|
|
|
3 Kasım 2004 - Fincanın İçindekiler |
Editör'den : Yar saçların lüle lüle!.. |
Merhabalar,
Buşum sana güle güleee (mi acaba?). İlk sonuçların alınmasına 2 saat daha var ama görünen o ki, Amerikalı seçmen bu sefer işi ciddiye alıyor. Katılım oldukça yüksek ve bu da Kerry'nin işine yarıyor. Amerikan'nın global politikasında büyük sapmalar kimse beklemiyor ama en azından dünyayı çiftlik yerine Beyaz Saray'dan yönetecek bir başkana sahip olmak bile hayırlara vesile olacaktır. Garip ve komik olaylara da sahne oluyor ABD'deki seçimler. Kurulan şikayet hattına son 3 saat içinde 70 bin şikayet gelmiş. Bozulan oy verme makinalarından tutun, "Kerry'e oy verecekler bugün, Bush'a oy verecekler yarın oy kullanacaklar." diye cahil seçmeni sandıktan kovan görevlilere kadar epeyce geniş bir konu yelpazesi var. Ancak anlaşıldığına göre bunlar henüz "Teyzenin, amcanın yerine oy verivereyim." diyen açıkgözlerle henüz tanışmamışlar. Bizdeki seçimlere bekleriz, halka açık, alenen, tırnak boyalı olanındandır bizimkisi.
Bizim bülbülses bu sefer baltayı taşla vurdu galiba. Onur Çakmak'ın (Asena) gerçekten onurlu ve olabildiğince saygılı davranışı ile iş bir anda Türkiye'nin gündemine oturdu. Ve bu sefer imaparator(!?) olması gerektiği gibi yalnız kaldı. Ayağa bacağa kurşun sıktırdığında bile yanında olan medya bu sefer sorgulamaya başladı. Bunda kızcağızın isyanı büyük rol oynuyor tabi. Birinin bu sahte imaparatora bir ders vermesi gerekiyordu o da Asena'ya nasip olacağa benziyor. Haydi bakalım yılmak yok.
İlk sonuçları almayı bekleyemeyeceğim. İzin verirseniz pikaba benim gençlik aşkımdan bir şarkı koyup gideyim. Nilüfer söylüyor, Dünya dönüyor. Hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
HÜZÜNLÜ VE MUTLU
Nasıl da güzel bakıyorsun yüzüme hoşçakal derken, masal anlatır gibi gözlerin, sonu güzel biten bir masal. Oysa çok acıklı olabilirdi bu veda ya da çok sıradan, ruhsuz... Mutlu muyum hüzünlü müyüm bilemiyorum, mutlu bir hüzün var sanırım içimde, olur mu hiç mutlu hüzün ? Oluyor işte, hüzünlü bir mutluyum sayende.
Nasıl yaptın bunu ? Nasıl korudun bu mesafeyi ? Nasıl bu kadar kontrollü davranabildin ? Nasıl oldu da böyle gizemli masal kahramanlarına dönüştürdün bizi? Evet herşeyi sen yaptın. Sen senaristtin ben oyuncu. Zevkle oynadım rolümü, zevkle yaşadım seni. Hep ince bir ip üzerindeydik, kopmasın diye didindik, hep uçurumun kenarındaki geniş, yeşil bahçelerdeydik, düşmemeye çalıştık...O yüzden hem korktuk hem korkmadık, iki arada bir derede kurduğumuz gizli bahçelerde oynadık seninle. Düş kurduk o bahçelerde, hep rengarenkti bahçelerimiz, çiçeklerden biri solsa bir yenisini diktik seninle, daha da pembesini daha da alını morunu...
Aslında çok istedik, gerçekten istedik ama haklısın zamansız geldik, ya çok geçti ya çok erken, onu bile bilemedik! Hangimizdi gelen bilmiyorum ama zamansızdı, mekansızdı, imkansızdı...bir imkansız ancak bu kadar güzel yaşanabilirdi, mümkün olan herşeyi yaşadık zaten değil mi ?
Neyim oldun bilmiyorum, bir ad koyamadım, sevgilim desem değilsin, arkadaşım desem değilsin, anam, babam, kardeşim her neyse hiç kimse değilsin ama öyle çok şeysin ki, o kadar kalabalıksın ki... sahi kimsin sen ? Bana bu kadar yakın ve bu kadar uzak olan, herşeyimi bilen ve herşeyini bildiğim, derdimi anlattığım, teselli bulduğum ama başını omzuna dayayıp ağlayamadığım bu mesafeli adam kim ? Nasıl bu kadar tanıdık ve bu kadar yabancı olabilirsin ? Böyle mi sağlıyorsun o ince ip üzerindeki dengeyi, dengemizi? Aslında haklısın, omzunu gözyaşımla ıslatırsam benden kaçman gerekecek, bu büyü bitecek, bir isim koymak gerekecek ve bu imkansız. Oysa şimdi ben her zaman seni özleyeceğim, bir adım uzağımda dursan da özleyeceğim, özlüyorum da. Karşımda durduğunda an meselesi boynuna atılmam ama bir duvar örmüşsün görünmeyen, saydam bir duvar ve ben o duvarı yıkmaya çalışırsam masal bitecek, oynanmaması gereken bir oyunun içinde bulacağız kendimizi, ve oyunun sonu kötü bitecek, ağlayan olursa gülen olmayacak, yenilen olursa yenen olmayacak. Haklısın ben hiçbir zaman başımı omzuna dayamamalıyım, ben sana çok yakın ve çok uzak olmalıyım. Aslında bu durumdan hoşnutum, her zaman benim "birşeyim" olacaksın, birbirimize küsecek kadar yakın olmayacağız, ayrılamayacağız... Sen her zaman dokunabileceğim kadar yakın ama asla dokunmayacağım uzaklıkta olacaksın bana biliyorum ve bunun için sana teşekkür ediyorum. Bizi bitirmediğin için, bizi özel kıldığın için...
