|
|
|
19 Ekim 2004 - Fincanın İçindekiler |
Editör'den : Yar bana bir eğlence medet!.. |
Merhabalar,
Birgün yanılıp şaşırıp bana yazılı basında köşe yazarlardan hangisini kıskanıyorsun diye gereksiz bir soru sorsanız, cevabım hazır. "Dün şuradaydım, Pazar günü şunu seyrettim, 2 gün evvel orda sabahladım" diye yazıya başlayan her yazarı kıskanıyorum. Eskiden böyle değildim. Gezerdim, seyrederdim, izlerdim, ne bileyim sosyal yaşamdan geri kalmazdım. Ama şimdi öyle mi ya? Yok yok düşündüğünüz gibi değil. Bunun parayla pulla ceple cepkenle ilgisi yok. Evet zaman zaman insan zorlanıyor ama ota tezeğe o kadar para harcarken bir miktarda sinemaya tiyatroya pekala ayrılabilir. Haydi tiyatro için kendimce bir kulbum var. Peki ya sinema? Sinema günlerinde günde altı film seyreden, aynı filme 8 kere giden ben değil miydim? Kalkmış size soruyorum, nereden bileceksiniz... Ama ben olduğumu ben biliyorum ya o da bana yetiyor. Collateral başlamış görüp görmeyeceğim şüpheli. Yazı Tura kaçtı gibi birşey. N'olacak benim halim? Yar bana bir eğlence medet!..
Madem sinema tiyatro yok, o zaman karpuz misali yatarak seyredebilecek aslan gibi televizyonum var. O dizi senin bu dizi benim dolaşıp diziler arası maraton yapıyorum. Bazılarına takılıp kalıyor, bazılarını ise küfür addediyorum. Şu anda mevcut 50 tane dizi dönüyormuş televizyonlarda. Ne mutlu para kazanan oyunculara ne mutlu onlardan mahrum kalmayan bizlere. Bu kadar çok olunca seçmekte zor oluyor. Gazetelerde okuduğum bir yorum beni yargıda bulunmaya itiyor. "Adam zaten 70 doğumlu, onun yapacağı 70'leri anlatan diziden ne hayır gelir." cümlesini okuyunca "Çemberimde gül oya" dizisini seyretmemiştim mesela. Geçen akşam denk geldi oturdum önüne. İyiki de oturmuşum, sanki cinayet romanı yazanın cinayet işlemesi gerekirmiş gibi bir saçma düşünceye gark olduğum için kendimden utandım. Son derece düzeyli, titiz ve ciddi bir çalışmanın ürünü. Oyuncular harika, senaryo sürükleyici, daha ne olsun. Ben beğendim diye kaldırmazlarsa diğer bölümleri kaçırmayacağım. Eline sağlık Çağan Irmak.
Dünkü Barış Manço resitalinden sonra bugün doğduğum günden beri varolan bir başka değerde sıra. Bu sefer yaban ellerden, Tom Jones'un ekürisi Engelbert Humperdinck söylüyor, "A man without love". Hepimize ılık ama sıkıcı olmayan hoş bir gün diliyorum. Esenkalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
Café Azur : Suna Keleşoğlu |
Sonra, sonrası yok...
Buzlu bir sabahtı. Kadın sadece bunu hatırlayabilmişti. Kendine soru sormaya gelen polis memuruna, o güne ait tüm detayları anlatırken, yaşamına dair ipuçlarını verdiğini fark ettiğinde tıpkı o sabah olduğu gibi üşüdü.
İçi buz tuttu.
Erken uyanmaya alışmışlardı. Henüz dört yaşında olan canavarın da onları uyutmaya niyeti yoktu zaten. En son aldıkları kovboy kıyafeti ile odalarına dalan yaramaz, anne babasının sabah keyiflerini bozduğundan habersizdi. Her Pazar olduğu gibi beraberce kahvaltı etmişler, sonra kadın çocuğu alıp arkadaşları ile buluşmaya gitmiş.
Ama sonra güneş açmıştı diye düşündü genç kadın. Arabanın camı buğuluydu. Geceden kalan soğuğun imzası gibi. Puslu bir cam. Ama güneş gözlüklerimi almamıştım yanıma. Çıkarken kapıyı ilk açtığımda yüzüme vuran güneşi görür görmez arkamı dönüp portmantoda duran gözlüklerime uzandım.
Kadının söylediği her kelimeyi dikkatle not alan polis memuru yanında duran kahveden bir yudum aldı. Kadın ve polis mutfaktaki tahta masada karşılıklı oturuyorlardı. Bir diğer polis memuru içerideki odada oğlanla televizyona bakıyorlardı.
Adam yoktu.
-Yaşarken atladığımız ne çok ayrıntıyı hatırlayabiliyormuşuz meğer, dedi usulca kadın.
-Efendim, ne söylediğinizi tam duyamadım, diye karşılık verdi polis.
-Kendi kendime sesli düşünmüştüm, dedi kadın.
Gözleri kan çanağına dönmüştü. Tam da yeni başlamışken bir çok şey. İyi bir iş teklifi almıştı. Bir kaç gün içinde başlaması gerekiyordu. Sonra evlerinin borçlarını bitirmişlerdi bu ay. Oğlan okuldaki resim yarışmasında birinci olmuştu. Kötü gidenlerde vardı. Adamın yaptığı trafik kazasından sonra iyileşmeyen beli için ameliyat demişlerdi doktor. Sigarayı da artırmıştı. Şirkette durumlar pek parlak değildi.
Yaşam bu. Her zaman dümdüz bir deniz kıyısında yürür gibi dingin olamaz ki. Arada yüksek tepedeki rüzgarlarla sarsılıp, çöl sıcakları ile kavrulmak gerek. Bazen bardaktan boşanırcasına yağan yağmurun altında sırılsıklam olmalı, bazen çocuklar gibi tasasız kartopu oynamalı.
Polis memuru soracağı soruları bitirmiş kadından o günü tekrar anlatmasını istemişti. Mümkünse tüm ayrıntılarıyla. Kadın hayatlarının sırrını verir gibi donup kalmıştı. O gün yedikleri yemeğin bile hatırlanması gerektiğini nereden bilebilirdi.
