|
|
|
8 Ekim 2004 - Fincanın İçindekiler |
Editör'den : Bir AB Masalı!.. |
Merhabalar,
Bir varmış bir yokmuş. 17 Aralık 2004'te Brüksel'deymişiz. AB Kodamanlar Klubü üyeleri mükellef bir kahvaltının ardından genel kurul salonuna güle oynaya, hoplaya zıplaya geçiyorlarmış. Aralarında bir de şeref konuğu varmış. Kahvaltıda birbirleriyle yumurta kırmaca oynamışlar, zeytin çekirdekleri tükürmüşler, reçelli ellerini birbirlerinin üstüne silmişler, velhasıl dost olmanın tüm gereklerini yerine getirmişler bu kodamanlar ve şeref konuğu. Şeref konuğu hepimizin medarı iftiharı yüce insan Recep Tayyip Bey'miş. Kullandığı beden diliyle tüm Avrupa'yı kendine aşık etmiş büyük başbakanımız. Raporun ardından geçen 2 ayda sürdürdüğü diplomasi sayesinde tüm üyeleri kendine bağlamış ve müzakere tarihi alınmasını garantilemiş.
...
AB Dönem Başkanının açış konuşmasından sonra gündem maddelerine geçilmesine karar verilmiş. İlk madde Türkiye'ye müzakere tarihi verilmesiymiş. Daha madde okunurken alkışlar başlamış. Tüm kurul ayakta, kulaklığını arayan başbakanımız henüz ne olduğunu anlayamadan dürtülerek ayağa kaldırılmış. Yanındaki danışmanın "Bu alkışlar size" demesiyle irkilen sayın başbakan, tek elini yumruk yaparak ve aşağıdan yukarı doğru sallayarak "Oleyy" diye bağırmış. Tribünler "Yaşa varol, Avrupa Fatihi" sloganları ile yıkılıyormuş. Hayrettir, türkçe bağırıyorlarmış. Demekki başbakanımız onların dilini öğrenmeyince onlar türkçeyi söküvermişler. Divan katibi alkışları kesip maddenin görüşülmesine geçmiş. "Oylarınıza sunuyorum" lafı bitmeden gene alkışlar arasında her kafadan "Verelim, verelim" nidaları yükselmiş. Alkışlar, haykırışlar arasında müzakere tarihinin hemen verilmesi karara bağlanmış. Tarih mükemmelmiş. 14 Mart 2005 Pazartesi uygun görülmüş. ...
Hazırlıklar tamamlanmış. Müzakereci olarak eski büyüğümüz Mesut Bey tayin edilmiş. Mesut Bey'in başkanlığındaki heyetimiz 31 ana başlıkta gruplandırılan maddeleri görüşmeye başlamış.
...
Günler günleri, aylar ayları, yıllar yılları kovalamış. 8 Ekim 2016'ya gelindiğinde, Verheugen amca çoktan emekli olmuş, rivayete göre seneler önce köy köy dolaşırken gözüne kestirdiği Kezban ile imam nikahı yapmış, karısı ve 8 kızı ile Sakarya'da yaşıyormuş. Recep Bey bir dönem iktidardan düşmüş ama attan düştüğünde gösterdiği performansı aynen gösterip koalisyonla da olsa gene iktidara gelmiş. AB gündeminden düşmüş, tek derdi hala türban ve imam hatipli kardeşleriymiş. Koalisyon ortağı, CHP'de iken Deniz Bey'e kazan kaldırıp partiden ayrılan ve ABYHH (AB Yolunda Halk Hareketi) partisini kuran yeni yetme politikacı Cevdet Bey'miş. CHP, DSP, ANAP, DYP, MHP değişen seçim kanunu sayesinde meclistelermiş. Allah uzun ömür versin Ecevit ve Demirel hala aramızdalarmış. Rahşan Hanım geçen yıl sırtında çıkan çıbanı aldırmış Bülent Bey'in kolunda geziyormuş. Müzakereler başlayalı 12 yıl olmuş, o gün doğan bebeler LGS'ye hazırlanıyormuş hiç önemli değilmiş. Artık yolun sonuna gelinmiş ve Allahın izniyle AB adına müzakereleri sürdüren Van der Kerkhof Bey'in bugün İstanbul'a yapacağı ziyaret sonrası iş bitecekmiş. ...
Mesut Bey ve karşılama heyeti Atatürk Havalimanına sabahın köründe gelmiş, başı türbanlı kıçı açık manken resminin yer aldığı VIP salonunda oturup Van der Kerkhof Bey'i beklemeye başlamışlar. Ancak bu sefer Kerkhof Bey müfettiş edasıyla sıradan bir vatandaş gibi gelmeyi ve durumu kendi gözleriyle görüp değerlendirmeyi istemiş. Bunu duyan Mesut Bey telaşla dış hatlar geliş katına koşmuş ve Kerkhof Bey'in koluna girerek Uzan'dan ganimet kalan mersedesin içine itmiş. Kerkhof Bey'in isteği üzerine eskortsuz çıkılan yolculuk sonunda sahilden Yeşilköy, Bakırköy, Sirkeci, Beşiktaş yoluyla Çırağan'a gidilecekmiş. Günlerden Cumartesi olduğundan trafik nisbeten rahatmış. Yapılan üçüncü köprü nisbi bir rahatlama sağlamış, ortalama araç hızı şehir içinde 3 km/saat ten 4.35 km/saat e çıkmış. Boğazın altından geçeceği söylenen tüp geçit işi Cimbom'un stadına dönmüş, 87. proje üzerinde halen çalışılıyormuş.
Kerkhof ve Mesut Bey'in arabası hızla(!?) ilerlerken durdukları her kırmızı ışıkta arabanın başına üşüşen, elleri süngerli, selpaklı irili ufaklı çocuklara bir anlam veremeyen Kerkhof'a açıklama yapmak gene Mesut Bey'e düşmüş. "Onlar AB halkına göstereceğimiz misafirperveliğin provasını yapıyorlar, sizi tanıdılar telaşları ondan." demiş. Araba Zeytinburnu'na geldiğinde aksilik bu ya fıçıdan boşanırcasına bir yağmur başlamış. Meteorolojinin 1 haftadır bas bas bağırmasına rağmen herzamanki gibi bir kulaktan girip diğerinden çıkmış olacak ki, yağan yağmurla birlikte Mesut Bey'in rengi kızıla çalmış. Bıraka başlaya devam ettirdiği sigara tutkusuna gene esir düşmüş ve elindeki ağızlığa bir tane takıp derin derin çekmeye başlamış. Oysa 3 aydır ağzına koymamışmış kafiri. Bu arada saat 10:25'i bulmuş, Kerkhof'un midesinden gelen sesler arabanın içinde yankılanır olmuş. Birden Kerkhof ayağına değen suya bakakalmış. Geçen yıllara yenik düşüp altı yer yer delinen mersedesin altından yağmur suları giriyor ve gitgide yükseliyormuş. Kerkhof "That's çok garip, denizin kenarında bu yağmur sularını denize neden boşaltamıyorsunuz hayret." demiş. Yolun üzerini alabildiğince kaplayan yağmur suları sele dönüşmüş önüne ne bulduysa katıp götürüyormuş. Mesut Bey birşeyler söylemek gereğini hissetmiş olacak ki " Şey bu bizim çevreye verdiğimiz değerin bir göstergesidir my dear Kerkhof. Pis yağmur sularının denize dökülmesini önleyerek denizlerimizin temiz kalmasını sağlıyoruz." deyivermiş. Arabanın su alıp batmasından korkan Mesut Bey az sonra biten göl nedeniyle içinden 3 adet şükür duası okumuş. Açılamadığı için Haliç'te hapis kalan gemilerin protesto maksadıyla düdüklerini çalarak üstüne üstüne yürüdüğü Galata köprüsünden kazasız belasız geçince, bu sefer 8 kere şükretmiş Mesut Bey. Kerkhof'un noluyor burada demesine fırsat vermeden, "Kerkhof'cum bunlar senin gelişini kutlamak için düdük çalan denizciler, AB'ye girdiğimizde bundan en çok onlar fayda görecekler ya." demiş bulunmuş. Saatler 13:17'yi gösterirken Beşiktaş'a yaklaşmışlar. Kerkhof ıslanan çoraplarını değiştirmek için çıkarmış, Mesut Bey bir paketi bitirip ikinciyi açmış tütsüleniyormuş. Deniz Müzesinin önündeki ışıklara gelince durmuşlar. Artık uyuklamaya başlayan şöförün gözleri sol yanından gelen sesle faltaşı gibi açılmış. Arkasına dönüp "Kelime-i Şahadet getirin!" diye ancak bağırabilmiş. Kerkhof "What kel, shah..." derken Barbaros Bulvarından ipini koparmış vaziyette üstlerine gelen çöp kamyonunu belli belirsiz görmüş. .... Gözlerini açtığında 24 kişilik bir koğuşta sedyeden bozma yatağın üzerinde yatıyormuş. Başında odacı kılıklı, mavi gömlekli biri duruyor "Hemşerim, nerelisin? Neren ağrıyor söyle bakim, kırık neyin var mı?" diye soruyormuş. Anlamaz gözlerle bakan Kerkhof "Hı, ha.. I'm Avrupa Birliği... " demeye çalışıyor ama mavi gömleklinin orasını burasını dürtmesine ses çıkaramıyormuş. Arada mavi gömlekli "Paran var mı paran? Paran varsa seni tek kişilik odaya koyarım, beyler gibi yaşarsın." diyormuş ama Kerkhof anlamıyormuş. Elini cebine atmış, neyseki cep telefonu duruyormuş. Acı içinde çevirmiş merkezin numarasını. "Hello, I'm Kerkhof. Türkiye'de bir yerdeyim. Kaza geçirdim hemen ambulans uçağı yollatıp beni alın. Telefonu açık bırakıyorum, yerimi oradan bulursunuz. Kızım diyeceklerimi not al ve derhal AB dönem başkanına yazılı olarak ilet. 'Herr Başkan, Türkleri aramıza almak için daha çok çalışmamız gerek. Şimdi alırsak bunlar bizi kendilerine benzetir. Gelin şü müzakereyi 2022'ye kadar uzatalım. O zamana kadar AB'de BB'de kalmaz nasılsa, bunlar da olurlarsa adam olduklarıyla kalırlar. Olmazlarsa da kendi bilecekleri iş. Zaten bunlar böyle de mutlular.' Ohhh My God, Helppp me pleaseeee!.."
