|
|
|
25 Ekim 2004 - Fincanın İçindekiler |
Editör'den : Düşmanların çatlasın!.. |
İyi haftalar,
Hem de tam orta yerlerinden çatlasınlar. Haftanın en gollü galibiyetini alınca bir umutla oturdum televizyonun başına. Birbirinden fingirdek skor yorumcuları bu sefer yiğidin hakkını verirler diye düşündüm. Nerdeee!.. Hani büyük insan sayın başbakanımın mahalleden arkadaşı olsam elime muştamı takıp o kanal senin bu kanal benim dolaşıp her yorumcuya bir tane oturtacağım en kıyağından. Ama o ince ruhum müsaade etmediğinden bilinçaltımın bir kenarında kalıp zuhur etmesi önlenen eylemler arasında yerini aldı. Bakın şimdi, bir futbol artığı malak yalaması saçlı, kışın uyuyan kürklü canlı ne diyor. "6 gol attı, 20 tane kaçırdı ama hala oyun oyun değil." "Bu takımın Lyon'dan 3 yiyerek milleti rezil etme hakkı var mı?" diye de ekliyor lafın bir yerinde hamamda bayılası kürklü canlı. İşte beni bu türden ezik büzükler fanatik yapmışlardır. Burada sizin başınızı bu incir çekirdeğini doldurmaz laflarla şişiriyorsam müsebbibi hep bu kompleksli düttürülerdir. Diğer kanalda gene aynı takımın yandan çarklı desteği bir palabıyıklı ulema ahkam kesiyor. "50 bin kişiyle Daum'un yaşgününü kutlamak görgüsüzlüktür, abartıdır." diyor utanmadan. Haklılar ama haklılar. 2 sene önce beyinlerine kazılan 6 sayısının tekerrürü onlara bu lafları ettiriyor. Birkaç hafta sonrasının provasımı yoksa deyip ağrıyan karınlarına ilaç arıyorlar. 100.yıl açılışına 5000 kişiyi zor toplayan bir takımın taraftarı olarak, 3 gün önce Avrupa kupalarında 3 yiyen bir takımın taraftarı nasıl olurda teknik direktörünü bağrına basar anlayamıyorlar. Anlamak için fırın fırın pide yemeleri gerek onun bile farkında değiller.
Bu sene işler onların istediği gibi gitmiyor. Dört koldan saldırıyorlar ama sarsamıyorlar ya deliriyorlar. Bir şeyler yapmalı bunları çığrından çıkartmalı diye beyin cimnastiği yapıyorlar. Neyse biz işimize bakalım. Haftaya Kartal'la görülecek bir hesabımız var, diğerlerini sırası geldiğinde düşünürüz.
Star'ın spor servisi bir dünkü çocuğun eline kalınca napacağını şaşırmış durumda. Nasıl bir olay yaratsam da ilgi çeksem hesabıyla sağa sola saldırmakla meşgul. Görüntüsüz spor programını başka türlü dolduramayınca n'apsın o da sansasyon yaratacak konuları bulup saatlerce tartışıyor. Konulardan biri de, işlerine gelmediği için anlamamakta ısrar ettikleri, Tan Sağtürk'ün futbolcuları andığı sözleri. Adamcağız kendi mesleğinin bir homoseksüel mesleği olduğunu iddia edenlere cevap vermek amacıyla, en erkeksi görünen futbolda bile gay sporcu olabileceğini, dolayısıyla kendileri arasında olmasının sadece bir tesadüf olduğunu belirtiyor. Ama bunlar "Ha sen futbolculara i..e dedin" diye feryat figan bağırıyorlar. Çölde su bulmuş deve gibi olayın üstüne atlayan muhabirler de futbolculara sorup duruyor. Bir tanesi de çıkıp "Kardeşim size ne, bize ne. Bu herkesin özel hayatıdır, kimseyi ilgilendirmez." demiyor. Alıngan hamamcılar gibi bunlarda meslektaşlarını koruyup kendi dalında üstün yetenek olan bir sanatçıyı haksız yere itin gerisine sokup çıkarıyorlar. Öyleyse beni iyi dinleyin. "Kimse site editörleri homoseksüeldir diyemez. Spor yorumcuları arasında ne kadar homoseksüel varsa bizlerin arasında da o kadar vardır. Sıkıysa aksini ispat edin." Hohhohhoo! Maksat polemik olsun canım!..
Haftaya şen şakrak dansederek başlamaya var mısınız? Öyleyse masayı sandalyeyi bir kenara çekip günün şarkısını tıklayın. En iyi müzikaller sıralamasında ilk üçe rahatlıkla girebilecek bir filmin final sahnesini gözünüzde canlandırıp başlayın dansa. John Travolta, Olivia Newton John ve tüm mahalle söylüyor, Grease müzikalinin unutulmaz melodilerinden biri "We do together". Hepimize güzel bir hafta diliyorum. Hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
Pabuçlarımın Yazarı : Merih Günay |
Adam
Elleri, siyah pardösüsünün ceplerinde, ağır ağır tırmandı beş katlı apartmanın terasa çıkan merdivenlerini. Vakit geç, hava soğuktu. Adam başını yukarı kaldırıp yıldızlara baktı bir süre, sonra sordu: "Ben olmasaydım, senin büyüklüğünün ve güzelliğinin bir manası olur muydu?"
Yere baktı sonra. Kırık birkaç tuğla, havası inmiş plastik bir top vardı. Onlara da sordu: "Ya sizin için bu eşsiz gökyüzünün, şu yıldızların bir önemi var mı?"
Düşündü... Bu halde ben şu koca gökyüzü olup yukarıdan, şu apartmanın terasında duran küçük cisme bakıp ona: "Ne kadar güzelsin! Diyebilir miyim?"
Sonra gökyüzünün neyin içinde bulunduğuna baktı, korktu.
Cebinden bir tebeşir çıkardı. Evreni, terasın dört bir yanındaki, ucunu göremediği sonsuzluk olarak kabul etti. Terasın orta yerine çömeldi ve tebeşirle büyük bir yuvarlak çizdi; yuvarlağın üstüne "Evren" yazdı. Bildiği en büyük şey oydu adamın. Yuvarlağın içine de "Gökyüzü" yazdı.
Gördüğü yıldızlar, ay, bulutlar olmasa, evrenin ne kadar anlamsız olacağını düşündü; sonra da onların, kendi aralarında zaten anlamsız olduğunu.
Evren büyüktü ama içinde kendisinden daha küçük olan gökyüzü olmasaydı, insan için evrenin büyüklüğü, gökyüzünün güzelliğine değişilmezdi.
Yuvarlağın içine gezegenler çizdi adam. Yuvarlak daha da anlam kazandı. Gezegenler de gökyüzünden çok küçüklerdi, yine de onlar olmadan gökyüzünü çok güzel bulmadı.
Tebeşirle çizdiği dünyaya baktı adam; döndüğünü düşündü. Tebeşir tozundan dünya döndükçe, koca gökyüzü ve sonsuz evrenden daha anlamlı buldu onu, en küçükleri olduğu halde.
Ayağa kalktı, rüzgarın soğuk sesi geçti kulaklarının yanından, derin bir nefes aldı. Elini pardösüsünün cebinden çıkarıp boşlukta salladı. Yere çömelip "Hava" yazdı dünyanın içine.
Hava dünyadan daha küçüktü ama onsuz, dünyanın anlamını yitireceğini düşündü. Azaldıkça çoğalıyor, küçüldükçe artıyordu bir şeyler.
