|
|
|
2 Kasım 2004 - Fincanın İçindekiler |
Editör'den : Bugün seçimimiz varrr!... |
Merhabalar,
Aslında beklediğim kadar olmadı. Dünkü yazıma daha fazla tepki bekliyordum. Topu topu 5 tane eposta aldım. 3 tanesi annemin ve akrabalarımın hatırını sormuş, biri bu kadarını benden beklemediğini söylemiş ve beni saygılı olmaya davet etmiş, sonuncusu da haddimi aştığımı belirtmiş. En azından ilgi gösterdikleri için teşekkür ederim ama hepsi o kadar. İlk üçünü adamdan saymadığım için muhatap almıyorum ama diğer ikisine birkaç laf etmeliyim sanırım. Baylar, ağaç yaşken eğilir. Belli bir yaşın üzerine geldiğinizde saygı ve had kelimeleri başka başka anlamlara bürünürler. Bir öğrencinin öğretmenine duyması gereken saygı ile vatandaşın başbakanına duyması gereken saygıyı karşılaştırırsanız çuvallarsınız. Bana rağmen seçilmiş, bana kendini sevdirmek saydırmak için hiçbir özel harekette bulunmamış ama hababam benim hayatımı altüst etmekte olan bir yetkili ve etkili Türk vatandaşına saygı duymak zorunda olduğumu kimse söyleyemez. Hiyerarşik düzende saygı adama değil makama duyulur, o makama da saygımız sonsuzdur ama sıra makamı işgal edenlere geldiğinde durur düşünürüz. Haddini aşmaya gelince işte o bir muamma. Neye ve kime göre haddimi aşmışım diye sorarım önce. Asılları olarak vekillerimi eleştirmekse bahse konu olan, hadi ordan der geçerim. Yok konu başkaysa onu da bilmek öğrenmek, gerekirse cevaplamak isterim.
AB kapısında yatıp kalktığımız şu günlerde bizi koyun olmaktan kurtaracak tek davranış biçimi düşündüğümüzü özgürce beyan edebilme hakkımızı alabildiğince kullanmaktır. Kişilik haklarına saldırı yada makama hakaret içermeyen ama duyulan infiali var gücüyle bağıran tepkiyi saygısızlık ya da haddini aşmak olarak nitelendirmek, çobana tabi koyundan farklı olmadığımızın göstergesidir. O zaman da yüz bulan o çoban, sizin bizim kılımızdan tüyümüzden, etimizden sütümüzden bir faydalanır pir faydalanır. Yeter artık yahu, bırakın da koyunluğu kaderimiz olmaktan çıkaralım, insan olmaya çalışalım gönlümüzce.
Bugün bir büyük gün. Hırtımız Buşumuzun memleketinde seçim var. Ve maalesef bu koca Dünya bir dönem daha bu karton başkan tarafından yönetileceğe benzer. Hoş hangisi seçilse bize bir faydası yok ama Dünya barışı için diğeri ufakta olsa bir umut. Buşumuz ise yattığı yerden cepheye sürdüğü kurşun askerleri cilalamakla meşgul. Şu mübarek ramazan gününde hepberaber bir dilek tutalım. Mesela, kıt beyinli başkanlara akıl ve izan isteyelim. Haydi, fazla vaktimiz kalmadı.
Pikaba bugün de bir türkçe plak koyalım mı? Az dinlediğinizi düşündüğüm Laço Tayfa çalıp çığırıyor, Atmaca. Hepimize yazdan kalma ılık bir gün diliyorum. Hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
|
Kardelen Ezgileri : Fatma Toprak Gök BATIL MEVZUULAR - 2 - | |
Bizim şaşkın milletimiz ille de bir şeylere inanacak ya! Neye inansam diye düşünürken, akıllarına bi sürü olmadık şey geliyor işte. İnanmaması gereken şeylere inanıp, inanması gereken şeyleri de görmezden geliyorlar böylece.
İşte bebeklerle ilgili batıl inançların devamı aşağıda. Tabi ki bunlar sadece benim duyduklarım:
* * *
- Göbeği düştü mü?
- Evet, dün düştü.
- Aman ha, sakın ola atmayasın düşen göbeği. Hangi üniversitede okumasını istiyosan git onun bahçesine göm.
- ( Demek ki; sevgili anneciğim benim göbeğimi alıp, hiç üşenmeden taaaa Eskişehir'e gitmiş. :p )
* * *
- Kırkı çıktı mı?
- Yarın çıkacak.
- Kırk gezmesine nereye götüreceksiniz?
- Ablama.
- Olmaazz ! Ablana olmaz.
- Niye ki?
- Uzak bi yere gitmeniz gerekiyo çünkü.
- İyi de neden?