Şöför sizlere ömür, ölmüş. Mesut Bey mi? O gayet iyiymiş, Amerikan hastahanesindeki odasında kırılan ayağına yapılan alçı üzerine resim yapmakla meşgulmüş. Kazadan sonra gelen yardım ekibi Mesut Bey'i tanıdığından derhal gerekeni yapmış ama gelin görün ki gariban Kerkhof'u tanıyan çıkmamış. Gökten 3 elma düşmüş, biri bana, biri size biri de Sayın Recep Tayyip Bey'in başına.
<#><#><#><#><#>
Berbat geçen bir günün ardından ona buna, belediyeye, oy verene, vermeyene güzel sözler söyleyeceğime sizlere bir masal anlatayım istedim. Bakın önce biz İstanbul'lulara bir önerim var. Bırakın seli depremi. Yağmurla başedemeyen memleketim depremle mi baş edecek deyin rahatlayın. Siz siz olun yaşadığınız hergünün değerini bilip, hergününüz son gününüzmüş gibi yaşayın, eğlenin. Tedbiri falan da boşverin, tedbir bize bol geliyor görüyorsunuz. Masalı beğendiyseniz yenilerini de anlatacağım. Beğenmezseniz de canınız sağolsun. Elimizde öyle bir konu var ki daha yıllarca konuşacağız da bir yere varamayacağız nasıl olsa.
Kendisiyle aynı sahneyi paylaşma şansını yakaladığım büyük oyuncu İsmet Ay'a rahmet, tüm sevenlerine başsağlığı diliyorum. İsmet Baba, eminim birgün o Vişne Bahçesi'ni yeniden oynama fırsatı bulacaksın, hem bu sefer seni Çehov da alkışlayacak. Mekanın Cennet olsun.
Bugün sizler için bir İtalyanca şarkı seçtim. Siyah beyaz televizyon dönemlerimizden kalma bir klasik. Pepino di Capri söylüyor, Melancolia. Hepimize hoş bir haftasonu diliyorum. Esenkalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
|
Pratisyen Kahveci : Seda Demirel HAVADAN SUDAN |
|
Havalar soğudu. İstanbul ekibimiz dün evlerine maske şnorkel ve paletleri olsa daha kolay ulaşırlardı. Ben size gelin şu dalış olayına el atın diye az motivasyon çakmadım. Faydası olur zararı olmaz. Hepinize tekrar geçmiş olsun diyeyim.
(Hey, İstanbul cemiyeti! Cumartesi gününe dek yerleri paspaslayıp çamurları kurutun, paçalarım kirlenmesin. Rami'li arkadaşlar da Pier Loti'nin kapısına kırmızı halılar sermeyi bir zahmet unutmasın. Tam tamına 3 kilo halis mulis İzmir tulumu getiriyorum yanımda...)
İzmir de havalar gayet serin. Bugün ilk defa penceremi az kapattım. Hani deli gibi hasta bakıyorum ya içim geçivermiş koltukta bir an. Önümde gazetem, telefonun ucunda sık sık arayıp konuşmadan kapatan bir de kontrolörüm var. Odadan çıkış yok yani. Özel dal polikliniğinde Onkoloji günleri hasta yoğunluğu oldukça az. Ama maşallah sürekli giriş çıkış durumu var odama;
-Evladım ben bu reçeteyi imzalatacaktım...
-Teyzecim uzman imzaları karşı odalar, ben sefil bir pratisyenim... İmzam kabul görmüyor o ağrı kesici için...
-Anlamadım çocuğum?
-Tam karşı odaya gireceksin teyzeciiim...
-Doktor hanım, ben size bir şey danışacaktım...
-Buyurun dinliyorum.
-Metin bey'i aramıştım ben...
-Kendisi bugün polikliniğe inmez.
-Nerede bulabilirim onu?
-Yan binada 7. katta. Şimdi gitmeyin boşuna, vizit henüz bitmemiştir.
-Teşekkür ederim doktor hanım.. Peki vizit ne zaman biter?
-Sanırım yarım saati filan kalmıştır.
-Hımm.. Peki doktor bey oradan nereye gider?
-Bilemiyorum ama yemeğe dek serviste olur sanırım.
-Yemeğe nereye gider?
-Eeee.. Yemekhaneye?
-Yemekte ne yer?
-...???
-Teşekkür ederim.
-Rica ederim.
-Hayırlı işler.
Nedense şu hayırlı işler sözü beni hep gülümsetiyor. Yani düşünsenize, içeriye bir hasta geliyor;
-Doktor hanım kızım?
-Buyurun amcacığım?
-Yok bir şey. Siz doktorsunuz değil mi?
-Evet amca, ben doktorum. Randevun var mıydı?
-Yok ben muayene olmayacağım.
-Ee amca?
-Bu odanın doktoru sen misin?
-Evet amca...
-İyi...
Aradan 3 saat geçiyor ve bizim personel Mehmet ve Yadigar içeriye dalıyorlar;
-Doktor hanım az odadan çıksana..
-Niyee?
-Ya sen bir çık...
-Neden yaaahu?
-Birileri senin boyunu görmek istiyorlarmış.
-Kim, ne, anlamadım...
-Yaşlı bir amca ve teyze var. Birkaç saattir odanın karşısındaki bankta oturuyorlar. Şimdi bize gelip söylediler. Teyze seni çok beğenmiş, amcaya göstermeye gelmiş. Bekar doktor oğulları varmııış.
-Oldu güzelim... La havleeee...
(Geçen sene personelim az dalga geçmedi benimle...)
-İyi günler doktor hanım kızım. Ben tuvaleti aramıştım.
-Koridorun sonunda...
-Ama orası ala turka, ben çömelemiyorum. Bana ala franga tuvalet bulun...
-Evim bak şuracıkta, anahtarımı vereyim mi?
(Anahtarı ona uzatıyorum)
-Ayol olur mu?
-Olmaz mı??
(Kahkahalar, allaha şükür hasta tutabiliyor tuvaletini..)
-Doktor hanım, bu benim namusum olur. Kendisinde şeker çıktı.
-Dahiliye poliklinikleri karşı odalar.
-Yok biz muayene olduk.
-Eee?
-Bu evde iş yapamıyor artık, ne yapacağız buna?
-Hımmmm. Hanımının garanti süresi dolmuş. İade edemiyorsun yani. Elinde patladı valla..
(Buna en çok teyzem gülüyor)
-Doktor abla, müsaitsen bir şey soracağım sana.
-Sor bakalım.
-Benim saçlarım gözlerimin önüne düşüyor. Hangi doktora gözükmem lazım?
-Dökülüyor mu?
-Yok, saçlarımı arkaya atıyorum hep ama yine de öne düşüyorlar.