Devam etti adam. Kainattan, galaksiden, dünyadan ve havadan daha küçük ama diğerlerinden daha büyük olan şeyi düşündü. Ayağa kalktı tekrar, terasın ucuna doğru yürüdü. Uzaktan görünen kıyıya demir atmış gemilerin ışıklarını seyretti bir süre. Denizin üzerinde birer boncuk gibi dizilmişlerdi. Elini pardösüsünün iç cebine soktu, küçük bir şişe çıkarıp yudumladı ve yuvarlağının yanına gitti. "Su" yazdı havanın içine.
Uçsuz bucaksız okyanusları düşündü, denizleri düşündü. Üzerinde duran gemiler, içinde yaşayan canlılar olmasa, ne anlamı olurdu ki suyun büyüklüğünün kendi kendine? Bir gemi, koca okyanus üzerinde nedir ki, ya bir balık? Peki su bunun farkında mı? Hayır.
Suyun içine "Toprak" yazdı adam. Dağları düşündü, ovaları, madenleri. Suya göre küçüktü kara ama adama: "Su mu, kara mı?" deseler, kuşkusuz kara diyecekti. Üzerinde duruyordu; evrenden, Samanyolu'ndan, dünyadan, havadan, sudan küçüktü ama adam için en anlamlısıydı çünkü ayakları yere basıyordu.
Dünyada havadan, sudan ve karadan başka en fazla yeri neyin kapladığını düşündü. Onlara göre daha küçük olup onlardan daha anlamlı ne olabileceğini.
Bir sigara yaktı, terasın köşesine geçip saksıların ortasındaki tabureye oturdu. Hemen sonra kalkıp "Bitki" yazdı karanın içine.
Azalmanın nereye kadar gidip, nerede kusursuzlaşacağını düşündü. Bitişik apartmanın, kapısı açık terasından bir kedi çıkıp yavaş yavaş bulunduğu terasın kapısından apartmana girdi ve gözden kayboldu.
"Hayvan" yazdı, bitkiden daha küçük yer kaplayan olarak. Hayvanlar bitkilere göre çok daha gelişmiş canlılardı.
Çizdiklerine baktı adam. Koskoca evren, ne kadar küçülmüştü. Bir çiziklik yer kaldığını gördü terasında ve attı çiziğini "İnsan".
İnsan olmasaydı, tüm bu en küçükten, bilinen sonsuzluğun anlamsızlığını düşündü ve: "Bir şey daha olmalı," dedi. "mükemmeli yaratan; en küçüğün üzerindeki en büyük şey ama ne?"
Ayağa kalktı, ellerini pardösüsünün cebine soktu ve kapıya doğru yürümeye başladı. Tam ayağını basamağa atacakken bir hışırtı duydu ardında. Başını çevirdi geriye.
ALLAHU EKBER
Sesin geldiği tarafa baktı.
ALLAHU EKBER
Her taraftan aynı ses yükselmeye başladı.
ALLAHU EKBER
ALLAHU EKBER
Adam güldü. Bir adım attı basamaktan.
EŞHEDÜ EN LA İLAHE İLLALLAH!
Geriye baktı tekrar ve indi basamaklardan, yukarıya doğru...
EŞHEDÜ EN LA İLAHE İLLALLAH!
Merih Günay
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 12 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Kaşif Kahveci : Betül Ayhan |
ASUMAN
10 Mart 2004
Susuyorum… Yaptığım tek şey bu, sadece susuyorum. Belki kimsesizlikten, belki çaresizlikten belki yalnızlıktan. İçimdeki yalnızlık suskunluğa, suskunluk öfkeye, öfke hırsa, hırs hırçınlığa, hırçınlık çığlıklara dönüşüyor ve ben yine susuyorum. Bazen kuytu bir köşeye çekilip sessizce ağlıyorum. Sonra yeniden insanların arasına karışıp hiçbir şey olmamış gibi davranıyorum. Keskin sirke sadece küpüne zarar veriyor.
Amerika'ya geleli tam 45 gün olmuş. Son 45 günde ben ilk defa bu gece kendime dönüp, kendimi yaşama fırsatı buldum.
Bazen gözümün önünde odam canlanıyor. Defalarca seyrettiğim odamı, duvarların tavanla birleştiği çizgiyi, odayı ikiye bölen kirişi görür gibi oluyorum. Sanki başımı çevirsem komidinin üstündeki peluş kedicik bana gülümseyecekmiş gibi geliyor. Ben ona "yaa işte böyle kedicik" diyecekmişim, o da anlamış gibi kafasını sallayacak sanki. Yan taraftan Kont Drakula muhabbetimizi kıskanacak ve posterden kafasını uzatıp 'Love Never Dies' diye bağıracak. Kafamı biraz daha çevirince kendimi görüyorum. Aynanın hemen yanında beni her zaman seveceği notu yazılı bir fotoğraf, Ömer bana sarılmış…
11 Mart 2004
Dün geceden beri Ömer'i ne kadar özlediğimi düşünüyorum. Hani beni sonsuza kadar sevecekti, hani hiç bırakmayacaktı, hani ben ölmeden ölmeyecekti…
12 Mart 2004
Evimi özledim. Ömer'i, annemi bir de evimi özledim. Perdelerimi açtığımda bakışlarımı Beykoz'a bağlayan boğaz gözümde tütüyor. Kimi geceler şarkı söylerdi deniz bana. Kimi zaman kayıklar selamlardı beni, kimi zaman koca koca gemiler. Işığı kapatıp perdeleri açtığımda, yaşamın yorgunluğu ile eve gelip pencereye yaklaştığımda veya çalışmaktan sıkılıp balkona çıktığımda denizi görmeye o kadar alışmışım ki… Sanki birileri gelip beni öldüresiye dövmüş, bu güzelliği elimden almış da bir daha göremeyecekmişim gibi geliyor. Öyle acıyor içim. Bazen kendimi kandırmak için "korkma" diyorum kendi kendime. "Korkma, şu ilerdeki gökdelenin arkasında deniz var. Hani şuradan ucu görünüyor ya. İstediğin zaman yanına gidip, istediğin kadar ağlayabilirsin." Bazen inanıyorum bu yalanıma ama çoğu zaman kendimi teselli etmek mümkün olmuyor.
20 Mart 2004
"Aşk bu. Nasılsa bir gün bitecekti. Bu acıda bitecek, boyuna kanayacak değil ya. Her şey sıradanlaşacak bir gün, her şey bir rutine dahil olduğunda acı hafifleyecek ve unutacaksın." gibi uzadıkça uzayan filozofça öğütler veriyorum kendime. Beynim inanıyor, yüreğimi inandıramıyorum.
1 Nisan 2004
Bu gün Türk bir kızla tanıştım. Ve ben ilk defa burada birine Ömer'i anlattım. "Ölmeseydi evlenecek miydiniz?" diye sorduğunda bildiğim tek şeyin ölmeseydi buraya gelmeyeceğim olduğunu fark ettim.
