|
|
|
7 Ekim 2004 - Fincanın İçindekiler |
Editör'den : Ne mutlu kalkıp Avrupa'ya girene!.. |
Merhabalar,
Benim program tuttu arkadaşlar. Reyting almak isteyenlere ücretsiz danışmanlık yaparım evelallah. Bir cümleyle yorumlara yorum katmak elinizde artık. Tek kelime ile hedefi onkiden vurmak mümkün. "Kadın" de olayı bitir. Hele kadın diyen namlı bir maçoysa(!?) olayı bitir üstüne de profiterol ye. Tayyip Bey'e laf atalım derken, Kaptan'a göre, kadınları rencide etmişiz, müzmin yorumcu diasporamız da ona hak vermiş. Arada ben de dayanamamış 3-4 cevap vermişim. Sağolsun birkaç kahveci dostta fikir beyan edince bizim yorumlar yirmialtıya tırmanıvermiş. Olayı bitirmişiz. Yalnız ben hala neler olduğunu anlamaya çalışıyorum. Konu nereden nerelere gelmiş, ne söylemişiz ne anlaşılmış onu keşfetmeye çabalıyorum ama nafile. Gariplik bende herhalde. Hoş konunun da pek fazla önemi kalmadı artık. Gururdan taviz verme dönemimiz bitti, şimdi 2 aylık el etek öpme dönemimiz başladı. Ardından normal adet günlerimize dönermiyiz bilemem ama bildiğim 17 Aralık'a kadar bu böyle devam edecek. Bizler de bir yolunu bulup laf sokuşturmaya çalışacağız, bazıları doğru, bazıları eğri anlayacak, reytingler tavana vuracak, güle oynaya günleri çuvala koyacağız. 10-15-20-25-30-50-70 yıl sonra da belki Avrupalı olacak, muhafazakar demokrat delikanlı hükümetimizi saygı, sevgi ve gururla anacağız. Heheyt!.. Ne mutlu kalkıp Avrupa'ya girene!..
Sabah servisi 6:30 da. O nedenle fazla kalamayacağım sizlerle. Ben en iyisi plağı koyup sıvışayım. Aman ha dinlemeye başladığınızda namaz vakti geldi sanmayın. Asya kökenli İngiliz müzik adamı Nitin Sawhney çalıp söylüyor, Moonrise. Hoşunuza gidecektir eminim. Dinlerken son zamanlarda popüler olan şarkılarımızdan ezgiler duyarsanız şaşırmayın. Hepimiz için güzel bir gün olsun diyorum. Hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
|
Rengarenk: Tuba Çiçek AFFETMEM ASLA SENİ |
|
Bir takım amcalar ve 'apla'lar, insanlığın depresif ve buhranlı psikolojisini tedavi etmek için püsürükten kitaplar, teyyareden yöntemler, haybeye sloganlaşmış cümleler üretedursun, ben de: "Saçma! peeh! salakça!" gibi muhalif bakış açılarıyla ahalinin kafasını karıştırmaya devam edeyim..
Benim hayattaki misyonum bu olsun. Tamam mı? (İtiraz etseniz kaç yazar? Nereden bulacaksınız benim gibi harbi yazar?)
Ne zaman ki zerzevatın biri yüksekten atıp tutmaya başlar (ya bir kitap yazmıştır, ya televizyonda söyleşiye çıkmıştır, ya da gazetelerin fosuruktan eklerinde bir köşe yazısı yazmıştır... en büyük felaket bu üçünün aynı anda olmasıdır) ve bir sürü insan ona inanır, beni de şeytan dürter: "Aloooo, bu işte bi terslik var.. Uyan ve hemen ahaliyi de uyandır.."
Boşver diyorum, alem layığını bulsun. Ahaliyi uyandırmak için uykumu bölemem, mesai harcayamam, canımı sıkamam, kendimi geremem..
Ama bu sefer dimağım mızıkçılık ediyor ve: "Hadi lan ordan, kimi yiyo bu lavuklar" diyor.. Ben dimağıma "Yemezsen yeme baba, herkes yemiş işte.. Karıştırma milletin kafasını da.. " demeye yeltendiğim anda, beynim amuda kalkıyor.. (Yazarın toplumsal sorumluluğu, varoluş kaygısı, vicdan azabı.. vs.vs. işte. Bir ara hatırlatın da bunların ne anlama geldiğini açıklayayım size..)
Bir yer geliyor dananın kuyruğu kopuyor!
('Zurnanın ZIRT dediği yer' olarak da tabir edilen kritik an, çaktınız mı?)
İşte dimağımın mızıkçılık yapıp, denge tahtası üzerinde amuda kalkmaya yeltendiği ve beynimdeki 100 Watt'lık ampulün "Çtonngg!" efektiyle yandığı an:
"Kendinizle barışık olun.. Kendinizle barışmanın bilmem kaç yöntemi.." diye yumurtlamıştır kazın biri..
Bu cümlelerle ilk defa mı karşılaşıyordum? Yooo! Hepiniz gibi ben de son yıllarda milyonlarca kere duydum veya okudum 'kendiyle barışık olmak' durumu ile ilgili cümleleri. Ancak beynimdeki ampulün yanması ve cümlelerin içeriğini sorgulamaya hamle yapması bugüne kısmetmiş..
Ey benim çok kısmetli okurum! Sakın ha, ayağına gelmiş bu kısmeti tepmeyesin.. Küserim vallahi!
