendirir. İşte bilime ve felsefeye hakim olanlar onlardır. Onlar quantum bilirler, genetik bilirler, genel relativite bilirler, matematik bilirler. Bu bildikleri ile de yaşamın geleceğinin maceralı yolculuğuna çıkarlar. Hayatın gerçek ustası bilimdir, bilimsel düşüncedir, tek gerçek macera bilimdir.
Oğuzkan Bölükbaşı
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 8 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
GİZEMLİ DAMLACIKLARIN MUCİZESİ
Göz yaşlarımız hesapsız, çocukça bir masumlukla gözlerimizden usul usul süzülüp bir sicim misali yanaklarımızdan akmaya başlarken; içimizdeki gri karamsar bulutları da bir bilinmeyene doğru alıp götürür. Yüreğimizin üzerindeki tonlarca ağırlığı kaldırıp bizi bir anda hafifleten kırılgan ama naif hislerimizin gizemli damlacıklarıdır onlar.
Öylesine kıymetli, öylesine gerçektirler ki, karşısında ağlayan birisini görünce dayanabilecek, buz gibi hareketsiz kalacak, titremeyecek bir yürek düşünmek çok zordur sanırım. Çünkü bu gizemli damlacıklarda en katı kalpleri bile yumuşacık yapan ve insana alabildiğince huzur kapılarını açan bir mucize vardır sanki. Cesaret ve netliğin beraberliğinden doğan bir masumiyet göstergesidir belki de. Severek dinlediğimiz ne çok şarkıda göz yaşından esinlemiştir, hiç dikkatinizi çekti mi? Örneğin;"göz yaşımda saklısın ağlayamam ben…."
Gerçekten de göz yaşımızda sakladığımız ne kadar çok anımız vardır, kimselerin bilmediği, içimizde, kalbimizin derinliklerinde sadece bizimle beraber yaşayan.
Pembe beyaz sevinçler, en tatlı mutluluklar, en derin acılar, kabus gibi yalnızlıklar, hayat boyunca yaşadığımız acı-tatlı tüm duygularımız; akıttığımız her damlada gizemini korur. Bu nedenle değil midir hep merakla sebebini bulmaya çalışmak ve her defasında "neden" demek.
Belki de yine bu nedenledir göz yaşlarımızı akıtmaktan korkumuz; birilerinin o halimizle bizi görüp sorgu sual etmelerinden çekiniriz hiç sebepsiz. Oysaki açıklamak zorunda değiliz ki göz yaşlarımızı.
Bazen hiç sebepsiz yere de ağladığımız olur. Bu bir tür birikmiş duygularımızın dışa vurumudur. Göz yaşlarımız akarken soluksuz, içimizdeki duygular bir deniz misali çoşup kabarır. Bir taşma noktası, bir patlama, belki de bardaktaki taşmaya hazır son damladır artık o. Akmasının, kirpiklerimizden yanaklarımıza doğru usul usul süzülmesinin sırası çoktan gelmiştir kendi iç dünyamızda.
Göz yaşlarımız öyle zamanlarda ortaya çıkıverir ki bazen bizi bile hazırlıksız yakalar. Örneğin, çok keyifli bir ortamda bir film izlerken sessizce belirir göz pınarlarımızda. Saklamaya çalışır, kimselere göstermeden kurumasını bekleriz karanlık sinema salonunda. Oysaki duygusal bir etkileşim sonucunda ortaya çıkan göz yaşlarımızdan utanmak ve onları saklamaya çalışmak niye?
Hayır, ağlamak asla bir zayıflık göstergesi değildir. Tamamen bize ve iç dünyamıza ait olup, gerektiği zaman çekinmeden kullanılabilmelidir. Sadece bayanlar değil bence erkeklerde ağlar, hatta ağlamalıdır. Son derece doğal, son derece içten gelen bu güzel tepkiye , farklı tepkiler vermek niye? Masumluğu, ele almaya korktuğumuz narin bir cam heykel misali kırılganlığı ve tüm saygınlığı ile bence ağlamak güzeldir.
