|
|
|
24 Eylül 2004 - Fincanın İçindekiler |
Editör'den : Şanslı çekirgeler!.. |
Merhabalar,
Dünya işlerini ahrete hazırlıktan önemli gören pekçoğunuz gibi dün Tayyip Bey'in AB çıkarmasını izledim. Verheugen amca ile gerçekleştirdiği dostane görüşmenin ardından yaptığı basın toplantısını izlerken de ekrana kafa atasım geldi, yalan yok. Allah aşkına söyleyin, binbir afra tafra ile restleşerek köprüleri atmaya niyetli Ulubatlı Hasan tavrıyla geri çektiği kanun tasarısı hakkında adamın gözünün içine baka baka yalan söyleyen birini dinlerken kendinizi kötü hissetmez misiniz? Bakın Ramazana az kaldı. Eski Ramazan eğlencelerinin örneklerini televizyonda görmeye başlarız yakında. Mesela tuluat tiyatrosundan örnekler veren pekçok saygın sanatçıyı görme olanağı bulacağız. Ama o saygın sanatçılardan daha yetenekli saygın bir başbakanımız olduğunu da gördük Allahın izniyle. Tuluat, Brecht'vari denilmek istenirse, epik, öztürkçede doğaçlama olarak ifade edilen bu sanat türünün en güzel örneklerini başarıyla veren bir sayın başbakanımız var. Elinde tek cümlelik bir metin, "Müzakere tarihi alınana kadar her türlü el etek öpülecek, kırılan potlar döndürülüp dolaştırılıp halkın yararına bilinçli olarak yapılmış gibi gösterilecek, yerse politikası izlenecek, sıkışıldığında önce söylenenlere bir kulp bulunarak doğru yola gelinecek, bilahare tarih alındıktan sonra tabanın gözünün yağı yenilecektir." Konudan dirhem sapmadan ne gerekiyorsa yapıyor Erdoğan. Önce yerse diye zinayı cezalandırmanın yolunu diğer pekçok gizli madde ile birlikte TCK tasarısının içine soktu. Kamuoyundan ve AB'den gelen tepkiyle şu anda bunu yedirmenin mümkün olmadığını anladı ama yiğitliğe helal getirmemek için gene yerse diyerek kanunu meclisten çekti ve önce raporun çıkmasını beklemek istedi. Bunu da yediremeyince, sanki bilinçli çekmiş gibi, Verheugen amcama "Başka koşul öne sürmeyecekseniz yüreğim kan ağlayarak bu tasarıyı unuturum." dedi. Verheugen amca da çektiği acıyı anladığını söyleyerek "Vallah billah başka koşul yok, çek zinayı kap tarihi." diye geveledi. Bu havayla basın toplantısına çıkan başbakan gözümüzün içine baka baka, yavuz hırsız edasıyla "Zina konusu zaten yoktu, ne önergesi ne de kendisi vardı. Bu medyanın halt etmesidir. Biz bu konuyu unutarak yasayı olduğu gibi çıkarmak üzere meclisi toplantıya çağırıyoruz." deyiverdi. Unutmayın, CHP 2 gün önce meclisi toplamak üzere imza toplamaya başladığında aynı başbakan adamları gayriciddi olarak nitelendirmişti.
Şimdi birileri çıkıp "İşte bu ancak büyük bir devlet adamının yapacağı iştir. Böyle davranarak bir sonraki anlamsız koşulu önlemiştir." diyecektir mutlaka. Oysa bu, yetenekli tuluat sanatçısının elindeki tek cümlelik metni oynarken aklını kullanmasından başka birşey değildir. Çekirge bu sefer de sıçramış, başbakanım bir yolunu bulup kahraman olmuştur. Oysa kazın ayağı, kurbağanın bacağı öyle değildir. Yukarıdaki fotoğraflara dikkatle bakmanızı istiyorum. Dün Vatan gazetesini okumayanların gözünden kaçabileceği düşündüğümden buraya koymayı uygun buldum. Şenol Çakır'ın fotoğrafları adeta bir fotoroman. Yer Samsun, elinde telsiz motorize uçkur bekçiliği yapanlar AKP'li belediyenin zabıtaları. ANAP'tan AKP'ye menfaatleri doğrultusunda iltihak eden Yusuf Ziya Yılmaz'ın başkanlığındaki belediye, daha sadece sözü edilen bir kanundan feyz alarak gençlerin peşine düşmüş. Üç gün önce Kayseri stadında yapılan 30 Bin kişilik "Kuran Ziyafeti"'ni düzenleyip salavat getirenler, bunu bir gövde gösterisine dönüştürenler, Samsun'da uçkur bekçiliğine soyunanlar kimlere güveniyor dersiniz? Korkmayın söyleyin, ya da korkun söyleyin. Bu iktidarın emeli bellidir. Olup bitenler emele ulaşmak için mübah sayılan ayı-dayı ilişkisinin uygulamasıdır. Basın toplantısında bir soru üzerine başbakan "Benim gizli ajandam yoktur." dedi. Ben inanmadım. Siz inandınız mı?
Bugün pikaba koyacağım şarkıyı seçerken zorlandım. Haftasonuna yakışır, şöyle oynak bir melodi aradım ama nedense elim hep şu dinleyeceğiniz çok hoş ama biraz depresif şarkıya gitti. Nicos'un kemanından Secret Love. Umarım hoşunuza gider. Artık yaz bitti demeye az kaldı, eğer yağış olmazsa bu haftasonunu iyi değerlendirin olur mu? Pazartesi görüşürüz, hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
Ümitsiz kalmayın : Ümit Yoket |
TEYZANNEM
Kendimle ilgili, ilk anımsadığım şeyler, şöyle şekilleniyor kafamda; "Hadi güzel oğlum, yumurtanı ye..., sütünü iç...., bak sana muz da vereceğim...." ve hemen ardından birisi baş ucumda bir şeyler okuyor. Biraz daha farkında iken de okunan şeylerin günlük gazete veya dergiler olduğunu anımsıyorum. Okunmakla da kalınmıyor ve elime oyuncak diye tutuşturuluyor bu kağıt parçaları... Bende tersine, yandan ne şekilde olursa olsun tutup, resimlere renklere bakıyorum sadece... Hiç ama hiç yırtıp, paralamadan dakikalarca bakıp inceliyormuşum...... O tekrar gazeteyi ya da dergiyi alıp ilgimi çeken resimlerin altlarını okuyor bıkıp usanmadan... Sıkılıyor muyum, birisi benle ilgileniyor diye hoşnut muyum, tamamen karanlık.....