-At bakayım bir göreyim...
-...
-Evet, gerçekten de saçların öne dökülüyor. Sana bir jöle markası yazayım...
Yani bu sahneler o kadar çok yaşanıyor ki inanın bunlar devede kulak misali. Zaman zaman "Ya bir durun Allah aşkına ya, ağız tadıyla iki satır gazete okuyamayacak mıyım?..." demek geliyor içimden. Olsun varsın... Zaten gazeteler beni bu derece mutlu edemiyor.
Gülmekten gazete okumaya fırsat mı kalıyor ki?.
Allah da sizi güldürsün, hepinize sağlık versin, canım hastalarım benim...
Hepimize kuru hafta sonları...
Seda Demirel
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 11 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Gülümse'nin Dilinden : Gülcan Talay Mübadele Çocukları - V - |
|
Dördüncü bölümü okumayı bitirmişti ki Ömer' i düşünmeye başladı. Artık yazıyı daha bir ilgi ile okuyordu. Ne de olsa yazarın büyük annesiydi anlatılan. Çok yakın hissetmeye başladı kendine. Sonra Okan geldi aklına. Uzun zamandır ihmal ettiği, bugün Ömer ile buluşacağı için yine askıya aldığı Okan. Artık sevmiyor muydu acaba? Uzun zaman olmuştu tanışalı. Beş yıl süren ilişkilerinde, ilk günki heyacanlarını yitireli çok olmuştu. Uzun zamandır ilk defa kalbi bugün yeniden hızla çarpmaya başlamıştı. Dizlerinin bağı çözülmüş, başının döndüğünü hissetmişti. Ama Okan için değil, bu kez Ömer için hissetmişti. Ne kötüydü? Kendini ihanet etmiş gibi suçlu hissetti. Düşüncelerinden sıyrılıp, yazıyı okumaya devam etti...
Zehra ve çalınmış yaşamlar -V
Uyandığında her yeri tutulmuştu. Buna rağmen pamukları üzerinde yattıkça birbirine girmiş kaskatı yatak yorgun bedenine çok rahat gelmişti. Yattığı yerden doğruldu, başucundaki tokmaklı saate baktı. Epey olmuştu ve çok uymuştu. Yüzünü yıkamak için odanın bir duvarına sabitlenmiş tekneye uzanıp, yerdeki ibrikten eline döktüğü suyla yüzünü yıkadı. Yanına aldığı yedek giysilerle üstünü değiştirerek, kahvaltı yapmak için odasından çıktı. Konakladığı yerdeki görevli çarşı içindeki lokantalardan birini önerdi. Hem biraz da dolaşmış olurum, diyerek kendini sokaklara attı. Sanki herkes yabancı olduğunu biliyor, herkes ona bakıyordu. Bana mı öyle geliyor? diye düşünsede izlendiğini hissetmeye devam etti. Eskişehir' in merkezi bile olsa, bir biririni tanıyan insanlarla dolu bu kent, yabancı birini hemen izole ediyordu. Mutasarrıflık Dairesi'nin (Hükümet Konağı) yanından geçerek çarşı içine vardı. Tarif edilen lokantada karnını doyurduktan sonra, insanların bakışlarından ürkerek dolaşmaktan vazgeçti ve tek yataklı odasına geri döndü. Gelirken çarşıdan akşam için yiyeceklerini de aldı. Böylelikle dışarı çıkmak zorunda kalmayacak ve rahatsız eden bakışlardan uzak kalacaktı.
Odasına vardığında Ekrem bey karşısında dikiliyordu. İlk şaşkınlığını üstünden attıktan sonra, kendisini nasıl bulduğunu sordu. İstanbul' dan gelmiş, handan bozma bir pansiyonda tek başına kalan genç bir bayanı bulmak çok güç değildi. Zehra' yı tanıdık birinini görmek rahatlattı. Elinde olsa çoktan kaçıp gidecekti buradan, treni beklemek zorunda olmasaydı. Ekrem güzel haberlerle gelmişti. Banaklıktaki arkadaşı Lütfü bey onlar gittikten sonra telgraf çekmiş, bir yıl önce daireye gelmiş, fakat işlerin ağır işlemesinden dolayı kendisine ancak ulaşmış bir istek çağrısı olduğunu bildirmişti. İsteği yapan kişi Halide Aydın adında elli beş yaşlarında bir kadındı. Amasya' dan yazıdığı dilekçede Denizli' de yaşayan bir aileye verilmiş Zehra adlı kızını aradığı yazılıydı. Türkiye' ye döndüklerinde babası ailesini Eskişehir' e yerleştirdikten sonra İstanbul' a gelmiş Cevdet beylere kızını sorduğunda Denizli' ye gönderildiğini söylemişti. O zamanlar hasta yatağında yatan Neriman insafa gelmiş ve Denizli' de Semra adlı bir kadına verdiğini söylemişti. Ne yazık ki tam adreslerine ulaşabilecekleri bilgileri veremeden ilahi ahirete göç etmişti. Zehra bunu bilemezdi. Bu arayış içinde "Neden beni hiç aramadılar" diyerek kızmıştı bazen. Buna rağmen umudunu yitirmemişti. Kendisini aradıkları öğrendiğinde Ekrem' e defalarca teşekkür etti. Boynuna sarıldı. O gece tek yataklı sıvası dökülmüş dar odada yan yana uyudular. Ekrem uyandığında kendisine sokulmuş Zehra' yı uyandırmaya kıyamadı. Kendisi de uyanır endişesiyle yattığı yerden genç kızı hayranlıkla izlemeye devam etti. Zehra bir saat kadar sonra uyandığında, uyandığı zamanki durumunu toparlayıp özür diledi. Ekrem için bunun hiç önemi yoktu. Zehra' ya yakın olmaya dünden razıydı.
- Bak sana ne diyeceğim. Benim gibi yaşlı bir adamı acaba sevebilir misin? dedi. Zehra ne diyeceğini bilemedi. Bir kaç şey ağzında gevelesede, demek istediğini ne kendisi, ne Ekrem anlamadı.
- Amasya' ya gidince anneni bulduğumuzda seni ondan istesem benimle evlenir miydin? dedi tekrar. Zehra ailesini bulması için bu kadar yardım etmiş Ekrem' e borçlu hissetti kendini. Ona göre yaşlıydı... Ama çok iyi bir insandı. Çok nazik ve sevecendi. Daha fazla düşünmeden teklifini kabul etti. Cevabını alan Ekrem binbir teşekkürle boynuna sarıldı. Bak gör, seni çok mutlu edeceğim, dedi. Kahvaltılarını önceki gün gittiği salaş lokantada yaptıktan sonra Amasya' ya gitmek için yola çıktılar.
Ailesinin Amasya' yada yaşadıkları ev Harneşa Dağı eteklerinde kurulmuş ahşap bir evdi. İki katlı evin duvarları taştan yarım metre yüksekliğindeki sütunun üstünde yükseliyordu. Üç merdivenli giriş geniş bir kapıya çıkmaktaydı. İkinci kat, sağında solunda ikişer uzun camlı kapalı bir balkondan oluşuyordu. Camların kenarlarında baharın gelişiyle coşan renk renk memekşeler sıralanmıştı. Ekrem' in kolunda kapıya doğru yürümeye başlayan Zehra' nın heyecandan dizleririn bağı çözülmüştü. Dizlerinin taşımadığı vücudu Ekrem' den destek almıştı. Kapı tokmağını iki kez vurdu. Gelen giden yoktu. Bir kez daha vurdu. Bir süre sonra kapıya gelen yaşlı kadının başında namaz başöttüsü vardı. Beyaz uzun işlemeli örtüsü, beyaz yüzünü çevrelemiş, arka kısmı omuzlarından dökülmüştü. Yaşlandıkça kilo alan yaşlı kadın, aksamakta olan ayağının üzerine bastıkça yüzünde acı bir ifade belirmişti. Bir süre Zehra' ya bakan kadın, kim olduğunu anlamıştı ve oracıkta "Kızımmmmm, yavrum, Zehramm" diyerek boynuna atıltığı kızının omzunda hıçkırıklarla ağlamaya başladı. Zehra' da "Anammm" diye sarıldığı yaşlı ve özlem dolu annesinine sarıldı. Mutluluktan uzun süre ağladılar. Ekrem, ağlamaktan bitkin düşen anne ve kızı tutarak içeri götürdü. Yanyana oturdukları divanda tekrar tekrar birbirlerine sarılıp, öpüp, kokladılar. Zehra annesinin yaşlanmış, gençliğini hatırlamadığı yüzünü inceledi... Annesi ise büyümüş mimik kızının yüzünü. İkisi de Ekrem' i unutmuştu. Annesi sonunda dönüp hoş geldin, dedi. Zehra' ya kendisini bulmak için ettiği yardımları duyduğunda, sonradan kızını isteyen bu iyi adama yaşını önemsemeden peki, dedi. Yavrusunu bulmuştu artık. Kendisini mutlu ettikten sonra, yaşının bir önemi yoktu.