İsmi Sedef. Tuhaf bir kız. Tam üç kez ona Sedef diye değil de Sady diye seslenmemi tembihledi. İlginç benzetmeleri var. Mesele buraya 'orospu' diyor. "Amerika tam bir yosmadır. Kendini sana gösterir ama asla senin olmaz" diyor. Biz buralı değiliz ya, ondanmış. Hiçbir zaman da olmayacakmışız. Çok da umurumda sanki… İlk söylediği zaman "vay be amma afili laf etti hatun" deyip geçmiştim ama galiba haklı. Buradaki her günümü tek tek anımsıyorum. Ve fonda Timur Selçuk söylüyor;
Acısı gönüllerden çıkmayan afet,
Senin sevmediklerin değil, sevdiklerin ölürmüş…
7 Nisan 2004
Kendimi bir tutsak gibi hissediyorum. Dışarıda sürekli devinim halinde bir dünya var, benim dışımda. Bense çarmıha gerilmişcesine aynı yere çivilenip kaldım. Penceremden dışarı bakıp birer hayatları olan insanları seyrediyorum. Hiçbirinin hayatı bana göre değil, hiçbirine özenmiyorum, kıskanmıyorum da. Sadece bende olmayanı anımsatıyorlar bana, rutinine kapılıp gittikleri bir hayatları var. Önümde açılan tek kapı işe çıkıyor. Etrafıma bakınıp bana özel, bana ait bir şeyler arıyorum ama bulamıyorum. Çünkü yoklar, hiçbir zaman da olmayacaklar. "Hayat bir gemi, yürüt onu göreyim seni" diyorum kendi kendime ama gemi bir türlü demir almıyor.
10 Nisan 2004
Her şey gittikçe zorlaşıyor. Zamanla daha kolaylaşması gerekmiyor muydu? Hiç tanımadığım bir ülkede, dilimi bilmeyen hiç tanımadığım insanlarla birlikte ilk günlerin daha zor olması gerekmiyor muydu? Oysa şimdi o ilk günlerden daha zor onlarla birlikte olmak. Sady ile görüştük bugün yine. Hiç kolaylaşmayacağını, hatta gittikçe daha zorlaşacağını söyledi. Tek yapabileceğim mutluymuş gibi davranmakmış. Gerçekten öyle mi?
27 Nisan 2004
İlk kez eroin kullandım…
20 Mayıs 2004
Garip, anlaşılmaz, anlatılmaz, sıkıcı ve boğucu. Burada günler hep birbirinin aynısı. Yaşamdan iyice koptum, kendi içime zincirlendim. Kendime güvensizliğim beni sinirlendiriyor. Düşününce saçma, yaşarken korkunç. Bir daha eroin almayacağım. Sady ile de artık görüşmeyeceğim.
30 Mayıs 2004
Psikoloğa gitmek hiç iyi bir fikir değilmiş. Hiç tanımadığım, beni hiç bilmeyen, hiç bilmediğim bir adam birden bire cebinden çıkarır gibi beni koydu karşıma. Aniden yüzleştim kendimle. Önce nedenini anlayamadığım bir öfke kapladı içimi. Dişlerim birbirine kenetlendi. Sonra fark ettim ki sebep benim. Umursamadığım, yokmuş gibi davrandığım, sevmediğim ben birdenbire çıktı karşıma. Varlığı ve çaresizliği beni yeniden bir kafese kapattı. O buhran hali, o deli çığlıklar yeniden içime doldu. Hiçbir şeyin değişmeyeceğine yine inandım. Hep böyle tutsak kalacağım. Dışımdaki kabuğu hiç kıramayacağım. Ve ben artık kendimi hiç sevmiyorum. Daha ne kadar devam edebilirim bilmiyorum.
25 Temmuz 2004
Hepsi yaşandı değil mi? Hepsi gerçekti. Lütfen biri çıkıp bana bunların gerçek olduğunu, benim de bir zamanlar bir ülkem, ailem, sevdiklerim olduğunu, zamanı geldiğinde tekrar onlarla buluşup mutlu olacağımı söylesin. Albümlerime bakarken kendimi daha önce okuduğum bir dergiyi karıştırır gibi hissediyorum. Hepsini biliyorum, hepsi bana aşina şeyler ama sanki bana ait değiller. Her fotoğrafı gördüğümde sadece o anı anımsayabiliyorum. Gerisini ya da öncesini ne kadar uğraşsam da hatırlayamıyorum. Dün gece Ömer'in yüzünü hatırlayabilmek için resmine bakmam gerekti. Her gece uyurken ona sarıldığımı hayal ettiğim halde yüzünü hatırlayamadım. Çok sarhoştum, ondan diye kendimi teselli etmeye çalıştım ama ben bile inanmadım kendime. Beynim parça parça çürüyor, hissedebiliyorum. Yakında hepsi çürüyecek ve artık kalbime emirler veremeyecek. Heyecanla o günü bekliyorum.
Ağustos 2004
Artık günleri takip etmiyorum. Hepsi aynı olduktan sonra ne anlamı var ki. Bak şimdi, güne takılıp ne diyeceğimi unuttum. Uykum var.
Ekim 2004
Yazıya oturup sonu gelmeyen cümleler kurmak, yazmak, içimdeki fırtınalarla bir parça kağıda bitmeyen cümleler kurmak istiyorum. Ama yapamıyorum. Nasıl ki sokağa çıkınca gidecek bir yer bulamıyorsam, bu koskoca şehirde, bu ülkede hiçbir yerim yoksa daha henüz kapıdayken mühürleniyorsa yol ağızları, yazıya oturunca da öyle kalakalıyorum. Düşüncelerim bir yol bulup bir yöne doğru akamıyor. Zaten uzun zamandır düşüncelerimin gideceği yeri ben belirlemiyorum.
Artık zamanı geldi. Ölümü, bu ödülü hak edecek kadar acı çektim bence. Birazdan her şey derin bir sessizliğe gömülecek. Ne sokaktan arabalar geçecek, ne üst kattaki zenci kadının cırlak bebeği ağlayacak ne de televizyondaki şu aptal şovun sunucusu kulaklarımı tırmalayan sesi ile bağırabilecek. Bunu neden daha önce akıl edemedim diye kızıyorum kendime. Salak Sady bile benden cesur çıktı. Sadece ölmeden önce annemi ve kardeşimi bir kez daha görmek isterdim ama o kadar bekleyecek sabrım ve zamanım yok. Hem onlar bu haldeki beni görmek istemezler eminim. Ömer'i gördüm dün gece rüyamda. Beni çağırıyordu. Küçükken babaannem dedemi rüyasında görmüştü, onu çağırmış dedem. Öleceğim diye günlerce uyuyamamıştı. Ne kadar aptalca. Oysa ben şimdi uçar gibi bir hafiflik hissediyorum. Acele etmeli, ellerim bu işi başaramayacak kadar titremeye başlamadan önce halletmeliyim. Umarım annem ağlamaz…
BeT
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 4 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
KONTRA MİZANA : Tamer Soysal |
ABD'DE SEÇİMLERE DOĞRU (1)...