Şimdi karşı karşıya oturmuş adını koyamadığımız ve bu yüzden çok da fazla tasalanmadığımız bu duygu yoğunluğuyla nasıl vedalaşacağımızı düşünüyoruz, gerçi dediğim gibi seni de alıp götürüyorum ama yine de bir veda konuşması yapmak gerek di mi? Sarılmak olmaz sanırım, e tokalaşmak da biraz yavan olacak gibi. İşte işin zorluğu burada, ben boynuna atlar sarılırım arkadaşımın ya da sevgilimin ama sen ikisi de değilsin, bir iş arkadaşım olsan tokalaşır giderim ama sen çok ötedesin, sen bilmediğim, tanımadığım bir yerdesin. Sanırım iki elimle ellerini tutup yanağına sıcak bir öpücük konduracağım, evet evet böyle yapacağım. Yıkmayacağım o camdan duvarı, çünkü sana zarar gelsin istemiyorum, çünkü pembe masal pambe kalsın istiyorum. Büyüyü bozmak olmaz biliyorum...
Ve şimdi ben gidiyorum, gerçekten gidiyorum. Garip ! Sen burada kalıyorsun ama seni de götürüyorum. Ve bu masal hiç bitmeyecek söz veriyorum.
Şimdi senden de bir söz istiyorum, ne olursa olsun sen hep orada kal olur mu ? Çok uzaklarda ama yanıbaşımda...
Funda Güven
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 6 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Beyin Fırtınası
Aklımızdan sürekli yeni fikirler geçer. Tabii ki bu durum aklını kullananlarda yada kullanmasını bilenlerde gerçekleşir. Bazılarımız en iyi buluşlar keşfederler, bazılarımız ülkeyi kurtarır, bazılarımız da sıkışık yada başka bir deyişle gereksiz prosödür karmaşıklığında bulunan brokrasi problemini çözer. Ancak bu fikirleri tek başına bir işe yaramadığının yada eksik kaldığının farkında bile olunmaz. Halbuki bunlar faaliyete geçirmeden önce yeni fikirlerle yada fikir sahipleriyle bağdaştırılmalıdır. Fikirler arasında ne kadar fazla bağ kurabilirsek o kadar çok yeni fikirler buluruz. Fikirler arasındaki bağlar ne kadar unutmadık ve şaşırtıcı olursa, yeni fikirler o kadar ilginç olur. Osborn, beyin fırtınası hakkında "ilhamın gelmesi için beklememek gerektiğini, elimizdeki işe odaklanmamız, bütün grubun aynı düşünceye dikkat çekmesi ve eğer başka fikir akla gelmemişse durulmaması gerektiğini ve mevcut fikri sürdürmek gerektiğini vurgular." Yani anlaşılıyor ki durmak, beklemek başka bir deyişle miskin bir şekilde durmak beynin yapabileceği aktiviteleri durdurur. Beynin sürekli verimli olabilmesi için çabalamak gerekir.
Beyin fırtınasında kendi dışımızda düşünmek gerekir. Yeni fikirler bulmak demek dışarıya bir adım atmak demektir. Beynimizin ürünü olan bir şeyi bulmak, onu geliştirmek yada bunları geliştirmeye çalışmak her zaman yeterli olmamaktadır. Bunların doğruluğunu kontrol etmek gerekir.
Beyin gücümüzün üretimine bazen duygularımız gem vurabilir. Duygularımızı mantığımızla yani yine akıl yoluyla denetlemek gerekir. Ancak duygularımızı da kullanabilmeliyiz. Duygularımız bize bir şeyin orada olduğunu söyler.
Yeni fikirler bulabilmek için araştırma yapılmalıdır. Çünkü yeni fikirler bir yerlerde gömülü olan, fakat keşfedilmeyi bekleyen hazine gibidir. Keşfedebilmek için araştırmak, araştırmak için bilmek, bilmek için de okumak gerekir. Okumak içinde çaba gerekir. Çeşitli parçaların bir araya gelmesiyle oluşan bilgiye dört elle sarılarak ulaşmalıyız.
Çünkü kurtuluşumuz ondadır.....
Halil Demir
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 6 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Olsan Ya...
Ben, "seni seviyorum" derken hiç korkmadım ...Korkularım o an hiç uğramadı yanıma, senin gölgen bir yerlerde gezinirken. Göz göz odaları boyadım turuncuya, sıcaklığını versin diye yüzüme. Isınsın diye bakışlarım sen varmışçasına karşımda.
Ellerim kirlendi her fırça darbesinde, yüzüm de öyle. Biliyor musun? Aynaya baktığımda, yine de çok güzel göründüm senin renklerinle. Kir demeye dilim varmadı... Ki kirlenmedik biz hiç. Belki biraz dağıldık, biraz hırpalandık ama hiç kirletmedik birbirimizi kendi rengimizle.