- Ömrü uzun olsun diye
- Hımmm. Anladım. ( Nası yani )
* * *
- Saçların ne kadar çok dökülüyo.
- Hiç sorma. En iyisi gidip kısacık kestirmek galiba. Hamilelik döneminde bi sürü vitamin yükledim. Şimdi vitaminleri kesince saçlarım da etkilendi tabi.
- Yok be ondan diil.
- Ya neyden?
- Bebeğin seni tanımaya başladı da o yüzden dökülüyo saçların.
- Haydaaa !
* * *
- Bebeğime bakar mısın? Var mı böyle bi güzellik. Uykusunda ne kadar güzel gülüyo.
- Şşşş rahat bırak onu.
- Bişey yapmıyorum ki, bakıyorum sadece.
- Bakma. Sakın güleyim de deme !
- O niye?
- Bebekler uykudayken melekler güldürürmüş onları. Sen de onlarla birlikte gülersen, melekler bu kez dövermiş zavallı bebecikleri.
- ( E gel de Yuh deme yani di mi! )
* * *
- Ay ay ayyyy ne şirin elleri var. Yerim ben bunun ellerini…
- Çok cici di mi? Hele şu tırnaklara bak.
- Hı hı çok cici. Bana bak ! Bebeğinin tırnaklarını kesmedin di mi?
- Kestim.
- A aaaa niye kestin kız ! Sen de hiçbişey bilmiyosun hee.
- Uzamıştı.
- Kesmiycektin işte.
- Ya ne yapsaydım?
- Kesme bırak. Melekler keser onun tırnaklarını.
- ( Töbe töbe. Demek Melekler bu işlere de bakıyolar. )
Bu arada, hani o çiftlik evi vardı ya. Hani kaçan sütümü bulma konusunda yardımcı olacaklarına inandığım çiftlik evi. Hani üzerinde 'SÜT BULUNUR' diye yazıyordu ya. Hah işte o ev… Gittim o eve, sordum. Maalesef yardımcı olamadılar bana. Çünkü artık süt işine bakmıyorlarmış. 'Hazır Kart' ve 'Sabahları Sıcak Çorba Bulunur' yazıyor artık kapısında. Eğer sıcak çorbanız kaçtıysa öğleden sonraya kalmayın. Sadece sabahları buluyolarmış sıcak çorbayı, benden söylemesi.
Gittim saçlarımı kısacık kestirdim. Tanıyacağı kadar tanıdı nasılsa.
- Bitmez -
Fatma Toprak Gök
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 11 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
KEŞKE KARŞIMDAKİ İNSAN OLSAYDIM…
Siz hiç yolda yürürken, karşınızdan gelen herhangi bir insanın yerinde olmak isteyecek kadar bunalıma düştünüz mü? Kendinizden, kimliğinizden ve her şeyden önemlisi yaşadıklarınızdan kurtulmak adına çaresiz bakışlarla insanları düşünce süzgecinizden geçirdiniz mi? O anki psikolojiniz ve ruh halinizle doğru tahlil yapamayacağınızı bile bile o anda herhangi bir insanın yerinde olup, onun sıkıntılarını omuzlamayı, böylelikle kendi dertlerinizden bir çırpıda kurtulmayı düşlediniz mi?
İnsan bazen kendini o kadar çaresiz, o kadar yalnız ve dertleriyle o kadar bunalım içinde hisseder ki; bununla başa çıkmak yerine sıkıntılarını bir nefeste yok etmek arzusu, içinde dayanılmaz bir hal alır. Öyle ki bazen derin bir uykuya dalıp uyandığında sıkıntılarının yok olacağını hayal eder; bazen de karşısında kendisini ve dertlerini hiç bilmediği bir insanla dertlerini de kabullenerek yer değiştirmeyi ister. Halbuki her insanın kendi dünyasında yaşadığı ne sayısız derdi, ne dermansız hastalıkları, ne çaresiz acıları vardır etrafındakilere yüzü gülerken. Ama insanoğlu dert çekerken, hastayken yada acılar içinde kıvranırken bunun sadece kendi başına geldiğini düşünür. O anda kendisi dışındaki her insan son derece mutlu, sağlıklı ve dertsizdir. İşte bu yüzden hep aklında "neden ben?" soruları birbiri ardına çakan şimşekler gibi ardı ardına patlar. Başkaları yerine kendisinin en şanssız birey olarak seçildiğini düşünerek kederine keder katar bir anlamda. Ama ya diğerleri…Onun gözünde her anlamda mutlu olan, dışarıdan bakıldığında yüzleri gülen diğer kişiler…Kimi onulmaz hastalıklarla boğuşur, kimisi sevdiğinden yana dert çeker, kimisi hayırsız bir evladın kurbanıdır, kimisi işsizlikten kıvranmaktadır yıllarca.