Aynı çatı altında yaşayan O, anneanne, dede, bir dayı ve anne, baba klanının yıllardır beklediği ilk çocuk, ilk mürüvvet ve 7 sene sonra gelen oğlan çocuğunun prensliği... Sonsuz bir sevgi ve tolerans yumağı içinde ilk anımsadığım enstantaneler bunlar....Zaten ilk iki yıl onlar sevdikçe, pohpohladıkça ben yaygarayı basmışım, durmadan ağlamışım... Uyutsunlar diye battaniyeler de sallamışlar, telaştan kundağın çengelli iğnesini etimle birlikte iğnelemişler, hiç bıkıp usanmadan bitimsiz sevgilerini sunmuşlar huysuz çocuğa... O gün bugün,bol tezahüratlı, yalap şalap sevilmeyi içime sindiremem ve bende öyle sevemem...3. yaşla beraber artık ağlayacak derman, ses ve gözyaşı kalmadığından olsa gerek, büyüklerimin tabiri ile melaike gibi bir çocuk haline dönüşüvermişim... Köşe yastığı gibi, nereye koyduysan orada kalsın örneği...İşte yazıya başlarken aktardığım silik anılar bu değişim döneminde yaşanmış.
İlk okula bir yıl erken, 6 yaşında başlamışım onun ürünü olarak. Çünkü 4-5 yaşlarında okuma faslı ile beraber elime kağıt kalem tutuşturuluvermiş bile..Ne bilsin garibim aynı eller 40 yıl sonra ölüm raporunu da yazacak!....Bende o gaz ve pres ile okuma ve yazmayı söküvermişim, okula başlamadan önce... Bu nedenle de ilk okul 1.sınıfa başladığımda önde olmanın, farklılığın ve bunun farkındalığının faydası olarak özgüven ve başarılı olma tohumları yeşermeye başlamış bile içimde... Üniversiteyi bitirene kadar, hiç duraklamadan ve bükülmeden devam etmecesine... Ve tabii ki nerede ise tamamen O'nun sayesinde...
İlk okul 3.sınıfta, günlük gazeteler berdevam iken, tarihi romanlar, hayat dergisi ve Doğan Kardeş soluksuz okunmaya başlanmış. Ama aileye ilk ciddi yükü de oluşturmaya başlamışım... Yenip, içeceklerin bütçesi bile yetmiyorken, birde okunacakların listesi baş edilmesi olanaksız bir şekilde kabarmaya başlamış. O ay alınabilecek tek roman 3-4 günde derdest edilince, ben onlara onlar bana, bakıp kala kalmışız. Ama O bu konuya da çözüm bulmuş. Evimizin karşısındaki kırtasiyeci Bahattin amca'ya (ruhu şad olsun, çok kısa bir süre doktorluğunu yapmak kısmet oldu da gönül borcumu bir nebze olsun ödeyebildim...) durumun çaresizliğini anlatınca benim aciliyet gösteren bağımlılık krizime ortak bir çözüm bulmuşlar. Çözüm şu; ayda bir roman alınacak, O'nun tarafından kirlenmesin diye kaplanacak, ben kitabı tertemiz okuyacağım ve bu sayede o ay sınırsız şekilde okuyabildiğim kadar kitap okuyacağım...
(Bu modeli orta okula giderken okulun önüne gelen mavi gazici kütüphane otobüsünde de 3 yıl boyu aynen uyguladım ve o sayede de dünya klasiklerinin dibine darı ektim.)
Ben ilkokul üçte iken anne, baba ve 5 yaşındaki kızkardeş ayrı bir eve göçtüler. Ki o evin inşa edilmesi ayrı bir öykü konusudur. Bir yapı ustası, babam harç karıyor, annem harcı taşıyor, 5 ve 9 yaşlarındaki iki çocuk ustaya tuğla taşıyor..Şimdiki çocuklar filimde seyretseler canları sıkılır. Öyle bir ev inşaatı...Her neyse, bana sorduklarında düşünmedim bile, O'nun yanında kalıyor ve okuluma devam ediyordum...Böylece onunla beş yıl sürecek (3 sene de ortaokul) leyli okul hayatımda başlamış oldu. Artık baş başa idik, O, ben ve okunacaklar...Okumaktan yorulduğumda, radyodan maç dinleyip duvara attığım topu tutmaya çalışarak dinlendirirdim kendimi... Akşamları Eşrefpaşa'da varyantın hemen başlangıcında olan evin önünde kucağına oturup 5-10 dakikada bir geçen arabaları seyretmek ve doktor olunca senin de böyle araban olacak söylemlerini dinlemek ne kadar keyifli idi..Evine dikişe gittiği, sonradan Ege Tıp Fakültesinde Hocam olan doktoru ve aile yaşamını önce beni de yanında götürerek gösterir sonra bana saatlerce anlatırdı, sende böyle büyük adam olacaksın, Ümitçiğim diyerek...
Yavaş yavaş artık ben ona okumaya başlamıştım, kaneviçe gibi işlediği çocukluk yıllarımdan ergenliğe geçiş başlamıştı ve ben O'nunla her şeyi tartışabiliyordum. Bir kez bana kızmamıştı, bir kez beni cezalandırmamıştı. O ilk okul mezunu idi, hiç evlenmemişti, aşık olup sevmiş mi di, aşık olunup sevilmiş mi idi?... O konu tamamen kapkaranlık... Şimdi geriye dönüp bakıyorum da, ne yapmak ve ne olmak istedi ise tüm olanaklarını kullanıp, tüm enerjisi ve istencini bana aktarmaya çalışmıştı. Kendi bireyselliğinde yapayalnızdı, kendi ördüğü sevgi halesinde ise çevresi ile kalabalık ve gönül zengini idi...Karşılık beklemeden sevgi ve saygı sunmak konusunda o benim EFSANEM di. Ve bu EFSANE, sadece kendi yüreğinden fışkıran sevgi selinin suladığı bir gül bahçesinde yaşıyordu, yapayalnız..... 80 yıllık tüm yaşamı boyunca..
Hiç işi ve geliri olmadı, seçici olarak evlere gidip yaptığı terzilik dışında... Ama hiç açıkta ve aç kalmadı, hep kollandı, hep sevgi,saygı gördü. Kendini AYNA yapmıştı tüm çevresine.. Eloğlu babam onu bacısı bildi, yanından hiç ayırmadı, annem ve babam öldükten sonra ben onu TEYZANNE likten ANNE liğe taşıdım, sonra da kız kardeşim ve eşi gerçek bir ANNE sayarak beraberce yaşadılar uzun yıllar, kızlarına büyükanneliğin doyumsuz örneklerini sunarak...Son yıllarda kızım bile babaannem benim diye sarılıp kucaklıyordu kendisini... Birkaç çocuğu ve kalabalık akrabaları olup da bir başına ve sefalet içinde ölenleri düşününce, yapayalnızlığında yaşadığı gönül zenginliğine gıpta etmemek elde değildi. Kendi elleri ve yüreği ile yarattığı doktorluğumu ve kişiliğimi izledikçe gözlerinin nasıl gururla parıldadığını unutmak mümkün mü?...