Gün seninle başlardı ya, ben o sabahlarda uyanmaktan hiç korkmadım. Hiç uyumak istemedi canım. İstedim ki geceler terk etsin gündüzleri, hem de böyle delice severken geceleri. Yine de sen varken onlar çok geldi bir yanıma. Sen varken dolduramadım karanlığı koynuma. Böyle de nankör oldum da, o nankör halimi bile sevdim sen diye...
Bir baraka yaptım ikimize düşlerimde... Uzak bir koyda en yüksek tepeye kondurdum derme çatma saray yavrumuzu. Üşümedim hiç senin sıcağın yakarken tenimi. Korkmadım doruklarda ki soğuktan ya...Sensizliğinde donmaktan korktum. Katılaşıp, kırılmaktan, bin parçaya bölünmek ürküttü beni.
Şarap içmek uzak bir lüks şimdilerde. İçsem tadını vermiyor damağıma. Oysa bir sen olsan masada bin bir çeşit meze yerine, nasıl devrilir kadehler tan yeri ağarıp güneş dayanana dek kapıya. Bir sen olsan ya şimdi. Sen sarhoş etsen ya beni zil zurna...
Sefil olsam da ayakta duramasam. Düşmeyeceğimi bilerek geçmek kendinden. Sendelesem dayansam koynuna ya. O dipsiz uçurum yok mu? Ah...
Ben sana "seviyorum" derken, hiç korkmadım kendimden. Ezilmedim altında sevgi sözlerinin. Öylesine bendendiler ki, öylesine banaydılar. Benim ölçülerime göre biçilmiş turkuvaz bir elbise gibi otururdu üstüme o tatlı cilvelenmeler ya...Yoksun şimdi. Bilsen üstümden sapır sapır nasıl dökülüyor giydiklerim. Bilsen soğuk ayaz da kaldım yarı çıplak... Öylesine.
Bazen yağmur yağıyor buralarda. Aklıma düşüyorsun. Islanıyorum sensizliğimi de alarak yağmurda. Damlalar sızarken tenimde sen oluyorlar sanki, elerin oluyor. Yetmiyor bir dalga vuruyor kasıklarıma. Sen kokuyor toprak, tenin gibi. Öpüp başıma koyasım geliyor ya, sürgünden dönmüş gibi. Çamur sızıyor parmaklarım arasından. toprak bile ağlıyor yokluğuna.
En sevdiğim mumları yaktım hani şu yakmaya kıyamadıklarımdan. Sen varken kolaydı da yakmamak şimdi bir de onlar yansın istedim benim yangınımla.
Şimdi bir kadeh şarap doldurdum sana. Bir kadeh de kendime. Ben zaten sensizliğinden beridir içiyorum ya, her yudumda bir sen daha değiyor dudaklarıma. Susuzluğumu gideriyorum kanıyorum avuntularıma.
Ben "seni seviyorum" derken hiç korkmadım da. Sensizlikte daha da sensiz kalmaktan korkuyorum şimdilerde. Gözlerimi kapatsam da kaybolmuyor o büyük boşluk. O derin girdap. O uçurum....
Biliyor musun? Sen yokken uykuyu da kovdum odamdan. Hani, en çok fırtınalı geceler korkuturdu ya beni, artık bir de yalnız yatmaktan korkuyorum. Ama yine de ben hiç korkmadım "seni seviyorum" derken kendimden. Ben sensizlikten korktum sadece... Bizsizlikten.
Nurdan Pamuk
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 7 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Kahveci : Alper Kutay Erke Cevapsız Sorular |
|
Kaç bin gününü çalardı ömründen insanın bu en güzel yerinde kördüğüm olan ilişkiler? Hangi vitamin iyi gelir, hangi ilacın farmakolojik özellikleri keserdi unutulmuşluğun ateşli nöbetlerini?
Hangi enstitü koymuştu sevdaların süresinin standartlarını, böylesine tehlikeli oldukları için mi kan rengiydi aşkların uluslararası sembolü ve hangi türü daha ağırdı, yüzde kaçtı en hazımsız olanının kolesterolü?
Kaç zamandır yazıyordum sakat ve ihtiyar bir kaldırım dilencisine dönmüş umutsuz sevdalarla, bir kaçak sigara tütününe harman edilmiş ayrılığın her dumanda katran olan hüznünü ve böyle trajikomik sorularla meşgul ederken beynimi her hücresinin içine hapsedilmiş "sen" in giderek kronikleştiğini fark ediyordum.
Artık gözlerimin retinasına düşen sabit bir gölgeydi hayalin. Gecenin sessizliğini yırtan adımlarımın ritmik notalarında, parça parça olan rüyalarımın reklam aralarında, her sokağı senin çıkmazına varan bu şehrin ağır havalarında hala senin hükmün geçerliydi.
Oysa neler yazmak isterdim şimdi; gözlerinin rengini, "seni seviyorum diyebilmenin o güzelim ahengini, bülbülün güle, gülün bülbüle olan sevdasının hikayesini ve sonbaharın o şaheser portresini...
Beni bu rutubetli ve puslu cümlelerle baş başa bıraktığından beri öfkeliydim odamın duvarına çerçevelediğim o cansız simana.
Şimdi nahoş bir tablo her şairin ilhamı olan sonbahar ve gül gözü yaşlı bir Mecnun, bülbülü vurmuşlar faili meçhul...