I - ABD'de Yönetim Sistemi ve Seçimler
Amerika Birleşik Devletlerinde 4 yılda bir yapılan seçimler bu yıl 2 Kasım'da yapılacak. ABD 200 yıldır Başkanlık Sistemi ile yönetilen bir ülke. Seçimlerde bir başkan ve bir başkan yardımcısı seçiliyor. Görev süresi ise dört yıl. 1951'de kabul edilen yasa ile bir kişinin ikiden fazla dönem başkan seçilmesi yasaklanmıştır. Yani bir kişi en fazla iki dönem başkanlık yapabilir. Eisonhower, Ronald Reagan ve Bill Clinton iki defa başkan seçilmeyi başarmışlardır. Başkanlık seçimleri bizdeki gibi belirsiz ve kimin ortaya attığı belli olmayan tarihlerde yapılmaz. Seçim yapılacak tarih kanun ile tespit edilmiştir. Seçimler her dört yılda bir Kasım ayının "ilk pazartesini izleyen Salı günü" yapılır. Kasım ayının birinci günü Salı gününe denk gelmiş ise kural seçimlerin "Kasım ayının ilk Pazartesini izleyen gün" yapılması olduğu için seçim sonraki Salı yapılacaktır. Yani ABD'de seçimler en geç "8 Kasım" da yapılır. Başkan adayı olabilmenin asgari olarak 3 şartı vardır. ABD Anayasasına göre Başkan Adayı olabilmek için ilk şart "doğuştan ABD vatandaşı olmak" tır. İkincisi "en az 35 yaşında" olmaktır. Üçüncüsü ise "ABD'de en az 14 yıl ikamet etmiş olmak" şartıdır. Bu üç şarta haiz olmayanlar Başkan Adayı olamazlar. 1
Demokrasilerde eğer halkın kullandığı oylar direkt olarak seçimi belirliyorsa buna 'tek dereceli seçim' adı verilir. Yok eğer bazı demokrasilerde örneğin ABD'de olduğu gibi halk önce bir kısım seçmeni seçiyor sonra bu bir kısım seçmen asıl seçimi yapıyor ise bu da 'iki dereceli seçim' diye adlandırılır. ABD'de seçime katılan halk önce 100 Senato, 435 Temsilciler Meclisi ve 3 Columbia olmak üzere toplam 538 ikinci seçmeni seçerler. Bu ikinci seçmenlerin oluşturduğu topluluğa "Electoral College"(Seçim Koleji) adı veriliyor. Biz buna "İkinci Seçmenler Kurulu" diyebiliriz. İkinci seçmen sayıları eyaletlerin nüfuslarına göre belirlenir. Örneğin toplam nüfusa oranı % 10 olan California eyaleti, Seçiciler Kuruluna 55 delege gönderiyor. Her eyalette en çok oyu alan parti o eyaletin seçiciler kuruluna göndereceği tüm sayıyı kazanmış oluyor. Bu nedenle bir Parti ülke genelinde en çok oyu alan parti olsa dahi eğer büyük eyaletleri Florida, California gibi kaybetmiş ise seçimi de kaybedebiliyor. Bunun en bariz örneğini 2000 Seçimlerinde ülke genelinde en çok oyu almasına rağmen seçimi kaybeden Al Gore'da gördük. Seçilen İkinci Seçmenler ise oylarını "Aralık ayının ikinci Çarşambasını izleyen Pazartesi" günü kendi eyaletlerinde kullanırlar. Bu oylar 6 Ocak günü sayılır ve Başkan resmen belirlenmiş olur. Aslında bu ikinci süreç formaliteden ibaret gözükmektedir. Çünkü halkın "Electroral Vote" adı verilen ikinci seçmenleri seçmesinden sonra zaten bu ikinci seçmenlerin hangi partilerden oldukları belli oldukları için bu aşamada Başkan belirlenmiş olmaktadır.
Başkanın 6 Ocak'da resmen belirlenmesinden sonra 20 Ocak'da Başkan, Yüksek Mahkeme Başkanı önünde "Kitab-Mukaddes" yani İncil üzerine "Başkanlık görevine bağlı kalacağına ve Birleşik Devletler Anayasasını koruyacağına, kollayacağına ve savunacağına" dair yemin eder.
Başkan yardımcısı (Vice President) da başkanla birlikte seçilir. Başkan Yardımcısı da seçilme yeterliliği için Başkan ile aynı şartlara tabidir. Başkan Yardımcısı "Ulusal Güvenlik Konseyi" nin üyesi ve Senato'nun da başkanıdır. Başkanlık Sistemi ile yönetilen ABD'de Parlamenter sistemdeki bakanlıklar yerine "department" adı verilen bölümler bulunur. Bu bölümlerin başında ise bizdeki bakanın karşılığı olarak "sekreter" tabir edilen kişiler atanır. Örneğin Adalet Bakanlığı için "Department of Justice" tabir edilen kişi görevi yürütür. Başkan Senato'nun görüş ve onayını alarak Sekreterleri atar. Sekreterler meclise yani Kongre'ye karşı değil, Başkana karşı sorumludur. Başkan istediği zaman herhangi bir sekreteri görevden alabilir. Bizdeki "Bakanlar Kurulu" karşılığı olarak sekreterler ve Başkanın bir arada toplanmasına "Cabinet" (Kabine) adı verilmektedir. Kabine, ABD Anayasasında geçmemesine rağmen fiilen 'danışma' organı olarak toplanmaktadır. Bu yönüyle de Parlamenter Sistemlerdeki "Bakanlar Kurulu" ndan farklıdır. Bakanlar Kurulu anayasal bir organdır ve bağlayıcı nitelikte kararlar alabilir. Oysa, kabinenin kararları ancak istişari yani görüş belirtme niteliğindedir. Ayrıca kabine anayasal bir organ değildir. Başkan, sekreterlerin görüşünü sorar ama onların görüşlerini uygulamak zorunda değildir. 1861-1865 yılları arasında başkanlık yapan Abraham Lincoln kabineye bir öneri getirir. Fakat sekreterler hayır oyu verir. Lincoln "yedi hayır, bir evet; evetler galip" diyerek sistemin özünü de ortaya koymuş olur. Başkanın kongreye karşı da siyasal sorumluluğu yoktur. Senato üyeleri 6 yıl için seçilirler, temsilciler meclisi üyeleri ise 2 yıl için seçilirler. 2 Kasım'daki seçimde Senato'nun 1/3'ü yenilenecek. Temsilciler Meclisi'nin ise tamamı yenilenecek. Bu şekilde senato ile başkan arasında karşılıklı dengeye dayalı bir ilişki oluşumuna çalışılır. Çoğunluğun aynı kişide olması önlenmesi esasına dayalı bu sistemle Başkanlık Sistemi'nin gücün tek elde toplanması tehlikesi bir ölçüde yumuşatılmaya çalışılır.
Başkan'ın görevi dört şekilde sona erebilir. Birincisi normal süresinin yani dört yılın dolması ile.. İkincisi ölüm, üçüncüsü istifa ve son hal ise "görevden uzaklaştırılma" yoludur. Görevden uzaklaştırma yolu ancak kökeni İngiliz sistemi olan "İmpeachment kurumu (itham sistemi)" ile görevden alınma ile gerçekleşir. Bu sisteme göre ABD'de bir federal görevli (askerler hariç) Temsilciler Meclisi'nin istemi ve Senato'nun 2/3 çoğunluk ile alacağı karar ile görevinden uzaklaştırılabilir. İtham için sebepler ise sayılmıştır. Bu haller; "vatana ihanet (treason)", "zimmet (bribery)" ve sınırlı sayıda olmayan "diğer ağır cürüm ve kabahatler (other high crimes and misdemeanors)" olarak tarif edilen suçlardır.
II - ABD'de Partiler ve Seçimlere Katılım Oranları
"Üstün İktidar halktan gelir de nereye gider?"