İnsan olmanın en naif göstergesidir. Yaşamın vazgeçilmez tadları arasına saklanmış minicik duygu damlacıklarıdır. Bu gizemli damlalarda aşkı, nefreti, ayrılık acısını, özlemi, kederi, sevinçleri, hayal kırıklığını, terk edilmişliği, yalnızlığı,…sebepleri yada sebepsizliği bulmak öyle zordur ki.
Sırası geldiğinde ağlayın özgürce, rahatlayana değin, hesapsız, kimseden çekinmeden ve kimseye herhangi bir açıklama yapmaya gerek duymadan. Unutmayın hayat sizin hayatınız. Kimsenin şekillendirmesine ve yönlendirmesine izin vermenize ihtiyacınız yok. Hayatınızı en güzel şekli ile yaşamak nasıl sizin en doğal hakkınızsa, ağlamak da öyle. Önemli olan göz yaşlarınızın sizi rahatlatmasının yanında; hayatınıza yer eden kişilerin de "Sen ağlama dayanamam, ağlama göz bebeğim sana kıyamam…" nakaratında olduğu gibi size bunu hissettirebilmeleri.
Sevgiyle kalın ve ne olur göz yaşlarınızdan utanmayın.
Belgin Eryavuz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 6 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Gönülden Kahveci : Aylin Çukur |
GÖZÜ KARA OLMAK!...
Pek çok kişi erteliyor söylemesi gereken, içini kemiren duygu ve düşünceleri... Oysa söylense ne olur ki? Ne kaybeder? Eğer duygularının yoğunluğu karşısında hissettiklerini, düşündüklerini, söylemek istediklerini aktarmak istediği kişinin yorumları daha ağır basıyorsa önem sıralamasında, ''içimizi kemiren'' duyguları bir daha gözden geçirmeliyiz çünkü eksik parçalar vardır eğer ifade edemiyorsak,kaçıyorsak...
Gurur; sınav çemberinin başlangıç noktasıdır! Tam 50 puan değerinde!!! Çünkü bizler maalesef çoğunlukla gururumuzun esiri oluruz ve ilk zamanlar farkedemesekte baştan kaybedenler listesinde yer alırız... İkinci sınav sorusu ise ''göze alabileceklerimiz''dir!Bu da 20 puan üzerinden değerlendirilmeyi hakeden bir soru ama zaten ''O'' nun düşündükleri bizim söyleyeceklerimizin önüne geçiyorsa bu soruyu boş bırakırız...
Ne kaybederiz ki ifade etsek tüm ''benliğimizi''?Aslında bu bir bakıma kişilik çatışması ya da mantık ve duygu karmaşasıdır!Hep olumsuzu düşünürüz,peki ya ''O'' da sizinle aynı duygu ve düşünceleri paylaşıyor ve sizin gibi ifade güçlüğü yaşıyorsa?... Alın size bir çelişki daha!
Gelelim üçüncü sınav sorusuna; Herakleitos ne demiş; -HER ŞEY DEĞİŞİR AKMADA VE BU HAL BENİ HAYRAN BIRAKMADA- buna göre yaşam devam ediyor ve her şey değişiyorsa başkaları da yok mu sizin için? Ya da olamaz mı? ''O'' bir ''vazgeçilmez mi?'' Tam 30 puan üzerinden bomba gibi bir soru!
Konu ne olursa olsun, özel ya da genel bir yaşantıda adım atmadan önce kişinin kendi kendine sorması gereken ''altın'' sorular vardır, cevapları olumlu ya da olumsuz olsun duygu ve düşünceler ertelenmemelidir! Daha sonra ''keşke...'' kelimesi dökülmesin ağzınızdan!Sorun bir kendinize bu kadar yoğunsa düşünceleriniz, ''O''nun üzerinde bu kadar kafa patlatıp, zaman ayırıyorsanız ''Ne kaybedersiniz?''