Belki bir cevap bulunur bir gün beynimde yankılanan her bir soruya da seni unutabilmenin formülü çözümsüz muammaların en zoru...
Yağmurlu bir havada gün batımından gün doğumuna durmadan yürüsem kaç kilometre yol alabilirdim ve seni yıkayıp temizleyebilmesi için o yağmurdan kaç milyon damla düşerdi santimetrekaresine yüreğimin? Hangi hayasız duyguların evrimiydi aşk, hangi vatan haini Türkçe sözlüklerine sokmuştu veda kelimelerini? Kim dayanabilirdi bu amansız yürek ağrılarına ve kaç kürek toprak gerekirdi seni gömebilmek için, vurulan o bülbülün yanına?
Alper Kutay Erke
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 6 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Beyaz Düşler : Sabiha Rana AYRIK OTLU BİR BAHÇE |
|
Hayatın, buruk büyüsüdür SONBAHAR..
Terkettiği yazdan..
Yaprakların can çekişmesidir..
Gökkuşağının yedi rengiyle,
Serilirler yerlere..
Topraktan son bir kez,
Güç almak istercesine..
Kıyısına uçuşurlar yolların..
Rüzgarın bestelediği, hüznün serinliğiyle..
Daralır ağaçların nefesi...
Soğukla rüzgar, ahiretlik olup.
Geçirirler sonbaharı,
Gizli BEYAZ BAHÇEYE.
Sonra..! !
Düşünür İnsan oğlu,
Seyreder sanki, gözlerinin önünde
Aylara, yıllara bölünmüş,
Bütün yaşamı..
AYRIK OTLU BİR BAHÇE,
VE DÖRT MEVSİM İÇİNDE...
Sabiha Rana http://www.sabiharana.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 3 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
YAZ-I
Yaz başıydı gittiğinde. Sersemletici bir rüzgar gibi geçmişti Mayıs. Seni bir şiire düşündükçe kanat gibi, tüy gibi, dokunmak gibi uçucu ve yumuşak şeyler geliyordu aklıma.
...
Gittin. Koca bir yaz girdi aramıza. Yaz ve getirdikleri. Döndüğünde eksik, noksan bir şeyler başlamıştı. Sanki yaz, birbirimizi görmediğimiz o üç ay, alıp götürmüştü bir şeyleri hayatımızdan, olmamıştı, eksik kalmıştı.
Kırılmış bir şeyi onarır gibi başladık yarım kalmış arkadaşlığımıza. Adımlarımız tutuk, yüreğimiz çekingen, körler gibi tutunuyor, dilsizler gibi bakışıyorduk.
Sanki ufacık bir şey olsa birbirimizden kaçacaktık.
...
Gittin. Şimdi bir mevsim değil, koca bir hayat girdi aramıza. Biliyorum ne sen dönebilirsin artık, ne de ben kapıyı açabilirim sana.
Murathan Mungan
İpek,
İşte nasıl başlayıp, nasıl bitireceğimi bilmediğim yazılardan biri daha. Sanırım bir başlangıca ihtiyacım var. Şarkılar çalıyor, her birini onlarca sefer, istisnasız onlarca sefer dinlediğim şarkılar. Şimdi çalan Simonov'un şiiri miydi?
"yağmurlar içinde bekle beni,
karlar tozarken bekle,
ortalar ağarırken bekle beni,
kimseler beklemezken bekle" diyor.
Bunlar planlanmış şarkılar değil, buna inan...
Önce sana daha önce demek istediklerimi kısaca, daha açık yazmaya çalışayım. Hayır, daha önce şunu yazmalıyım: "Seni anlamadığım bir şekilde incittiğimi biliyorum"...
Bundan daha içten, daha doğru ve sana daha fazla ait olan bir şey söyleyemezdin. Seninle tanışıp konuştuğum şu neredeyse bir senelik zaman (şaşırdın değil mi, evet, şimdi söyleyince ben de şaşırdım, neredeyse bir sene olacak) içinde senden duyduğum en güzel şeydi. Mesela, " Seni incittiğimi biliyorum" olmazdı, "Anlıyorum, seni incitiyorum" olmazdı, " Seni bir şekilde incittiğimi biliyorum" olmazdı. Üzerinde belki sen çok fazla düşünmeden söylemiş olsan da, bir şiir gibi. Bir şiir gibi diyorum çünkü iyi bir şiirdir ki, bir kelimesini çıkarsan veya yerini değiştirirsen anlamı kaybolur. Sana "Biraz olsun benim gözlerinden bakabildiğine sevindim" demiştim gülücük ikonuyla beraber. İşin doğrusu şu. Benim gözlerimden bakabilmeni, bakmanı bir yandan çok istedim hep, bir yandan da hiç istemedim.
Bundan sonra yazacaklarımı yazıp yazmama konusunda, daha da ötesi nasıl yazacağım konusunda, ve daha da ötesi ne kadar erteleyebileceğim konusunda belirsizlikler vardı. Yani belki bir sene önce olsa, veya üç sene önce olsa, çok daha önce ve çok daha farklı şekilde olabilirdi bu yazı. Belki değil, kuşkusuz öyle olacaktı. Benzer içerikte ama farklı bir anlamda. Şimdi ise çok farklı yazacağımı biliyorum...
Yalnız son bir şarkıyı yazmalıyım. Sen gittiğin zaman dinlemeye başlamıştım tekrar. Bak şimdi çalıyor, duyuyor musun?