Öğlen yemeğini arkadaşları ve çocukları ile oraya en yakın bir fast-food lokantasında yedikten sonra eve dönmüşlerdi. Adam evde yalnız kalmayı ve bir kaç gündür ertelediği musluk tamirini yapmayı tercih etmişti. Öğlen önceki akşamdan kalan kıymalı makarnayı yemişti. Kadın ve çocuk hamburger ile patates kızartması almışlardı. Adam böyle yemekleri sevmiyordu zaten. Siz gidin, ben belki kahve içmeye uğrarım demişti.
Öğleden sonra hava açmıştı ve yazdan kalma bir gün yaşanıyordu. Çamaşırları makineye attıktan sonra hep beraber yürüyüşe çıkmışlardı. Evlerine yakın kasabaya kadar yürümüş, oradaki parkta çocuklarının oyun oynamasını seyretmişlerdi. İki kez sigara içmişti diye anlattı kadın.
-Eşiniz çok sigara içer miydi? diye sordu polis memuru.
-Evet, günde iki pakete yakın bitirirdi. Zaten o günde...
Kadın uzunca bir süre sessiz durdu. Polis üstelemedi.
İçerideki odadan çocuğun sesi geliyordu. Belli ki yeni aldıkları kovboy kıyafetini giyinmiş yanındaki polis memuru ile kovboyculuk oynuyorlardı.
-Biliyorum yorgunsunuz ama bütün bunları yapmak zorundayız dedi polis memuru kadına. İsterseniz biraz ara verip daha sonra devam edelim.
-Yooo şimdi devam edebilirim. Zaten birazdan gelenler olur.
Derin bir nefes aldı kadın. Sonra soğuyan kahvesinden bir yudum içti.
Eve gelmişlerdi. Yıkanan çamaşırları asmıştı kadın. Adam garajdaki bisikletin lastiğini şişirmiş, televizyondaki tenis maçının özetine bakmış. Akşam ne yiyeceklerine karar vermeye çalışırken, adam ceketini üzerine geçirmiş ve ben biraz hava almaya çıkıyorum diye evden çıkmıştı.
-Saat kaçtı hatırlıyor musunuz?
-Aşağı yukarı akşama doğru beş buçuk gibiydi.
Saate baktı kadın. Onu çeyrek geçiyordu. Hesaplamaya çalıştı. Adam gittiğinden beri iki gün 17 saatten fazla bir zaman olmuştu.
Adam gitmişti.
Kadının gözleri dolu dolu oldu. Polis memuru oturduğu yerden doğruldu. İçerdeki çocuğun çığlıkları sessizliği bozuyordu.
-Dan dan, ben seni vurdum. Şimdi öldün. Ölüsün sen, ölü...
Odadaki polis yere yatmış ölü taklidi yapıyordu.
Çok değil iki gün sonra havaalanından kendilerini almaya gelen adamdan duydular tüm olup biteni. Adam, o Pazar saat beş buçuk gibi evden çıkmış ve bir daha dönmemişti. Köprü üstünde kapısı açık arabasını bulduklarında, karısı da eve gelmeyen kocasını bekliyormuş hala. Sonra uçurum kenarında adamın cansız bedeni...
-İntihar mı? diye sordu uçaktan yeni inmiş adam.
-Sanmam, dedi diğer adam.
-Birileri mi itmiş uçuruma, hırsızlık falan?diye sordu kadın.
-Kimse bilmiyor, polis araştırıyormuş zaten. Bu yüzden cenaze töreni haftaya yapılacak.
Arabanın önünde oturan iki adam birbirlerine baktılar sessizce. Aynı ofiste yan yana çalıştıkları arkadaşlarından bahsediyorlardı. Arkadaki kadının içi ürperdi. Ölüm ne kadar ansızın geliveriyordu. Daha bir hafta önce aniden kaybedilen yaşlı bir kadının yası vardı gözlerinde. Şimdi babasız büyüyecek bir çocuğun bakışları geldi gözlerinin önüne...
O öğleden sonra güneşli bir hava vardı. Arabanın camından denizin güneş ışıkları ile yaptığı dansın pırıltılarına daldı gözleri. Bir kaç gün sonra bir bebek daha doğacaktı. Arabayı kullanan adam bir kere daha baba olacaktı. Uçaktan inen kadın ve adam birbirlerine baktılar. Arkada uyuyan bebek uyanarak ağlamaya başladı...
Sonra sonrası yok. Yağmurun sel olduğu, göğün isyan ettiği bir gün, hiç bir şeyden habersiz kovboy kıyafetli bir çocuk babasız kaldı...
SunA.K. Grasse
sunak@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 5 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Yansımalar : Nesrin Özyaycı HERKESTEN UZAK BİR GECE |
|
Tetikler düştüğünde,
Düşünceler kurşun olur.
Önce kadınlar vurulur,
Sonra şiirler, şarkılar
Beş yıl ilkokul, ortaokul, hazırlık, dört yıl lise ve sonunda geldiğim üniversite... İlk bakışta maket bir bina silueti beliriyor insanın gözleri önünde. Son derece estetik ve daha önceki gördüğüm üniversitelerden farklı bir okuldu. Sabahın erken bir saatinde inmiştik bu şehre. Ablamın yıllar önce mezun olduğu okulda yıllar sonra ben okuyacaktım. Ablam, hem geçmişindeki anılar listesini dolduran bu okulu tekrar yaşamak, hem de geride bıraktığı, yılların eskitemediği dostlarını ve arkadaşlarını görmek için bana eşlik etmişti bu ilk yolculuğumda. Ablam içinde büyük bir değişiklik olacağını düşünerek beraber gelmiştik bu şehre. Yoğun iş girdabından kısa sürelide olsa bir kaçıştı. Okulun kampusuna girdiğimiz andan itibaren ablamın ağzından tek kelime çıkmadı. Attığımız her adımda benim ilk kez gördüğüm bu yerleri ablamın tekrar yaşadığını gözlerinden okuyabiliyordum. Yanımda, geçmişin kalıntılarını arayan bir arkeologla geziyormuşum hissine kapıldım. Sfenksler kadar sert, sessiz ve kırılgandı tavırları. Sormayı düşündüğüm bu kocaman binaları nasıl olsa zamanla öğrenirim, diye içimde oluşan başıboş meraklı soruları bastırdım. İkimiz de bazen aynı binalara bakıyorduk, ama ben baktığım binada yeniyi ve sıradanlığı, o ise bilmediğim yaşamışlığından anlayamadığım bir derinliği görüyordu. Soramıyordum ne gördüğünü, ne düşündüğünü, kimlerle o anıları yaşadığını yeni baştan. Yüzünde sürekli yansıyan parlamaları, oluşan çizgileri, çatılan kaşları göz ucuyla gördükçe iç içe geçen bir anı yumağında geçmişini bir hatıra defterinden tekrar okuduğunu hissediyordum.