Oysaki siz, evet siz , Tanrının sizi ve gücünüzü sınamak adına tüm dertlerin size, sadece size gönderildiğini düşünürsünüz.
Bir an için mümkün olsa insanların yer değiştirmesi; işte o zaman kendinden daha dertli birisi ile karşılaşmanın acısıyla içiniz bir başka burkulacaktır kuşkusuz. Kendi dertleriniz, dert sayıp kederlendiğiniz ve gözünüzde fazlası ile büyüttüğünüz olaylar belki de çok anlamsız gelecek; hatta içinde bulunduğunuz durumu usulca kabulleneceksiniz o zaman.
Dertler, acılar, sıkıntılar,… tümü yaşam kesiti içinde hep bizimle olacaklar.Önemli olan çekilen sayısız sıkıntının arasında yeşeren filizleri görmek, bize göz kırpan pembe bulutlara gülümseyebilmek, her zaman için kendimizin en kuvvetli kişi olduğuna yine kendimizi inandırabilmektir.
Yaşam boyu kendiniz olmaktan vazgeçmeyeceğiniz çizgilerde buluşmak dileği ile…
Sevgiyle kalın.
Belgin Eryavuz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 7 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Kahveci : Özlem Durmuşkoç KORKU-KORKUYU BELLİ EDEMEME |
|
Korku, kaçış, dehşet, panik anlamına gelen fobi sözcüğü, bir varlığa, faaliyete ya da duruma karşı duyulan mantıksız ve sürekli korkuyu tanımlıyor.
Adı üstünde olduğu gibi hiçbir zaman korku filmi izleyememişimdir. Ya siz?..
Korku filmlerini sever misiniz?.. Yoksa güle oynaya gittiğiniz her korku filmi sonrası uykusu kaçanlardan mı?..Jenerik bir gece yarısı mezarlığın o kopkoyu fonuna düşe düşe sizi bir başka boyuta davet ederken, yani daha filmin başlarında, kalp atışları hızlanan, elleri soğuyan, gözbebekleri açılan, soluk almakta güçlük çeken, bir yandan terleyip diğer yandan titreyenlerden misiniz?..
Tüm bunların farkına varan bir büyük usta onun bir büyük efsaneye dönüşmesi için yalnızca "Ornithophobia" sözcüğü yeterli oldu: "Kuş korkusu"... Tek bir fobi üzerine koskoca bir film çekmiş, o film ve daha birçoğunu sinema tarihine silinmez karelerle kazımıştı. Ardından gelen yönetmenler, romancılar, senaristler belki yalnızca onu taklit ederek çok seyredildiler, çok okundular, çok sattılar. Çünkü o bir tarz yaratmış ve korku imparatorluğunun tahtına kurulmuştu. Yüksek yerlerden, karanlıktan, örümcekten, keskin cisimlerden, hayaletlerden, farelerden ve ölümden birçoğumuzun ne kadar korktuğunu bize Alfred Hitchcock anlattı.
Ya hayvan korkuma ne demeli? Çocukluğunuzda hiç hayvan beslediniz mi? Kedi köpek gibi... Eminim hemen hemen herkes buna “Evet” yanıtını verecektir. Ben ise “Hayır” yanıtını verebilirim.. Ta ki kızımın hayvan sevgisi nedeniyle evimizdeki evcil hayvanları besleyene kadar. Galiba hayvan korkumu kızımın sayesinde yeneceğim. Ne zormuş meğer insanın korkupda korktuğunu belli edememesi. Kanarya ile başladık, su ördekleri ve en son su kaplumbağaları.
Elime alamasam da kızımın sayesinde her geçen gün biraz daha sevimli görünmeye başladılar. (Korkumu yenmeye başlıyorum nihayet!)
Çiftlikteki horozu... evdeki kediyi, bahçedeki köpeği, ahırdaki ineği, camdaki sineği,... Kafesteki kuşu... Kümesteki tavuğu... hepsini sevmeyi ne çok isterdim.
Fobi türlerine şöyle bir göz atalım bakalım ne tür çeşitleri varmış ve bu korkular karşısında insanlar fiziksel olarak hangi hali alıyorlarmış?
Çiçekten arıya, yürümekten yatmaya, çıplaklıktan sekse, konuşmaktan dokunmaya, yağmurdan buluta o kadar çok fobi çeşidi var ki... Karanlık korkusu (achluophobia), yükseklik korkusu (acrophobia), açık alan korkusu (agoraphobia), kapalı mekan korkusu (claustrophobia), kalabalık korkusu (ochlophobia) gibi bir çok korku çeşidi mevcut.