Ben hala günlük bir iki gazete okumadan güne başlayamıyorsam, geceleri onunla geçirdiğim çocukluk günlerindeki gibi, gece okumadan uyuyamıyorsam, bana bırakabileceği mirasların en büyüğünü bıraktığı içindir...
"O" bu nedenlerle benim TEYZANNEM ve benim gerçek EFSANEM, bilmem anlatabildim mi?...
Ümit Yoket
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 16 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Rengarenk: Tuba Çiçek NEREDE KALMIŞTIK? |
|
En son gördüğümde yana döne beni arıyordunuz.
Peki neredeydim aylardır?
Kocaya kaçtım!
Desem.... nasıl da mutlu olur, gevrek gevrek gülersiniz değil mi?
'Her ahkam kesen evlilik karşıtı gibi senin de birgün evleneceğini biliyorduk zaten' diye ukalalık da yaparsınız siz şimdi.
Üzgünüm. Kursağınızda kalmış hevesiniz için yapabileceğim birşey yok. Kocaya mocaya kaçmadım, kaçmayacağım da..
E peki neredeydim?
'Tatildeydim. Sizler Kahve Molası'nda 4 gözle benim yazılarımı beklerken, ben 4x4 şeroki jip ve 4 tane çıtır ile, 4 ayrı tatil beldesi ve 4 ayrı tatil köyünde, 4 köşe bir vaziyette, 4-4'lük bir tatil yaptım' demeyi de ben çok isterdim. Ancak bu 4 başı mamur hayal de benim kursağımda kilitli kalmış durumda.
Yahu neredeydim sahi ben 1 aydır?
a- Depresyona girmiştim. 'Depresyon'a Hoş Geldiniz. Nüfus: 4 milyar' tabelasını gördüğümde hava kararmak üzereydi. Tam otelime yerleştim ki, önce elektrikler kesildi.. Sonra, mahrumiyet durumları kendini aştı ve depresyon mevkiinde karartma geceleri uygulanmaya başladı. Dolayısıyla; yazı mazı yazamadım ve editörüme e-posta m-posta gönderemedim. (İnanır mısınız duş bile alamadım. Ühüüü..)
b- O meşhum gün, 'aç ayı oynamaz, aç yazar yazmaz..' hesabı, önce fırında kızarmış portakallı ördek yapıp, sonra yazımı yazıp, huzur içinde uyumayı planlıyordum. Derken dolapta hiç ördek kalmadığını fark edip üst komşudan ödünç ördek almaya gittim. Üst komşuyla dedikoduya bir kaptırmışız ki, vaktin nasıl geçtiğini anlamayamamışız. 1 ay, su gibi akıp gitmiş üst komşunun kapısının önünde ?!? (Üst komşumun çıtır olduğunu söylersem, yer misiniz?)
c- Sadece, 20 milyon 582 bin 349 kişide 1 rastlanan bir hastalığa yakalandım. Doktorlar: 'Size bu haberi içimiz kan ağlayarak da olsa vermek zorundayız. Çok üzgünüz genç, zeki, seksi ve güzel bayan! Ender rastlanan bir hastalığın pençesindesiniz. Hastalığınızın henüz tedavisi bulunmadı. Asla yazı yazmamalısınız. Yoksa hayatınız tehlikede' dediler. (Bugün öğrendim ki hastahanedeki zottirikler tetkik sonuçlarımı karıştırmışlar.. Hem de kimin sonuçlarıyla biliyor musunuz? Ahmet Altan'ın.. Muhahahahahahaaaa....)
d- Annem yazmama izin vermiyor. 'Ben seni elalemi kendine güldüresin diye mi büyüttüm?' diyor da başka birşey demiyor. 'Bana ne yaaaaa yazacam işte' deyince de terliği fırlatıyor. Terlik deyip geçmeyin. Cephane olarak benim terliklerimi kullanıyor (ki ayaklarım 40 numaradır) ve bu işte çok usta. Her defasında tam isabet yani.. Neyse ki uzun müzakereler sonucunda bir anlaşmaya vardık. Ben romans bir yazı yazınca cezam son bulacaktı. Eh onu yazmam da 1 ayımı aldı. (Anneye nanik!)
e- Kahve Molası'ndaki son yazımı yazdıktan sonra, bir havuz sefasını hak ettiğimi düşünerek, görevini tamamlamış bir yazar edasıyla indim havuz başına.. Ben bir çıtır beklerken, havuz problemleri çıkmasın mı karşıma? Üstelik musluğun bini bir para. Biri dolduruyor, biri boşaltıyor; biri saniyede 38.65 litre su boşaltırken, bir diğeri dakikada 47.93 litre su dolduruyor. Ben havuz başında: 'Kaç saniye 1 dakika ediyordu, havuz kaç metre küptü, x neydi, y neydi, kaç yanlış 1 doğruyu götürüyordu' diye problemleri çözmeye çalışırken başıma güneş geçmiş., bayılmışım. Acı acı çalan telefonun sesiyle ayıldım. Bizim editör telefonun diğer ucundan 'Yazı var mı yazı?' diye kükrüyordu... (Ayıp ettin be Edi, buyur sana cillop gibi yazı!)
* * *
Biliyorum, sizi kelamlarımdan esirgediğim için hayatınız alt üst oldu.. Panik yapmayın. Deniz feneriniz görev başında. Hayatınız tekrar rotasına girecek!
Tamam. Kabul ediyorum, kaybınız büyük. Belki 1 ay önce bu köşede okuduğunuz bir cümle ile hayatınız değişecekti. Belki bütün sorunlarınız hallolacaktı. Siyatik ağrılarınız, diş ağrılarınız, regl sancılarınız, gönül yaralarınız, depresyonlarınız, paranoyalarınız iyileşecekti...
Gülmeyin!
Söylenmemiş bir cümle ya da bir kelime nelere mal oluyor biliyor musunuz siz? İlişkiler, evlilikler, dostluklar bitiyor bu yüzden.
Niteliği ne olursa olsun, ilişkilerin bitmesi mühim değil; biri biter, diğeri başlar. Ancak söylenmemiş bir tek cümle, sizin için hiçbir anlamı olmayan bir tek cümle, koca bir hayatın rotasını değiştirebilir. O yüzden, ihmal etmeyin kelimeleri yan yana getirmeyi.