B. Brecht
ABD'de seçimlerde önplanda olan iki adaydan John F. Kerry Demokrat Parti'den (The Democratic Party), George W. Bush ise Cumhuriyetçi Parti'den (The Republican Party). Texe Marrs "İlluminati" adlı kitabında "Sağ Kanat, Sol Kanat, Cumhuriyetçi ve Demokrat; Hepsi Aynı!" diyor. Gerçekten de bu partilerin isimleri dahi belirleyiciliğini sonradan kazanmışlar. Demokrat Parti'nin kökeni 1793 yılında Thomas Jefferson'un kurduğu "Cumhuriyetçi Parti" ye kadar gidiyor. Jefferson'un kurduğu bu partiye bugün "Demokratik Cumhuriyet Partisi" de deniliyor. Daha sonra Demokrat Parti'nin ilk başkanı olarak bilinen 1829-1837 yılları arasında Başkanlık yapan Andrew Jackson, Parti'den ayrıldı ve Ulusal Cumhuriyetçilerin karşısına Demokratik Cumhuriyetçi Parti olarak çıktılar. Daha sonra Jackson'un önderliğini yaptığı bu gruba sadece "Demokratlar" denmeye başladı. 2 1833 ile 1856 arasında Whig'ler denilen grubun karşısında olan parti, daha sonra ise bugünkü Cumhuriyetçiler ile karşı karşıya gelmiştir. O tarihlerde İngiltere'de de partilerin ayrımı liberalleri belirten Whig'ler ve muhafazakarları belirten Tory'ler olarak belirlenmişti. Demokratların parti programlarında temel ilkeler ise sosyal refah ve adalet, işçi hakları, sendikalaşma, çoğulculuk ve sekülerizm olarak belirlenmiş. Demokratların simgesi alt tarafı kırmızı üst tarafı ise beyaz dört yıldız işlemeli mavi fondan oluşan bir eşek.. Bu simge ilk kez 15 Ocak 1870'de "Harper's Weekly" adlı dergide Thomas Nast tarafından çizilmiş bir karikatürde Demokratlar için kullanılmıştır. Aynı Thomas Nast 7 Kasım 1874'de de Cumhuriyetçiler için "fil" simgesini kullanmıştır. Bu partileri simgesel olarak ayıran işaretler olarak 1890'ların başlarında Demokratlar için "horoz"; Cumhuriyetçiler için ise "kartal" olarak kullanılmıştır. Ancak zamanla bu partilerden önce Cumhuriyetçiler "fil" simgesini benimsemiş ardından da Demokratlar "eşek" simgesini kullanmaya başlamıştır. Cumhuriyetçilerin "fil" simgesi de alt tarafı kırmızı üst tarafı mavidir. Ve bu mavi fon üzerinde üç adet beyaz yıldız bulunur. Cumhuriyetçiler "Fil", ağırbaşlı, zeki ve güçlü olmayı simgelemektedir. Oysa Demokratlar için fil aptal, sakar, kendini beğenmiş ve tutucudur. Demokratlar kendi simgeleri olan "Eşek" için alçak gönüllü, sade, cesur, azimli ve sevgi dolu nitelemesini yaparlar. Oysa aynı eşek Cumhuriyetçiler için inatçı, salak ve komik olarak görülmektedir. Seçimlerde Cumhuriyetçileri "turuncu" renk; demokratları ise "mavi" renk temsil ediyor.
Bush'un aday olduğu Cumhuriyetçi Parti "Grand Old Party" (GOP) ile de yaygın olarak ifade ediliyor. Ripon Wisconsin'in 28 Şubat 1854'de kölelik karşıtı olarak oluşturduğu gruba dayanan parti, serbest piyasa ekonomisi, ulusalcılık, sosyal korumacılık, sosyal güvenlik ve inanç özgürlüğü gibi ilkeleri esas alıyor. 3
Partiler demokrasi denilen halk egemenliğinin sağlanmasında çok önemli bir araç ancak partileri birbirinden ayıran ölçütler fikirsel ayrımlar değil, büyük menfaatlerin korunması oluyor ise o zaman ne halkın istekleri için köprü olması gereken partiler bu işlevini yerine getirmiş oluyor ne de onca insanın ayrışmasının bir anlamı kalıyor. Texe Marks "yok birbirlerinden farkları" diyor. Cemil Meriç 1974'de suni ayrımları ne de güzel anlatıyor : 4"Mefhumların kah gülünç, kah korkunç maskelerle raksa çıktığı bir karnaval balosu, fikir hayatımız. Tanımıyoruz onları, nereden geliyorlar bilen yok." Evet gerçekten hem dünya ölçeğinde ve bilhassa ülkemiz içinde düşündüğümüz zaman bu ayrımların nereden kaynaklandığını kaç kişi merak etti? Oysa binlerce kişi ne uğruna mücadele ettiğini idrak etmeden birbirlerine saldırdılar, öldürdüler, öldüler. Sağ ile Sol ayrımı Fransız İhtilali sonrası oluşan Meclis'de Kralın sol ve sağında oturanlara göre yapılmış bir ayrım. Sağ tarafında oturanlar tutuculuğu ve aristokrasiyi temsil ederken; sol tarafında oturanlar ise değişimi ve halkı temsil ediyor guya.. Ve bu ayrım başlıyor. Cemil Meriç devam ediyor:
"Kavga insanla kader arasında değil artık, insanla kelime arasında. Rüyaları o bayraklaştırıyor. Yığınlar, onun için dövüşüyor, onun için ölüyorlar...... Sol ile Sağ, bu karanlık kafilenin öncülerinden ikisi. Sol, latincede Meş'um, eski Almancada eğri demek.. Sağ kibar ve imtiyazlı; Rabbin sevgili kulları sağında oturacaklar, diyor Tevrat. Sol ile Sağ yeni bir hüviyetle politikaya sıçrayışı, Fransız İhtilali ile yaşıt. Napolyon orduları ihtilalin ideolojisini dünyanın dört bucağına taşır; yani kelimelerini. Avrupa, Fransa'nın mirasını muhabbetle benimser.. aynı manevi iklim, aynı içtimai yapı.... Sol-Sağ.. Çılgın sevgilerin ve şuursuz kinlerin emzirdiği iki ifrit. Toplum yapımızla herhangi bir ilgisi olmayan iki yabancı.."
ABD'de demokratlar sol kanat; Cumhuriyetçiler ise sağ kanatı temsil ediyor diye tanımlanıyor genellikle. Yani birisi değişimi öteki muhafazakarlığı.. Ancak Marrs'ın ifade ettiği gibi suni ayrımlar bunlar. Çünkü ABD siyasa yaşamına baktığımız zaman partiler değişmesine rağmen politikalarda köklü değişimler olmadığını görüyoruz. Bugüne değin Cumhuriyetçiler 18 başkan, Demokratlar ise 14 başkan çıkartmış. Son demokrat Başkan 1993-2001 arasında iki dönem başkanlık yapan Bill Clinton.. Diğer önemli demokrat başkanlar Harry Truman, John F. Kennedy, Jimmy Carter.. 2 Kasım 2004'deki seçimde Demokratların adayı John Forbes Kerry ise John Fitzgerald Kennedy ile "JFK" şeklinde isim benzerliği yaratarak kelimelerin çekim gücünden de faydalanmak istiyor. Diğer ünlü demokratlar Hillary Clinton, Wesley Clark, Joseph Lieberman.. Cumhuriyetçilerin ilk başkanları Abraham Lincoln.. Diğer ünlü başkanları Theodore Roosevelt, William Howard Taft, Dwight Eisonhower, Richard Nixon, Ronald Reagan ve George Bush.. Diğer ünlü Cumhuriyetçiler ise Dick Cheney, Colin Powell, Condeleezza Rice, Arnold Schwarzenegger..