"Takalar vardı geride-çayın ağzında demirli
Sulara kapılmış inen-kol kol tomruklar gördük
Böyledir göç dendi mi-ayırır gövdeyi kökten
Dal kırar yaprak soldurur-söker çadırını yörük"
Bu sözlerin hangisi, ne için bendeki senin şarkısı oldu bilmiyorum. Bunun bendeki senin şarkısı olup olmadığını da bilmiyorum doğrusu. Tek bildiğim, üzerinde düşünmeden-duygularla da diyebilirsin- bu şarkıyı dinlediğim dört ay. Başka şarkılar da dinleyebilirdim, ama neden bu şarkı?
Sanırım bir giriş yapabildim. Ama sakın aldanma girişin bu kadar uzun olduğuna. Zaten bakarsan yarısı daha önce başkalarının yazdığı şiir veya şarkı sözleri. Gelişme ve sonuç bölümlerinin, bu yazının yazılma gereğinin doğasınca kısa olacağını tahmin ediyorum. Öncelikle sana daha önce birazcık bahsettiğim şeyleri yazayım. Gene birazcık bahsedeceğim ama daha anlaşılır olacak bu sefer.
Sana " Ben bunlarla savaştım, seni bunlardan ayrı tutmak için savaştım" demiştim. Hatırlıyorsun değil mi?
Söylemek istediğim şey şuydu: Mayıs'ta, ki sen aslında Haziran'da değil Mayıs başlarında gitmiştin, seninle ilgili en zor dönem de buydu. "Bana şimdi bunları düşünmek istemiyorum, zaten buraya kafamı dağıtmak için geliyorum" demiştin farklı seferlerde. Tam kelimeleri hatırlamıyorum ama kesinlikle bu anlamı içeren, iki ayrı zamanda söylenmiş sözlerdi. Ben de iki sefer sormuştum zaten. Daha fazla değil. Hafızam iyidir bilirsin. Hafızamın ne kadar tuhaf bir işleme sistematiği olduğunu ayrıca konuşmak isterdim seninle.
O zaman, yani dört-beş ay kadar önce, benim için çok önemli olan birkaç insanla, bundan sonraki hayatımı etkileyecek şekilde yolarımız ayrıldı. Eğer bir dostlukta, ki bu iyi bir dostluksa, yani bunca şeye bu kadar zaman direnen, çözüm yolları aramış, sevmiş, kısacası iyi, afacan bir dostluksa, ne yazık ki anlık öfkelerle bitmiyor. Öyle olsa çok daha kolay olacaktır. Anlık öfkeyle dostluklar biter mi, gurur ne kadar büyük olursa olsun biter mi? Böyle bir şeydi işte. İnan insan böyle ayrıldı mı, hiç ayrılamıyor aslında. Ama ne yazık ki, veya ne güzel ki, başka dünyalar, başka yarınlar çağırmıyor bizi bir yerden sonra. Artık bu güzel mi yoksa biz insanlar için acınacak bir durum mu sen karar vereceksin. Ben henüz karar veremedim...
Yanlış anlama, sana "Bak sen bilmem ne ayının bilmem ne gününde bana böyle böyle söylemiştin, bak aynı şekilde bilmem bu ayın bilmem şu gününde de şöyle demiştin" demiyorum. Böyle şeyler yapmam, bilirsin, en azından bu kadarını bilirsin. Sen de yapmazsın, ben de bunu bilirim.
Sana söylemek istediğim şuydu: Hayatımda oluşan tüm karanlığa rağmen, bu karanlığın güvendiğim, güvendiğim demeyelim, dayandığım son birkaç kaleyi yıkmasına rağmen, ben seni bunlardan ayrı tutmaya çalıştım. Sana adaletsizlik etmemek için bununla savaştım, seni hala sevmeye çalıştım, çünkü değerliydin. Çünkü sen ondan, bundan, şundan ve benden ayrı bir insandın. Farklı değildin belki, ama ayrıydın. Sana tuhaf gelecek biliyorum ama seni sevmeye çalışmak, en azından sana haksızlık etmemeye çalışmak, 1 Mayıs'a gitmek için her sene kendimle mücadele etmek gibi bir şeydi. Ben ne olursam olayım, ne düşünürsem düşüneyim, onun benden bağımsız bir anlamı var. Senin olduğu gibi.
Çok uzattım gene, biliyorum. Sana şunu sormak istiyorum. "Senin beni anlayacağını düşündüm, herkese karşı böyle düşünmem" demek değer vermek midir? Peki o zaman, yani sen bana değer verdiysen, sen benim için neydin? Ben senin beni anlayacağını düşünmemiştim. Hatta bazen istememiştim bile.
Beni dikkatlice süzdü. "Sen ne iş yaparsın hemşerim" dedi.
-Bir iş yapmam, dedim
-Pek güzeell,söyle bakalım babadan kalman mı var?
-Canım öyle bir şey işte neden uzatıyorsun!
-Hayır, okumuş yazmış bir adama benzersin de.
-Eeee, n'olmuş yani okumuş yazmış bir adama benzersem?
-Okumuş yazmış adam öğüt vermez de.
-Ya n'apar? dedim,
-Adamı anlaaarr, dedi, n'apıcak.
O zaman ben senin için en fazla, herhangi bir insanın herhangi bir insan olan Sait Faik'e rastlaması mıydım?