Kapıdan girişiyle, içeriden gelen sesleri duyarak koşup gelen Süreyya ve oğlu idi. Annesine o mu? diye attığı bakışa kafasını sallayan annesini görünce kardeşinin boynuna atıldı. Ne kadar büyümüştü? Çok güzel genç bir kadın olmuştu. Sarılma ve özlem giderme törenleri bittiğinde annesi, ayrılıklarından dokuz sene sonra Türkiye' ye gelebildiklerini, babasının Cevdet beylere gidip kendisini almak istediğinde bulamadıklarını, zalim Neriman' nın ölüm döşeğinde Denizli' de yaşadığını söylediğini anlattı.
- Baban çok aradı yavrum seni. Denizli' yede gitti. Ama bir türlü izini bulamadı. Semra demişlerdi, ama adını diyerek bulamadık seni. Zaten Ragıp bey de seni ararken üzüntüden ince hastalıklara düştü. Daha fazla yaşamadı. Bende buraya gelince ablanın eşi sağolsun, bir dilekçe yazdı bakanlığa. Sonunda seni bulduk, dedi. Tekrar tekrar kızına sarıldı. Zehra onbeş yıl sonra ailesine kavuşmuştu. Annesini de alarak İstanbul' a döndü ve Ekrem ile evlendi. Yaşı ilerlemiş Ekrem' den bir erkek çocuğu oldu.
........
Zehra, 2004 yılında Nevşehir'in Ürgüp ilçesine bağlı Mustafapaşa beldesindeki önemli etkinliğe katıldığında 78 yaşındaydı. Sohbet ettiği, mübadele edilenlerden 72 yaşındaki Yunan vatandaşı Sofoklis Papadopoulos, ebeveyninin 81 yıl önce istemeyerek boşalttığı Güzelyurt'taki (Gelveri) evi bularak ziyaret ettiğinini anlatırken, duygularını tarif edemez haldeydi. Tıpkı doğup ilkokul çağlarına kadar yaşadığı Yunanistan'ın Yanya şehrindeki evini 11 yıl önce bulunca kapının tokmağını öpen 90'lık Lütfü Karadağ gibi. İkisinin de ortak özelliği mübadil olmalarıydı. Zaten bu özellikleri sayesinde, Nevşehir'in Ürgüp ilçesine bağlı Mustafapaşa beldesindeki önemli etkinliğe katılmışlardı. Karadağ, 1923 yılında imzalanan Türk-Yunan Nüfus Mübadelesi'nin bizzat şahidiydi. Yunanistan'da dünyaya gelen Papadopoulos ise mecburi göçün ikinci kuşağındandı. Zehra ise onlara ilk göç eden kişi olarak katılmıştı.
Aslı yazı dizisinin son bölümünü bir solukta okudu. Ömer Durağan altına not düşmüştü. Bu etkinliğe katıldığında aldığı notlardan yazdığını söylemişti. Oysa Aslı öyle olmadığı biliyordu. Zehra onun büyük annesiydi. Bilgisayarına koşarak, Ömer' e mail attı. Bu kez tanışmalarının da verdiği cesaretle Ömer diye hitap etti.
Merhaba Ömer,
Yazı dizini okumayı sonunda bitirdim. Keşke o hayatta iken yazabilseydin ve ölümsüzleştiğini kendi gözleriyle görebilseydi. Bende onunla tanışma fırsatı yakalayabilseydim. Yeniden başın sağolsun dileklerimle, okurların ile paylaştığın için teşekkür ederim. Yeniden görüşebilmek üzere.
Sevgilerimle, Aslı..
Maile cevap gecikmedi. Ömer de Aslı' nın tutuk mailinin aksine gördüğündeki heyacanını ve ona karşı hissettiklerini yazdığı içten bir cevap vermişti. Aslı da aynı hisleri hissetmişti. Boşuna kalbi çarpmamış dizleri titrememişti. Ama bunu ifade etmekte çekinmişti. İlerleyen günlerde görüşmeleri sıklıkla devam etti.
Kimi için üzücü olan mübadele yıllarından uzun süre sonra, gazetede yayınlanmış bir hayat öyküsünden, yıllar önce mübadele edilmiş iki kişinin torunları arasında büyük bir aşk öyküsü başladı.
Bitti
Gülcan Talay
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 6 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen Beklemek Ne Zor İşti |
|
Zaman zaman kavuştukları olmuyor değildi ama yine de şöyle "Oh be, nihayet !" dedirtecek bir buluşmayı gerçekleştirememişti. Beklemek ne zor işti...
İşin garibi herhangi bir zaman belirtilmemişti, hiçbir söz verilmemişti, sadece bir büyük umutla beklenmişti. Elbette buluşulacak an çok özlenmişti ve o kavuşmanın yolu gözlenmişti. Beklemek ne zor işti...
Önceki buluşmalarda; öyle dişe dokunur, öyle ahım şahım bir birlikteliğe rastlanmamıştı. Birleşmeler acele acele yaşanmıştı. Kısıtlı dakikalar daha ne olduğunu anlayamadan bir solukta tükenmişti. Gerçekten de, beklemek ne zor işti...
Hani derler ya; "bekleyen derviş, muradına eremeden gebermiş" diye, neredeyse o da bu sabırlı bekleyişten gebermişti. Hani bekleyenler muradına ermişti ? Yine de umudunu kaybetmemişti. Bugün içinden bir ses sanki ona "mutlaka gelecek, sabırla bekle !" diye adeta sözvermişti. İyi de, bu beklemek ne zor işti...
Diğerleri birer ikişer birbirlerine kavuşmuşlar ve zaman su gibi akıp geçmişti. Gerçi o işin sonunda uzun süreli bir kavuşmayı seçmişti. Öylece kalalım, etraf çekilip gitsin fikrini sular seller gibi ezberlemişti. Beklemekten terlemişti. Beklemek ne zor işti..
Ona; "Sen çok değerlisin" denmişti, diğerlerinden en az 3 fazlasın diye sürekli beynine işlenmişti. Hatta bu nedenle adı çıkmış, adeta fişlenmişti. Böyle olunca dikkatler hep onun üzerinde birleşmişti. Sıradan olup olmama fikriyle tartıştı, didişti. Her seferinde farklı olmaktan büyük bir haz duymuş, gerine gerine şişinmişti. Ama yine de şu beklemek ne zor işti...
Az önce dokunmuş ama değmemişti. Kısacık bir temasla işi geçiştirmişti. Artık oyunun sonuna gelinmişti. Bu kez olacak, bunu bütün yüreğinde hissetmişti. O anı defalarca hayal etmiş, hatta hayalinde uzun uzun dansetmişti. Tanrım, beklemek ne zor işti...
Evet, saatlerdir o anı beklemişti, beklemişti...
Beklediğinin gelişini filmin karelerini izler gibi izlemişti...
En sonunda kavuşma sırası ona gelmişti...
İçinden; inşallah bu hamle son olur diye dilemişti...
Gerçekten de oyun bu hamle ile bitmişti...
Beklemek ne zor işti…
Ama sonunda gelmişti…
Pişti...
Karo onlu'su, beklediği onlu'nun üzerine öylece serilmişti...
asesen@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 9 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Gezgin Kahveci : Cüneyt Göksu Che'yi Anlamak |
|
Ölümsüzlüğünün 37. yılında El Che.
1928 - 1967 yılları arasında yaşayan, Arjantin doğumlu, Ernesto "Che" Guevara Lynch, Küba devriminin üç komutanından biridir. Bu yazıda, onun, 1965'de Fidel'e yazdığı veda mektubu sonrasında ortadan kayboluşundan, 9 Ekim 1967'de Bolivya'da öldürülüşüne kadar geçen zamanda, farklı kişiler ve devletler tarafından hazırlanan belgeleri inceleyerek, neler yaşandığını, ABD'nin onu ortadan kaldırmak için 2 yıl boyunca nasıl adım adım izlediğini, neleri planladığını, bu yapılanların günümüzde yaşananlarla ne kadar benzerlik gösterebileceğini araştırarak bir derleme yaptım.