Üşenmeyin, ertelemeyin! Kafanızı kırdırmayın bana. Konuşun ulan!
Tuba ÇİÇEK tuba@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 10 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Pratisyen Kahveci : Seda Demirel BENİ TANIYAMAYACAKSIN |
|
Titremeye başlayan ellerini gözardı edip fotoğrafı formikası kabarmış çerçevenin kenarına doğru sıkıştırmaya çalıştı. Bulanık gören gözlerine rağmen gözlük kullanmamakta ısrar ederdi. Kahvede asla takmadığı ama evde zaman zaman-o da mecbur kaldığında-kullandığı, aldığı ilk gün sapı kırılmış bir okuma gözlüğü olduğunu kimseler bilmezdi. Ne acaip bir duyguydu onu yüzünün ortasında taşımak. Yaşlılığını kabullenmek onun tarzı değildi, en azından başkalarının yanında...
Ölümden korkardı korkmasına ama, allah biliyordu ya, çoluk çocuğun eline düşüp ayak bağı olacağına ölüme koşa koşa giderdi. Şu erken ihanet eden gözleri yüzünden de fotoğrafı yerleştiremiyordu bir türlü. Yetmişbeşler geride kalmış olsa bile, erkendi. Ölüm için olmasa bile, yaşlanmak için olmasa bile, ihtiyar olmak için çok erkendi...
Fotoğrafın yerini ayarlayamadıkça sinirlendi. Sinirlendikçe yaşlı ve kuru elleri daha da beceriksizce çırpınmaya başladı. Fotoğraf elinden kayıp düşerken başının döndüğünü hissetti. "Bu serseri herifin fotoğrafını yerleştirecem diye koskoca taş gibi vitrini kırdıracaklar bana, o olacak..." diye hedefi belirsiz tehdit cümlelerini savura savura öne doğru eğildi. Baş dönmesi arttığı için yere, fotoğrafın yanı başına, diz çöktü.
Gözlerini yukarıya kaldırdığında camekanın alt katındaki likör bardaklarını gördü. Renkli camdan yapılmış minicik cam bardaklardan elli yılını tamamlayıp hala kendisine eşlik eden üç tanesine bakakaldı. Gözleri vitrinin içinde bardakların arkasına sıkışıp kalmış bir fotoğrafta odaklandı; siyah beyaz ama hayatının bütün renklerini içine soğurmuş, dün kadar tanıdık ama onyıllar öncesinde son defa neşe ile görüşülüp o gün bu gündür denk gelinememiş eski bir kadim dost kadar sevindirici, mutluluğu hüzüne boğan ama uzun süre bakılamayacak kadar keskin, gözgöze gelindiğinde ise yadsınamayacak kadar gerçek, o en arkadaki minik mekanında yıllardır onu beklemiş gibi duran bir fotoğraf.. Akide ile düğünlerinin fotoğrafı. İçinde köpüren öfkeden eser kalmadı.
Düşünceleri duruldu; duyuları geçmişin boşluğu içine doğru dalıp giden kafasını ve vücudunu anıları ile başbaşa bırakıp kenara çekildiler.
Yere oturdu. Akide vardı gözlerinin önüne. Bembeyaz gelinliği içinde saçları kısacık ve dalga galga Akide'si. Kalın kaşlarının altından uzun kirpiklerinin gölgesi yanaklarına kadar inen hanımı. Elli yıl önceki düğünleri; Akide'nin parmağından sarkan uzun gelin tülleri, gelinliğinin modern stili, başına oturtulan beyaz küçük kepin altında iri iri parlayan ve baktığında onu delip geçen, yıllardır tek gün görmeden geçirmediği gözleri, ince zarif boynunda takılı tek sıra incisini ara ara panik haliyle kontrol eden beyaz tül eldivenin altında kalem gibi biçimli duran parmakları, kendisine utanarak attığı kaçamak bakışları, konuşurken dudaklarını neredeyse hiç kımıldatmayan ama gözleri ile olan biteni karşısındakinin yüreğine minik bir iğne ile oya oya işlemeyi beceren hayat arkadaşı... Fotoğrafçı nasıl da o kaçamak bakışı yakalamış ama diye gülümsedi. Yıllardır görmediği bu fotoğrafı çok severdi. En az o kaçamak bakışları sevdiği kadar...
1946 yılında Erzurum depreminden üç gün önce karşılaşmışlardı. Pembe döpiyesine uyumlu pembe eldivenleri ve pembe şapkası ile onu görmemek imkansızdı. Öylesine güzel bir gülümsemesi vardı ki güldüğünde başının karıncalandığını hissetmiş ve gidip boynundan öpmek istemişti. Taze gül kokusu alacağından emindi sanki. Komşu kızıydı Akide. Hazineden yeni emekli olmuş ve emekli parası ile aldıkları ev sayesinde kendilerine komşu olmuş Mauf Bey'in ortanca kızıydı. Liseyi yeni bitirmişti. Okumaya düşkünlüğü ile tanınıyordu. Köklü bir memur ailesiydi onlarınki. Kendi babası gibi Devlet Demiryollarında çalışan minik bir memurun oğluna bakmayabilir korkusu sardıydı bedenini. İlk görüşte aşka gülüp geçilmeyen günlerdi onlar. Herşey ne kadar da asil ve temizdi. Katıldıkları nikah töreni bitene kadar kendini yemiş bitirmişti. Annesi Emine hanımla daha da ayrıntılı konuşmak için kıvranıp durmuştu iki saat boyunca. Emine hanım da eskilerin tecrübeli kadınıydı. Ona bütün gece bakıp bakıp gülümsemişti. Oğlunun derdini şıp diye anlamış ve o gece bir kaç defa "Çok baktın, yeter, önüne bak..." gibilerinden kaş göz işaretleri etmişti ona.
Üç gün sonra deprem olduğunda da Akide'nin annesi Müzeyyen hanım'a depremde kaybettiği ağabeyi için taaziyette bulunmaya gittiklerinde bahçede bir şekilde Akide ile başbaşa kalmayı başarmış ve sözü Paris'te halen devam eden Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütünün kuruluşu için yapılan çalışmalara getirmişti. Okumayı seven Akide ise bu tuzağa hemen düşmüştü. Akide gül pembesi dudaklarını kıpırdatmadan ve sakin ses tonu ile bu konu hakkında konuşurken tek kelimesini bile dinleyememiş ve kelimelerin ötesinde ruhuna konuşan gözlerine bakarken de nasıl da terlemişti. Aşk buydu, evet... Akide hanımın herşeyi onu büyülemişti. İnsan Hakları Beyannamesi, Birleşmiş Milletler derken o koskoca yarım saat akıp geçmiş ama evden vedalaşıp çıktıklarından hemen sonra validesinin kulağına eğilip "Bu iş tamam. Akide'yi kısa zaman içinde istemeye gideceğiz, sen hazırlıklı ol..." demişti...