* * *
Aşka küsen, insanlara küsen, hayata küsen, sanatına küsen, anasına küsen, danasına küsen, zarta küsen, zurta küsen insana eyvallah da, kendiyle küs olan insan dediniz mi orada benim beynimden yanmış et kokuları yükseliyor.
Bir insan kendi kendine nasıl küsebilir?
(Derin düşünce moduna geçtim burada, sabırlı olursanız cevap geliyor)
- Küstüm, oynamıyorum Tuba.
- Hastir ordan maymun! Gidecek yerin mi var?
Durum buyken, tilki ve kürkçü dükkanı hikayesini hatırlatmadan geçemeyeceğim. Yani ortada fol bile yokken, yumurtayı nerenizden uydurdunuz anlamadım ki?
Olsun, olsun.. Siz gene de her ihtimale karşı kendinizle barışmanın yöntemlerini öğrenin de, ne olur ne olmaz! Bu devirde babana bile güvenmeyeceksin.. Şeyini ha bire kollayacaksın.. Hiçbir ortamda, hiç kimseye arkanı dönmeyeceksin, kendine bile.. Ki biz de uydurduğumuz bu sloganın nimetlerinden faydalanalım, iki kitap satalım, iki karizma yapalım, psikoloji tarihine adımız geçsin, ortamlarda 'ben kendimle çok barışığım' diye hava basalım felan feşmekan, di mi ama?
- En sevdiğim yönüm ne biliyor musun?
- ?
- Ben kendimle çok barışık bi insanım.
- Çok barışık ha? Vay beee.. Geçenlerde bana yamuk yaptı diye bizimkine bi küstüm, küsüş o küsüş. Yedi düvelin psikanalistleri bi araya gelse barıştıramaz bizi.
- Bak sana bi kitap önereyim. İkiniz de yatmadan önce bir saat o kitabı okuyun, kitap bittiğinde, sevgi dolu eski günlerinize döneceksiniz.
- İyi de ben o lavukla küsüm şimdi. Kitabın parası neyse vereyim de sen bi tane alıp ona götürüver, olur mu? Ben götürürsem dötü kalkar dallamanın..
- Olur tabii de adresi neydi onun yaa?
- ?!?
İnsanoğlunun yaşam içindeki rotasını belirleyen iki adet iç ses olduğunu artık duymayan kalmadı sanırım. Malumunuz üzre söz konusu seslerden birisi, insanın orijinal sesi olan 'çocuk ses', diğeri de doğduğunuz günden bu yana toplum tarafından şekillendirilmiş olan 'anne-baba sesi.'
Bahsi geçen bu iki ses, içeride bir yerlerde birbirini yiyedursun, uzlaşı sağlanamadığı hallerde, insanoğlu bu seslerden birini bastırmayı ve diğer sesin direktifleri doğrultusunda hayatını idame ettirmeyi seçmek zorundadır. Bastırılmış sesin (ki bu genellikle 'çocuk ses'tir) arazları da savunma mekanizmaları tarafından bertaraf edilir.
(Baban da mı psikoloji doçentiydi yavrum benim? Helal bana..)
Ana fikir: İç dünyamızda dönen onca üç kağıda ve çok sesliliğe rağmen antirasyonel, subjektif ve adil olmayan mekanizmalar sayesinde, her koşulda, her şekilde, her defasında kendimizi bağışlarız.
(Ya ne olacaktı? Kendi kendinize tek ayak üstünde durma cezası mı verecektiniz?)
Baba fikir: Başkasına ayıp edeceğinize, kendinize ayıp edin. Başkalarına nazınız geçmeyebilir, başkaları sizi bağışlamayabilir ama kendinizi bağışlamanız çok kolaydır.
(Kendinizi fazla hırpalamayın... Olan olmuş işte..)
Piç kurusu fikir: İlla ki ortada bir küslük olsun diyorsanız, gelin bana küsün. Canım acayip derecede birileriyle kavga etmek istiyor.
(Sen, gözlüklü olan... Gel bakayım buraya.. Ne dedin sen demin bana?)
Heeeeeeytt ulan! KÜT!..(Ah kafam)
Tuba ÇİÇEK tuba@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 8 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Noktasız : Ayşenur Güven Teras Hikayesi |
|
Havada yağmur habercisi bir rüzgâr esiyor. Bahçeye çıkıp, terasın soğuk taşlarına bağdaş kurup oturuyorum. Masa ve sandalyeler artık mevsimin ihtiyaçlarından olmadıklarından piyasayı terk etmişler bile. Kulağımda çok eskilerden kalma bir azar çınlıyor. Halamın sesi mi desem, anneannem mi? Bir kadın sesi. Böyle sesler genelde kadınlardan çıkar. Taşa oturmamı, çıplak ayakla basmamı engellemeye çalışan birileri hep olmuştur ama sadece Türkiye sınırları içinde. Başka ülkelerin fertlerinin bilmediği sebeplerden dolayı, hatun kısmının soğuk taşlarla yakın münasebeti kesinlikle sakıncalıdır.
-Yere oturma ! Bak çocuğun olmaz.
-Aman olmasın zaten, çocuğa vereceğim dünyaya bak... Değer mi sence?
-Sistit olursun sonra...
-Ha o kötü !... Hani şu ihtiyacın olmadığı halde seni sürekli tuvalete koşturtan illet bu değil mi?