AYLİN ÇUKUR acukur@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 5 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Sessiz Yazı
Nedense daha önce hiçbir yer ona bundan daha soğuk gelmemişti. Bu binaya adım atar atmaz yabancılık çektiğini düşündü. Elinde henüz ne olduğu belirsiz, ama onun için son derece önemli olan bir kağıt tomarı vardı. Bu kağıt tomarıyla bomboş bir koridorda öylece yürüyordu. Adımları hiç olmadığı kadar ürkekleşti. Ürkeklik ! İdil, bu kelimeden hayatı boyunca bir kez olsun söz etmemişti. Bu kadar zor dönemler geçirip her şeyi büyük bir cesaret ve azimle göğüsleyen kız, şimdi kendisinin adeta bir fareye benzeyen tedirginliğinden hiç hoşnut olmamıştı. Adımları heyecandan giderek hızlanırken bir an duraladı. Etrafına bakındığı zamansa bu bina; eskiden çok daha farklı bir şekilde düşündüğü bina onda büyük bir hayal kırıklığına neden oldu: "Bir yayınevi bu kadar soğuk olamaz." diye geçirdi içinden. Gerçekten de, edebiyatın bu kadar yoğun olduğu bir yer, ona göre çok daha iç açıcı görünmeliydi. Güneş bile, o soğuk duvarların kaygan yüzeyinden yansıyıp koridoru ancak aydınlatıyordu. İdil şimdi bulunduğu durumun değil de, bulunduğu ortamın onu bu denli ürkek hale getirdiğini anladı. Sanki artık arkasında dayanabileceği hiçbir şey yoktu. Edebiyat, ona sırtını dönmüş gibiydi.
Bütün bu aklından geçenleri unutmaya çalıştı. Kendini biraz olsun toparlayabilmek için kapıdan içeri girmeden önce koridorda duran banklardan birine oturdu. İşte biraz sonra o kapıdan içeri girecek ve içeride bulunan kişiye bütün hayallerini teslim edecekti... Hayal demişken, hayallerine hiç bu kadar yaklaştığını hatırlamıyordu. Her gün adım adım yaklaşıyor ve ona sanki bu hiç bitmeyecekmiş gibi gelse de asla pes etmiyordu. Şimdi de öyleydi İdil. Hala eskisi gibi inatçıydı.
İnsanlar, özellikle yakınları ondaki bu inadı içten içe hissediyorlardı. Onun ne zor evreler atlattığını biliyor, ona ara sıra bu konuda yardımcı olmaya çalışıyorlardı. İdil, kendisine bu şekilde davranılmasından nefret ediyordu. Her şeyi kendi başarmak istiyor, etrafındakilere kendini kanıtlama çabasına giriyordu. Bu, özellikle son bir yıldır daha da belirginleşti. Güçlü bir karakter, insanın hissettiklerini kolayca açığa vurmamasına neden olurmuş demek ki. İdil de, geçen sene geçirdiği trafik kazasından işte bu şekilde etkilenmişti. Olayları hep içinde yaşayacak, ve önündeki birkaç yıl kendini sadece yazıyla ifade etmek zorunda kalacaktı. Konuşma özelliğini yitirmişti çünkü.
Her gece, en az iki saat yazmaya ayırıyordu. Bu aslında bir kaç senedir böyleydi. Yazmayı bir yaşam biçimi olarak görüyordu artık. Rafları ve dolapları yarım kalmış hikayelerle, denemelerle, şiirlerle doluydu. Yazarken, kendinden uzaklaşıp farklı karakterler yaratmayı, ve yarattığı bu karakterlerle bütünleşmeyi seviyordu. Bir gün, gerçek bir kitap yazmak istedi. Bunu düşünmek bile aklını başından almaya yetiyordu. Hem bu şekilde insanlara kendini kanıtlamış olacak ve yazar olma hayaline biraz daha yaklaşacaktı.