Eğer bu, yani anlamak veya anlayabileceğini düşünmek değer vermekse, savaşmayı nereye koyuyorduk, ya kalp sızısını? Ya sen gitmeden önce, işten ne kadar gece yarısı çıksam da sana, sadece sana, kendine iyi bak diyebilmeye çalışmayı, diğer işlerin arasında araya sokulmadan bunu diyebilmeyi nereye koyacağız?
Gittiğinde, başında sitem olan bir yazı yazmıştın. Ama yazın gene araya sıkıştırılmış bir yazıydı. Gene dediğime kızacaksın biliyorum. Kısmen de haklısın. Hatta ben değer veren tarafsam, sana nasıl sen haksızsın diyebilirim. Ama kafamın bir yanı sürekli çalışıyor ve bununla yaşamayı artık öğrenmiş olmam gerekir, öyle değil mi? Dediğim şuydu, bana yazdığın yazı, kendinde söylediğin gibi fazla vaktinin olmadığı bir sırada yazılmış bir yazıydı.
Ben bunu istemiyorum. Ben senin için değerli olmak istiyorum, değerli olduğumu görmek istiyorum. Bu sebeple bana kendine ait bir şeyleri anlatmanı istiyorum. Bana, sadece bana yazılan, şu gündelik hayata ait olmayan, şu gündelik gelgitlerin etkisinden sıyrılmış şeyler yazmanı istiyorum. Gittiğinde, nerde kaldığın, eve giderken hangi yolu kullandığın, akşam sizi eve kimin bıraktığı gibi şeyler yerine, hayatın gidişatının ne olacağı ile ilgili düşünceler olmasa bile, neye sevindiğin, neye üzüldüğün, neyin seni çok etkilediğini duymak istiyorum. Seni sen yapan şeyleri.
İşte şu hemen yukarıdaki paragraf var ya, kesinlikle bu değil benim istediğim. Gerçekten değil. Çünkü bu nereye götürür biliyor musun? Senin de tahmin edeceğin gibi; sırf senden bir şeyler duyabilmek için sana olmadık üzüntüler ve sevinçler yakıştırmaya. Daha da kötüsü, üzüntü stoklarımız bittiğinde olmadık üzüntüler yaratmaya götürür. Özellikle üzüntü diyorum, çünkü sen de bilirsin ki, üzüntü yaratmak, neşe yaratmaktan daha kolaydır. Üzüntü için çok fazla çabalamana gerek yok ki. Biraz etrafını, kendini ve şu yaşadığımız yüzyılı anlamak, hatırlamak yeterli. Oysaki neşe değiştiricidir ve aslında ciddi bir iştir, sorumluluk gerektirir. Şu yaşadığımız yüzyılda, hüzün değil neşedir devrimci olan dersem, çok mu ileri gitmiş olurum?
Ben senin, en önemli olduğunu düşündüğüm zamanda, geri dönülmez bir uzaklık oluşmaya başladığında, farkında olmanı bekledim. Uzun zaman yazmadıysam, bunun bir sebebi olabileceğini düşünmeni istedim. Bunu düşünmek, bir insanın kendi beklentileri, sızıları düşünüldüğünde hiç kolay değildir, bunu biliyorum. Benimle daha çoookk konuşacağını düşünüyordun, bunu da biliyorum. Ama öyle olmadı.
Bu yazdıklarıma, bir türlü keskinleşemeyen, bir türlü netleşemeyen bir insanın kelimelerle oynaması olarak bakma. Ben, en nihayetinde böyle bakamıyorum. Bu yazdıklarımla, gayet kolay keskinleşebilecek, gayet kolay netleşebilecek, gayet kolay yalnız kalabilecek ve bu yalnızlıkla pekala yaşayabilecek ama bunun böyle olmaması gerektiğini, başka türlü olması gerektiğini düşünen ve sana değer vermiş bir insanın, yarınsızlık yerine bir yarın hissetmeye ve hissettirmeye çalışan bir insanın gayreti olarak bak. Ama ben seni yönlendirmiş olmayayım...
Yazının seni aldatmasına sakın izin verme. Sakın. Sadece bir şekilde çaresiz kalan insan, yazmaktan başka yol bulamayan ve yazmasa olmayacak insanların elinden çıkmış yazıları on sene sonra, elli sene sonra dönüp okursun. Eskimeyen, değişmeyen onlardır. Bir de adanmamış insanların yazılarına dikkat et derim. Neye, kime olursa olsun adanmışlık olmalı. Bunları söylüyorum çünkü, sana çağımızın bir hastalığından bahsetmek istiyorum:Yazı yazmak.
Sana yazıyorum ya, sanki sana yazmıyormuşum gibi geliyor. Daha doğrusu ve daha ötesinde, senden, kendimden ve herkesten uzaklaştığımı düşünüyorum. İşte yazının böyle de bir yanı varmış. Çağımızın hastalığı, kelimeler. Biz ki kırık dökük insanlarız, el yordamıyla sevmeye çalışırız. Yazdıklarımız ne kadar gerçek ve güzel olabilir ki? Şimdi sana iki şey söylemek istiyorum: Söz aşındırır. Suskunluk kıymetlidir, anlayana. Çünkü kendinden bir parça koyma zorunluluğu dayatır, bilirsin. Bunu herkes bilir.