İyice yerleşiyorum. Öğütlerin, emirlerin, yasakların üzerimde hep ters etkisi olmuştur. Üstelik, hiç bir gücün beni sandelye peşinde koşturtamıyacağı kadar keyif verici bir tembellik çökmüş üzerime. İş dönüşü bu tatlı tembelliğe boğulmayı seviyorum. Eğer şanslıysam ve televizyondaki çizgi film sardıysa, tembelliğim, minik kuşumun taleplerinden biriyle en geç on beş dakika içinde son bulacak. İşten dönmeyi çok seviyorum. "İşe gitmek" konusu tartışılır. Bir sabah bütün dünya uyanmış ve o sabah hiç kimsenin canı çalışmak istememiş. Kimse işe gitmemiş ! Sadece ve sadece 24 saat. Düşünebiliyor, hayal edebiliyor musunuz?
Hele pek yakında, havanın gece karanlığından sıyrılmak niyetinde olmadığı sabahlarda uyanıp, sımsıcak yatağımı söylene söylene terk etmem; odanın soğukluğunu iliklerime kadar hissedince arkamda bıraktığım ve hâlâ sıcak olduğunu bildiğim yorganıma dönmek isterken küfrede küfrede, titreye titreye duşumu almam gerektiğini düşünüyorumda... "Günahım kadar sevmiyorum kışı !" derdi babam. Al benden de o kadar !
Evim... Huzurum... İlgilenmeye zaman bulamadığım bahçemin çılgın otları... Saksılarda misafirlere ayazda bile terasta içirttiğim sigaraların izmaritleri... ellerine tutuşturduğum kül tablalarıyla ne yapıyorlar acaba?... Komşunun sürekli kapımın önüne sıçan kedisi bu önümden geçerken tırsan olmalı... gözlerimdeki intikam ateşini görüp anlamış olma olasılığı var mıdır?
Gözlerimi kapatıp yüzümü rüzgâra dönüyorum, derin bir nefes alıyorum, aklıma geliyor. O zamanlar lisedeyim. Okula servisle gidip geliyoruz. Servis Kadıköy ve Üsküdar'dan toparladığı, genelde uyanma çabasında olan, yada her iki ayda bir aldığımız karneden dolayı bitip tükenmek bilmeyen sözlülerden, yazılılardan birine hazırlanan, gelecek vadeden cadılarla dolu. Gülümseme oranı yüzde bir... Serviste elbette yüz kişi yok.
Bir kış sabahı, oksijen takviyesi yapmak için, günün ilerleyen saatlerinde bile pek az gülümseyen sınıf arkadaşım, pencereyi kulağından tutup çekerek açıyor. Ben hep üşürüm. Cama uzanan elini görünce üşümeye başlıyorum bile. Kendisiyle tartışmanın hiç bir sonuç getiremiyeceğini, kayıtsızlığı doruk noktasında yaşadığını bildiğimden susuyorum. Arkadan bir inilti, bir homurtu, bir itiraz duyuyorum. Beş dakika geçmeden homurtunun yanında oturan arkadaşı camı kapatmamızı rica ediyor. Ohhh... Şükür kurtarana ! Ama bu işler o kadar kolay değil. Dava henüz kazanımlış, pencere kapatılmış, kapatılma ihtimaline yaklaşılmış değil.
Biz büyümüşüz, sıramız gelmiş, küçüklerimizin bize ses çıkarmasına pek tolerans göstermiyoruz. Dokunulmazlığımız, kayıtsız şartsız üstünlüğümüz var. Aldığımız kararlar sadece bizim aramızda tartışılabiliyor. Küçüklerin bazılarının katılım hakkı var. Her toplumun kuralları olduğu malûm. Bazılarının kuralları daha katı. Tek cinsiyetli toplumların kurallarıysa genelde dışarıdan bakıldığında anlaşılmaz göründüğü gibi, içindeyken de anlaşılır değil.
Camı açan arkadaşım, dönüp ters ters arkasına bakıyor. "Burası çok havasız." demekle yetiniyor. O, gereksiz enerji harcanmasına karşı olduğu için kendisini iki kelimeyle ifade etme sanatını bilenlerden. Sonra donan bakışlarla tam arkamdaki kıza bakakalıyor. Bir şeylere pek ender dikkatlice baktığı için, merak edip dönüp ben de bakıyorum. Kızın yüzünün yarısı düşmüş, öylece cansız, canlı diğer parçasına sonradan eğreti olarak eklenmiş gibi duruyor. Bu onu ilk görüşüm olmadığı için başına ne geldiğini anlamaya çalışıyor, şaşkınlığıma bir açıklama bekliyorum. Yanında oturup tercümanlığını yapan arkadaşı bize onun rüzgârda kaldığı için kısmî yüz felci geçirmekte olduğunu izah ediyor. Apar topar camı kapatıyoruz. Kız ağzının konuşan köşesiyle teşekkür ediyor.
Oturduğum yerden, rüzgârda fazlaca kalan yüzün felce uğrayabileceğini hatırlıyorum. Şu terasta rüzgâra karşı soğuk taşa oturmamın sonucunda elime bir yüz felci, bir sistit, bir de kısırlık geçebilir. Görevim tehlike ! Amanın da ne kadar macera dolu, heyecan verici bir hayatım var ! Benim adım Güven... Ayyyşenur Güven... Ya siz, ne yer ne içersiniz ?