Hava soğuktu, eylül, yaprakların kollarına girmiş uzun yolculuklara çıkmaya hazırlanıyordu. Sürekli dolaştık. Benim için anlamsız ve gösterişli bu taş binaların arasında, bir ara ablama bir nefeslik dinleneceğimiz bir yer olup olmadığını sordum. Bu teklifimi kabul etti. Yolumuzun üzerinde bir çok kafe olmasına rağmen, beni dediğime pişman ettirecek denli dolaştırıp, küçük ve köhne bir çay ocağına oturttu.
"Yorulduk ama, nasıl buldun üniversiteni?"
"O günleri yaşamadan geçmek, tarihe ve geçmişe vefasızlık olur. Her taraf sis çökmüş puslu bir sabahı andırıyor düşlerimde. O günlerde de her şey birbirine girmişti. Gerçekle gölge birbirinden ayırt edilemiyordu. Sinmiş siviller, her yanda kol gezen üniformalılar, birbirine giren insanlar, havalarda uçuşan taşlar, sopalar, sokakların hakimi panzerler, kelepçeler, şüpheler, tereddütler, itiraflar, intiharlar... Şehirlerin dar sokaklarına sinmiş kan ve ölüm kokuları. Ölüm yürüyüşlerinde havayı yumruklayan yumruklar. En yakındakileri duymayacak kadar sağır, görmeyecek kadar kör, onları anlamayacak kadar büyüyen önyargılar. Yakılan fakülte binaları, kurşunlanan hocalarımız, öğrenciler... Geceleri boşaltılan yurtlarımız, yurt balkonunda vurulan arkadaşlarımız, kankalarımız! Polis aramaları, üniversitemizin süresiz kapatılma kararları, sürekli kırılan camlar, ülkemin duvarlarını yazılan kahrolsun, yaşasın ikileminde bocalayan gençlik. Ve tüm fotoğraflar siyah beyaz, düşünceler gibiydi o günlerde yaşam...
"Bu karmaşa ortamında bir ay içinde dört veya beş defa memlekete gittim geldim. O günlerde uzun süreler üniversite kapatılırdı. Üniversitenin ne zaman açılacağını radyo ve TV den takip ederdik. Öyle Show Tv, Star, CNN yoktu. Sadece resmi ağızdan yayın yapan TRT'miz vardı. Özel radyolar henüz doğmamıştı. Dersler boykot edilir, kavgalar, çatışmalar... Bunların hepsine tek düze bir cümle ile " öğrenci olayları " denirdi. Buz gibi soğuk ve kuru bir cümle işte... Oysa içinde ne göz yaşları, ne kanlar, ne ağıtlar saklıdır bu cümlenin. Ne yitik ümitler vardır baş harfinden noktasına kadar," dedi, sanki anlatırken o günleri daha dünmüş gibi yaşıyordu. Sürekli kabaran deli dalgalara gibi yükselip alçalan ses tonu, yer yer boğuklaşan yarım kalan cümleleri o günlerin yaşamında kalan etkilerinin bariz bir örneğini görüyordum ablamda. Bir biri ardı sıra akan cümleler ipte dönenip duran tespih taneleri gibiydi. Çok derin bir yaraya bilmeden dokunmuş, ve içindeki kirli kan akarken yaranın temizlendiğini düşünerek konuşmasını bölmemiştim.
"Ara sınıf boykotlarında aralar uzadıkça arkadaşım Leman ile Nizip Akçakent İlkokulu'na giderdim. Leman ilkokul öğretmeniydi. Hala dönem dönem görüşürüm. Ne yaptın bu çocuklara sen derdi, sen buradan gidince ders dinlemiyorlar, derdi. Birinin yazdığı mektuptaki satır halen hafızamda. 'Öğretmenim sen gittin yüzümüze kül elendi.' Son sınıfta da okul uzamıştı. Boykotlar yüzünden tabi ki." dedi, ablamı hiç bu kadar kederli ve yalnız görmemiştim. Baktığı her yerde, ağzından çıkan her kelime de binlerce anının yansıması parlıyordu gözlerinde. İnsan beyninde geçmişte kalan kiri en iyi üzerine giderek temizleyemez miydi?
Ablamı kendi haline bıraktım. Kayıt işlemlerim uzun kuyruklara rağmen kısa sürmüştü. Bu gece dönecektik. Ama bir an ablamın kafasını çelersem, Ankara'nın Kızılay'ında güzel bir bar sefası yapabileceğimi düşünerek sırnaşmaya başladım.
"Ablacığım, bence bu kocaman üniversite bir günlük gezmeyle bitmez, biz bunu yarına bırakalım, hem bir çok yerini bende görmedim. Bu gece bir otelde kalır yarın döneriz, ha ne dersin?" dedim masumane bir ses tonuyla.
"Olmaz, sabah evde olmalıyız, iş güç, çocukların okulu, hayır hayır olmaz" dedi bir an kısaca düşündükten sonra. Gizliden gizliye kendisinin de kalmak istediğini anladım. Bu noktadan iyi yakalarsam ve birazda üzerine gidersem sanırım bu gece felekten bir gece yapabiliriz diye düşünerek konuşmamı sürdürdüm.
"Yapma be abla, kaç yıldır bir başına yaşamadın bu hayatı, kalalım bak, akşam eğleniriz, hem çocuklara, sensiz de bir gece geçirebileceklerini düşündürmüş olursun. En son ne zaman her şeyi geride bırakıp da kendin için bir şey yaptığını düşünsene."