ABD Dünya'nın jandarma devleti olması nedeniyle Dünya'nın süper gücü olarak bilinir ve bu vesile ile de aynı zamanda "en demokrat" ülke imajına sahiptir. Oysa ABD'de kölelik 1865'de ancak savaşı Kuzeylilerin kazanması ile kaldırılabildi. İnsanlar demokrasinin asgari gereği olan seçimleri demokrasi için yeter şart olarak düşünürler ancak "seçimlere katılım oranı", "kitleleri etkileme olanakları", "fırsat eşitliği" gibi kavramların seçimlerin sonucunu nasıl etkilediğini hiç düşünmezler. Wright Mills, bunu "İktidar Seçkinleri" kitabında sorgulamıştır. Michigan Üniversitesi bünyesinde yapılan bir araştırmaya göre, demokrasinin en çok geliştiği kabul edilen Amerika'da bile, seçimler mutlak çoğunluğun değil, tamamen azınlık sayılan sınırlı çevrelerin iradesi olarak tezahür etmektedirler. Buna göre, demokratik mekanizmayı yönlendiren en tepedeki organizatörler (parti liderleri, adaylar ve parti yöneticileri) 1.000 kişide ancak 2.5 kişidir. Para toplayan ve kampanyaları yürüten organizasyon üyeleri % 5 , kamuoyu liderleri (baskı grupları, iş, ticaret, büyük aileler ve etkileyici merkezler ) % 25'i geçmezler. Seçime katılan insanlar ise ancak nüfusun % 25-35'idir. Şimdi toplam nüfusun % 3-7 arası değişen apolitikler ile hemen hemen hiçbir seçime katılmayan % 30'luk nüfusu göz önünde tutarsak, sonuçta çok azınlık sayılan bir elit çevrenin demokratik mekanizmada başrol oynadığı görülür. Buna bazıları iktidar seçkinleri derler. Karl Deutch, bu teoriden hareketle bir 'Elit Piramidi' çizer. Ona göre toplum hayatının bütün politik sürtüşme ve mücadeleleri halkın ancak % 9'unun yer aldığı dar bir çevre arasında geçer. Aynı hesaba göre 40 milyonluk bir ülkede bunların sayısı 2000'den fazla değildir.
ABD en son yapılan 2000 seçimlerinde seçime katılım oranı % 50.7'dir. Yani seçmen olarak oy kullanabileceklerin yarısı oy kullanmamıştır. Oysa 1876 seçimlerinde bu oran % 81.1 olarak en yüksek düzeyindeydi. 1880 ve 1890'larda bu oran % 80'ler civarında gezindi. Ancak 1924'de bu oran % 48.9'a düştü. Bu oran 1996 seçimlerinde ise % 49.1'dir. James Reichley Amerikan Seçimlerini anlattığı kitabında "seçim kampanyalarına çok para harcandığı ve kampanyaların uzun sürdüğü, kamuda adaylara ilişkin algılamaların biçimlendirilmesinde medyanın rolünü ve adayların saptanmasında "özel çıkarların" etki ettiğinin" sık şekilde dile getirildiğini ifade etmektedir. Dolayısıyla seçimler Wright Mills'in çok güzel ifade ettiği gibi kağıt üzerinde kalmakta gerçekten "halk iradesi"ni yansıtmaktan uzaklaşmaktadır.
(devam edecek)
1 Geniş bilgi için bkz. Kemal Gözler, "Devlet Başkanları: Bir Karşılaştırmalı Anayasa Hukuku İncelemesi", Ekin Yayınevi, Bursa 2001, "www.anayasa.gen.tr/devletbaskanlari.htm"; 1.5.2004
2 Demokrat Parti için bkz. http://en.wikipedia.org/wiki/United_States_Democratic_Party; http://www.democrats.org/
3 Cumhuriyetçi Parti için bkz. http://en.wikipedia.org/wiki/United_States_Republican_Party; http://www.gop.com/
4 Cemil Meriç, "Bu Ülke", İletişim Yayınları, s.77 vd.
Tamer Soysal tsoysal@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 7 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Arap kahvesi : Beyhan Duffey |
Ayı Rezzak ve Çocuklar
Bugün size anlatacağım kişi bizim mahalleden. Onun yanındayken bütün mahallelinin hitap şekliyle Abdulrezzak Abi, o yokken, arkasından hitap şekliyle de “Ayı Rezzak”.
Ben bu mahallede doğmuşum. O gün bu gündür de hiç ayrılmadım buradan. Yıllar içinde çok komşular geldi geçti ama bir biz bir de Ayı Rezzak bu mahallenin demirbaşlarıyız.
Ben küçükken bu Ayı Rezzak ufak tefek bir hanımla evliydi. Çocukları yoktu. Kadın annemin kabul günlerine hep yorgun gelir, eli kolu kalkmazdı hiç. Elindeki kurabiyeleri yarım ağızla yer çokça etekliğine ve halıya döker, eli çay bardağında öylece uyuyakalırdı. O saatlerce öyle uyuyadursun, hanımlar kendi aralarında fısıldaşıp gülüşür, Ayı Rezzak la karışının başından geçenleri, geçebilecekleri bütün ayrıntılarıyla konuşur, eğlenirlerdi. Misafirlerin gitmesine yakın kadın derin uykusundan uyandırılır, sırtı sıvazlanarak yolcu edilirdi. O uyumaktan fırsat bulup da kimselerle sohbet edemediğinden, bu uykulu halinin sebebini kimselere anlatamazdı. Hoş zaten soracak olsalar da anlatmazdı ya…
Ayı Rezzak, lakabı üstünde ayı gibi bir adamdı. Ben çocukken Ayı Rezzak’a baştan aşağı bakamazdım, gözlerim yoruluverirdi. Araya yıllar girdi, ben de bir metre yetmişbeş santimlik boya eriştim ama Ayı Rezzak’a bakarken hala gözlerim yorulurdu. Neyse, Ayı Rezzak’in en ilgi çeken tarafı kocaman olan elleri ve ayaklarıydı. Birisiyle tokalaşırken falan adamın elini öyle bir sıkardı ki, karşısındakinin yüzü acıdan renkten renge girerdi. Kahvede pişti oynarken sürekli kağıt çalar, koca avcunun içinde ustalıkla saklardı. Onun kağıt çaldığını bilir ama korkudan ses çıkaramazlar ama çaldığı kağıtları da nerede sakladığını bir türlü bilemezlerdi. Oyunu hep kazanır sonra da o koca cüssesine tezat tiz bir sesle çocuk gibi gülerdi. Ama çevresindekiler bu tezatlığa cesaret edip de gülemezlerdi. Ayakkabı boyacıları onun ayakkabılarını boyamak istemezlerdi. Çünkü bir ayakkabı boyama parası alır ama iki kat boya ve cila harcarlardı. Birde boyun kılları meşhurdu onun. Boynuna kadar traş olur ama geriye kalanlara bir çare bulamadığından gömleğinin yakasından isyan edercesine dışarı fırlardı gövde kılları. Pörtlek gözleri olduğunu da söylemeyi unuttum galiba.
Ayı Rezzak taşaron inşaat işiyle uğraşırdı. Onu o işle uğraşırken hiç kimse görmemişti ama o öyle diyorsa da öyleydi. Mahalledekilerin ödü kopardı ondan. Çok konuşmazdı zaten. Erkeklerle kahvede kağıt oynamak dışında bir sohbeti yoktu. Kadınlarınsa yüzüne zaten hiç bakmazdı. Biz çocuklara da gülerek bakar, hep göz kırpardı. Bacak kadar boyumuzla gözümüze dev gibi görünürdü Ayı Rezzak. O bize gülümseyince bizim korkudan ödümüz bokumuza karışır, kaçacak delik arardık.
Yaz akşamları mahalleli çocuklar toplanır saklambaç, çelik çomak gibi gürültülü patırtılı oyunlar oynardık. Uçuşan tül perdelerin ardından pencerenin önündeki sedire kurulmuş, sigara külünü pencereden aşağı savuran atletli, bıyıklı amcalar kafalarını uzatır bir iki bağırırlardı. Bizse hiç oralı olmaz oyunumuza devam ederdik. Ne zaman ki Ayı Rezzak sokağın köşesinde görünür, biz hemen çil yavruları gibi evlerimize dağılırdık. Aslında bize kızıp bağırmışlığı yoktu hiç. Ama o heybetli görüntüsünden ve büyüklerimizden dinlediğimiz onunla ilgili korku hikayeleri yüzünden biz ondan çok korkardık.