Zıpkın gibi delikanlıydı ne de olsa...
Çalan telefonun sesi ile oturduğu yerde irkildi. Ne kadar zamandır çaldığını kestiremediği telefonun sesine rağmen oturduğu yerden bir süre daha doğrulamadı. Uyuşan bacaklarını, dizlerini elleriyle sıkarak rahatlatmaya çalıştı. Vitrine doğru elini uzatıp güç almaya çalıştı, bedeni her geçen gün daha da ağırlaşıyordu. "Bu dizleri makina yağı ile yağlamak gerek. Ah be Akide hanım, halime bir bak..." diye söylene söylene, Akide hanımın gelinlikli fotoğrafını elinden bırakmadan, son bir çaba ile doğrulup ayağa dikilebildi...
Telefon nihayet sustu... Arayan her kim ise umurunda değildi.
Elindeki fotoğrafa bakan gözlerinden yaşlar akıyordu.
"Seni çok özledim be Akide hanım..."
Devam edecek...
Seda Demirel
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 19 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen İşkillikis Pimpirikus |
|
Hep merak etmişimdir bu "kuşkulu" ve ( hani şu meşhur fon müziği ile eşlik etmeye çalışırsam ) "da da da daaaan" durumlarını. Neden "pirelenir" bu insanoğlu ? Bir türlü çözemem. Bir "şüphedir" gider ömür boyu. "Kesin bir pislik vardır bu işin altında" veya "bir bit yeniği" mantığı yer durur beynimizi. Hemen hemen her durumda bir rahatsızlık bulabilme becerisi de gösterebiliriz. Bazen bir büyük "evham" hasta eder, bazen de bir ufacık "kuruntu". Hem yaptığımız şeyleri sürekli "kafaya takarız", hem de zamanında yapamadıklarımızı. Bir "ukte" olur geçip giden zaman. "Hava kuru bile olsa nem kaparız" ( Başka türlü söylerler ya neyse ..! ) bir de. Hint Fakiri nasıl çivili tahta üstünde oturursa biz de "Sürekli diken üstünde" otururuz adeta. Bu nasıl bir beceridir ? Daha önemlisi bu durumdan nasıl bir zevk alınır ? Hiç bilememişimdir. Eskiler; bu gibi durumları zamanında gözlemlediklerinden; "Öküzün altında buzağı aranmaz" diye kestirip atmışlardır. Bu atasözü ve/veya deyim meselesine de bir türlü aklım ermez. Varsayalım; fi tarih geri gittim, yani ortada böyle bir cümle kurulmadı henüz. Bir arkadaşım geldi ve öküzün altında buzağı aramaya kalktı ( Tesadüf bu ya, bende o an ahırdayım ) :
- Hayrola ?
Buzağıyı arıyorum...
- Hımmm... Öküzün altında mı ?
Neden ? Olamaz mı yani ? Salak değiliz herhalde... Yavruyu, önce annesi olacak süt fabrikası ineğin altında aradım, ama yok. Bir de babasının altına bakayım...
- Ee, iyi düşünmüşsün, ne diyeyim...
"Öküzün altında buzağı aranmaz" diyebilirsin mesela...
( Baktı ki; benim bunu söyleyebilecek kapasitem yok, muhtemelen o uydurmuş ve günümüze kazandırmıştır ünlü deyişi )... Günümüzde ( işin içine argo dalınca ) yukarıda anlatılan güzelim deyimler sadece; "Kıl oldum Abi" şeklinde özetlenivermiş.. Kıllanınca da haliyle "pirelenmek yahut bitlenmek" kaçınılmaz oluyor elbette. Bitlenince de .... uzayıp gidiyor velhasılı.
Tekrar konumuza dönecek olursam, yukarıda söz edilen durumların en hafif diyebileceğim, hatta çoğu zaman gülüp geçtiğimiz bölümü. Örneğin; teyzeoğlu yatağına yatar ama uyumadan tekrar kalkıp evi bir kolaçan eder. Herhangi bir ses gelmese de kulağa, damlayan bir musluk var mı ? Herhangi bir lamba yanmıyor olsa da elektrik düğmesi yeterince kapanmamış olabilir mi ? .. gibi.. Zararsız.. Yatmadan gece egzersizi gibi birşey, gitsin dolaşsın öyleyse, güler geçeriz. Hatta; "Sokak kapısını da açıp bir baksan, anahtarı üzerinde unutmuş olmayalım" şeklinde yeni egzersizler de türetebiliriz... Bir "bilen" edası da bazen işin içine karışıverir bu "işkillikis" durumlarında. Az biraz otorite havaları da gizlenmiştir bu bir bilene :
"V kayışı gerilmiş Abi, yolda bırakır bak bu araba seni şimdi, derhal değiştir.. Şu sesi duymuyor musun ?" şeklinde ahkam kesilir. Hiç çekemem inanın. Hiçbir eğlenceli yanı da yok üstelik. Oysa;
"Tüh bak, ya bu akşam dayımgiller gelirlerse ?
- Saçmalama yahu, "Bu akşam size geleceğiz" diyen mi oldu ?
"Yooo... Sadece; geçen hafta, sizi de çok özledik, ilk fırsatta görüşelim" demişlerdi ...
- Eeee... ?
"Acaba, sinemaya gitmeden telefon mu etseydik ?"
- "Alo Dayı... Sinemaya gitmeye yeltendik, lakin sizin bize gelme durumunuz varsa, iptal edelim diyoruz... Ne dersiniz ?" mi deseydik ?
Son örnekte görüldüğü üzere; "İşkillikis" durumlarının yanına bir de "Pimpirikus" eklenmiş. En sevdiğim hali de budur işte, madem işkilleniyorsun, pimpiriklenmen de gerekir, üstelik eğlenceli, kuru kuru değil. Hani; yeni evlenmiş bir çiftçi ailesinde, adamın; tek göz oda, bakla sofa evinde, henüz ortada fol yok, yumurta yok iken, duvara baka baka derin düşüncelere dalması üzerine :
- "Hayrola, ne düşünüyorsun ?"
"Şu baltayı duvardan tez zamanda indirelim"
- "Neden ?"