Ayşenur Güven Belçika
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 7 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
ŞURALARDAN BURALARDAN : Oğuzkan Bölükbaşı |
BİZE AİT NE VAR ?
Bir arkadaşım,dostum,kardeşim birgün şu sözle karşıma çıktı "hiçbirşeyim bana ait değil".İlk anda yanlış gibi gelen bu söz üzerinde düşünmeye başladım, ve gördümki söz gerçeğe çok yakın bir anlam taşıyor. Bu nu aynaya baktığımda, karşında duran adam olmasını istediğin adam mı sorusunu sorduğumda sorgulama ihtiyacı duydum. Ve gördüm ki işler karışık.
Bunun üzerine çevremde çok bilinçli olarak okuduğunu ve tez, antitez, sentez yapma yeteneği olduğunu düşündüğüm insanlarla "herşeyin sana mı ait?" sorusunu tartışmaya başladım. Çoğunluk önce düşünmeden evet en azından aldığımız kararlar bize ait dediler.Ben şunu iddia ettim "kararlarınızın çoğu size genetik şifreleriniz ve sosyal çevreleriniz tarafından öğretilen durumların sonucudur ve aslında kararlarınız bile size ait değil, ancak özgür insanların kararları kendilerine ait olabilir" ve"özgür insanlar farklılık yaratırlar bunların sayısı da çok azdır". Ben inanıyorum ki;
özgür insanlar birey olmayı beceren insanlardır,birey olmayı beceremeyenler özgür olamazlar ve hiçbirşeyleri kendilerine ait değildir. Birey olmayı beceremeyen insanlar, medya, aile, genetik yapı, arkadaşlar ve sayabileceğiniz birçok dış etkinin bir harmanıdırlar ve hayatı sorgulayarak özgür düşünce üretme yeteneğine sahip değildirler. O zaman, insan topluluklarında şimdiye kadar tanımı yapılan demokrasi anlayışlarının tümüyle gözden geçirilerek yenilenmesi gerekir. Düşünceleri ve kararları bile kendilerine ait olamayan insanlar nasıl doğru seçim yapabilirler ki verdikleri oyların sonucu doğru olsun. Biz toplum olarak bunu yıllardır yaşıyoruz ve sonuçlar hep toplumu kötüye götürüyor. Bence.
Tek başına yaşamak ile toplu halde yaşamanın mutlaka farklı kuralları vardır. Çoğunluğun seçtiği doğru dersek benim gibi kendini azınlıkta hisseden insanlara hangi çoğunluk demokrasisi özgürlük sağlayabilecektir. Benim dünyamla hiçbir ilgisi olmayan birçok seçilmişin benim hayatıma ne katkısı olabilir. Bu nedenle bir kez daha yineliyorum klasik demokrasi anlayışı yanlıştır yeni bir tanım gerekmektedir. Bugünkü anlayış benim kuşağımı ve benden sonraki kuşakları dejenere etti, böyle sürerse daha birkaç kuşak dejenere olacak ve toplum toparlanamayacaktır.Bu demokrasi ,üretmeyen insanlar türetti, bu demokrasi cahilleri baştacı yaptı, bu demokrasi ülkemin, değerleri olan dürüst insanlarını pasifize etti.Her oy'un eşit sayıldığı bir demokrasi anlayışı, nasıl olurda doğru kabul edilebilir, özgür fikir üretemeyen ve kendilerine ait birşeyleri olmayan insanlar sandık önünde nasıl eşit olurlar, ve seçilenler halk bizi seçti derken neyi anlatmak istiyorlar. Teknolojinin tüm hayatları değiştirdiği bir dünyada teknolojiyi üretemeyen ve hatta kullanamayan insanların seçimi nasıl doğru olabilir. İşte bu demokrasidir ki 50 yılda "öteki türkiye", "beriki türkiye", gibi ucube kavramlar yarattı
Ve benim gibi insanların bu ikisinde de yeri olmadığı ortaya çıktı "kendi türkiyemiz" yok artık.
Benim gibi insanlar kimler mi, biz insan olmayı benimseyen, işini doğru yapan, sıraya giren, kırmızıda duran, yere tükürmeyen, toplu taşım araçlarında bacaklarını açıp oturmayan, ter kokmayan, sosyal ve doğal çevreyi kirletmeyen, insan hakkı yemeyen, vergisini veren, karakola mahkemeye düşmek istemeyen, sürekli gelişimden yana olan, okuyan, düşünen ve birey olarak toplu yaşamayı isteyen insanlarız.Ve tüketiliyoruz. Hiçbirşeyi kendine ait olmayan insanların demokrasisinde tüketiliyoruz,bize yazık olduğu gibi geleceğe de yazık oluyor. Haydi birşeyler yapalım.Eğer benim söylediklerime katılmıyorsanız başka birşeyler söyleyin ama nerede olduğunuz anlaşılmaya başlasın.