Bunları derledim çünkü, bilenlerin hafızalarını yeniden tazelemesi gerektiğini, bilmeyenlerin ve gençlerin de zaman nekadar geçerse geçsin, emperyalizm tarihinin insanlık tarihiyle aynı olduğunu hatırlamalarını ve sürekli "uyanık" kalmaları gerektiğini düşünüyorum.
Che, 1961 - 1965 arasında Küba büyükelçisi olarak bütün dünyayı dolaştı, Sovyet komünizminin işleyişi konusunda uğradığı hayal kırıklığını, 1965 Şubatında yaptığı bir konuşmada dile getirdi. Sovyetler Birliği Küba'ya yaptığı baskıyla, Latin Amerika'daki devrimci hareketi desteklemek yerine, sosyalist bloktaki "iş gücü görevini" yerine getirmesini istiyordu. Che, Afrika, Asya ve Güney Amerika'da gerilla tarzı devrimci hareketin gerekliliğini savunuyordu.
3 Ekim 1965: Fidel bir konuşmasında, Che'nin Nisan ayında yazdığı veda mektubunu açıkladı. Bu mektupta Che, "Küba hükümetindeki bütün haklarından vazgeçtiğini, Küba devrimi adına bütün görevlerini yerine getirdiğini" söyleyerek, silah arkadaşlarına ve kendi halkı olarak gördüğü Kübalılara "elveda" diyerek Kübayı terketti.
18 Ekim 1965: CIA Analisti Brian Latell tarafından hazırlanan bir rapora göre Che'nin Küba'yı terkedişi şu gerekçelere bağlanmıştı. "1964'den itibaren Che'nin Küba hükümeti içindeki gücü zayıflamaya başladı. 1963'de Che'nin planı olan, devrimin ilk 5 yılındaki sanayileşme ve merkezileşme politikaları, Fidel'in iktidarda olduğu dönem içinde ekonomiyi en kötü duruma getirdi. Che, ekonomide Sovyet modeli yerine, Çin modelini temel alıyordu. Bir diğer problemse, Che, dış politikada 'devrimci duruşundan hiç taviz vermeden', Küba devrimini Latin Amerika ve Afrika'ya ihraç etmeyi hedefliyor, diğer Küba liderleriyse bütün dikkatlerini Küba devriminin gelişmesine ve iç problemlere vermek istiyordu. 1964'de çıktığı üç aylık dünya turundan döndüğünde, uyguladığı politikaların çalışmadığını gördü ve devrim mücadelesini dünyanın başka bölgelerinde vermek üzere Küba'yı terketti."
1966: Birçok farklı kaynağa göre Che Eylül - Kasım arasındaki bir tarihte, Uruguay pasaportuyla, ülkedeki komünist gerilla hareketine liderlik etmek üzere, Bolivya'ya ulaştı. Bolivya'yı seçmişti çünkü; diğer Karaib ülkelerine göre Bolivya, ABD çıkarları için "daha az tehlike"liydi; Bolivya'daki sosyal durum ve gelir dağılımı dengesi, devrimci ideolojinin gelişmesine uygundu; son olarak da Bolivya, 5 ülke ile sınırdaştı, eğer gerilla hareketi başarılı olursa devrimin bütün Latin Amerika'ya yayılması çok kolay olacaktı.
Bahar 1967: Mart - Ağustos arasında Che ve gerilla birliği, 6 ay boyunca Bolivya ordusuyla çatıştılar, tüm bu çatışmalarda sadece 1 kişiyi kaybettiler.
28 Nisan 1967: Bolivya Silahlı Kuvvetler komutanı General Ovando ve Bolivya'daki ABD birliği arasında, CIA tarafından organize edilerek imzalanan işbirliği anlaşmasıyla, ortak bir askeri birlik kuruldu. Birliğe Panama'daki ABD Özel Kuvvetlerinden 16 asker dahil edildi. Daha sonra bu birlik ABD ekipmanı ve CIA ajanlarının desteğiyle, Che'nin tuzağa düşürülüp yakalanması için çalışacaktı.
11 Mayıs 1967: ABD başkanı Lyndon B. Johnson'a sunulan bir raporda Che'nin "hayatta" olduğu ve Güney Amerika'da "operasyonel" durumda olduğu rapor edildi. Çünkü, Küba'dan ayrıldığından beri haber alınamayan Che'nin "öldüğü" sanılıyordu.
Haziran 1967: CIA ajanı Felix Rodriguez aldığı bir telefonda, Güney Amerika'da özel bir göreve çağrıldığını, Kontr-gerilla tecrübesinin kullanılacağını, Bolivya'da operasyonda bulunan Che ve arkadaşlarının izinin sürülmesi ve yakalanması konusunda görevlendirildiğini öğrendi.
26-30 Haziran 1967: Sovyet Dışişleri Bakanı Aleksei Kosygin Küba'yı ziyaret etti. CIA kayıtlarına göre bu ziyaretin iki sebebi vardı: Birincisi, Orta Doğu'daki Arap-İsrail krizi konusunda Fidel'i bilgilendirmek; ikincisiyse, Latin Amerika'daki Küba devrimci faaliyetlerini Fidel'le tartışmaktı. CIA kayıtlarına göre Kosygin, "Che'nin Bolivya'daki gerilla faaliyetlerinin komünizme zarar verdiğini, 'sosyalist' olduklarını söyleseler bile hükümet karşıtı güçlere, destek vermenin, Latin Amerika'daki Sovyet destekli komünist partilerin çalışmalarını zorlaştırdığını" söylüyordu. Buna karşılık Fidel, "Küba'nın, Latin Amerika'daki her ülkeye, bağımsızlıklarını kazanmaları için her türlü desteği vereceklerini, Sovyetler Birliği'nin kendi başlattığı devrim geleneğine sırtını döndüğünü" söyleyerek cevap veriyordu.
Ağustos 1967: Rodriguez, Bolivya'nın La Paz şehrine ulaşarak, CIA'in oluşturduğu askeri birlikle ve karşı-devrimci Gustavo Villoldo'yla tanıştı. 31 Ağustos'da ABD destekli Bolivya ordusu gerillalara karşı ilk zaferini kazandı. Che'nin adamlarının üçte biri öldürüldü. Paco olarak bilinen Jose Castillo Chavez, canlı ele geçirildi.
Eylül 1967: Rodriguez, Albay Saucedo'la beraber Vallegrande'ye giderek Paco'nun sorgusuna katıldı. Bolivya hükümeti uçaklardan attığı broşürlerle, Che'nin başına 4,200 USD ödül koyduğunu duyuruyordu. Bolivya'nın güneydoğusundaki ormanlarda, gerillalara destek veren onbeş kişilik bir grup yakalandı. İçişleri Bakanı yaptığı bir konuşmada, ele geçen belgeleri, parmak izlerini ve fotoğrafları göstererek "Che Guevara'nın ülkede olduğunu, Küba, Peru, Arjantin ve Bolivya'lılardan oluşan bir gerilla hareketi içinde olduğunu" anlattı.
26-27 Eylül 1967: Che ve adamları La Higuera'ya geldiler, fakat köy boşaltılmıştı; tuzağa düştüler. Çıkan çatışmada, Che'nin takım liderlerinden Bolivya'lı Roberto ve Küba'lı Antonio öldürüldü; kalanlar Rio Grande'ye doğru geri çekildiler. Ajan Rodrigez, Albay Zenteno'dan, ABD tarafından eğitilen özel birliğin çatışmaya girmesini istedi; çünkü öldürülen Antonio, ona, Che'nin yakınlarda olduğunu düşündürmüştü. La Higuera çatışmasından sonra yapılan taramada "Gamba" isminde bir gerilla daha yakalandı. Gamba, yapılan sorgulamada gruptan ayrı düştüğünü ve "Che"ye yetişmeye çalışırken yakalandığını itiraf etti.
29 Eylül 1967: Albay Zenteno, 650 kişilik, ABD Özel Kuvvetler komutanı Albay Shelton tarafından eğitilmiş birliği çatışmaya, Vallegrande'ye gönderdi. Che ve arkadaşları, Valle Serrano'nun ormanlık alanında kuşatma altına alındı.
8 Ekim 1967: Che'nin son çatışması, Quebrada del Yuro bölgesinde oldu. Gerillalar saklandıkları kulübede, özel birlik tarafından kuşatmaya alındı. İlk açılan ateşte, Che bacaklarından vuruldu ve yürüyemeyecek duruma geldi. Gruba liderlik eden Bolivya'lı madenci Sarabia tarafından ateş hattından uzaklaştırıldı; fakat özel birliğin ateşi altında, kolundan da vurulan Che, silah kullanamayacak duruma geldi ve çevresi sarılarak tutsak alındı.