Bir gökdelenin en üst katından aşağıya bakarken ya da yüksek şiddetli bir deprem anında yaşanılan korku veya bir gerilim filmini seyrederken hissettiğimiz duygular bilim adamlarınca normal sayılıyor. Korkunun birtakım tehlikelerden korunmak için -şu ünlü çocuk ve kızgın soba örneklemesinde olduğu gibi- öğrenilmesi gerekli bir uyarıcı olduğu da gerçek... İlkel toplumların gök gürlemesi, şimşek çakması, yer sarsıntısı, yanardağ patlaması gibi doğa olaylarını tanrısallaştırması da hep bilinmeyene duyulan korku nedeniyle değil midir? Ancak, hızla değişen yaşam koşulları, teknolojinin ilerlemesi, parasal ve mesleki kaygılar, medya, politika, nükleer savaşlar derken, sıradan korkularımız yerini giderek sayıları artan fobilere bırakıyor.
Fobileri dört ana başlık altında toplayabiliyoruz:
Bıçak, iğne, ilaç, hayvanlar, böcekler, mikroplar gibi "nesnelerden" korkma; kapalı yer, meydanlar, asansör, karanlık, gök gürültüsü gibi "belirli durumlardan" korkma; karşı cins, kalabalık, kimi insanlar gibi "kişilerden"
korkma ve yüz kızarması, soluk alamama, kötü hastalığa yakalanma gibi "bedensel işlevlerle ilgili" korkular...
Patolojik korkuları şöyle de sınıflandırabiliyoruz:
İnsanların bulunduğu açık bir alanda panik krizi ile karşılaşmaktan korktukları için evlerinden çıkmaları güçleşmiş kişilerin duyduğu, korkma korkusu olarak da adlandırılabilecek "agorafobi"; belirli maddelerden, faaliyetlerden ya da durumlardan sürekli olarak ve mantıksızca korkulan "basit fobiler"; topluluk karşısında konuşma, gülünç duruma düşme gibi halleri kapsayan "sosyal fobiler" ve son olarak hayvan ve böceklerden kaynaklanan "hayvan fobileri"...
Fobiler tedavi edilebilir mi?..
Uzmanlara göre fobilerin tedavisinde en önemli faktör erken teşhistir. Bu konuda özellikle ailelerin çocuklarının korkuları konusunda dikkatli olmaları öneriliyor. Fobilerin tedavisi yönünde değişik tezler öne sürülüyor. En başta geleni psikanaliz. Ancak, bilinçaltına ulaşılarak yapılan tedavi biraz sabır gerektiriyor. Bunun yanısıra ilaçla tedavi, grup terapileri, kişinin korkusuyla yüzleştirilmesi, amino asitler, vitaminler ve minarellerin kullanılması sayesinde vücutta yaratılacak denge ile fobilerin yok olmasını sağlıyor.
İki küçük espri ile konuya mizanselleştirelim.
Çooook uzun zamanlar önce... Bir derebeyi, ayıcının kızına âşık olur. Kız da dünya güzeli... Ama ayıcı da öyle tutucu ki... Kızını hiç yalnız bırakmıyor.
Derebeyi, yanında kahyasıyla, ayı oynatıcının çadırına gider. Amma... Ayıcı, kızı yalnız kalmasın diye oradan hiç ayrılmaz. Derebeyi, kahyasının kulağına eğilir, "Sen çok akıllı adamsın" der, "Bir şeyler yap da... Şu ayıcıyı uzaklaştır buradan..."
Kahya hinoğlu hin... Şöyle bir düşünür... Veee... Ayıcıyı kenara çeker fısıldar:
"Bizim beyin çok kötü bir huyu vardır. Nerede bir ayı görse, hemen öpmeye başlar ayıyı... Öper, okşar, koklar, onunla sevişir... Ooooo!!!"
"Bunda ne fenalık var ki?"
"Dinle! Bizim bey, hangi ayıyı öperse... Haftasına ölür..."
"Deme! Felaket!.. Ayım ölürse aç kalırım ben... Sen beyi lafa tut da...
Ayıyı kaçırayım bari...
Ve ayıcı hemen ayısını kaptığı gibi... Epey öteye götürür. Bir ağaca bağlar.
Döner. Tabii aradan zaman geçmiştir. Derebeyi de bu arada kıza yaklaşıp, öpmeye başlamıştır. Çadırın kapısından başını uzatan ayıcı, bu manzarayı görür görmez:
"Hah şöyle, diye bağırır, hah şöyle ağam... İnsana alış, insana...
Bir köylü, telaşla başka bir köylüye koşmuş ve "Bana baksana! Senin inekler içinde sigara içen var mı?" diye sormuş.
Öteki köylü "Deli misin sen? İnek sigara içer mi?" diye yanıt verince, iyice telaşlanan köylü "Öyleyse, koş!.. Ahırın yanıyor" diye bağırmış.