Oğuzkan Bölükbaşı
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 6 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Gülümse'nin Dilinden : Gülcan Talay Mübadele Çocukları - IV - |
|
Köşedeki masada oturan Ömer Durağan olmalıydı. Yanından geçen garsona sorarak emin oldu. Bu cafenin sürekli müdevimi olmalı diye düşündü. Elini uzatarak selam verdi, oturdu. Ömer geldiği için teşekkür etti. Tahmininden daha geç biriydi. Gazetede yazan bir yazar olarak en azından ellilerinde, beyaz saçlı olmalıydı ona göre. Tam tersine yakışıklı, otuzbeşlerinde, saçında tek tel beyazı olmayan bir beydi. Etkilenmişti. Gelmeden önce karşıklı konuşmanın bu kadar zor olabileceği hiç aklına gelmemişti. Ömer beyde kendi kadar suskundu. Yine de sessizliği bozan Ömer oldu;
- Aslında okurlarıma sürekli randevu veren biri değilimdir. Hatta genelde çağrılara kibarca teşekkür eder, hayır derim. Sizi neden görmek istediğimi bilmiyorum. Sanırım benimde değer verdiğim bir yazıya bu kadar ilgili olmanız beni heyecanlandırdı.
- Sanırım bende bir mübadil torunu olduğum için beni bu kadar etkiledi. Dedem de Yunanis' tandan nasıl göç ettiklerini anlatıp dururdu. Gerçi kendisi bebekmiş o zamanlarda. Babasının anlattıklarıyla anlatmıştı.
- Demek ortak yönlerimiz var. Ben de bir mübadil torunuyum.
Karşılıklı bir süre sessizlik oldu. Ömer hayati bir sır verir gibi Aslı' ya doğru eğildi;
- Biliyor musunuz? Zehra benim büyük annem.
Aslı şaşkındı. İnanamadı önceleri. Ömer yazı dizisini, anlatıklarına biraz da yorum katarak oluşturduğunu söyledi. Aslı çok etkilenmişti. Hala yaşıyor ise tamışmayı çok isteyeceğini söyledi. Ne yazık ki bir ay önce ölmüş ve torunu onun adını yaşatmak için bu yazı dizisini hazırlamıştı. Çaylarını bitirdikten sonra karşılıklı memnuniyetlerini ifade ederek ayrıldılar. Aslı eve giderken, yol boyunca hikayenin içine düşmüş yeni bir kahraman gibi hissetti kendini. Eve vardığında yazıları en başından yeniden okudu...
Zehra ve çalınmış yaşamlar -IV
Eskişehir' e vardığında aramaya nereden başlayacağını kestiremedi. Elindeki nota baktı, ailesinin yerleştirildiği yer Seyitgazi idi. Tren garında görevli olan birisine nasıl gidebileceğini sordu. Şehir merkezinden otobüs kaltığını öğrendi. Otobüse bindi ve Seyitgazi' ye doğru yola çıktı. Oradan Bardakçı Köyü' ne giden bir traktöre bindi. Traktörü kullanan çiftçi çok meraklı biri olmalıydı. Bir başına bir kadının ne işi vardı yabancı bir memlekette?.. Zehra çiftçinin meraklı bakışlarına rağmen çekinip soramadığı soruları yanıtsız bıraktı. Gideceği yere vardığında köy muhtarını sorarak, teşekkür ederek indi. İndiği yer köy kahvesinin önüydü. Çiftçinin gösterdiği, dışarıdaki masalardan birinde oturan muhtara yöneldi. Özür dileyerek elindeki isimleri ve ailesinin izini bulduğu belgenin örneğini gösterdi. Muhtar önce yanıtlamak istemedi sorularını. Yabancı insanlara kapalı bir köydü burası. Hatta yabancı ve başı açık şehirli kadına diyecek hiç birşeyleri olamazdı. Kafasının Zehra' dan uzak bir yöne çevirip, yüzüne bile bakmadan "tanımıyorum" dedi. O sırada tarlaya gitmek için oradan geçen kadınların fısıldaşmalarını duydu. Hepsi merakla Zehra' ya bakıyor, aralarında tahminler ve yorumlar yapıyorlardı. Bazıları köye yeni gelmiş bir öğretmen olduğunu bile söylüyordu. Eski hoca hanımın köyden nasıl kaçırdıkları bilmeyen Zehra, belki de öğretmen olduğunu söylerse burada bir süre kalabileceğini ve ailesine daha rahat ulaşabileceğini düşündü.
- Merhabalar, ben okulu arıyorum. Tayinim yeni çıktı buraya. Bana öğretmen evini de gösterebilir misiniz? dedi yanlarına yanaştığı meraklı kadınlara. "Muhtar bey dimedi mi?", "Sen İstanbul' da mı geliyon." gibi bir sürü soruyu yanıtlayarak kadınlarla birlikte öğretmen evinin yanında bulunduğu okulunun yolunu tuttu. Aralarından birisi yanında kaldı. Genç güzelce bir kızdı... Onbeş yaşlarında.
- Burada durma hoca hanım. Valla seni de goymaz burda bu yobaz insanlar. Önceki hoca hanıma etmedikleri galmadı. Tez elden get burdan.
Zehra aptala döndü. Gerçi ne kadar yabani olduklarına muhtarın davranışlarından ve kahvedeki diğer adamların tuhaf bakışlarından şahit olmuştu ama, önceki öğretmeni kaçıracak kadar ne yaptıklarını merak etti. Adının Ayşe olduğunu öğrendiği kıza sordu;
- Vallah bende tam bilmiyom emme, sanırım bizim Hüsamettin abi ile kötü durumda yakalamışlar. Gadının atıılan taşlardan bir gaçısı vardı ki sorma. Ben çok acıdım, emme hiç gimse gızgın göylülerin önüne geçmedi. Bende bişi demedim. Vebali boynuna doğru mudur bilmiyom.