Özel birliğin komutanı Yüzbaşı Prado, Albay Zenteno'ya özel bir mesaj geçti: "Hello Saturno, we have Papa!". Zenteno yakalanan, Che, Sarabia ve 5 gerillanın 7km ötedeki La Higuera'ya transferini istedi. Yürüyemeyecek durumda olan Che bir battaniye üzerinde, 4 asker tarafından taşınarak bir okulun sınıfına kapatıldı.
9 Ekim 1967: Walt Rostow, ABD başkanına, Che'nin "bir süredir kendilerinin eğittiği Bolivya birliği" tarafından yakalandığını raporladı.
Sabah 6:15, Ajan Rodrigez ve Albay Zenteno helikopterle La Higuera'ya geldiler. Rodrigez yanında, güçlü bir telsiz ve belge toplamak için fotograf makinesi getirmişti. İlk işi Che'yi görmek ve sohbet etmek oldu, onun, günlüğünün ve diğer belgelerin fotoğraflarını çekti. Hemen ardından Peru veya Brezilya'daki CIA istasyonuna mesaj çekerek durum hakkında bilgi verdi.
Sabah 10:00, Bolivya'lı yetkililer, Che'ye ne yapacaklarına bir türlü karar veremiyorlardı. Onun tutuklanarak yargılanması, bütün dünyanın dikkatini ona ve Küba'ya yoğunlaştıracaktı; Bolivya devlet başkanı General Rene Barrientos Che'nin hemen oracıkta idam edilmesine, fakat resmi olarak, savaşta aldığı yaralar yüzünden öldüğünün duyurulmasına karar verdi. Rodriguez, Vallegrande'deki karargahtan Che'nin ve arkadaşlarının idam edilmesiyle ilgili emri aldı ve Albay Zenteno'ya iletti. Fakat bu kararın ABD hükümeti tarafından onaylanmadığını; Che'nin hayatta kalması için herşeyin yapılacağını söyledi; ABD ve CIA, Che'yi Panama'daki ABD üssüne götürmek üzere helikopteri hazırlamıştı.
Rodriguez, Bolivya'lıların ikna olmayacağını farkedince hemen Che'nin yanına gitti ve durumu ona anlattı, Che, karısı ve Fidel'e iletmesi için ona son mesajlarını verdi ve Rodriguez odayı terketti.
Saat 13:30'da La Higuera'da Bolivya'lı askerler arasında idamı gerçekleştirmek için kura çekildi ve Çavuş Jaime Teran seçildi. Teran odadan içeri girdiğinde Che, elleri arkadan bağlı, sırtı duvara dayalı oturuyordu, çavuşa baktı ve ayağa kalkana kadar beklemesini söyleyerek doğruldu. Che'nin hareketlendiğini gören çavuş korkarak dışarı çıktı, fakat Albay'dan aldığı emirle, titreyerek odaya geri döndü. Che'nin yüzüne bakmadan, M-2'yi doğrulttu; o sırada Che'nin ağzından çıkan son sözler duyuldu; "Beni öldüreceğini biliyorum, Ateş et!, sadece bir insanı öldüreceksin"
Öğleden sonra, Ajan Rodriguez ve Bolivya'lı komutanlar La Higuera'yı terkederek, Vallegrande'ye geri döndüler. Che ve arkadaşlarının cesetleri de buraya getirildi; cesetler "bozulmasın" diye ilaçlandı.
10 Ekim 1967: Vallegrande'deki "Knights of Malta" hastanesinde, iki doktor, Che'nin "ölüm sertifikası"nı imzaladılar. Sertifikada, "Ernesto Guevara Lynch, yaklaşık kırk yaşlarında, ölüm sebebi göğsüne aldığı kurşun yaraları, 9 Ekim 1967 saat 17:30" yazıyordu. General Ovando, Che'nin 9 Ekim 1967 saat 13:30'da öldüğünü ve Vallegrande'ye gömüldüğünü dünyaya duyurdu. Bu açıklama Albay Zenteno'nun senaryosuyla çelişkiliydi. Albay, Che ilk yakalandığında yapmayı düşünüdüğü açıklamadan vazgeçti. Che'den geriye kalanlar, Vallegrande'ye gömüldü; başına konan ödül, öldürüldüğü köye verildi.
11 Ekim 1967: Walt Rostow, ABD başkanına sunduğu raporda, "Che Guevara'nın canlı yakalandığını, fakat bütün itirazlara rağmen, General Ovando'nun emriyle idam edildiğini" anlattı. Ayrıca raporda, "Che'nin öldürülmesinin, devrimin, Latin Amerika'da gerilla hareketi olarak yayılmasına darbe vurduğunu, ABD çıkarlarına uymayan hareketlerin hangi ülkede olursa olsun 'önleyici darbe'yle ortadan kaldırılması politikasının, mükemmel çalıştığının göstergesi olduğunu, Che'yi yakalayan birliğin ABD Özel kuvvetleri tarafından 4 ay boyunca eğitilmesinin de bunun en güzel kanıtı olduğunu" belirtti.
12 Ekim 1967: Che'nin erkek kardeşi Roberto, Bolivya'ya gelerek, Che'yi Arjantin'e geri götürmek istedi fakat General Ovando, cesedin yakıldığını söyledi.
14 Ekim 1967: Bolivya hükümetinin isteğiyle, Arjantin polis teşkilatından gelen görevlilere, Che'nin parmak izi kontrolü yaptırıldı. Bileklerden kesilerek, metal bir kabın içindeki sıvıda saklanan elleri, görevliler tarafından incelendi ve parmak izleri onaylandı!
18 Ekim 1967: Fidel, Havana devrim meydanında toplanan bir milyon Kübalıya, Che'nin ölümünü duyurdu. Che'nin yaşam boyu sürdürdüğü anti-emperyalist mücadele ve ideallerinin, gelecek kuşak devrimciler için yol gösterici olduğunu ve örnek alınacağını söyledi. Che'yi öldürenlerin hayal kırıklığına uğrayacaklarını çünkü Che'nin, uğrunda yaşamını verdiği ideallerinin hiç bir zaman ölmeyeceğini, bu fikirlerin yaşatılıp, paylaşılacağını vurguladı.
19 Ekim 1967: ABD Dışişleri bakanlığının hazırladığı bir rapora göre, Che'nin ölümünden sonra, bazı Latin Amerikan sol partileri, devrim için gereken şartları ancak ve ancak yerel partilerin bilebileceğini ve belirleyeceğini, dışarıdan dayatmalarla devrimin olamayacağını dile getirmişlerdi. Yine bu rapora göre, Che'nin ölümü "barışçıl komünist" partilerin ellerini güçlendirmiş ve Fidel'e de "biz sana söylemiştik" eleştirileri getirmişti.
3 Haziran 1975: La Higuera'da Che'nin idam edilişi sırasında orada bulunan tek CIA yetkilisi Felix Rodriguez, tam da ABD kongresinin CIA hakkında, yabancı liderlere düzenlenen suikastleri araştırmak için başlattığı soruşturmanın ilk günlerinde, CIA'deki görevinden birdenbire ayrıldı. Gazeteci David Corn tarafından ele geçirilen bir belgeye göre, CIA'in "Che'nin canlı yakalanması" konusundaki bütün uyarılarına rağmen, Felix, Bolivya Genelkurmayının idam emrini, La Higuera'daki askerlere iletmiş, Che'nin "yüzüne" ateş edilmemesini isteyerek, ölümün çatışma sırasında olmuş gibi gösterilmesini sağlamaya çalışmıştı.
1 Temmuz 1995: Araştırmacı Jon Lee Anderson bir söyleşi sırasında, Che ve arkadaşları gömülürken orada bulunan Bolivyalı General Salinas'ın yıllar sonra yaptığı bir açıklamayı duyurdu. Gömüler Vallegrande yakınlarında bir dağ köyündeki toplu mezarda bulunuyordu! Bu açıklama, 2 yıl sürecek bir araştırmayı başlattı.
5 Temmuz 1997: Che ve arkadaşlarından kalanlar bulundu. Çıkarılan kalıntılardan birinin, elleri olmayan bir iskelet olması, araştırmanın doğruluğunu destekliyordu.
17 Ekim 1997: Che ve arkadaşları, Fidel'in, Küba'lıların ve dünya'nın her yerinden binlerce insanın katılımıyla, Küba'nın Santa Clara şehrindeki anıtmezara yeniden gömüldüler.