"Ya çocuğun kafasına balta düşerse..!" biçiminde tedbiri de elden bırakmamak var.
Oysa başımızda, hem işkillenecek hem pimpiriklenecek bir sürü konu zaten mevcut. Buna rağmen; ( başta büyüklerimiz ve medyayı yönlendirenlerin ) IVIR ve de ZIVIR konulardan bahsediyor olması, sonra da "çevir kazı KIVIR" şeklinde günlerce kafamızı patlatmasını anlamak mümkün değil. En pimpiriklendiğim ve dahi işkillendiğim asıl konu da bu zaten ... Neden böyle bir gündemin içindeyiz ? Kendimi hiçbir zaman "İşkillikis Pimpirikus" durumuna getirtmem, kimseye de tavsiye etmem, ama bir miktar olmasında da fayda olduğunu inkar etmemek gerek. Keşke biraz benim de bu gibi durumlarım olabilse, ama heyhat...
Düşünüyorum da, şimdi ben bu yazıyı neden yazdım ..? Diyelim ki yazdım.. Acaba imla hatası yapmış olabilir miyim ? Yazdıklarımı 8 kere okumam gerekir miydi ? Hay bin kunduz sakalıma ..! Ya Edi; "Ne len bu ?" gibi bir şeyler derse, hiç bir şey olmamış gibi sineye çekebilir miyim ..? Veya sizler okuyunca; "dörtbuçuktan beş" gibi düşük puanlar verirseniz ? Fincanlarımın kıpkırmızı olmamasına nasıl tahammül edebilirim ? Ya diğer yazılar benim yazımdan daha fazla yorum alırsa, haaa ?
Dedim ya; ne İşkillikis ne de Pimpirikus, ya hepsi, ya da hiçbiri...
asesen@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 14 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Aklıma Estiği Gibi : Ebru Kargın TÜY GİBİ... |
|
Büyümeyi sevmedim ben...
Büyümek denen şeyin gereklilik hali, olgunluğu sevmedim ben...
En karabasan yanıysa, sırf büyüdün diye girmek zorunda bırakıldığın kalıplar...
Büyümenin buna değer olduğunu hiç sanmıyorum aslında.
Ben vazgeçtim dur burada desem hani ve geri dönüşü olsa hani...
Çok değil beş durak geride ineyim istiyorum şu otobüsten.
İneyim ve bekleyeyim otobüsü, diyelim ki yeniden...
Ama hiç gelmesin...
Ve ben bilmeyeyim, hiç gelmeyecek otobüsü beklediğimi.
Ve kimse de ses etmesin otobüs gelmeyecek diye...
Acayip mi ?
En iyisi soru sorma, çünkü oturup anlatamam, hepsinden önce üşenirim fazlaca...
Bak işte bu da büyümenin kazığı ya...
Büyüdükçe üşenirsin.
Üşenirsin çünkü büyürken yoruluyor insan.
Yoruldukça üşeniyor insan.
Bakma yüzüme öyle ve hatta anlamaya da çalışma.
Madem sen de büyüyorsun zamanda,
Anlamsızlık kabul etmelisin en çoğundan...
Büyük olmak, anlamsızlığı da anlam kabul etmektir unutma...
Ben unutuyorum, ama sen unutma.
Hem sen bana takılma,
Daha doğrusu benim takıldıklarıma takılma.
Bir dönme dolap ki hiç sorma...
Ne kadar takılırsan o kadar döner başın,
Ve ne kadar dönerse, ondan fazla karışır, karışık olmayanların...
En iyisi karışık bile olsa gülümsemek sahiden.
Karışık olduğu için sıkılır ya insan,
Silkeleyip atmak lazım sıkılır hali,
Sıradan olduğu inancıyla gerçekten bir gülümseme gerek, kendi içine,
Anlamsızlığın komedisine ve hatta tümüne...
Aslında bu da kendine attığın kazıklardan sadece biri ya, neyse...
Daha aklı başında tabirle, çok bilindik bir saklambaç oyunu.
Ebe olan da olmayan da aynı kişi,
Sadece bir kişi saklanıyor ve yine bir kişiden, kendinden...
Neden mi ?
Sıradan bir akış için sıradan olmak ve öyle kalmak gerek...
Bunu kabul edeli çok olsa da, kabul etmek yeterli değil.
Yetişmeli, kabul edileni istemekten daha fazla, büyütmeli.
Aslında denenir, zorlanır, bir süreliğine de olsa ikna edilebilmiş gibi olur.
Tam bu noktada, ikna edildiğini düşünürken yine fırtına kopar yeniden...
Fırtınaya şaşkın olunmaz,
Çünkü tanıdıktır, çok bilindik,
Adı isyan...
İsyan haykırır; beni neden bu kadar zorladın ?
Çınlar aklının her köşesinde.
Sıkıştırır göğsünü, tam soluk alacağın anda keser nefesini.
İsyan sorar, pes mi ?
Şu çizgi belirir gene o anda,
Bu tarafta olmak ya da öbür tarafa geçmek çizgisi...
Halbuki çizgi görmeye hiç tahammülü yoktur insanın.
Hele ki iki tarafın birbirinden bu denli tezat halinin,
En vıcık vıcık görüldüğü çizgilere tahammüller çok zaman önce tükendiyse...
İsyan daha tahammülsüz oysa,
Pes mi dedim ?..
Tamam bırak beni, pes dedim...
Tahammülsüz olduğu kadar ısrarcı,
Üç kere söyle !
Yeter dedim !
Pes...
Pes...
Pes...
İsyan gider...
Gittiğini anlamaksa zaman alır.
Son med-cezir bittikten sonra bilinir, gerçekten gitmiştir.
Yine aynı noktada, başladığı yerde ve hiç başlamamış gibi oluverir her şey.
İsyana yeni bir davetiye çıkarmamak için,
Cesaret yeniden kapıya dayanana dek, pes...
Cesaretin kapıyı çalacağı kollana dursun,
Bir daha hiç denememenin doğruluğu ihtimali her defasında daha da kuvvetlenir.
Yeniden denemek ise denememenin gücü yanında deve ve cüceden hiç farksız durur.
Sıradan bir akış için sıradan bir kalıba girmeyi zorlama deneyimleri,
Hep aynı şeyi hatırlatıyor;
Cüce, cüce olurken zamanda, aslında en başında deveydi.
Küçüle küçüle cüce oluverdi.
Ve şimdiki duruşuyla, çok az hali kaldı;
Un ufak olmuş, gözden tamamen yitmiş ihtimal şeklinde vedalaşmasına.
Bunu biliyorken bile hala inatlaşmanın anlamıysa; cüce bile olsa ihtimal olduğu gerçeği.