Bernard Shaw ne güzel açıklamış “gerçek korkunun” ne olduğunu "Vahşi hayvan terbiyecilerinin cesaretine hiç hayran olmam. Çünkü aslan, kafesteyken hiç tehlikeli değildir ki... Aslına bakarsanız, aslan pek korkunç bir yaratık da değildir... Çünkü aslanın ekonomik idealleri yoktur. Dini emelleri de yoktur. Hele siyasi ihtirasları, hiç yoktur. Yapay nezaket gösterisi de yoktur.
Uzun sözün kısası, yemek istemediği birşeyi mahvetmek arzusu da yoktur. Onun içindir ki... Beni korkutan tek hayvan... İnsandır... İnsan...”
Bu yazıdan sonra; ben hayvan korkumu yenmek için akşam su kaplumbağalarını elime alacağım. Eylül’ümün sayesinde de hayvan korkumu yeneceğim.
Özlem Durmuşkoç
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 8 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Kahvecigillerden : Oktan Erdikmen |
Yaşasın Cumhuriyet!
Bugün maziden kuvvetliyiz. Bugün maziye nispetle daha büyük bir kabiliyet ve yaşama kudretine malikiz.
Milli bayramlarda, Halide Edip’in 16 Mayıs 1919’da ünlü Sultanahmet mitinginde altını çizdiği, o başka hiçbir ulusta bulunmayan maneviyatın değerini daha iyi anlıyoruz. Orta Asya’dan Anadolu’ya, dünyanın bin bir coğrafyasında devletler kurmuş bir ulusun ulaştığı son noktadır Türkiye Cumhuriyeti. Gittiği yere çağının ilerisinde barış, huzur ve adalet götüren bir anlayışın mirasçısıdır.
Yıl 1923, elde yok avuçta yok. Ulus, son nefesini vererek yedi düveli karşısına alıp inanılmaz askeri zaferlere imza atmış ama toplu iğne bile yapamıyor. Varsa yoksa eski sistem bir tarım, sanayi namına bir şey yok. Kapitülasyonlar ve ağır vergiler yıllar yılı halkın belini bükmüş, savaş meydanlarında yazılan bir kader, ulusun bütün beyin gücünü almış götürmüş. Cumhuriyet, Çanakkale’de yatan doktorların, Sakarya’da anıtlaşan mühendislerin omuzları üstünde yükseliyor. Kimi yerlerde karşılama törenleri yalnızca kadın, çocuk ve yaşlılarla yapılıyor. Eğitim, sağlık, adalet hiçbir sistem doğru dürüst işlemiyor. Diplomatlarımız anlaşma masalarından ne de olsa borç istemek için dönecekler denilerek uğurlanıyor. Paramız yok. Teknolojimiz yok. İnsanımız az.
Ama bulunuyor. Yıllar öncesinde olduğu gibi. Para yok, bulunur. Ordu yok, kurulur. Düşman çok, yenilir.. Cumhuriyet, Mustafa Kemal Paşa’nın sözlerinde geleceğini çiziyor. Dünyaya örnek yepyeni bir devlet doğuyor. Çünkü cumhuriyet, kendine güveniyor ve bitmek tükenmek bilmeyen bir azimle çalışıyor. Devrimler peş peşe yapılıyor. (1) "Hilafetin ilgasına ve hanedan - ı Osmani'nin Türkiye haricine çıkarılmasına dair Şeyh Saffet Efendi ile elli arkadaşının teklif - i kanunisi."(2) "Şer'iye, Evkaf ve Erkan - ı Harbiye vekaletlerinin ilgasına dair Siirt mebusu Halil Hulki Efendi ve elli arkadaşının teklif - i kanunisi." (3) "Tevhid - i tedrisat hakkında Saruhan mebusu Vasif Bey ve elli arkadaşının teklif - i kanunisi.
Harfler değişiyor, kıyafetler değişiyor, yaşam biçimi değişiyor. Yüzde doksanı okuma yazma bilmeyen bir halkın kafa yapısı değişiyor. Sonra, uluslararası sorunlarda hakemliğine başvurulan bir devlet, bir kere bile yurt dışına çıkmayan, tüm devlet adamlarının ayağına geldiği bir lider. İşte cumhuriyet, böyle bir temel üzerinde yükseliyor. Onun için binlerce oyuna, senaryoya ve komploya karşın hala güçlü, hala dimdik ve hala ayakta. Ve kuşkusuz, ilelebet payidar kalmaya hazırlanıyor..