Che yaşamı boyunca devrimcinin görevinin devrim yapmak olduğunu savundu. Dünyanın emperyalist güçlerine karşı ayakta durabilen, onların yaptırımlarına boyun eğmeyen, egosuz, karşısındakini koşulsuz sevebilen, kendi yaşamını inandığı idealler uğruna verecek kadar da "cömert" olan yeni insan tipinin bir simgesiydi o. Devrim için, gerçekleştirdikleri devrimi bırakıp yeniden yola çıktı. İnsan için katlanılamaz olanı farketti ve ona göre davrandı.
"Che davranışı", toplum değişiminin mücadeleden doğması gerektiğini öne çıkardı; devrimin kesinlikle halk desteğiyle olacağını ve olması gerektiğini kanıtladı.
"Che davranışı" ölümü göze alıp, başka topraklarda, evrensel değerlerde savaşacak kadar da yüce bir yiğitlik göstermektir.
Eşitsizlikten, vahşi kapitalizmden ve emperyalizmden kurtulmak için uğruna hayatını adadığı kavramlar ve idealler, ölümünden otuz yedi yıl sonra, hala aynı eşitsizliklere karşı mücadele edenler tarafından savunulmaktadır.
Yaşadığı sürece gösterdiği örnek davranış, ölümünden sonra günümüzde devam etti, yolundan gidenler de oldu; "Deniz"ler, "Mahir"ler...
Ha! Bu arada Che'nin ölüm emrini veren, dönemin Bolivya devlet başkanı diktatör Rene Barrientos'a ne oldu derseniz eğer? Che'nin ölümünden 1.5 yıl sonra bir "helikopter kazasında" öldü, netekim!
Hasta la Victoria Siempre, Patria o Muerte!
Kaynaklar:
1. The death of Che Guevara, Peter Kornbluh
2. Che'nin ardından, Kıyı yayınları
3. The Resurrection of Che Guevara, Samuel Farber
4. http://www.granma.cu
Cüneyt Göksu cuneytgoksu@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 10 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Ters Köşe : Mehtap Akdeniz Zina tasa yasası |
|
Yaş ilerledikçe insana bir tevekkül geliyor ki sormayın... Asla değiştiremeyeceğime emin olduğum konularda değil mücadele vermek, giderek ilgimi alakamı da kesiyorum. 'Bana ne' ruh halinde giderek zıvanadan çıktığım şu günlerde, ne zina yeterince ilgimi çekti ne de Avrupa Birliği'ne giriş süreci umurumda.
'Senden bir zina tasa yasası yazısı bekliyoruz!' şeklinde daimi okurlarımdan gelen tepkileri karşılıksız bırakmamak için konuya kısa bir bakış yapayım da, kimsenin aklı benim aklımda kalmasın.
Canım daimi okurlarım... Malum artık konu gündemden çıktı ancak görüyorum ki siz eğlence aleminin gündeminden çıkacak gibi değil. Aldatma, sadakatsizlik ve zina olarak olay giderek bölümlere ayrılmaya başladı. Hepsinin kendi içinde anlam ve önemi ile sonuç ve bedelleri farklı farklı malum... Sanki yapılan iş aynı değilmiş gibi (?).
Benim için yeni bir kategoriden ibaret olan konuyu hafta sonu eğlencesi olarak kısaca; hatta dört hamlede özetleyip huzurunuzdan çekileceğim.
Birincisi; Bana ne zinadan, bekara tasa mı bu yasa?
İkincisi; Evli olana da tasa olmaz. Eşini zinadan yakalatıp hapse tıktırıp -ele güne ve çoluğa çocuğa karşı- ekmek teknesine kim zeval gelsin ister, herkes helal eder eşinin zinalısını. Helal!...
Üçüncüsü; Diyelim ki, şeytan dürttü ve bir evli beni üttü. Bana ceza/tasa oldu zina ve çıktım hakimin karşısında. Olayın zinasını çıkarmaz mıyım sizce? 'Siz buna seks mi diyorsunuz hakim bey? Güldürmeyin beni Allah aşkına' diye diretsem hakim bana ne diyebilir ki? Ayrıca; para işin içine girince olay hizmet; zevk işin içine girince zina oluyorsa çözüm daha kolay. Hizmetinin parası neyse öderim karşı tarafa mahkemede olur biter.
Dördüncüsü; İmam nikahının kol gezdiği, dört hatun almanın mübah sayıldığı müslüman bir ülkede hiç kimse hiç kimseyi fazladan bir ilişki için hapis yatıramaz. Kuran' yasaklamış(!?) yetmiyor mu müslüman olana? Bir de kanun neyin nesi? Kuran'ın yeterince güçlü bir kitap olduğundan endişe mi duyuyorlar ne? Yoksa... Kuran'da pek sere serpe dolaşan bu zinayı, Kanun'la mı ört pas/örtü paspas etmeye çalışıyorlar? (Biz çalışan kadınlarız. Zinada yaparız, kariyerde...)
Seks için hapis yatacaksak yatalım da, somut olarak karşılığını da almış olalım diyorum ben. Ya para olarak ya da zevk olarak. Yatakta boşu boşuna yatıp, sabah koğuşun koynunda kalkmanın alemi yok yani.
Ez cümle...
Zina yoluyla oluşan hapis cezalarına orgazm şartı getirilmeli;
zina Sünnet'se; orgazm Şart'tır denmeli;
hem yatakta hem de hapiste yattığımıza değmelidir.
Fikrim budur.... Merak edenlerin ilgilerine arz olunur...
Mehtap Akdeniz
mehtap@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 14 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Café d'Istanbul par Mustafa Serdar Korucu |
Bugün sizlerle ilk olarak diva Nazan Öncel'in son albümü "Yan Yana Fotoğraf Çektirelim"i, ardından Hollywood'un acımasız yüzünü gözler önüne seren "Kayıp Aranıyor: Debra Winger"ı ve son olarak en ünlü mitolojileri derleyip tek bir kitap haline getiren "Dünya Mitolojileri"ni paylaşacağım.
YAN YANA FOTOĞRAF ÇEKTİRELİM / NAZAN ÖNCEL :
Nazan Öncel bizim için hep bilinir bir isimdir aslında. Şarkılarında üvey baba tabusunu korkusuzca dile getirebilen, sert protest sözlerle kamuoyunun bazen tepkisini bazen sevgisini kazanan ama hep ilgisini çeken Öncel, uzun yıllar belirli bir dinleyici kitlesiyle müzik yaşamımızda bulunmasının ardından daha geniş kitlelere yayılmaya başlıyor son albümüyle. Aradan geçen yıllar Nazan Öncel'in de hayata bakışındaki o sert duruşundan çok şey alıp götürmüş olacak ki bu albümünde aşık kadın imajı ağır basıyor. Artık hayata meydan okuyan, sert sözlerle eleştiriler yönelten kadının yerine sevdiği için her şeye "Hay Hay" diyen bir Nazan Öncel geliyor. Yani "Demirden Leblebi" herşeye karşı koymasına karşın son bir darbe ile yumuşamaya başlıyor: zamanla. Kısacası Türk müziğinin sessiz divası sessizliğini "Yan Yana Fotoğraf Çekelim" ile bir bozuyor pir bozuyor.
Öncel, son albümünde her zamanki gibi farklı bir yol tutuyor kendine. Tarzlar arasında dolaşan sanatçıya iki şarkıda, "Hay Hay" ve 'Nereye Böyle"de Sezen Aksu'nun kanatları altından çıkıp Öncel'e gelen Tarkan vokal desteği veriyor.
Aslında bu albüm epey bir maceralar atlatan bir çalışma bir açıdan da. Bir buçuk yıl önce yayınlanması olası olan albümün gecikmesinin nedeni, kaydedilen bütün parçaların bilgisayardan silinmesi ve her şeye baştan başlanması olarak belirtiliyor.
Tarkan ve Nazan Öncel'in beraber prodüktörlüğünü üstlendikleri albümün öne çıkan parçaları ise "Hay Hay", "Beyoğlu" ve "Hokka". Öncel daha önce Ayşegül Aldinç için kaleme aldığı "Beni Hatırla" adlı şarkısı da albümde yer bulan çalışmalardan.
Nazan Öncel'in son albümü "Yan Yana Fooğraf Çektirelim", Türk pop müziğinde kalite arayanların isteklerine cevap verecek bir çalışma.
KAYIP ARANIYOR: DEBRA WINGER (SEARCHING FOR DEBRA WINGER) :
20. yüzyıldan itibaren dünya daha farklı bir yer artık. İnsanoğlu tarihinde hiç yakalayamadığı bir üretim hızına ulaştı, teknolojik açıdan büyük gelişmeler kat etti. Bunun sonucunda da neredeyse bütün dünya halkları tüketim toplumu oldu çıktı. Bu pop dünyada yeni çıkan her şey çabucak eskimeye, çürümeye mahkum oldu. Bu tabii ki sinema sektörünü de vurdu. Bir dönemin kült olmuş oyuncuları bir sonraki jenerasyon tarafından tanınmaz hale gelmeye başladı.