Önceleri, bunun için biraz erken olduğunu düşündü. On altı yaşındaydı. Ailesine, -yazılarını okutmayı çok sevmese de- bazılarını okutmayı denemişti. Onların yorumlarını almak istiyor, böylece nasıl yazdığını başkalarından duymak istiyordu. Onlara yazılarını verirken, işaret diliyle yazıları bir yerde bulduğunu ve beğendiğini, bu sebeple onlara okutmak istediğini anlattı. Ailesinden aldığı cevaplar beklediğinden çok daha olumluydu. Onlara, yazıların kendine ait olduğunu anlatmaya çalıştığındaysa şaşırıp kalmışlardı. İdil, bu duruma çok sevinmiş ve ilk başlarda tereddüte düştüyse de, sonraları kitap işinden vazgeçmemeye karar vermişti. Tereddüte düşmesinin sebebi, ailesine bundan bahsetmemiş olmasıydı. Ondaki bu tutkunun, geçici bir heves olduğunu düşünebilirlerdi belki. Bu yüzden, bundan hiç bahsetmemek çok daha iyiydi İdil için. Hem zaten, daha çıkıp çıkmayacağı belli olmayan bir kitap hakkında söz etmeyi kendine yakıştıramıyordu.
İdil bunları düşündüğü sırada, ailesi onun konuşamamasına üzülüyor ve onun için bir şeyler yapmak istiyordu. Babası, bunun kendisinin hatası olduğunu ileri sürüyordu hep. Çünkü kazayı o yapmıştı ve arabanın içinde bulunan ailesini tehlikeye atmıştı. O kadar korkunç saniyeler geçirmişlerdi ki, babası o an her şeyin bittiğine inanmıştı. Şimdiyse kendini son derece suçlu hissediyordu. Annesiyse onu avutmaya çalışıyor, ona böyle şeylerin olabileceğini ve kendini bu konuda suçlamamasını söylüyordu. Neyse ki, ailede ağır yara alan olmamıştı.
İdil'in bu konudaki düşünceleri daha farklıydı. O, suçu kendine atıyordu içten içe. Güçlü karakterinin ona oynadığı bir oyun gibi görüyordu bu olayı. Hissettiklerini içine attığından ve genellikle sorunlarından ya da üzüntülerinden başkalarına bahsetmeyi gururuna yediremediğinden olabileceğini düşünüyordu bütün bunların. Olan yine kendine olmuş, bu düşüncesi yine kendine zarar vermişti. O gün arabadayken ailesine olan sevginin üzüntüye dönüşmesinden korkmuştu. Öylesine bir korkuydu ki bu, dili bir anda tutuluvermişti.
"Ama şimdi," diye geçirdi içinden, "eğer bu yapmak istediğim şeyi başarırsam, belki o zaman kendimi affeder ve insanlara düşüncelerimi her zamanki gibi istediğim yoldan, yazarak ifade etmiş olurum." Sonra içeri gitmiş, dağınık ve loş görünen odasında yere uzanıp her zaman yaptığı gibi, kağıtlara bir şeyler karalamaya başlamıştı.
İşte, elinde şimdi ürkekçe tuttuğu kağıt tomarının hikayesi böyle başlamıştı. Aşırı sevgi, azim ve tutkuyla. O an orada olacağını tahmin etmezdi o zamanlar. Eline kalemi ilk aldığı gün, bundan tam bir yıl sonra yayınevi kapısının önünde oturup sırasını bekleyeceğini hiç tahmin edemezdi. Sanki ucu açık bir yolda ilerlemeye başlamış gibiydi eskiden. Nereye gideceğini şaşırmış, ama bunu yine de belli etmeyen bir kararlılıkla düşünüyordu ne yapacağını. O zamanlar on altı yaşındaydı, şimdiyse on yedi. Arada pek fark yokmuş gibi görünse de, bu bir yıl ona çok şey katmıştı. Bir kaza, dilsizlik, yeni ve bilinmedik düşünceler, bir kitap, bir hasta ve çeşitli umutlar. İşte şimdi de, oturduğu yerde bu hastayı ve hastanın umutlarını düşünmeye başlamıştı.