".... ...."
"Hayatın ev işleri ve iş yeri arasında bir iple bağlı, bunun dışında asıl hayat, bak, geçmişte geride bıraktığın, kimse olmadan yaşadığın bu yıllar seni mutlu etmedi mi? Hadi kırma beni, telefon açarız eve, deriz ki, biz burayı çok sevdik gelmiyoruz, başınızın çaresine bakın," dedim, güldü, sanırım buzdağlarının sertliğinden çaldığı inadının büyük bir kısmını eritmiştim. Ara vermeden devam etmem gerekiyordu, hem ağzından "hayır" çıktı mı? Bu asla "evet'e" dönüşmezdi.
"Kalıyoruz, değil mi?"
"Bir şartla, önce Ayşe'lere gideceğiz," dedi, kabul etmek zorunda kaldım, Ayşe teyzemizin kız, sorunlu bir evliliğin yükünü taşıyan ezilmiş ve dertli bir kadındı. Kocası memurdu. Ayşe ev kadını. O eve uğradıktan sonra evden çıkıp çıkmayacağımız meçhuldü. İki bayanın gecenin bir saatinde Ankara'nın gecelerinde ne işi olabileceği üzerine bilgiç yorumlarda bulunup bizi eve hapsedeceğini düşünerek bile bile gitmeye karar verdik.
Ablam yolları iyi biliyordu. Geldiğim yer buraya göre taşraydı. İçimde kaybolma korkusu vardı. Bir sürü çok katlı beton yığını binaların arasında, hızlı bir dere gibi akan azgın trafiğin içinde ablamın komutlarını dinleyen şoförün çabukluğuyla yarım saat içinde Ayşe'lere gelmiştik.
Kapıda evin küçük oğlunun sinirli bakışlarıyla, ardından Ayşe'nin "kimmiş o?" diyen sesi karşıladı bizi. İçeri girdik. Bizi görünce şaşırdı. Kocası zoraki gülümser bir tarzda ayağa kalkıp:
"Hoş geldiniz," dedi.
Ortada kavga sonrası bir sessizlik yaşandığını, salonda yere dökülmüş yemek artıklarından anladım. Ablam ve Ayşe ablam bir süre sonra mutfağa geçtiler. Ben eniştemle televizyonun karşısında yaşayacağım ilk Ankara gecesinin kabullenişine bıraktım kendimi.
Gece ablamla baş başa kaldığımızda ablam söyledi dağınık gecenin sebebini; o gün Ayşe ablamın komşuda olduğunu, eniştemin eve aç ve her zamanki vaktinden erken geldiğini, sofraya geç gelen tam pişmemiş yemek patlak veren kavganın yeterli sebebiydi eniştem için...ve dayak...
Ertesi günü ilk arabayla döndük.
Nesrin Özyaycı
http://www.nesrinozyayci.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 6 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
D-A-Y-A-K
Dayak... Acımasızca birbiri ardına indirilen darbeler... Her bir vuruşta kadına ezilmişliğini yeniden hatırlatan, saygınlığını ayaklar altına alan, kadın olduğuna bin kere pişman ettiren darbeler... Her dayak olayında; kadının gözyaşları ezilmiş etlerine, kanamış dudaklarına, morarmış kollarına düşerken yüreğini her defasında bin bir parçaya böler. Çıkmayan sesiyle haykırır sessizce, yataklarında uyuyan çocuklarını uyandırmamak, eşine saygısızlık yapmamak adınadır tüm haykırışları... Ne saygıda kusur etmiştir eşine yıllarca, ne de onu utandıracak bir hareketi olmuştur. Peki ama bu dayaklar niye? Haftada bir, bazen gün aşırı, bazen de her gün her gece tekrarlanan bu kahredici eziyetler ne içindir? Sorular hep kendi içinde, kendi dünyasında kalmıştır bunca yıl; aynen sessiz haykırışları gibi. Ama öyle anları olur ki, tek başına dayak yediği zamanları ister yürekten. Çünkü kendini ancak attığı dayaklarla, ezdiği yüreklerle, akıttığı gözyaşları ile büyük ve güçlü hisseden eşi hırsını alamayıp çocuklarını da dövmektedir kendisiyle birlikte. İşte o zaman, tüm dayakları, tüm eziyet ve hakaretleri kendisi duysun, görsün ister çocuklarını korumak adına. Yeter ki canından çok sevdiği masum yavruları üzülmesin, minicik yürekleri acılarla tanışmasın diye.
Ayaklarının altına cennet serilesi kadınlarımız, analarımız, kardeşlerimiz, yakınlarımız, tanıdıklarımız, tanımadıklarımız...Ne yazık ki büyük bir çoğunluğu bu eziyetle ve dayak şiddeti ile karşı karşıyadır. Aralarında yüksek öğrenim görmüş, okumuş yazmış insanların da olduğu, hatta sayılarının azımsanmayacak kadar fazla olduğunu düşünecek olursak; vay bizim halimize!
Bu nasıl bir duygu, nasıl bir düşünce tarzıdır ki, bir insan bir başka insana hem de kendinden daha güçsüz, savunmasız bir varlığa el kaldırabiliyor, etlerini çürütene kadar dövüp ertesi gün de hiçbir şey olmamış gibi yüzüne bakabiliyor. Bu nasıl bir ruh halidir ki, güçsüzlere uyguladığı şiddetle güç kazandığını, büyük daha büyük olduğunu hissedebiliyor.
Nedeni ne olursa olsun, dayak asla savunulamaz, şiddete arka çıkılamaz. Dayak ve şiddet uygulayanlar insan olamaz. Gün geçmiyor ki, haberlerde bir aile bunalımından, bir dayak olayından bahsedilmesin. Nedir bu? Biz Türk toplumu olarak neden bu kadar önyargısız, bu kadar acımasız, bu kadar güç sergiler bir kimliğe büründük? Nerede hata yaptık? Çocuklarımıza ilk yaşlarından itibaren verdiğimiz eğitimlerde önce insan olmayı, önce insan ve tüm canlıları sevmeyi, sevgimizi cesaretle gösterip sergilemeyi, paylaşmayı, kısacası "adam gibi adam" olmayı gösterebilseydik tüm bunlar olur muydu dersiniz? Bence hayır.