- Tamam merak etme sen. Dikkat ederim ben kendime. Bana bir başörtü getirirmisin?
- Tamam hoca hanım. Entari de getirem mi? Bu gıyafetlerle burda dolaşma. Seni de diğer hoca hanım gibi bilirler.
Zehra teşekkür ederek, getireceklerini giyeceğini söyledi. Ayşe' nin kendisini bu konuda uyardığına sevinmişti. Eve koşup, başörtüsü ve bol basma bir elbise getiren Ayşe' ye Ragıp ve Halide diye bir çift tanıyıp tanımadığını sordu. Birde kızları var adı Süreyya, dedi. Ayşe tanımadığını ama ninesine sorabileceğini söyledi. Bu köydeki diğer insanlar gibi yobaz değildi ninesi. Yaşlı, gün görmüş bir kadındı. 1879 yılından beri bu köye gelmiş gitmiş herkesi tanırdı. Zehra' yı güler yüzle karşıladı.
- Buyur gızım. Hoşgelmişin... Ayşee hoca hanıma bir ayran gap getir.
- Teşekkür ederim. Bu köye geldiğimden beri bana en sıcak davranan Ayşe' den sonra siz oldunuz.
- Gızım iyiliği yüzüne vurmuş sen gibi görpe savunmasız bir gıza niye götü davranam. Öncegi hoca hanımıda peg severdim ben. Çog iyice bir gızdı sen gibi. Ama bizim Atalar' ın Hüsamettin gıza gancayı tagtı. Gızcığazın da hiç suçu yogtu ama engel olamadım bizim delirmiş göylülere. Hüsamettin götü yakalatmıştı gızı. Gimse agsine inanacag durumda değildi.
- Çok üzüldüm ben Ayşe' den duyduğumda. Ben daha dikkatli davranırım, dedi. Anne ve babasını tanıyıp tanımadığını sordu, ailesi olduğunu söylemeden.
- Sen bizim Halide' yi diyon. Tanırım elbet. Ama eşinin ölümünden sonra Amasya' da evli olan gızının yanına gitti. O günden beri haberini yollamadı.
Zehra yıkıldı, yokoldu. Bütün çabaları boşa gittmişti. Tam buldum derken babasının ölmüş olmasına mı, Amasya' da nereye yerleşmiş olduğunu bilmediği anne ve ablasını bulamayacağına mı üzülsündü. Gözlerindeki yaşları durduramayınca, Emine ninenin sorularına cevap vemek zorunda kaldı. Aslında öğretmen olmadığını, ailesini aramaya geldiğini, kadınların konuşmalarından kendilerini öğretmen sandığı için bu yabanlıklarını öğretmen olduğunu söyleyerek deleceğini düşündüğünden bu yalanı uydurduğunu anlattı. Ellerine sarıldığı yaşlı kadının alnından öptüğü "uğurlar olsun" öpücüğü ile köyde ayrılmak için yanlarından ayrıldı.
Kahvenin önüne geldiğinde, geldiği günki çiftçiyi gördü ve kendisini şehre bırakmasını istedi, eline para sıkıştırarak. Traktöre binerken, kahvedeki yabani insanların "iyi agıllılıg etti de gidiyo" gibi konuşmalarına kulaklarını tıkadı. Şehre indiğinde bir sonraki trenin üç gün onra olduğunu öğrendi. Neyseki konaklayacak bir yer buldu. Küçük dar bir odaydı kalacağı. Eski bir karyolanın üstüne konmuş pamuktan yatak, sarıya dönmüş çarşarlardan ibaretti. Duvarda sırrı dökülmüş bir ayna asılıydı. Bir kaç gün için idare edecekti. Yatağa uzanıp buraya gelişini, ailesini buldum derken, nasıl yeniden ümitlerinin yokolduğunu düşündü. Acaba gitse Amasya' da bulabilir miydi? Buraya geldiği gibi köyünü bilmiyordu gittikleri yerin. Kocaman şehirde nasıl bulurdu onları? Ağlayarak yüzünü gömdüğü yastıkta bitkinlikten uyuya kaldı.
Arkası Yarın
Gülcan Talay
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 7 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Serbest Şiir
Şimdiye kadar sizden bana ulasan şiirlerin çoğu serbest şiirdi. Aralarında güzel şiirler vardı elbet ...
Ama bazen öyle şiirler gönderiyorsununuz ki; sanki düz yazıyı belli yerlerinden kesip hazırlamışlar.
Konuşma dilini mısralara dönüştürüp dönüştürüp önümüze sürüyorlar...
Nerdeee o eski hece ölçüleriyle yazılan şiirlerimiz!!... Çok mu zor...
Eee zor geliyorsa ortalıkta şairim diye dolaşmasınlar o zaman...
Serbest şiir çıktı mertlik bozuldu kardeşim.... Ne bu ya?!!... Kalıplaşmış bir kaç kelimeyi kullanıyorlar sonra al sana şiir..
Yok öyle yağma... Marifet bir sürü alengirli! kelimeyi bir arada kullanmakta değil hemşerim...
Marifet, kelimeler arasındaki ahengi yakalamakta... Zaten bunun için de öyle şatafatlı kelimelere gerek yok...