Bu hastadaki gayret, dürüstlük ve şefkat, İdil'in üzerinde büyük bir etki bırakmıştı. Çünkü o hasta, çok sevdiği babaannesiydi. Onu küçüklükten beri çok sevdiği için, bir hastahane odasında görmeye dayanamamıştı. Başını odadan içeri soktuğu anda o şefkatli ve iyi insanın orada olmasını çok adaletsizce bulmuştu. Hemen geri dönmüş, ve kendini tutamayarak ağlamaya başlamıştı. Anne ve babası da en az onun kadar üzgündü, ama İdil belki de kişiliğinden kaynaklanan bir sebeple bundan çok daha etkilenmiş görünüyordu. İdil'in insanlara karşı gösterdiği mesafenin aksine, babaannesi ondan çok daha sıcakkanlı ve sevecendi. Kalp krizi geçiren bir insanda olabilecek tedirginlikleri bir kenara bırakıp, sevdiklerine kavuşmanın mutluluğunu yaşıyordu. Geleceği düşünmeyişin verdiği sorumsuzluk ve hafiflik vardı üzerinde. Hastahanede olmak onu ruhsal açıdan bozmamıştı. Beklediği şey sadece yakınlarından gelecek olan destekti.
İdil, zaman buldukça hastahaneye gidiyor, babaannesinin kendisini iyi hissedebilmesi için elinden geleni yapıyordu. Ona her ziyaretçinin hastaya yaptığı gibi kitap okuyamayacağından sadece kitapları hediye etmekle yetiniyordu. Onun çok okuyan bir insan olduğunu bilirdi. Babaannesi ona sürekli artık okuyacak kitabın kalmadığını söylüyordu. İdil, babaannesinin hastahanede olduğu süre içinde onunla olan bağlarını daha da güçlendirmişti. Bir şey anlatmak istese işaret dilini kullanıyordu. Ama genellikle babaannesini dinliyordu, çünkü onun birinin kendisini dinlemesine ihtiyacı olduğunu düşünüyordu. Günlerce dinledi, onun hislerini anlamaya çalıştı. Babaannesinin bu dertli yüzünü ilk defa gördüğünü farketti birden. Onun kişiliğine öylesine girmişti ki, bu yaşadıklarını ve düşündüklerini hikayelerinden birinde anlatmaya karar vermişti.
Nihayet yayınevinin kapısı açılmıştı. İdil, heyecanını bastırmaya çalışarak elindeki kağıtları içeride duran yaşlı sayılabilecek sevimli bir adama uzattı. Adam, küçük gözlüklerinin üstünden sevimli bir ifadeyle İdil'e bakarak "Bunların hepsini sen mi yazdın?" diye sordu. Bir yandan sayfaları karıştırırken, bir yandan da inanamamış gibi kafasını iki yana sallıyordu. İdil, bu manzara karşısında çok şaşırmıştı. Bu soğuk binanın içindeki sıcacık oda, ona sanki bir anda umut vermişti. Pencerenin pervazında aynı babaannesinin hastahane odasındaki gibi taptaze çiçekler duruyordu. Tozlu kitaplar, bu küçük odayı boğmak yerine sanki değişik zamanlara, yerlere ve kişilere götürüyordu insanı. İdil, heyecandan oynamakta olduğu ellerini bıraktı ve başını kaldırıp "Evet, bunların hepsini ben yazdım." dedi.
Böylece geçirmiş olduğu sene ona bir şey daha katmıştı: Bir cümle.