Dayağın, ezilmişliğin, savunmasızlığın, çaresizliğin olmadığı bir dünyaya merhaba demek üzere...Sevgiyle kalın.
Belgin Eryavuz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 2 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Barış Köşesi : Nadya Alpkonlar Benim de artık bir 'köşem' var... |
|
İlk yazımdan da anlaşılacağı gibi, henüz çok yeniyim sitenizde ve de buraya balıklama atladığım için fırsatım olmamıştı biraz sayfaları çevirip yazılarınızdan okumaya. Üç dört gün değişik yazarların birçok yazısını okudum. Ancak şimdi anladım sitenizin aynı bir gazete gibi haberleriyle, köşeleriyle ve de arada bir de öyküleriyle hayat bulduğunu.
Size vereceğim en güzel haber: Benim de artık bir "köşem" var. Benim de sizler gibi düşüncelerimden, duygularımdan, bana enteresan gelen haberlerlerden yazmaya ve görüşlerinize sunmaya hakkım var.
Neden "BARIŞ KÖŞESİ" ? Bunu size açıklamama izin verin...
Beni hayatta en çok üzen şey dünyadaki savaşlar.
Bir hiç yüzünden göçüp giden masum canlar.
Kendimi bildim bileli her türlü şiddeti kınamışımdır.
Biz ne yapıyoruz? Elimiz kolumuz bağlı uzaktan seyirci oluyoruz.
Savaşlari ekrandan bir "dizi" izler gibi takip ediyoruz.
Ve ben kahroluyorum...
Çok samimi söylüyorum, eğer biri bana dese ki: "sen ölünce bütün dünyadaki savaşlar bitecek!" hayatımı seve seve verirdim. Belki diyeceksiniz ki, bol keseden palavra atmak kolay, nasıl olsa böyle bir şey olamaz.
Evet, haklısınız, tabii bu imkansız... Hitler gibi, Mussolini gibi, Bush gibi
çılgınlar var oldukça bu savaşlarin sonu gelmeyecek.
Şu Bush'a bir bakarmısınız, Madonna'nın bile IQ'su Mr. Bush'unkisinden çok fazla. Gaf üstüne gaf yaparak da ne kadar gülünç bir duruma düştüğünün farkında değil. Ya da farkında, pişkinliğe veriyor...
PAPA ile buluştuklarında aynen o sözlerle konuşmasına başlamıştı.
Bunu gazeteler bile yazmıştı. Artık gerisini siz düşünün.
Bir de alttaki fotografa bakın, bir insanlık örneği... yoruma gerek yok!
Bu "savaş" konusu beni her zaman üzen bir saplantımdır.
Bunu sizlerle paylaşmak istedim.
Sağlıkla, sevgiyle ve 'barışla' kalın.
Nadya Alpkonlar
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 11 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Kahvecigillerden : Oktan Erdikmen |
Orda Ne İşim Vardı?
Gitmeden önce saatlerce ikna etmeye çalışmak zorunda kaldım sevdiklerimi. Herkes orda ne işimin olduğunu merak ediyordu ve bunların hepsi bana oldukça garip geliyordu. Bana emanet edilen bir cumhuriyetin hiç görmediğim bir şehrine gitmek, bütün tatil beldelerinden ve müzik festivallerinden çok daha çekiciydi oysa. Mesele macera yaşamak da değildi. Zaten Doğubeyazıt'ta yaşadıklarım macera falan değil, hayatın ta kendisiydi..
İçgüdüsel bir hareketle peron numarasına falan bakmadan yürüyerek otogarın en hareketli bölümüne yaklaştığımda tahminimde yanılmadığımı anladım. Bağırmalar, çağırmalar, anlamadığım bir dilde sarf edilen ama küfür olduğunu düşündüğüm sözcükler eşliğindeki kavgalar. Bir başka dünyaya hoş geldin dedim kendime. Ve bu dünyanın kitaplarda okuduğum, filmlerde izlediğim, yani o tahmin ettiğim dünyadan oldukça farklı olduğunu daha yola çıkmadan anlamıştım. Otobüs koridorlarına sıkıştırılmış bavullar, yola taburelerde devam eden insanlar ve olağan bir frende hayatlarını kaybetme olasılığıyla baş başa sere serpe yerlere yatırılan çocuklar.. Otobüs Ankara yakınlarında bir yerde hiçbir açıklama yapılmadan iki saatten fazla bekletildiğinde, sorunun doğuda, batıda, kuzeyde ya da güneyde yaşama değil, hak arama sorunu olduğunu anlayacaktım. Hemen her durakta film sahnelerini anımsatan görüntüler ve yola devam edecek olanların bagajlarına sahip çıkmaları yönündeki uyarılar eşliğinde 30 saatlik bir yolculuk sonunda varabildiğim Doğubeyazıt'ta göreceğim Toplum Gönüllüleri afişi beni gülümsetmeye yetecekti.
İngilizce'ye gösterilen yoğun ilgi -ki bölgenin önceliği asla İngilizce değildi- ve yetişkin grubunun bana verilmesi nedeniyle çok daha hızlı devam edebilmemiz, beklediğimden de fazla bir ilerleme kaydetmemizi sağladı. Henüz ilk derste Toplum Gönüllüleri ve buralarda ne işim olduğu hakkında oldukça uzun bir açıklama yapmak zorunda kaldım. Anlamadığım konu, bir şeylerin eksik kaldığı konusunda herkesin hemfikir olmasına karşın İzmir'dekilerin neden gittiğimi, Doğubeyazıt'takilerinse neden geldiğimi sormalarıydı. Başka projelerde de sıkça karşılaştığım bu soruya verebileceğim değişik bir yanıtım yoktu çünkü ben de, belki daha büyük bir şaşkınlıkla başkalarının neden gelmediğini düşünüyordum. Gerçi Doğubeyazıt'ta faaliyet gösteren yabancı menşeli bazı sivil toplum örgütlerinin amaçlarının tüzüklerinde yazılı olanlardan farklı olduğunu iddia etmek hiç de zor olmadığı için soruları bir ölçüde anlayabiliyordum.