Serbest şiiri müziğin kalitesiz arabeski haline getirdiler yahu... Kalitesiz arabesk şarkılarına veya nereden türediği belli
olmayan "Fantezi" müziklerine bakın; "yaktın beni, can evimden vurdun beni, hayırsız, kitapsız, yanıyorum, bitiyorum,..."
hep aynı kelimeler.. Bunları bir arada kullandın mı, alsana şarkı... Ahenge ve anlama gerek yok zaten...
Arkadan güm güm gelen müzik sesi herşeyi örtbas ediyor zaten... Serbest şiirin alengirli! kelimelerini de aynı amaç için kullanıyorlar galiba...
Kusuruma bakmayın.. Bu öğlen vakti aç karına böyle şiirlerle karşılaşınca insanın tepesi atıyor be!!... Tutmayın lan beni!!!
Yani güzel kardeşim, benim demek istediğim yazacaksan adam gibi yaz... Yahu yemek yaptığın zaman servis yapmadan önce tadına bakmaz mısın be adam..
Eee!!... O zaman şiiri de yazınca al karşına bir oku be oku.. Beğenmiyorsan vardır bir sorun....
Şimdi bana birilerine haksızlık ediyorsun falan demeyin... Serbest şiire karşı bir garezim yok.. Güzellerini ben de zevkle okurum..
Lakin ölçülü şiirleri daha çok tercih ederim... Çünkü ölçülü şiirler çaba gerektirir. Şairlik gerektirir.
Tamam herkes şiir yazabilir ama bunlardan çok azının isimleri unutulmadan kalmıştır. E tabi biraz da zeka gerektirir.
Güzel şiir ne demektir biliyor musunuz?... Güzel şiir sizi beyninizden vurulmuşa döndüren şiirdir.
Okuduğunuzda hayretler içinde kalırsınız. Şair bu dizeleri bu beyitleri nerden bulmuş da bir araya getirmiş dersiniz.
Orada yazan üç beş kelimenin anlattıkları duyguları hissedince şaşırır kalırsınız.. Okuduğunuzda içinizde bir kıpırdanma olur.
Heyecanlanırsınız istemeden... Kendinizi daha önce keşfedilmemiş bir hazineyi bulmuş gibi hissedersiniz..
Ya da hayatımıza yeni giren teknolojik bir icatla karşılaşmış gibi...
iyi bir şiiri başka nasıl tanıyabiliriz...?? Eğer şiirden bir şarkı, türkü yapılabiliyor ise işte o şiir iyi bir şiirdir.
Ama... bir şarkının iyi bir şarkı olduğunu nasıl anlayacağız peki? çÇnkü uyduruk bir şiirden uyduruk bir şarkı da pekala yapılabilir..
Eğer bir şarkının bestesi bir senfoni orkestrası tarafından çalınabiliyorsa işte o şarkı mükemmeldir. Dolayısıyla şiir de iyidir demektir.
Çünkü güfte ne kadar iyiyse bestesi de ona bağlı olarak o kadar iyi olcaktır hiç kuşkusuz.
Son zamanlarda tek şarkılık sanatçıların neden Türk Halk müziğinin güftelerini kullandıklarını da buradan anlayabiliriz.
Tam anlamıyla istisnasız her biri birer fiyasko... Yahu git ne yapıyorsan yap!!.. Ama adam haklı ortada Öyle şarkı yapılabilecek şiir olmayınca adam napsın..
iyileri elli bin dolardan satılınca, bedava olan halk müziğine dadanıyorlar.
Bu arada "anonim" kelimesinin kullanılmasına da karşıyım. Buradan yetkililere sesleniyorum. Bize bu kelimenin karşılığı olan
ve tahminimce zaten Türkçemizde mevcut olan bir karşılık bulmalarını istiyorum...
Neyse biz asıl konumuza dönelim... Harcadıkları şiirler o kadar sade o kadar yalın ki... Şiirin alt yapısı kuvvetli olunca
istediği kadar "dım-tıs" "dım-tıs" müziği bocalasa da üzerine, yine bir şeyler anlaşılıyor.
Çünkü şiirde ölçü var, sadelik var, ahenk var, kafiye var... var oğlu var...
Bak o kadar konu içerisinde az kalsın "kafiye" konusunu unutuyordum.
İşin zorluğuna baksana... Hem yedili, dokuzlu ölçüye uyacaksın, hem şiirin genelinde bir ahenk yakalayacaksın hem de mısraların sonunu kafiye ile bağlayacaksın...
Bunlarla da kalmayacak içinde anlam olacak, duygu olacak, mesaj olacak....breh..breh..breh..Her babayiğidin harcı mı bu be!!
Sonra da efendim neymiş, "ben kedimi serbest şiirle daha iyi ifade ediyorum" muş..!! Hadi be ordan....
Gidin bakın tarihimize.. Serbest şiir diye bir şey varmı...
Bakın tekrar söylüyorum.. Serbest şiire karşı olduğum falan yok..
Ama birilerinin serbest şiir olgusuna sırtlarını dayayıp camiada kirlilik yaratmalarına karşıyım...
Diyeceksiniz ki herkes öyle veya böyle şiir yazabilir.. Yazmalıdır da.. Ama bu hedef olmamalı.. Daha iyisini aramalı...
Neyse biz yine esas konumuza dönelim... Nerde kalmıştık? Ha evet tarihimizden bahsediyorduk.