Artık içindeki bütün sertliğin gittiğini hissediyordu. Korkusu da kalmamıştı eskisi kadar. Konuşabiliyordu demek artık. Konuşabilecek kadar çok seviyordu yazmayı...
Kitabının konusuysa insanlardı. Her yerden, her kesimden, her türlü karaktere sahip, her türlü alışkanlıkları ve amaçları olan, çeşit çeşit insanlar. Kitabın başında da o çok sevdiği insanı sevindirecek bir yazı ve bir not yazıyordu: "Babaanneme... Bana hayata odasındaki taze ve günlük çiçekler gibi bakmasını öğrettiği için.."
İdil,birkaç hafta sonra kitabının basılacağını öğrendiğinde sevincinden ne yapacağını şaşırmıştı. Artık hislerini gizlemiyor, bir sıkıntısı olduğunda olduğu gibi anlatıp paylaşıyordu. Ailesi onun tekrar konuşmaya başlamasına inanılmaz derecede sevinmişlerdi. Ondaki değişimi de görmüşlerdi, ama onu bu şekilde kimin etkilediği konusunda en ufak bir fikirleri bile yoktu. Bunu sadece İdil biliyordu.
Kitabı basıldığında ailesinin bundan hala haberi yoktu. Babaannesinin doğumgünü gelmiş ve bunu hastahanedeki odasında kutlamaya karar vermişlerdi. O gün herkes kendini iyi hissediyordu. İçlerinde İdil'in babaannesinin hala yatakta yattığının bir üzüntüsü olsa da bunu belli etmemeye çalışıyorlardı. Annesi ve babası hediyelerini verdiler ve sıra İdil'e gelmişti. İdil, babaannesinin yanına yaklaştı, doğumgününü kutladı ve bir anda eline yazmış olduğu kitabı tutuşturuverdi. İlk başta herkes neye uğradığını şaşırmıştı; bu duruma alışmaları da biraz uzun sürdü. Ailesi onu kutladığı sırada babaannesi mutluluktan ağlamaya başlamıştı. Aslında o, bu durumun dışında aynı zamanda başka bir şeye de ağlıyordu. Kitabın içine iliştirilmiş bir not vardı:
"Sevgilerle...Artık dilerim yeniden okuyacak bir kitabın olmuştur..."
Duygu Ergun
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 3 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Kahvecigillerden : Oktan Erdikmen |
Sen Beni Öldürcen Mi?
Son günlerde müzik piyasasında oldukça kaliteli şarkılar yer edinmeye başladı. Sanatın yalnızca bir güzel zaman geçirme aracı olmadığının bilincinde olan cumhuriyet sanatçıları, besteledikleri anlamlı şarkıların yanı sıra, özel yaşamlarında da bütün topluma örnek davranışlar sergiliyorlar. Sanatçılar, “Sen beni öldürcen mi, çıldırtcan mı canım?”, “Çeksene elini, kırcan mı belimi?” ve “Buraları yıkılıyo benden yıkılıyo” biçimindeki şarkı sözleriyle de sözcük dağarcığımızı genişleterek, 12 Eylül sonrası işlevsiz hale gelen Türk Dil Kurumu’nun boşluğunu dolduruyorlar.