Yörede gerçek bir öğretmen gibi karşılanmıştım. Her gittiğim yerde, batıdan gelen biri olarak hükümet politikalarının hesabını veriyordum. Esnafların oldukça ısrarlı çay ısmarlama çabaları insanların yalnızlığının ve değişik bir sese duydukları gereksinimin bir ifadesiydi. Biz burada hiçbir şey yapmayıp insanlarla sohbet etmekle yetinsek bile büyük bir eksikliği kapatacağımızdan emindim. Buraların düğünleri başkaydı. Pişirilen yemekler ve dinlenilen müzikler farklıydı. Oysa hiç yabancılık çekmiyordum çünkü aynı dili konuşuyorduk ve ortak bir kültürle yetişmiştik. Esas olan farklılıklara saygı gösterebilmek ve ortak bir noktada buluşabilmekti.
Bir öğrenci, teyzesinin oğlunun İzmir'de çöplerin çöp kutularının içinde bulunduğunu söylediğini ve bunun doğru olup olmadığını sorduğunda şaşkınlığımı gizleyemedim. Suların sıkça kesilmesini belediye başkanına şikayet etmesini önerdiğim bir esnaf, belediye başkanının İzmir'de olduğunu söylediğinde ise, turizm açısından hareketli bir dönemde belediye başkanının tatil yapmasını doğru bulmadığımı anlatmıştım. Aldığım yanıt, yaşamımın belki de en büyük şaşkınlıklarından birine itecekti beni, çünkü inanması güç ama, Doğubeyazıt Belediye Başkanı'nın evi İzmir'deydi! Kurumsal anlamda sorunlar elbetteki yok değildi, ancak bölgeyi bir kere bile gidip görmeden elleri bellerinde "Kardeşim devlet oralara yatırım yapmıyor ki" diye ahkam kesenlerin de gerçeklerden habersiz oldukları kuşkusuzdu.
Projeyi gerçekleştirdiğimiz okul İstanbul'daki pek çok okuldan çok daha iyi durumda olsa da insanlar batı bölgelerinde her şeyin güllük gülistanlık olduğunu düşünüyorlardı. Kerem ile Aslı'nın yaşadığı topraklarda kaldığım on beş gün boyunca insanlara kendimi, doğduğum yerleri, yaşadığım şehirleri anlattım; onları dinledim. Kendime hiç ummadığım kadar çok şey katmış olarak dönerken, geride pek çok şeyin eksik kaldığını biliyordum ama benden sonra gelecek arkadaşlarıma ve daha önemlisi yaratmış olduğumuza inandığım kıvılcıma sonsuz bir şekilde güveniyordum.
Oktan Erdikmen
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 4 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Hoşgeldin sevdam
Uzun zamandır sorunlarla, iyi niyetimden dolayı başıma gelen haksızlıklarla uğraşmaktaydım.. Günler hep kasvetli doğuyordu ve ben sıkıntılarla uyanıyordum, hatta uyurgezer gibi dolaşıyordum her yerde.
Özel hayat diye birşey yoktu, hatta özel biri de. Dağılmış bir puzzle gibiydi ruhum.
Kalabalığın ortasında yalnız kalırız ya zaman zaman ben bunu yıllardır yaşıyordum zaten. Hep arka plana attım kimsesizliğimi. İş, aile, çevre derken unuttuğum 'BEN' vardı, ertelediğim bir gelecek. Bakıp da görmediklerim vardı etrafımda. Uzanan eli geri çevirmek sanki daha güçlü kılıyordu beni. Başkalarına ait sorunlarla uğraşırken kendi sıkıntılarımı unutuyordum. Kendimi ancak onların mutluluğuyla avutuyordum. Hele ki özel birisinin olması kadar eziyet gelen bir sorumluluk !
Kırılan sevdaları, yıkılan güvenimi tekrar tamir etmek sorun değildi ama her defasında yıkılmak yok mu? Acısını paylaşmak sessiz sedasız ağlayışlarda. Hayatıma birini alacak cesareti bulamadım. Kimse inanmıyordu gerçi yalnızlığıma. Birisi hatta birilerinin olduğunu düşünenlerle konuştukça hayret ediyorlardı, -senin gibi birinin nasıl sevgilisi olmaz! diye. Laf olsun, biri olsun hayatımda diye aşk yaşayanlardan olamadım ki ben.
Sevgili olmak ne kadar küçük bir olay aslında, hatta evlilikte öyle. Ya üzerinize binen onca sorumluluk, yapmanız gereken fedakarlıklar, göğüslemeniz gereken zorluklar.
Hele ki bunları, hayatınızın bilmediğiniz bir döneminde gelip ve ne kadar kalacağını kestiremediğiniz bir kişi için yapmak ne kadar mantık ya da nasıl bir duygu yoğunluğu gerektirir.
Doğru insan, gecenin bir yarısında yalnızlığınızı kalabalığa dönüştürdüğü duyguları yaşatır. Eksik kalan diğer yarınız, düştüğünüzde uzatılan bir el'dir çoğu zaman.
Sevgi kutsal bir duygu ama ben sevmeyi hiç beceremedim. Hele ki aşk ! imkansız bir tarifti benim için. Ateşten gömlekte buzdan bir bedenin direnmesi gibiymiş oysa sevda.
Kendimi sıradan hissettirdi bana yaşadıklarım. Nefes alıp vermek gibi, yolda yürümek gibi basitti hayat. Mevsimler bile hep normal geçerdi hayatımdan. Güz bir başka oysa şimdi. Yağmurlar, mürekkebi olmuştu katran gecelerimin. En büyük çığlığımsa, gözlerimden yankılanıyordu boş duvarlara.
Ne değiştirdi şimdi beni? Ben hep aynı bensem, hayat aynıysa yenileyen ne oldu yarınlarımı?