Cahilliğime verin ama ben tarihimizde serbest şiirle ifade edilen oyle bir büyük olay falan hatırlamıyorum.
Ben Çanakkale Şiiri'ni okurken o olayların ancak o şekilde tasvir edilebileceği hissine kapılıyorum...
çünkü şiirde anlatılmak istenen duygu onun ölçüsünde, ahenginde ve tabi ki kafiyesinde..
Nasıl ki televizyon sanatçıları duygularını el, kol ve mimik hareketleriyle ifade ediyorlar,
nasıl ki radyo sanatçıları vurgu ve tonlamalara ağırlık veriyorlarsa
şairlerimiz de mısralarında yukarıda belirttiğim konulara ağırlık veriyorlar...
Bu öyle zor bir şey değil ki be kardeşim.. Bilmiyorsan aç oku..
Şimdi bana şairlik okumayla öğrenilecek bir şey değil diye zırvalamayın!!..
Hangi büyük şairin hayatını okusak ... şairden etkilenmiştir, ... şairleri okumuştur, ibarelerini görürüz.. Siz de açın okuyun kardeşim..
bakın görün şiir nasıl yazılıyoruş...
Belki bazıları o devirler geçti diyeceklerdir.. Bazıları da bizden artık öyle sanatçılar çıkmaz diyecektir...
Yahu neden çıkmasın!!.. Biz Öyle kabile devletimiyiz.. Bizim binlerce yıllık tarihimiz var.. Bizim köklerimiz tarih kadar eski...
Hem biz ki kendi dilimizi bırakmışız gitmişiz yabancı bir dilde divan edebiyatı oluşturmuş bir milletiz..
Dikkatinizi çekiyorum arkadaşlar... Bu ingilizcede arkadaşına mektup yazmaya benzemez...
E hem bunları bileceksin, hem bunlara hak vereceksin.. sonra da serbest şiire devam... Niye ulan!!??.. Niye!!??...
Çalışmak zor mu geliyor... Fatih'in İstanbul'u fethettiği yaştasın!!! İstedikten sonra her şey olur.
Sanırım şimdilik diyeceklerim bu kadar. Amacım düşüncelerimi dile getirmekti. Yazımda hiç kimseyi hedef almadığımı belirtmek isterim..
sürç-ü lisan olmuşsa affola!!
NOT: Günlük yaşantımda, yukarıda kullandığım "iğneli" kelimeleri kullanmamaya özen gösteririm. Fakat duygularıma hakim olamadım sanırım.
Rahatsız edici kelimeler için beni maruz görün...
saygılarımı sunuyorum efendim...
Serkan Selçuk
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 7 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Fotoğraf: Murat Keleşoğlu
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 4.308 kahveciye doğru yola çıkmıştır.
Yukarı
|
Fısıldasam
Karanlığında gecenin
Açsam penceremi
Fısıldasam rüzgara
Duyabilir misin ?
Uzatsam ellerimi
Tutabilir misin ?
Diksem yıldızlara gözlerimi
Yıldızım....
Olabilir misin ?
Ay gibi geceme
Doğabilir misin ?
Kapatsam gözlerimi
Hayalime
Düşebilir misin ?
Burhan KÜÇÜK
Yukarı
|
İşe Yarar Kısayollar - Şef Garson : Akın Ceylan Yamağı : Ayşe Nur Gedik |
http://www.barcodeart.com/art/clock/clock.html
Web sayfanızda veya özel çalışmalarınızda kullanabileceğiniz barkod görünümlü saat çalışması. Bilgisayar'ınıza indirebilmeniz için de kısayol verilmiş.
http://www.deansplanet.com/tongues.html
Kim daha güzel dil çıkarır diye soru sorsam size anlamsız gelebilir. Çok yakından tanıdığım biri var dilini burnuna değdirebiliyor. Siz hiç denediniz mi bilmem ama ben denedim olmuyor. Neyse asıl sorumuza gelelim. En güzel kim dil çıkarıyor, bakın ve karar verin.
http://img.lj.com.ua/denis7/drawgirl.gif
Muhteşem bir gif çalışması. Daha önce bir şekilde mail olarak almış olabilirsiniz. Bir resmin hangi aşamalardan geçtiğini anlatan gerçekten orjinal bir çalışma... Daha ne söylenir bilemiyorum. Çalışma 1 mb. boyutlarında olduğu için yüklenmesi için biraz beklemek zorunda kalabilirsiniz.
http://www.obsolete.com/120_years/
Elektronik müzik ile ilgilenenler için sağlam bir tarihçe arşivi. 1870 - 1990 yılları arasında kullanılan tüm elektronik müzik aletlerinin tarihçesini bulabileceğiniz resimleri ve detaylı açıklamalarını bulabileceğiniz sayfalar mevcut. Tek kusuru ingilizce olması.
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
HTMLGate FREE 12.2 [2009 kb] Windows FREE
http://www.mpsoftware.dk/htmlgate.exe
Web sayfası yapanlar veya yapmayı düşünenler için çok güzel bir seçenek. Tamamen ücretsiz ama bir profesyonel program kadar fonksiyonel. Temel birtakım kuralları biliyor olmak yeterli. Eğer amatör web sayfalarından kurtulmak istiyorsanız bu programı denemenizi öneririm.
Yukarı
|
|
|
|
|
|