Yaptıkları müziğin yanı sıra isimleriyle de topluma mesajlar vermeyi ve örnek olmayı şiar edinen sanatçılarımız; Kont Adnan ve Laz Taylor gibi isimlerle sahne almayı tercih ediyorlar. Aynı şekilde Ümit Davala gibi futbolcularımız da ülkemize spor alanında yaptıkları katkılarla yetinmeyerek müzikte de çığır açma girişimlerini sürdürüyorlar. Bu değişim ve ilerleme sürecinde görünüş danışmanları, yani modern adıyla “image makerlar” oldukça önemli bir yer teşkil ediyorlar. Herkes gibi giyinip, herkes gibi davranmak bir sanatçıya yakışmayacağı için, sanatçılarımız görünüş danışmanlarının gece gündüz düşünüp bin bir emekle icat ettiği atraksiyonlara uygun hareket ediyorlar. Kimi kaşını deldiriyor, kimi gözünü. Ama unutulmazlar arasına girip efsane olmak isteyen sanatçılarımızın henüz kimsenin deldirmeyi akıl edemediği yerlerini deldirmeleri gerekiyor. Televizyona çıkmak içinse, saçları yarım kilo jöleyle dikleştirip orta kısmını kırmızı ibibik şeklinde boyamak yeterli oluyor. Elbette ki giysilerin de özenle seçilmesi gerekiyor. Bayan sanatçılarımızın bu konuda fazla çaba harcamasına gerek görülmüyor. Çünkü kim ne kadar giyinmezse, o kadar cesur ve şık; kim ne kadar giyinirse o kadar eski moda ve rüküş olarak nitelendiriliyor. Önemli olan kıyafetlerin biçimi, rengi falan değil; topluma örnek olacak bir sanatçının dikkat etmesi gereken tek nokta giysilerin hangi modacının elinden çıktığı. Modacınızın eşcinsel olması ve Televolelerde sıkça boy göstermesi sizin için ek bir avantaj getirebiliyor. Zina tartışmalarının gündemin birinci sırasını işgal ettiği şu günlerde, her kim karısını, kocasını, sevgilisini en çok aldatırsa; en çok işi o alıyor. En popüler o oluyor, televizyonlara en çok o çıkıyor, gazetelerde en çok onun fotoğrafı basılıyor.
Bu çerçevede gençlerin önüne envayi çeşit örnek sunuluyor. İsteyen Rakın Koka gider, isteyen Barışaraka. İsteyen kaşını deldirir, isteyen göbeğini. Ama gerçek anlamda “klabır” takımının içine girmek isteyenlerin ibibik sahibi olmaları ya da en azından yarım çember sakal bırakmaları gerekiyor. Kendi kültürüne, değerlerine, öz benliğine ve müziğine sahip çıkmak isteyen geri kafalı bazı kendini bilmezlerse, ilerici kuvvetler vasıtasıyla susturuluyor; Avrupa Birliği’ne girdiğimiz şu günlerde ülkemizde denetlemelerini sürdüren Mister Verhugen’in görmeyeceği yerlerde saklanıyorlar.
Ülkemizin önünde hiçbir güç duramaz. Türkiyeli(!) gençleri kimse tutamaz. Bizim Amerikalılardan, Avrupalılardan ne eksiğimiz var? Biz de onların dilinde eğitim almıyor muyuz? Onların yemeklerini yemiyor, müziklerini dinlemiyor muyuz? Ülkemizi onların istediği gibi yönetmiyor muyuz? Anadolu topraklarında Selçuklu Osmanlı izlerini silip, Batılı kültürümüzü(!) ön plana çıkarmıyor muyuz?
Söyleyin, bütün bunların hepsini, yapmıyor muyuz?
Oktan Erdikmen
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 5 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Fotoğraf : Recep Pehlivanlar
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 4.273 kahveciye doğru yola çıkmıştır.
Yukarı
|
Bir Dokunuştu Aşk
Doğanın gözü kanlı
Yenik işçi zamanın ötesinde aşk
Uzak bir serserilik
Gizli bir ağaç gövdesi
Göz yuman çocuk
Saklı
Ansız bir devinim
Mabedin karanlık örtüsü altında
Parlayan soluk ışık
Aşk ikiyüzlü maskesi altında
Bir masal kahramanı
Yaşamayan.
Ah bu hayat!...Yalan!