Bir ses böldü önce yalnızlığımı... ılık meltemler gibi doldurdum sabahlara. Bilmediğim birşeydi göğsümdeki kıpırtılar. Sürü sürü nal sesleri vardı çit çektiğim göğsümde, her an duracakmış gibiydi yaşam. Sonra gözleri doğdu sessiz kumsalıma, aktı coşkun nehirler. Gürül gürül çağlamak istedim. Çakılların arasında kıvrılırken, huzuru öğrendim yüreğinde.
Özlemeyi, sabretmeyi, büyümeyi öğretti bana. Küçük yüreğimde büyük sevdayı, büyük yüreğinde küçük dünyamı anlamamı sağladı.
Herşeyden önce sevgi için ağlamayı, mutluluğun nasıl durdurulamadığını öğrendim yanaklarda, bu yaştan sonra. Aşka inanmayan ben masal kahramanı gibi gördüm kendimi.
Kül kedisi miyim yoksa temiz bir buseyle hayatta dönen pamuk prenses mi?
Özel biri olduğumu hissettirdi. Güvenmeyi, beklentisizce sevmeyi ve bu kadar yaşadıklarımdan sonra ilk defa 'AŞIK' olmayı öğretti bana..
Daha geçenlerde seslenmiştim O'na! "Hoşgeldin sevdam" derken bu kadar çabuk hayatımı değiştireceğini bilemezdim bile. Herşey rüya gibi, mavi düşler, pembe hayaller peşinde değilim. Sadece bize ait olanı yaşamak istiyorum . Acıyı, kavgayı, hoşgörüyü ama hepsi gözlerinin içinde kendimi gördüğüm, nefesini yüzümde hissettiğim an olmalı.
Bak şimdi sadece sen varsın hayatımda, suların ardında doğan güneş gibi arınmaya çalışıyorum karanlıklardan. İkimizin olduğu bir dünya çiziyorum, ay tenine kırmızıyı damlatıyorum kalbimden. Sakın uzaklarda kalma, bana sadece sen lazımsın.
Seni seviyorum diyorum...
ama korkuyorum göze gelecek diye bu sevda, bilmediğim sokaklar yutar diye adını bile haykıramıyorum, yutkunuyorum...
Serap Korkmaz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 1 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Şafak Vakti : Celal Kılıç |
DOST MEKTUPLARI - 2
Var mı heder edilmeyen zamanlara görülmüştür mührü vurmayan. Ve en evla takiyyeleriyle gözümüzün içinde başka kaçacak deliği olmayan.
“Hey gidi günler” deyip de meleşme can, şifadır sana anlatılan.
Görmezden gelerek kaç kere sabah sabah evinin önünde uykuya kaldın ki.
Ve en keskin harflerle sandın mı sesini duyurabileceğini? Akşamlara merhem sanarak uzanmak kolay mı?
Kurusun şu dizinin dermanı da yürüme, yürüme de götürmesin seni gittiğin yere ayakların.
Haline bak, heder olacaksın. Haline bak, ufalanacaksın. Haline bak, az kaldı dağılacaksın.
Yazık ki, anlaman geç olacak veyahut anladığında gözlerinden aşağıya akan yaşların hiçbir anlamının ifadesinde ortalama aşklara ferman olunamayacak.
Dinlemeyeceksin hiçbirimizi biliyorum. Ve hiçbir kelamın sende makes bulmasını da istemiyorsun.
Dumura uğramışsın, aklını esir almış bir kör heves, uyuşmuşsun, yazık...
Zarı mı patladı kulaklarının?
Hey gidi günler hey. Gecelerin sabah edildiği o kör ve acemi dünler. Ezanlara kadar beklenen anlamsız sürgünler.
Ama bitti yani. Yaş kemale ermiş, saçların seni terk etmiş, gözünün feri az bir şey de olsa zedelenmiş.
Kaybedemem seni dostum! Yok, öyle bir lüksüm. Sen benim en antika geçmişimin tortususun, ulususun, ruhusun.
Dostum; aç elini şimdi ve o kör avucunun içine iyi bak, bir kuruşluk huzurun bile kalmadı. Gözlerinde anlamsız bir ağırlık var ve yemin olsun ki sana seherdeki kuşlar bile ağlar.
Sigaranın külünü sil bari. Belki közü düşer üstüne de, belki yanarsın kendi ateşinle de, belki bir titrersin, az bir ihtimal de olsa, silkelenirsin.
Kaçıncı asırda kaldın dostum. Aklın hangi antik zamanda. Hangi vefasızın gazabının bu denli sarhoşluğundasın. Gel sana bir sarhoşluk en alasından ve en hakikisinden, benden, yani beleş. Tek şartım var, sil şu hafızanı en mahzen yerlerinden.
Garanti olan hiçbir zamanın kalmadı gibi. Bir saçmalık ömrün kalmış sanki.
Felek iki hamle yapsa gireceksin o ağa artık.
Hadi dününü bilmesem, hadi hayalini dinlemesem, hadi uğraşlarını görmesem, yemin olsun atarım seni bir gece vakti çöp kuyusuna. Ve yığarım üstüne gazı da yağı da. Yakarım seni.
Edatsız ve fiilsiz bir öznesin yani.
Yakılmaklık adamsın yani.
Ve belki bu dünyada seni tanımayanların dışında herkes böyle bakıyor sana.
Silkelen ulan. Kendine gel.
Gitmişse, çak dibine.
Yazık ettin kendine.
Git şu geçen yüzyıla, kalan aklını al gel oradan.
Bir hesap yap istersen.
Mecnun mu olmak derdin. Yemin olsun ki yazmaz seni gazeteler. Hikâyen beş para etmez. Devlet’e de karşı çıksan, Veziri Azam-ı dağa da kaldırsan, sonunda zafer olmayan hiçbir hikayeye bir punto bile yer vermez onlar.
Kim soktu aklına bu çılgın düşü.
Biliyorum, hayal ederken başın dönüyor, biliyorum, Züleyha’lar aklına giriyor ve mutlaktır ki, hiçbiri ona erişemiyor.
Çekilmiyorsun artık dostum.
Çıkaramadın şu işin tadını. Bir ciklet varsay işte, çiğne, çiğne, şekeri bitince artık bir daha çiğneme. Keyif vermekten aciz, yani menopozlu bir kederi vagonlarından at artık.