Sana yazmaya başlamıştım çünkü sana kırgındım ve bunun değişmesini, böyle olmamasını istiyordum. Hadi söyleyelim, biraz da bana beklediğim kadar değer vermediğin için kanatmak istiyordum seni. Biraz da sevildiğini düşünebilmek. Ama şimdi yazdıkça sana kırgınlığımdan eser kalmadığını görüyorum. Oysa ki benim istediğim bu değildi. Ben kırgınlık üstüne bu kadar yazdıktan sonra, bana pekala "Bu kadar kırılgan olma" diyebilirsin. Ne kadar iyi niyetle söylenmiş olsa da kötü bir şeydir bu. Bunu yazı yazarken sakın yapma. Belki karşımda olsan, ben gözlerini, ellerini ve yüz ifadeni görebiliyor olsam, matematiğe olan tüm inancıma rağmen, bir de sesinde de yumuşaklık varsa sana inanabilirim. Hele senden buna benzeyen hiçbir şey duymamışsam, buna o kadar inanırım ki, sen inanmazsan bile gerçek olur. Şaşırırsın. Sen inanmasan veya bir gün unutsan bile ben uğraşır didinir, seni tekrar sevmeye çalışır ve sana seni hatırlatırım. Seni inandırırım. Onun için bunu yapma.
Sana çağımızın birinci hastalığını daha da şiddetlendiren bir başka hastalıktan da bahsetmek istiyorum: Bilgisayarda yazı yazmak.
Yazarız, tek bir tuşla sileriz, sonra birkaç saniyede tekrar yazarız. Uzun bir cümleyi ustalıkla kurarız. Bakarız olmadı, birkaç satır şiiri "copy-paste" yaptık mı, tamam. Allarız pullarız işte. Bilgisayar bize kolaylıkla yazı yazma ve çok yazı yazma şansı verdi. Senin de bildiğin gibi futbolla pek ilgim olmamasına rağmen diyebilirim ki orta sahamız süper top çeviriyor. Ancak gol yollarında başarısızız. 21. yüzyılda olduğumuzu düşünürsek, bu durum çekinik sözlere, kalabalık bir yalnızlığa ve ertelenmiş bir yabancılığa tekabül ediyor. Mesela ben, bu yazıya başlarken gelişme ve sonuç bölümlerinin gayet kısa olacağını ümit ettiğimi söylemiştim. Ama bak yazdıkça işte, bunları söyleyen ben miyim diye düşünüyorum. Yazılarımızın esiri olduk. Yazdıklarımız güzel şeyler olsaydı eğer, bir nebze anlamlı olabilirdi ama şu halimize ve dünyanın gidişatına bakarsan bir yerlerde bir yanlışlık var derim ben. Yazmakla bir şeyler değişecekse, bu kadar yazıya rağmen her şey neden kötüye gidiyor?
Ben bunu neye bağlıyorum biliyor musun? Kurşunkalemlerin bize küsmesine. Bilgisayarı gördük, kendimizi unuttuk. Sinsi sinsi geldi, sadece yazı olma ihtirasımızı alevlendirdi, sonra da bizi dımdızlak kendimizle baş başa bıraktı. Halbuki acele etmeyip, şu dünyayı sakin, telaşsız, etrafımıza bakarak yaşayıp bilgisayarda yazılmış onlarca yazı yerine elli senelik ömrümüzde sadece bir tane yazı yazsaydık kurşunkalemle, daha anlamlı olacaktı. Birine bunu söylediğimde hep aklıma "Yazacak bir şeyin yoksa, yazılacak bir şeyler yap" sözü geliyor. Benim buna bir eklemem var: "Kurşunkalemle yazılacak bir şeyin yoksa, kurşunkalemle yazılacak bir şeyler yap."
Şimdi sana "Al eline kurşunkalemi, otur masanın başına, eski zaman beyaz sayfalarından birini aç ve bir şeyler yaz" dersem kim bilir neler yazacaksın. Daha doğrusu yazamayacaksın. Bunun nedeninin ne olduğunu bildiğini sanmıyorum. Sebebi şu; kurşunkalemin hışır hışır, kırt kırt sesi vardır. (Ben senin sesini hiç duymadım, telefonda bile konuşmadık) Sen derdini, özlemini kağıda döktükçe o da seninle sessizce inleyerek, kendinden vererek, tükenerek sana eşlik eder. Bir de bakarsın kalem bitmiş, beyaz sayfanın üstünde bir aydınlık, bir yarın kalmış. (Tükenmez kalemin böyle olmadığını detaylarıyla anlatmam gereksiz sanırım.)
Peki böyle bir dostu neden küstürdük? İşte bunu sana bırakıyorum. Sana sadece kurşunkalemle neden yazamayacağını söyleyeceğim. Şimdi sen ilk cümleni yazacaksın ya, sonra onu beğenmeyeceksin. İlkini beğensen bile ikinciye bağlayamadığın için beğenmeyeceksin. Üzerini karaladın. Şimdi yeni bir cümleye başladığını hayal ediyorum. Bu da olmadı. Çünkü sana " O görüşmediğimiz zamanda, sonrasında benimle ilgili içinde kalan hiç mi bir şey yok dediğimde" bana sadece "Seni aramak istemiştim daha önce, beni anlayabileceğini düşündüğüm için. Bu şekilde tanıştığım kimseye karşı bunu istemedim ve yapmadım, başka da bir şey söylemiyorum" demiştin.