Ağlayan gökyüzü
Çirkin sundurmalara süren yüzünü
Damlalar ıslak saten
Siyah ruhuna sadık
Mavi kırmızının ayağında
Pranga
Sefaletin yeni resmi
Portrede ağlayan bir kız çocuğunun
Renk atmış düşleri
Monaliza gülümsemesinde
Kirli fırça darbeleri
Hoyrat
Yaşam(ak)
Sanat
Yüksek bir kayada asılı
Künyesi okunmayan yırtık hayalleri hayalcinin
Yitik düş ülkesinde
Gizli bir mabet
Geçitsiz duvarların
Ahraz gardiyanı ruhum lal
Bir külkedisi masalından uyanan masalcının
Hayal kırıklığı
Saklının haklı bahanesi
Geçmiş zaman.
Yağmur ormanından kaçkın
Bir çiy tanesiydim, korkak.
Kaçak
Bir dokunuştu
Aşk
Olmasa….
Nurdan Pamuk
Yukarı
|
Güzel bir yaratıcılık örneği!..
Yukarı
|
İşe Yarar Kısayollar - Şef Garson : Akın Ceylan Yamağı : Ayşe Nur Gedik |
...güzel sanatlar fakültelerinin grafik, seramik, heykel, resim ve iç mimari bölümlerinde zor koşullar altında 'çıplak' (nü) modellik yapan ağır işçiler, 657 sayılı devlet memurlari yasasi kapsamında 'geçici işçi' statüsünde çalışıyor. hacettepe universitesi'nde 3 yıldır modellik yapan ve isminin verilmesini istemeyen N.., "en büyük sıkıntımız, işimizin yasal tanımının olmaması" diyor. Çalışma koşullarının çok ağır olduğunu da vurgulayan 'nü' model N.., bir milyar liranın altındaki aylıklarını bile zamanında alamadıklarını belirterek sıkıntılarını şöyle ifade ediyor: "okul bazen çok soğuk olduğundan öğrenciler atkı, bereyle çalışıyor ama biz donuyoruz. bu da bizim mesleğimizin cilveleri. meslek hastalıklarımız ise kalp-damar, eklem rahatsızlıkları, kış enfeksiyonları... lütfen donmasın sanatçılarımız devlet bir yardım eli uzatsın: bir atkı yada yün bir çorap sevindirir fakirleri... Bu ve daha fazlası için http://www.nedir.net/ Bilmek ayıp değil, öğretmemek ayıp.
Web sayfalarını gezerken hoşunuza giden bazı flash animasyonları http://www.downloadatoz.com/flashsaver/download.html kısayolundaki programcık ile indirebilirsiniz. Daha fazla detaya girmeyeceğim, lütfen ısrar etmeyin.
Word veya power point kullanıcıları çalışmalarını hazırlarken genellikle anlatımlarına uygun resimler bulmakta zorlanırlar. Bu kısayolda isteklerinize uygun sunum resimleri mevcut. http://www.coolclips.com/world/travel.htm kısayolunu tıklayabilirsiniz.
Hazır resimlerden bahsetmişken birde http://funfire.de/lustige/bilder-267-panzercrash.html kısayolundaki eğlencelik resimlere bakmayı ihmal etmeyin.
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
WordToys 1.0 [1.38MB] Windows 2000, XP FREE
http://www.soldaat.com/wordtoys/download.htm
MS Word 2000, 2002(XP), 2003 kullanıcısı iseniz bu eklentiyi kaçırmamalısınız. Word kullanımını son derece kolay hale getirip bir de üzerine hoşluklar ekleyen bir program. Epeyce işi tek tuşla yapılabilecek hale getiriyor ve onları yeni bir menü olarak oluşturarak kullanmanıza olanak veriyor. İngilizce olması bir dezavantaj olarak görünsede anlaşılması kolay butonlar kullandığı için yabancılık çekmiyorsunuz. Uzun lafın kısası denemeden anlamanıza olanak yok aslında. Yükleyin deneyin.
Yukarı
|
|
|
|
|
|