Şu şaşaalı günlere dönsene hele bir. Neydi o günler, o burnun havada, şeşi beş görüldüğün dönemler.
Gurur duyardık ulan seninle.
Ne olduk, niye böyle kör kütüm susturulduk.
Farkında mısın, hiçbir planın hiçbir yerinde değilsin artık. Elenmişsin sen...
Ama bir dirilsen, kalksan ve kendine gelsen, küllerinden yeniden rüc’u etsen.
Zor mu?
Çok zor mu?
Şöyle bir ara bir gül be. Gamze çak iki tane mesela. Veyahut derin derin nefes alma bazen. Veyahut anlatırken öyle hüzün çökmesin şakaklarıma. Veyahut keyif niyetine girdiğimizde yola kan kusturma bize iki gülmeyi.
...
Haklısın aslında...
Kim kaldırır ki böyle bir yükü. Gecen geçmez senin dostum. Bakma benim böyle tırmaladığıma, içimden gelen sesi söylesem sana, şaşar kalırsın. Ateşin ağır aslında, ve acıdır ki; ateş düştüğü yeri yakıyor, dostum; bu ateş seni kora çeviriyor.
Diyeceğim sana “kalk gidiyoruz, sülalesini, soyunu sopunu, gelmişini geçmişini, yedi ceddini kaldıracağız, hadi kalk dünyayı başlarına yıkacağız.”
Düğümleniyor işte o söz boğazımda. Sen bunları yaptın ya iki sefer, en ince planlarını esirgemedin, ama dostum ne bileyim ben neden beceremedin. Tutmuyor işte.
Beşersen, ne kadar boşluk bırakmasanda hesaplarında, hicrana çıkabiliyor bazen yolun.
Olmadı mı olmuyor işte.
Ama şunu bil. Sağlam ve en net doğru olarak hırka gibi üstüne giy.
Hikâyen bitti senin.
Tapusu alınmış bir topraktan elbette ümit kesilir dostum.
Kabul et; ümit, bazen de ümitsizliktir.
Yol bitti. Zordu ama bitti, denedin, başaramadın, ama bitti. Kabul etsen de etmesen de o artık ele gitti.
Elbette soyu kurumuş katırlarla gelecekler ve katarlar dolusu ahkam kesecekler sana. Gerçekten sevseydi gitmezdi diyecekler, anlatacaklar, dermanını kesecekler, kanını donduracak, hislerini felç edecekler.
Bırak o hapis ruhluları.
Seviyorsun hala ve unutamıyorsan; Yalnızca sevmekle yetinmeyi kabullen ve en güzel hayatı yaşamasını Tanrı’dan dile yine sen.
Celal Kılıç
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 8 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 4.361 kahveciye doğru yola çıkmıştır.
Yukarı
|
RÜZGARIN EVİNDE
ateşten yapılmış bir yol denize doğru işte
tenini yüzerek çıkabilirsin kıyıya ancak
yüzdüm ateşten denizleri her kulaçta
tenimden gül yaprağı bırakarak suya
sınırsız bir gül işte toprağın içinden
kanat kanada sıyırdı göğün rengini
suyun rengini sevdaya çevirdi işte
ağaca rüzgara ve zamana
iyi bir kitaptan okuyup her dile çevirdim
gecelerin ve nehirlerin sessizliğini
"senin acı çektiğin yaraların" diyorlar
onları dalgın çocuklar gibi sevdim
rüzgarın evinde konuşuyordu ağaçlar
duydum: ikimizden konuşuyorlardı
gece gibi çekildim içime
anladım: uzun bir yola yazmışlar ikimizi
Leyla Şahin
Yukarı
|
İyi yere dükkan açmış!..
Yukarı
|
İşe Yarar Kısayollar - Şef Garson : Akın Ceylan Yamağı : Ayşe Nur Gedik |
Düş Hekimi Yalçın Ergir tarafından hazırlanmış olan "Basit Yaşamak" isimli bir sunumu vardır. Hani flash animasyon ya da power point dökümü olarak maillerimizde dolaşmıştır. Fondaki müzikte dahil bayılmışımdır bu sunuma. http://www.atillaate.com/basit.htm kısayolunda hem bu sunumu hem de bu sunumun sonunda eklenmiş sayın Atilla Ate'nin yanıtını göreceksiniz. Her iki şiiri de gerçekten sevdiğimi itiraf etmeliyim.
Tarihte "Meşe Denizi" olarak bahsedilen Anadolu'da bugün 6.500.000 hektar alanı kaplayan meşe ormanlarının 5.750.000 hektar alanı bozuk ve çok bozuk meşe ormanlarından oluşmaktadır. TEMA Vakfı - Orman Bakanlığı işbirliği ile1998 yılından beri sürdürülen "10 Milyar Meşe Projesi" dünyanın en büyük ağaçlandırma projelerinden biridir. http://www.tema.org.tr/tr/mese/10_milyar_mese.htm kısayolunda bu açıklamanın devamını okuyabilir ve bu ormanda bir kaç meşe de benden olsun diyebilirsiniz.
Michelangelo severmisiniz? Pardon, bu soru sanki bir yemeği sevip sevmediğinizi sorar gibi oldu. Michelangelo'nun yaptğı sanatsal çalışmaları beğenirmisiniz? Off buda garip oldu ama neyse, siz sanat'a meraklıysanız http://www.christusrex.org/www1/sistine/1-Genesis.html kısayoluna tıklayabilirsiniz.
Elektronik konusunda çin'in ucuzluğunu bilmeyen yoktur sanırım. Çin pazarında hangi ürünler var merak edenler http://www.newelectronic.com/Main.asp kısayoluna tıklayabilirler.
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
MessenPass 1.02 [82 kb] Windows FREE
http://www.nirsoft.net/utils/mspass_setup.exe
Yahoo, MSN, Icq gibi malum programların şifrelerini zaman zaman unutuyorsanız bu programı yakınınızda tutmanızda yarar var. Minik programı çalıştırıyor ve gerekli bilgiye pat diye ulaşıyorsunuz. Benden söylemesi.
Yukarı
|
|
|
|
|
|