Bizim doğumuz doğu, batımız batı. Dünyanın merkezinde, uygarlıkların beşiğinde, Anadolu coğrafyasında biz yaşıyoruz. İki kıtanın arasına uzanmışız, içimizden geçen denizi seyrediyoruz. Tarımın, sanayinin hemen bütün ürünlerinde bütün dünyayla rekabet ediyoruz. Örnek sanat eserlerine imza atıyoruz, sporda her yıl artan başarılar kazanıyoruz. Herkesin gıpta ettiği doğal kaynaklarımız ve başka kimsede olmayan yetişmiş genç iş gücümüz var. Her türlü olumsuzluğa rağmen, uyum içinde bir bayram ahengiyle bir arada mutlu yaşayan ulusumuz var. Kırmızısını şehitlerin kanından alan, içimizi titreten bayrağımız var. Belki en önemlisi, insanlığını kaybetmemiş, kendini teknolojiye teslim etmemiş, konuşan, gülümseyen, şakalaşan; birbirinden korkmayan insanlarımız var. Cumhuriyetimiz, içinde bulunduğu zor koşullara rağmen, dünyanın en güçlü beş ordusundan; en büyük yirmi ekonomisinden birine sahip. Seksen yıl, ulusların tarihinde, yeri gelir bir sayfada anlatılır. Daha iyisini yapabilecek olmanın burukluğuyla da olsa, geriye dönüp bakınca nerden nereye geldiğimizi görüp gururlanmamak elde değil.
Bu topraklarda doğduğum için, kendimi dünyanın en şanslı yetmiş milyon insanından biri hissediyorum ve Tanrı’ya binlerce kez şükrediyorum. Gazi Paşa’nın 20’lerde söylediği gibi: Bugün maziden kuvvetliyiz. Bugün maziye nispetle daha büyük bir kabiliyet ve yaşama kudretine malikiz. Yarın da bugünden güçlü olacağız, daha mutlu yaşayacağız. Yeter ki kendimize güvenelim, tek bir şeye ihtiyacımız olduğuna inanalım.
1923’te doğup o ruha ortak olamadık, ama aynı ruhu bugün yaşatmak elimizde. Bu mücadeleyi veren ulus aynı ulus, bu savaşın yapıldığı toprak aynı toprak..
Bu ülke üzerinde oyun oynama talihsizliğini gösterenlere inat:
Yaşasın cumhuriyet!
Oktan Erdikmen
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 6 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
İnsan İlişkileri Üzerine
Bu yazıyı yazmaya Sayın Tuba ÇİÇEK'in 14.10.2004 tarihli yazısını okuyunca karar verdim. Yazısını beğeni ile okudum ve ben de insan ilişkileri üzerine kendimce bir şeyler karalamaya karar verdim. Tuba Hanım'a bu konuda bana ilham verdiği için kendisine burada ayrıca teşekkürlerimi sunarım.
Hepimizin hayatta beklentileri vardır öyle değil mi? Bu beklentilerin gerçekleşmemesi durumunda yaşayacağımız hayal kırıklıklarının dereceleri, beklentilerin büyüklüğüne ve bizim için ifade ettiği değere göre değişecektir.
Peki insanlar neden hayal kırıklıkları yaşarlar?
Beklentiler ve hayal kırıklıkları ne kadar içi içe geçmiş kavramlar... Düşünsenize siz karşınızdaki insana onun haberi olmadan birtakım sorumluluklar yüklüyorsunuz ve bihaber olduğu bu sorumluluklar doğrultusunda birtakım beklentiler içine giriyorsunuz....
Böyle bir sistemin eninde sonunda mutlaka istenmeyen sonuçlar vermesi kaçınılmazdır bence...Birilerinden sevgi beklemek, birilerinin güvenilir olduğunu düşünmek, bence kesin sınırları olmayan, tek taraflı, ve hatta haksız bir istek..
Kanımca, kimse kimseye karşı iyi olmak zorunda değil. Kimsenin herhangi bir kişiye karşı güvenilir olmak gibi bir yükümlülüğü olamaz.
Bu dünyada herkesin bir çizgisi, kendine göre bir senaryosu var ve hepimiz kendi rollerimizi oynamaktayız. Hayatın belli noktalarında farklı kişilerin çizgileri ve rolleri aynı kare içinde kesişiyor. İşte bu noktada insanlar arasında iletişim meydana geliyor. Fakat bu noktadan sonra da değişen bir şey olmuyor bence. Yani kişiler yine kendi çizgilerini takip ediyorlar ve kendi rollerini oynuyorlar. İşte kişilerin sahip olduğu bu çizgi ve roller birbirleriyle ne kadar örtüşüyorsa aralarındaki ilişki de o kadar sağlıklı oluyor. Bu kişi arkadaşımız ise "iyi bir arkadaş", öğretmenimiz ise "iyi bir öğretmen" oluyor.