Bunun yükünü ise çoğunlukla kadınlar çekmekte. 30'u geçen bir kadına başrol daha az verilmeye başlıyor, 40'ı geçen aktrislere ise son kullanma tarihi geçmiş şekilde bakılıyor artık piyasada. Erkekler kariyerlerini 60'lara kadar sürdürmelerine rağmen kadınlar neden bu kadar çabuk bir kenara atılıyorlar? "Kayıp Aranıyor: Debra Winger" işte bu soruna parmak basıyor günümüzün 40'ı geçmiş aktrisleri ile. Sürekli daha gencin daha güzelin daha zayıfın arandığı, korkunç bir rekabetin yaşandığı sektör ile ilgili aktrisler daha önce hiç görmediğimiz kızgın, içten, komik halleri ve gerçek yüzleriyle çıkıyorlar karşımıza.
3 kez Oscar'a aday gösterilen Debra Winger, 80'lerin en çok aranan oyuncularındandı. Ne zaman Hollywood'un geleceğinden bahsedilse Winger'ın adı da geçer, aktrisin uzun yıllar bu sektörde kalacağına inanılırdı. Ancak tahminler tutmadı ve ne olduysa Debra Winger sektörden silindi. Bu ortadan kayboluşu kendine merkez alan film, 40 yaşın üzerindeki pek çok ünlü oyuncunun tanıklığına başvurarak Winger'ın izini sürüyor.
Kendisi de bir dönemin yıldızı olan ancak 90'larda kızkardeşi Patricia Arquette'in kariyeri yükselişe geçince gözden düşen Rosanna Arquette sektöre olan tüm kızgınlığı ile yönetmenliğini üstlendiği bu filmde, Sharon Stone'dan Meg Ryan'a, Jane Fonda'dan Charlotte Rampling'e, Melanie Griffiith'den Whoopi Goldberg'e kadar pek çok oyuncu, erkek egemen Hollywood'a, seyircilere ve kendilerine dair gözlemlerini paylaşıyorlar. Güzelliklerini kaybetmemek için yaptırdıkları zorunlu estetik ameliyatlardan, kariyerlerini yitirmemek için aralarındaki ölümcül rekabete kadar bütün tabu konuları ayrıntılarıyla açıklıyorlar açık yüreklilikle hem de hiçbir sansüre uğramadan. Mesela Whoopi Goldberg yaşlandığını nasıl anladığını şöyle anlatıyor: "Yaşlandığını nasıl mı anlıyorsun?Arkana bir bakıyorsun kocaman bir kıç seni takip etmeye başlamış. 'Ne oluyor bu kimin kıçı, benim vücudumda ne arıyor?' demeye vakit kalmadan, kıçın dönüp sana 'Ben buradayım ve bir yere gitmiyorum' diyor. Ardından da göğüslerin 'Tatlım tahmin et ne oldu. Biz de sarktık' diyorlar."
Ulaşılmaz görülen, imrenilen yaşamlara sahip aktrisleri beyazperdenin ışıkları altından çıkarıp gerçek yüzlerine ayna tutan film, "The Player - Oyuncu"dan bu yana Hollywood hakkında yapılmış en gerçekçi film olarak gösteriliyor.
Belgesel filmlerin vizyonlarımıza geldiği bu sezonda öne çıkan ve ışıltılı dünyaların gerçek yüzünü gösteren "Kayıp Aranıyor: Debra Winger" 100 dakikalık keyifli bir yapım.
DÜNYA MİTOLOJİSİ / DONNA ROSENBERG :
İnsanoğlunun varolduğundan beri dünyayı kavramaya anlamlandırmaya çalışmasının en büyük delilidir mitolojiler. Bir de söylemler ve destanlar vardır tabii ki. Bunlar da köklü kültürlerin bazısı kurmaca bazısı yaşanmış olayları konu alıp önce dilsel ardından yazımsal edebiyata dökülmüş biçimleridir. Bütün bu birikim o kültürün içindeki zenginliği de yansıtır bize. İşte "Dünya Mitolojisi", Sümer, Hitit, Babil ve Eski Mısır'dan Yunan, Roma ve Kuzey Avrupa'ya, Britanya Adaları'ndan Eskimolara, Pasifik Adaları'ndan Afrika'ya, Kuzey ve Güney Amerika'dan Uzakdoğu'ya kadar büyük uygarlıkların ürettikleri toplam 59 mitoloji, destan ve söylem içeriyor.
"Dünya Mitolojileri" kitabında, Homeros'dan İlyada ve Odysseia, ölümsüzlüğü arayan kahramanın destanı Gılgamış, Britanya Adaları'nın birleşmesini ve trajik bir aşk nedeniyle krallığın yıkılmasını konu alan Kral Arthur destanı gibi bilindik destanlar da var insani zayıflıkların kötülüğün zaferine yol açışını konu alan Aztek destanı Quetzalcoatl, zorlu doğa koşullarıyla çatışmayı anlatan Eskimo destanı Sedna gibi ilk defa duyduklarımız da.
Kitap coğrafi ve kültürel farklılıklar göz önüne alınarak yedi bölüme ayrılmış. Ayrıca rahatlıkla karşılaştırma yapılabilmesi için her kültürden yaratılış, bereket ve kahramanlık öyküleri seçilmiş.
Çeşitli kültürlerin yüzyıllar öncesinde ürettikleri mitolojileri, söylenceleri ve destanları tek bir kitap altında toplamayı başaran "Dünya Mitolojisi", dünya kültürlerine ilgi duyanlar için kaçırılmaz bir eser.
http://www.kmarsiv.com/cafe.asp
serdar@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 3 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Fotoğraf: Nehar Eroğlu - Güney Afrika
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 4.308 kahveciye doğru yola çıkmıştır.
Yukarı
|
O
Haydi Söyleyin Bana Neden Hep "O"
İçinde "O" Olmayan Bir Şeyler Gösterin
Yattığımda Rüyalarımda "O"
İçtiğim İçkimde "O"
Dünyayın Her Kıtasında "O"
Okuduğum Kitabımda "O"
Neden Başkası Değil ?
"O" İşte
Seviyorum Ama...
Neden Acaba ?
Ama Ne Olursa Olsun
İşte Yine "O".
Mehmet Oğuzhan
Yukarı
|
İşe Yarar Kısayollar - Şef Garson : Akın Ceylan Yamağı : Ayşe Nur Gedik |
http://www.barcodeart.com/art/clock/clock.html
Web sayfanızda veya özel çalışmalarınızda kullanabileceğiniz barkod görünümlü saat çalışması. Bilgisayar'ınıza indirebilmeniz için de kısayol verilmiş.
http://www.deansplanet.com/tongues.html
Kim daha güzel dil çıkarır diye soru sorsam size anlamsız gelebilir. Çok yakından tanıdığım biri var dilini burnuna değdirebiliyor. Siz hiç denediniz mi bilmem ama ben denedim olmuyor. Neyse asıl sorumuza gelelim. En güzel kim dil çıkarıyor, bakın ve karar verin.
http://img.lj.com.ua/denis7/drawgirl.gif
Muhteşem bir gif çalışması. Daha önce bir şekilde mail olarak almış olabilirsiniz. Bir resmin hangi aşamalardan geçtiğini anlatan gerçekten orjinal bir çalışma... Daha ne söylenir bilemiyorum. Çalışma 1 mb. boyutlarında olduğu için yüklenmesi için biraz beklemek zorunda kalabilirsiniz.
http://www.obsolete.com/120_years/
Elektronik müzik ile ilgilenenler için sağlam bir tarihçe arşivi. 1870 - 1990 yılları arasında kullanılan tüm elektronik müzik aletlerinin tarihçesini bulabileceğiniz resimleri ve detaylı açıklamalarını bulabileceğiniz sayfalar mevcut. Tek kusuru ingilizce olması.
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
HTMLGate FREE 12.2 [2009 kb] Windows FREE
http://www.mpsoftware.dk/htmlgate.exe
Web sayfası yapanlar veya yapmayı düşünenler için çok güzel bir seçenek. Tamamen ücretsiz ama bir profesyonel program kadar fonksiyonel. Temel birtakım kuralları biliyor olmak yeterli. Eğer amatör web sayfalarından kurtulmak istiyorsanız bu programı denemenizi öneririm.
Yukarı
|
|
|
|
|
|