İşte böyle bir şey;
Sıradan bir akış için sıradan olmak ve öyle kalmak istemek...
Bazıları için düşünüldüğünden daha zor.
Çok istediği halde imkansız oluşunu, bilmeyene anlatmak oldukça zor.
Anlaşılması kısmına ise gene takılı kalınmamalı.
Bilene anlaşılır gelmiyorken kendi hali,
Bilmeyene nasıl anlaşılır olur...
Her neyse işte...
Büyümekten buralara nasıl geldim hiç bilmiyorum...
Aslında bilmek istediğimi de sanmıyorum.
Çocukken birden büyümek istediğim geldi aklıma,
Çok büyümek ve mümkünse hemen büyümek istediğim...
Büyümek güzel görünüyordu çocuk akılla bakınca.
Önemli bir şeydi hepsinden önce...
Ama bazı formaliteler vardı ki çocuk akılla görünmeyen, büyüdükçe fark edilen;
Aşılması için ne zaman bir formüldü, ne de büyümek...
Öylesine zordu ki formalite demek tüy gibi kaldı,
Adına hayat dediğim koca gökyüzünde...
" mor ve ötesi, gerçekten güzeldi... "
Ebru Kargın ekargin@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 13 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Güneşle Dans
18.5.4 Salı
Her günkü gibi.. Yalnız, sıradan ama kendini önemli sanan, yere sağlam adımlar basan, ıslak gözlü, tuhaf, yalnız, yarımdı. O olmayan yarısı, ah o uslanmaz kaçak, neredeydi, kiminleydi, kim bilirdi..
Sokakları arşınlamak, taş yolları hissetmek adımlarında, İstanbul'u koklamak.. Mutlu ve eski ahşap evlerden yükselen naftalin kokusunu doldurmak genzine, annesinin yaptığı vişne reçellerini hatırlamak.. Kiraz.. Kiraz kokusu, kiraz tadı, özledikleri.. Artık sahteydi her şey, her şeyin kırmızılığı altında bir yalancılık gizliydi..
Yüzü, bembeyazdı.. Bir damla boya, bir damla yalan yoktu gözlerinde. Saçlarının uzunluğu sırdı; toplamıştı sımsıkı.. Siyah hırkası, siyah eteği, siyah pabuçları vardı.. Siyah pabuçları o taş yollara hayrandı..
Yürümek.. Aşkı aramak yollarda, aşka dokunmak, kokusunu doldurmak ciğerlerinin içine.. Ne güzel, ne yok bir masaldı..
Kendi dünyasıydı kendi içinde, zifiri bir boşlukta dönüp duran. Evrenin bütün karanlıkları arasında yalnızdı, yarımdı..
...
Bir köşe başında, geceyi ve gündüzü, ve mevsimleri oluşturmak için dönerken; durdu. Durdu o an vakit; akrep, yelkovan, adımlar, yalanlar, yokluk ve boşluk, dünyayla birlikte durdu.
Donmak..
Aşkı aramak yollarda, bulmak..
Gel dedi. Gök çekildi o an o ikisi arasından. Karadeliklerden geçildi, kavuşuldu.
...
Sarı uzun saçları, uzun boyu, güzel, sihirli elleri ve bir eşi daha olmayan o yüzü, içinden çıkan ışıktan görülmüyordu.
Neydi bu, kimdi..
...
Aşkı aramak, bulmak, aşka dokunmak..
Bir eli elini tutuyor, diğeriyle gitme diye yalvarıyordu..
Aşkı aramak, bulmak, aşka dokunmak, kokusunu doldurmak ciğerlerine..
Omuzlarındaki, tenindeki kokusu, o tazelik, o enfes tat her bir nefeste..
Aşk, buydu işte..
...
Kimdi, neydi.. Nasıl çıkmıştı karşısına.. Nasıl olabiliyordu ikisinin bu tekilliği..
Adımları aynı anda hızlanıyor, yavaşlıyor, büyüyor, aynı anda değişiyor, aynı şarkıyı söylüyorlardı..
...
Tutku, acı, çaresizlik, yenilmezlik, savaş, düğün, siyah, beyaz...
Beyazlı adamla siyahlı kadın aynı renk giyinmişlerdi.
Tutku, acı, mutluluk, hırs, bir savaş, iki galibiyet; yenilmezlik, aşk..
Kadın teslim olmuştu, ama başı dik, omuzları geride, bir orduya hükmeder gibi gururluydu hala. Ellerinden biri adamın eliyle kelepçeliydi, diğeri bir dost gibi sırtına dayanmış..
Adam incitmiyordu kadındaki hiçbir şeyi. Bir eliyle elini kelepçelemiş, diğeriyle belini kavramıştı eğilmesin, boyun eğmesin diye sanki..
Dönüyorlardı. Semazenlerin o asil, o aşık mükemmelliklerini taklit ederek..
Kadın biraz uzaklaşsa buz kesecekti her yanı, biraz daha yaklaşsa kül olacaktı; yanıyordu zaten elleri..
Aşka dokunmak, alevleri avcunda tutmak..
Omzuna alışmaya çalışıyordu bir eli, geziniyordu taze kiraz kokuları üstünde, diğeri adamınkiyle kelepçeliydi.
Dönüyordu kadın. Bir ateşti adam. Pervaneydi kadın, dönüyordu.
Adamın sarı uzun saçları, güzel sihirli elleri ve eşsiz yüzü, içinden çıkan ışıkla alev alev yanıyor, her şeyi, her hücresi, saçlarının rengine bürünüyordu. Kadın şimdi bembeyazdı ve dönüyordu. İkisi birlikte taptaze bir papatya resmi yapıyordu. İkisi birlikte birazcık da papatya kokuyordu.
Kadın yere bastığı her adımda duruyor, kendini adama bağlandığı yerden koparıyor, seviyor, sevmiyor oynuyordu. Adam farkına bile varmıyordu.
Her seviyor çıktığında, o tazecik papatyaya bir yaprak daha ekleniyordu kadının bir adımıyla.
Ve sevmiyor çıktığı bir anda müzik sustu..
...
Durdular. Kadının kelepçeleri çözüldü. Adam ellerini ve büyülerini geri aldı birer parça da kadına
bırakarak. Kokusunun tamamını onun düşlerine terk etti. Sonra gülümsedi kadın, sonra gülümsedi adam. Teşekkür ettiler bu anları yaşadıklar için birbirlerine, ve geri kalan her şeye.
Son anıydı bu cennetin. Farkındaydı, son bir nefes aldı kadın. "İsminiz?" dedi, "Güneş" dedi adam.