Sanırım insanlar arasındaki ilişkiler de tarafların ihtiyaç duydukları gereksinimler doğrultusunda, daha açık bir anlatımla "çıkarları" yönünde şekilleniyor. Bu ihtiyaçlar para, güvenlik gibi maddi değerler olabileceği gibi sevgi, sadakat ve güven gibi manevi değerler de olabiliyor.
Nasıl ki bakkaldan ekmeği para karşılığı almak zorundaysak insanlarla ilişkilerimizde de aradığımız sevgi ve güven ortamınına karşılık kendimiz de bir şeyler sunmalıyız. Sevgi bekliyorsak sevgi, sadakat bekliyorsak sadakat, güven bekliyorasak güven sunmalıyız.
Hem bunun tersinin de kabul edilemeyek bir şey olduğunu düşünüyorum. Yani kişinin hak etmediği bir değere sahip olması ya da karşı tarafın bize, hak etmediğimizi bildiği halde sırf ihtiyacımız olduğu için sırf acıdığı için ilgi göstermesi bir insana yapılabilecek en bütük hakarettir bence.
Elbette ki kişilerin izledikleri yollar tamamiyle katı ve değişmez değildir. Karşı tarafın ihtiyaçları ve düşünceleri yönünde esneyebilir, değişiklik arz edebilir. Ama işin ayrıntısına inildiğinde küçük farklılıkların büyük sorunlara yol açabileceğini görürüz. Gerçekten de insanlar arasındaki anlaşmazlıklar küçük fikir ve anlayış farklılıklarından kaynaklanmaz mı? Bu anlaşmazlıklar giderek ilişkinin bütününü sarmaz mı? Peki ama neden?
İnsanlar aslında çok bencil yaratıklardır. Bunu olumsuz manada kullanmıyorum. İnsan doğduğu andan ve kendisinin farkına varmasından itibaren kedisini aramaya başlıyor. Yaşadığı hayatı ve kendisinin var olma olgusunu anlamlandırmaya çalışıyor. Nasıl ki insanoğlu evrenin sırlarına ulaşmak için doğa bilimlerinden ve metafizik konulardan yararlanıyorsa biz insanlar da bireysel olarak kendimizi bulmak, hatımıza anlam katmak için çevremizdeki insanlardan istifade ediyoruz.
Aslında biz kendimizi sevdiklerimizde bulmaya çalışıyoruz. Sırf kara kaşı kara gözü için ilgi alanımıza girmiyorlar. Onlarda kendimizen bir şeyler buluyoruz. Aslında onlarda hoşumuza giden özellikler aynı zamanda bizde bulunan ve bulunmasını istediğimiz özellikler. Başkalarında aradığımız kriterler aslında bizi biz yapan değerler.
İşte gün gelip, bu kriterlerin karşılanmadığı düşüncesine kapıldığımızda, malesef ilişkilerimiz yaralar almaya başlıyor. Bazen bunun farkına varmamız biraz fazla zaman alıyor. Hepimizin başına gelmiştir veya çevremizde görmüşüzdür, başlangıçta son dereceye iyi ve samimi olan ilişkiler belli bir süre sonra bitiveriyor. Bence bunun sebebi karşımızdaki kişiyi iyi tanıyamamızdan kaynaklanmakta. Fakat bunda kimsenin bir kabahati yok. Bu sadece zamanlama konusunda yapılan hatalardan kaynaklanıyor bence. Vaktinden önce çeşitli sıfatların yakıştırıldığı ve ağır sorumlulukların yüklendiği ilişkiler, gün geldiğinde verilen görevleri taşıyamayacak yapıda olduğu anlaşıldığında sorunlar başlıyor.
Aslında ilişkilerin sağlam olması en çok da zamana bağlı. Çünkü karşımızdaki kişiyi tanımak için onunla birlikte vakit geçirmek, samimiyet kurmak gerekiyor. Bunun için de zaman gerekiyor. İnsanlar ilk tanıştıklarında giyimine, konuşmasına, statüsüne ve arkadaş çevresine dayanarak belli bir kanıya varmaya çalışıyor. Dikkat ederseniz adı geçen özelliklerin hiç biri doğrudan karşımızdaki kişinin karakter özelliklerini yasıtmıyor. Bu sebepledir ki zaman geçtikçe birbirlerinin ne kadar farklı oldukları kanısına varabiliyorlar.
Başka bir açıdan baktığımızda "zaman" ve "samimiyet" kavramlarının da birbirine bağımlı olgular olduklarını görürüz. Samimiyeti insanlar arasındaki yakınlaşma olarak kabul edersek, bir insanla ne kadar yakınlaşılırsa ayrıntılar da o kadar önem kazanmaya başlıyor. Yani ne kadar yakınlaşırsak ayrıntılar o düzeyde belirginleşiyor ve kişilerin izledikleri yolların ve oynadıkları rollerin birbirleriyle uyumlu olup olmadığı ortaya çıkıyor. Temel konular paylaşılıp geriye bir şey kalmadığında iş ayrıntılara dökülüyor ve dananın kuyruğu orada kopuyor.