Ayı Rezzak her gün renk renk plastik torbalar içinde birşeyler taşırdı evine. Bizim mahalleli, bakkalın verdiği siyah plastik poşet dışında öyle alli güllü naylon torbalar görmediğinden, şaşkınlıkla bakardık Ayı Rezzak’in elindekilere. Hele o içindekiler!!.. Ne taşırdı acaba o güzel çantaların içinde?
Kadınlar dedikodu eder, Ayı Rezzak’in aslında çok ince ruhlu bir erkek olduğunu ve taşıdığı torbaların içinde de karısına aldığı hediyeler olduğunu fısıldaşırlardı. Gerçi Ayı Rezzak’ın karısının ağzından böyle birşey işitmemişlerdi. Hatta karısının onunla ya da evlilikleriyle ilgili bir tek laf ettiğini duyan olmamıştı. Onların yaşamları mahalleli için ulaşılamaz bir sırdı.
Ayı Rezzak’in nereli olduğunu, kimi kimsesi olup olmadığını bilen yoktu. Eskiler, yaşlı bir anası olduğunu önün da yıllar önce olduğunu söylerlerdi. Bir gün de işte bu küçük kadınla çıkıp gelmişti, parmaklarında da birer alyans. Ayı Rezzak ve karısı haftada bir dışarı çıkıyor akşama dönüyorlardı. Mahalleli kadınlar doğum yapmak için hastaneye gitmeleri dışında mahalleden çıkmadıklarından bu durumu kıskanıyorlardı. Ayı Rezzak bile bit kadar karısını koluna takıp durmadan gezmelere götürüyor. Senin hadi bir gün şuraya gidelim demişliğin var mi”? diye aile kavgaları yaşanıyordu o sıralar mahalledeki her evde.
Çok geçmedi bu beti benzi soluk, halsiz küçük kadın bir ince hastalığa tutulup, öldü. Ayı Rezzak’in üzülüp üzülmediğini kimse anlayamadı. Ama bütünüyle de içine kapandı. Kahveye falan da inmez oldu. Herkesin dikkatini çeken bir şey vardı ki, Ayı Rezzak evine renkli torbalar taşımaya, karısı öldükten sonra da aralıksız devam etti.
Aradan yıllar geçti artık çocukluktan çıktık. Çıkmak ne kelime, çoluk çocuğa karıştık. Ben yine ailemle aynı mahallede oturuyorum. Çocukluğumdaki komşularımızın hepsi bir yerlere göçtü. Yine Ayı Rezzak ve bizim aile başbaşa kalan. Mahallemize yeni taşınanlar var elbet. Çoluk çocuk yine sokaklarda, oyunlarda… Kadınlar kapı eşiklerinde gelinlik kızlarına çeyizlik hazırlamakta, tulumlarından sıyrılmış işçiler, atletleriyle pencere önünde sigaralarını fosurdatmakta. Çok değişmemekle birlikte Ayı Rezzak biraz yaşlandı. Şimdi bir başına. Bütün gün evinin içinde ne yaptığını ise bilen yok.
Bir müddet sonra bizim mahallede birşeyler olmaya başladı. Mahallenin küçükleri saklı gizli Ayı Rezzak’in evine girip çıkmaya başlar oldular. Bütün mahalle fısır fısır bunu konuşuyor ama kimse de cesaret edip Ayı Rezzak’in kapısına dayanamıyordu. Benim küçük kızın da gittiğini öğrendiğimde artık dananın kuyruğu koptu. Çektim kızımı önüme, sordum. Kafasını önüne eğdi, tek kelime etmedi. Kaba kuvvete başvuracak oldum. Çocuğun gıkı çıkmıyor. Mahalleli toplandık bu işin sonunun polisle biteceğine karar verdik. Çünkü bu adamın ne dolap çevirdiğini, çocuklarımıza ne tür kötülükler yaptığını öğrenmenin ve cezasını vermenin başka yolu yoktu. Aslında mahalleli erkekler toplanıp kapısına dayanabilirdik ama açıkçası tirstık.
Birgün pusuya yattık. Çocuklarımız o çocuk akıllarıyla, çevrelerini kollayarak gizlice bir bir içeriye sızmaya başladılar. Neyle karşılaşacağımızı az çok tahmin ediyorduk. Bu yüzden de öfkemiz gitgide daha çok kabarıyordu.
Sonunda polis geldi. Ekip önde bütün mahalleli burnundan soluyarak arkalarında dayandık kapıya. Ayı Rezzak bütün görkemiyle dikildi kapıda. Polisler de dahil hepimiz söyle bir heybetinden irkildik. Neyse ki çabuk toparlandık. Kimseden ses çıkmıyor, polisler ve Ayı Rezzak’ın konuşmasını dinliyorduk. Polis mahallenin küçük çocuklarını evinde alıkoyuyor olmaktan kendisinden şikayetçi olduğumuzu söyledi . Ayı Rezzak kapıyı sonuna kadar açtı. Önde polisler arkasında yine biz sığışabildiğimiz kadar, girdik içeri.
Gördüklerimize inanamadık. Evin içi her çeşidinden, rengarenk oyuncak doluydu. Lokomotifler, yarış arabaları, boy boy bebekler, uçaklar, futbol topları, minik bebekler için olanlar … Aklınıza gelebilecek her türlü oyuncak. Önce bir anlam veremedik. Evin çeşitli yerlerine dağılmış çocuklarımız yakalanmış olmanın suçluluğu ile gözlerimizin içine bakıyor ama ellerindeki oyuncakları da bırakmıyorlardı. Ayı Rezzak onlara birşey dememiş olduğu halde çocuklarımız bir daha onları o oyuncakların olduğu eve göndermeyiz korkusuyla ağız birliği etmişler büyüklere söylememeye. Polis bize döndö. Ne diyeceğimizi şaşırmıştık.
Ayı Rezzak’dan şikayetçi olmamıştık. O gün ilk kez Ayı Rezzak bizimle konuştu. Hem de çocukluğundan, gençliğinden, ailesinden, yıllar önce Almanya’ya gidip de kendisinden bir daha haber alamadığı abisinden, karısından ve çok isteyip de bir türlü sahip olamadıkları çocuklarından.
O günden sonra çocuklarımızın Rezzak dedesi bizim de büyüğümüz olarak saygı duyduğumuz Rezzak abimiz oldu geçmişin Ayı Rezzak’ı.
Yıllarca renkli torbalar içinde olmamış çocuklarına oyuncak satın alan Rezzak abimizin evi iki yıl boyunca çocuklarımız tarafından her gün tekke gibi ziyaret edildi. Öldüğünde, oyuncakların mahalleli çocuklar arasında pay edilmesini geri kalanınsa Çocuk Esirgeme Kurumu’na bağışlanmasını vasiyet etmişti.
Şimdi cenazeden dönmüş onun evindeki oyuncakları kamyonetlere yüklerken hepimiz çok üzgünüz. Özellikle ben. Otuzbeş yıldır bu adamı, Ayı Rezzak’ı, Rezzak Abi’yi tanıyamamış olmanın ezikliğiyle. Ondan boşuna korkmuşuz, korkutulmuşuz çocukluğumuzda. Oysa o çocukları olmasını gönülden isteyen bir adamın sevgi dolu bakışlarıyla bakarmış herbirimize.