...
Güneşle dans.. Yaşamla, ölümle, her şeyle..
Güneşle dans.. Güneşti adam.. Yani ışık, yani ateş, yani yangın; yokluk, varlık, hayat, ölüm, yani her şey, gün demekti, günaydındı.. Şafaktaki renk, guruptaki tat, gökkuşağı..
...
"Memnun oldum" dedi kadın, adamın umurunda olmadı. Uzun saçlarını ve varlığını topladı, "Hoşçakalın" dedi, gitti..
Karadeliklerden geçildi, gök yerine konuldu, başlanılan yere dönüldü.
Gezegenlerin hepsi güneşin etrafında dönüyor, aşk yalnız dünyada yaşıyordu..
...
Peki şimdi papatyalar kuruyacaklar mıydı, solacaklar mıydı, seviyorlar mıydı güneş ve uzun saçları?
...
Hiçbir zamanki gibiydi artık. Aynı o zamanki gibi karmaşıktı duyguları. Tutku, acı, çaresizlik, mutluluk, savaş.. Galibi, kimdi?
Ya aşk.. Onu aramak, bulmak, aşka dokunmak, kokusunu doldurmak ciğerlerine.. Ne güzel, ne bitmiş bir masaldı artık..
Tekrar arasa bulur muydu.. Dokunabilir miydi yeniden, bu kez görebilir miydi yüzünü, saçlarını, gözleri ne renk seçebilir miydi..
Seviyor mu sevmiyor mu bilebilir miydi..
Kimdi, neydi güneş olmaktan başka..
Gel dese yine, gelir miydi.. Gök izin verir miydi kavuşmalarına..
...
Kendi dünyasıydı kendi içinde. Zifiri boşlukta dönüp duruyordu bir damla güneş uğruna..
Biraz yaklaşsa kül olacak, biraz daha uzaklaşsa donacaktı..
Öyleyse dünya dünya olmasındı artık. Güneş güneş olmasındı. Gerekirse papatyalar susuz kalsın, kurusundu. Bitmesindi bu tango. O gülümsemeler yüzlerinde sonsuza dek dursundu.
Kara deliklerden geçilsin, kavuşulsundu..
...
Üzerinde hala enfes kokuların dolaştığı elleriyle bir mektup yazdı kadın gel diyebilmek için.
Adamın adresi kayıp.
Belgin Ayhan
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 19 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
En sadık kahvecilerden sevgili Ayhan Çağlayan'ın düğün davetiyesi. Bundan güzel fotoğraf var mı? Sevgili Şebnem ve Ayhan'a ömür boyu mutluluklar, Kahve Molası'ndan kucak dolusu sevgiler.
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 4.296 kahveciye doğru yola çıkmıştır.
Yukarı
|
KESTANE KOKUSU
Titrerken battaniyenin altında
Çatırdayarak yanan sobayı
Ve kestane kokusunu duyuyordu
Bu bir rüya mıydı,
Yoksa gerçekten ısınmış mıydı
Donmak üzereyken...
Adı Kaçmak
Bırakıp gidebilseydim eğer seni
Maviyle yeşilin kucaklaştığı,
Kahverengiyle tenin buluştuğu,
Kızılın beyazı erittiği
Yere kaçardım senden
Koparabilseydim yüreğimden seni
Bir çöl sıcağında dahi
Çatlamış dudağıma,
Kurumuş bedenime aldırmadan
O çağlayana dalmazdım
Sonunu düşünmeden.
Silebilseydim eğer beynimden seni
Her şeyi toz pembe yapar
Azgın dalgalara dayanırdım
O uçurumun kenarında dururken sen
Uzatıp tutmazdım elinden.
Unutmak isteseydim eğer seni
Ki en mutsuz anlarımda bile sen
Beni anlamamazlıktan gelirken
Atabildiysem bunu içime
Senden vazgeçmemek içindi neden...
Yasemin Duman
Yukarı
|
Kel olsam kesin bu dövmeyi yaptırırdım!..
Yukarı
|
İşe Yarar Kısayollar - Şef Garson : Akın Ceylan Yamağı : Ayşe Nur Gedik |
http://www.yousendit.com
Bir dostunuza kocaman bir dosya yollayacaksınız ama posta kutusunu meşgul etmek istemiyorsunuz. O zaman bu siteye giriyor ve dosyayı bu siteye yüklüyorsunuz. Arkadaşınıza da içinde dosyayı alacağı link olan bir mail gidiyor. O da girip dosyayı alıyor. Son derece profesyonelce hazırlanmış, güvenli bir site. Mutlaka denemelisiniz.
http://www.hlst.sabanciuniv.edu/TL/deascii.html
Yurtdışında yaşayan kahveci dostların yazılarında genellikle Türkçe karakter kullanılmıyor, kulanılamıyor. O zaman bu site devreye girip imdadınıza yetişebilir. Türkçe karakter kullanmadan yazdığınız mesajı, yazıyı bu site içindeki forma koyuyor ve türkçe karakterler kullanılşmış halini alıyorsunuz. Olağanüstü kullanışlı ve yüksek olasılıkla yanlış yapmayan bir site. Gerektiğinde kullanmak üzere mutlaka bir kenara not edin. Bana yazı yollamak istediğinizde işinize yarayabilir:-))
http://www.spikything.com/
Tamamen flash ortamında hazırlanmış orjinal bir site. Gerçekten çok hoş görsel efektlerle süslenmiş. Flash animasyonları ve özellikle minik oyunları sevenlere tavsiye olunur.
http://www.anti-pop.com/
Bu web sayfası hayata bakış şeklinizde herhangibir değişiklik yaparmı bilmem ; ama bana sıradan kişiliklerimizde sıyrılıp hayata kendi öz benliğimizle yorum getirmemiz gerektiğini hatırlattı. Bakalım sizlere neler hissettirecek..?
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
Firefox 1.0PR [4.5M] Windows FREE
http://www.mozilla.org/products/firefox/
Yeni ama hatalardan ders almış bir browser arıyorsanız Firefox'u mutlaka denemelisiniz. Firefox'un 1.0 versiyonu pekçok iyileştirmeyle hazır. Internet Explorer'ın ve Netscape'in temelini teşkil eden Mozilla tarafından geliştirilen bu program çok yakında tüm tarayıcıların pabucunu dama atacağa benzer. İçindeki arama ve download yöneticileri kusursuz ve hızlı. Benden söylemesi, bilgisayarınızı üzmeyecek ve yormayacak bir tarayıcı kullanmak için yükleyin ve mutlaka deneyin.
Yukarı
|
|
|
|
|
|