Tabii bu düşüncenin bir sakıncasını da belirtmeden geçemeyeceğim. Bu durumda kişi ilişkilerinde özgürce davranmayarak, samimiyeti artırmaktan kaçınabilir ve ilişkinin bitmesinden endişe ederek yakınlaşmaktan çekinebilir. Karşısındakini kaybetmemek için kendisini geri çekebilir. Kendisinin keşfedilmesini engelleme yoluna gidebilir.
Ayrıntılara dikkat!! ;))
Akarmaya çalıştığım konuların sadece aşk eksenli ilişkilerle ilgili olduğunu düşünmüyorum. Sanırım bütün ilişkilerimizde aynı süreci yaşıyoruz.
Saygılarımla...
Serkan Selçuk
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 5 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Fotoğraf: Hülya Galitekin <#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 4.377 kahveciye doğru yola çıkmıştır.
Yukarı
|
ÜSTÜME VARMA İSTANBUL
Sana geldim, içim ümitlerle dolu
Beni sarhoş etme İstanbul, ne olur
Bir gün ben de eririm caddelerinde
Çürür kemiklerim adım unutulur
Yine sen kalırsın dipdiri, sımsıcak
Göğün, bulutların, denizlerin kalır
Oynama İstanbul, benimle oynama
Bir gün öldürür beni bu dert, bu kahır
Ezilmiş ellerim arasında başım
Bu yeryüzünde başka çarem kalmamış
İşte gelip kapılarına dayanmışım
Karşında yıkılmış bir duvar gibiyim
Beni sarhoş etme, başım dönüyor
Üstüme varma İstanbul, kederliyim
Ümit Yaşar Oğuzcan
Yukarı
|
Bu zevk olayı başka birşey!
Yukarı
|
İşe Yarar Kısayollar - Şef Garson : Akın Ceylan Yamağı : Ayşe Nur Gedik |
İster internet ortamında, ister kendi bilgisayarınıza indirip oynayabileceğiniz en orjinal flash tasarım oyunları bulabileceğiniz en sağlam kaynak. Ayrıca güncel konularla ilgili komik animasyonları da http://www.miniclip.com/Homepage.htm kısayolunda bulabilirsiniz. İyi eğlenceler.
...Zordur gençliği anlamak ve anlatmak. Hayatımızın en hareketli, duygularımızın en yoğun olduğu dönemdir,
hayatımızın baharıdır. Gençler olarak, çoğu zaman bir destek arayışı içinde olduğumuzda bir gerçektir. İşte bu nedenle, bu siteyi hizmetinize sunuyoruz... demiş editör. http://www.bizlergenciz.com/ kısayolundaki web sayfasında.
Aslında uzun uzun anlatmak gereken bir web sayfası ama kısaca söylemek gerekirse http://www.herseynet.com/ kısayolundaki sitede herşey ama herşey var galiba bu yerde...
...Bir gün Smith ve John adında iki zenci New York sokaklarında dolaşırken bir tabela görürler: "Zenciler beyazlaştırılır. Fiyat 100 dolar." Smith'in 101 doları, John'un ise 99 doları vardır. John, Smith'e: "Sende fazla olan 1 doları bana ver birlikte girelim" der. Smith'se: "Önce ben gireyim. Eğer beyazlaşırsam sen de girersin" der ve içeri girer. Az sonra içerden beyaz bir şekilde çıkar Smith. John: "Smith ne kadar beyazlaşmışsın. Şu 1 doları ver de ben de girip beyazlaşayım." Smith cevap verir: "Defol burdan pis zenci!"... Daha fazla fıkra için, http://www.fikralar.com/
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
SC-DiskInfo Standard Edition 1.08 [320 KB] 2k/XP FREE
http://www.ceda.nl/data/sc/scdixpstd.exe
Bilgisayarınızı uzun süredir kullanıyorsanız gitgide bir çöp yuvası haline geldiğini biliyorsunuzdur. Bazı gereksiz dosyalar klasörleri öyle bir şişirirler ki, temizlemek istediğinizde neyin nerede olduğunu bile hatırlamazsınız. Hangi klasörün dolduğunu bile farkedemezsiniz. Bu program sizlere bilgisayarınızdaki tüm klasörlerin iç hacmini gösteriyor. Gereksiz şişkinliğin yerini öğrendiğinizde temizlemekte kolay oluyor. Aman siz siz olun çok büyük diye windows klasörünün altındaki sistem dosylarını silmeyin!..
Yukarı
|
|
|
|
|
|