Huzur içinde yatsın…
Beyhan DUFFEY - Cidde / Suudi Arabistan duffey@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 11 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Çılgın kaynanalar ve Eşcinseller...
Taze olay diye ben buna derim. Ülkenin gidiş hattı iyi mi?, kötü mü?. Bunu bir bilene danışmalı derken, her gün televizyonda bazı programlar ülkemizle alakalı bazı konulara açıklık getirmek için uzman kişi veya sorunun temelinde kişilerle program yapıyorlar. Bu programları büyük bir ihtişamla anlatmak ve reklamını yapmak yine kendi işleri olduğu gibi, halka bunu anlata bilmek için “uyan ey halkım” gibi bir tümceyi gönül rahatlığıyla kullanabiliyorlar. Ve program tüm reklamı uzmanları ve olayın içersinde ki mevcut kadrodan bazı kişilerle başlıyor.
Sorular, cevaplar ve bazı cevaplara itiraz gerektiren tartışmalar.
İnsanların bir çok şeyi görüp değerlendirme yaptığı medya tüm hünerleri ve şatafatı ile gövde gösterilerine başlıyor. Sonuç ortada aynı tas, aynı yıl ve geçtiğimiz senelerin benzeri bir durum.
Şimdilerde bu tartışmalı ülke gerçeklerini bir kenara bırakmadan gündüzleri de insanları ve evinde iş yapmaya çalışan insanlar üzerinde yenilikler geliştiren medya, yeni sayılan ve bir öncekiden esinlenerek devam eden, kaynana ve gelinleri bir evde toplayarak, çok önemli bir mesele üzerinde ülke insanını meşgul ediyor. İster istemez bu yayınları izleyen yurdum insanı normal olarak her gün içli dışlı olduğu bu yaygara takımından etkileniyor.
Bu yayını uzun uzun anlatma gereği duymuyorum. Herkes olayın ne boyutta sürüklendiğini çok iyi biliyor.
Bizim çocukluğumuzda bazı diziler vardı. Ve bu diziler Türk kültür ve gelenekleri bir yana bazı azınlıklarında değerlerini detaylı bir şekilde anlatması bir yana, ana tema sevgi ve saygı üzerine kuruluydu. Bu sevgi ve saygı çerçevesinde anlatılan bir dizi: Kuruntu ailesi. Hüsnü kuruntu ve ailesini anlatan dizi; damat ve gelin konulu, tamamen saygı ve sevgi içersinde aynı anda tatlı çekişmeleri de izleyip sorun olmadan ve kafalar karışmadan ekran başından kalkmamızı sağlıyordu.
Bir diğer dizi: Kaynanalar. Nuri kantar ve ailesinin eğlenceli yanları ile hayatımıza bazı örnekleri yine saygı sevgi ve tüm değerleri ile sunmaları.
Tamamı usta diye nitelendirilen tiyatro sanatçılarından oluşan bu kadrolar tamamen Türk insanına faydalı olabilecek konuları ile iyi düşünen ve değerlendiren insanların hafızalarına kazınmış durumdalar.
Peki şimdi niye konular ve oyuncular hep aynı ve yozlaşan toplumun yarasına tuz basarcasına diziler çeviriyorlar?..
Halk arasından örnek bir replik: kurtlar vadisi Türkiye’nin gizli gerçeğini ortaya çıkartıyor.
Vay anasını sayın seyirciler; herkes öldü ülkesini seven bir çok gazeteci faili meçhul cinayete kurban gitti bizim ki Türkiye’nin mafya gerçeğini gizli gerçek görerek daha yeni aklı başına geliyor. İşte bazı dizilerin anlatmak istedikleri halkı nerelere sürüklüyor.
Gelelim Tan Sağtürk’ün yaptığı futbolcular arasında da eşcinsel olanlar olabilir. Ortalık feryat figan bizim delikanlı, alemden aleme koşan mankenlerin sıkı dostu futbolcular ve patronları ortalığı ayağa kaldırdı.
Yok o kendine baksın baleci, futbol sert oyundur karı var kışı var futbolcudan eşcinsel olmaz falan filan konuşmalar.
Sanki baba mesleğiymiş gibi anlatılan eşcinselliği ne kadar anladığımız ortada, gerçi sanatçı olarak nitelendirdiğin balet Tan Sağtürk’te kuyuya bir taş attı bizim akıllılarda çıkarmaya çalışıyorlar işte. Valla onu bunu bilmem futbolcudan eşcinsel çıkarsa sonu ne olur onu düşünüyorum. Belki de vardır. Bu tamamen hormonsal bir olaydır. Ünlü hakem ve kabzımal Erman Toroğlu’nunda yaptığı yorum gibi. Neyse kalın sağlıcakla...
İlker Özlük
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 5 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 4.361 kahveciye doğru yola çıkmıştır.
Yukarı
|
ÖLEMSİZ
"Ne şeymiş bu, bu dünyadan ayrılmak
Demir tarar gibisin bigün
Gözlerin arkalarda deryaya açılmak?"
Hadi bre gide gide dönmüşlüğüm
İyadesiz iyadeli tahütlüğüm
Seni bilem gide koydum, gidi ölüm!
Can Yücel
Yukarı
|
Altta kalanın canı çıksın!..
Yukarı
|
İşe Yarar Kısayollar - Şef Garson : Akın Ceylan Yamağı : Ayşe Nur Gedik |
Türkiyenin bir çok ilinde alo polis 155 ve alo trafik 154 ihbar işlemini internet üzerinden, hem de online olarak yapabileceğinizi biliyormuydunuz. Öğrenmek için ekte verdiğim http://www.egm.gov.tr/onlineihbar.asp kısayolunu tıklayıp Emniyet Genel Müdürlüğünün web sayfasına şöyle bir göz atmanız yeterlidir. Ayrıca ana sayfaya giriş yaparak online olarak yapabileceğiniz bir çok işlemi de öğrenebilirsiniz.
Linux kullanıcıları için hazırlanmış mutlu penguen oyun arşiv sitesi. http://happypenguin.org/ Linux kullanan veya kullanmaya niyetli olanlara duyurulur.
Bilgisayarınıza birazcık oyun indirmek isteyenler için güzel ve ayrıntılı bir kaynak http://www.veya.net/indir/listele.php?kategori=5 Tamamen Türkçe olması işinizi iyice kolaylaştırıyor. Oyun açıklamalarını dikkatlice okuyup, hoşunuza giden bir tanesini seçebilirsiniz.
Size vereceğim bu kısayol gerçekten çok ilginç bir bölgeyi anlatıyor. Yorum yazmak yerine, tamamen sizin yorumlarınıza bırakmayı tercih ediyorum. http://www.tropicalisland.de/travel_south_africa_garden_route.html ...Heavily promoted and heavily scented, the Garden Route runs along a beautiful bit of coastline in southern Western Cape, from Still Bay in the west to just beyond Plettenberg Bay in the east. The narrow coastal plain is well forested and is mostly bordered by extensive lagoons which run behind a barrier of sand dunes and superb white beaches...
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
Avant Browser 10.029 [1.10 MB] W98/2k/XP FREE
http://www.qwerks.com/download/5337/absetup.exe
Alternatif tarayıcılardan en iyisi. En son sürümü. Çoklu sayfayı aynı anda tek bir program içinden açabildiğiniz, size oldukça etkin kullanım yöntemleri sunan bir tarayıcı. Internet Explorer alışkanlığınıza yeni boyutlar eklemek istiyorsanız deneyin. Türkçe versiyonu var. Yükleme otomatik olarak işletim sisteminizin diline göre yapılıyor. Herkese tavsiye edilir.
Yukarı
|
|
|
|
|
|