Senin zamana yenildiğini düşünmek istiyorum, sadece bu kabul edilebilir bir şey olacak, başka da bir şey söylemiyorum ben de sana. Bu yazdıklarımı saymazsak tabii.
Sana yazmaya başlamıştım çünkü sana kırgındım. Şimdi o kırgınlığı arıyorum satırlar arasında, bulamıyorum. Oysa ben böyle olmasını istememiştim. Sana olan kırgınlığımı kaybedersem seninle ilgili her şeyi kaybetmiş olacağım. Kırgınlığımdaki ısrarım bundan. Yani yazı yazmak, sana yazmak, yazının sonlarına geldiğim şu satırda anlamsız geliyor.
Şimdi anladım. Yaz-ı bitiyor. Sana yollayacağım. Sen okuyacaksın. Ben senin hangi tarihlerde okuyabileceğini hesap edeceğim. Biraz anlaman, biraz da bir şeyler yazman için kafamda sana süre tanıyacağım. Sonra... Sonra bir şey olacağını sanmıyorum. Ne yazacağını bilemeyecek, zaman geçtikçe, o ilk okuduğundaki cevap verme arzusunun bir şekilde kaybolmaya başladığını göreceksin. Merak etme güzel kız, bunları da hesapladım. Bu, 21. yüzyılda yaklaşık iki haftalık bir süreye tekabül ediyor. Geriye senin olmayışın, bunların nedenleri ve sonuçları kalacak. Birinin olmayışını sadece iki kadeh rakı içip ince bir sızıyla efkarlandığında değil, bir şeyi onunda bilmesini çok istediğinde, keşke o da burda olsaydı, bunu görseydi diye düşündüğünde ve onun olmadığını farkettiğinde de anlarsın. Hem belki de daha fazla. İşte bu çok etkiler insanı.
İşte yazının yazanlara en kötü hediyesi bu. Çok laf, az iş. İnsan yazdığına benzer. Sen iyisi mi bana, benzemekten pişman olmayacağın bir şeyler yaz. Yazmazsan olmayacak bir şeyler. Bunun için önünde koca bir ömür var ve kapım sana her zaman açık. Ama sakın yazı olma arzusunun, böylelikle bir yeni dünya özlemini sürdürme isteğinin tuzağına düşme. Bunun için ya yazı yazmaya adanmış ol, ya da kurşunkalem kullan. Yardımcı olacaktır.
Şimdi gitmem lazım İpek. Yalnız biliyorsun benim ilginç bir huyum var, ayrılırken hep iyi ayrılmak isterim. Bu da benim sakat yönüm herhalde. Hep bir gülümsemeyle, ama öyle mecazi anlamda değil, insanın önemli bir şeyin bitişini bilip de dudaklarının titremesine engel olmaya çalıştığında oluşan, gözlerinin dolduğu bir gülümsemeyle de değil, gerçekten komik bir şey söyledikten sonra gitmek isterim. Söyleyeceğim komik şey şu: Bugün çarşıya indim birkaç işim için. Sonra içimden geldi, çalıştığım katta çalışan herkese çikolata alayım dedim. Ne zamandır içimden böyle alelade, hesapsız bir insan sevgisi, dünya sevgisi geçmemişti. Ooooh, kafamda kuruyorum. Çikolatanın kimden geldiğini soracaklar, kim evlenmiş diyecekler, benim hakkımda iyi bir şeyler düşünecekler durduk yerde onlara çikolata aldığım için. Çok ısrar ederlerse ben de durduk yerde neden onlara çikolata aldığımı açıklamaya çalışırım. Aklımdan böyle şeyler geçirerek hoplaya zıplaya işyerine geliyorum, (hatta bir arkadaşım adımı söylemiş yanından geçerken, seninle dopdolu olduğum için duyamadım sanırım) geliyorum ki, aklıma geldi. Ben hariç herkes oruç tutuyor ve ben kocaman, iri bir eşeğim.
Tam tarif ettiğim şekilde güldüğünü umuyorum.
İpek,
Bana bir gün yazarsan, senden kurşun kalemle bir "eski zaman beyaz sayfası"na yazılmış birkaç cümle bekliyorum. Üzerinde düşünülmüş, karar verilmiş ve bununla yaşanmış bir şeyler. Tekrar tekrar değiştirilip, kelimelerin esiri olmamış birkaç cümle. Senden, benden ve geçen zamandan süzülüp gelen birkaç cümle. Sadece ikimizin anlayabileceği şeyler işte.
Şimdi diyeceksin ki;"Sen bunları sanki bana yazmıyormuşsun gibi, sanki senin dışındaki herhangi birine, sanki herkese, sanki başkalarına ya da hiçkimseye yazıyormuşsun gibi geliyor bana. Sanki bir roman karakteriymişsin gibi geliyor, elle tutamıyorum seni. Hem benim adımın İpek olmadığını kaç defa söylemem gerekecek!"
Anlıyorum. (Ben sen de kırgınsın sanmıştım, bu anlamlıydı. Yanılmışım.) Bu yüzden sana yalnız geçirdiğimi şimdi anladığım bir yazdan elenmiş, süzülmüş ve karar verilmiş düşüncelerimi içeren, kurşun kalemle yazılmış ayrı bir yazı da gönderiyorum, sadece ikimiz bileceğiz. Sen bana "Seni anlayamadığım bir şekilde incittiğimi biliyorum" dedin ya...
Ahmet Yakamoz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 3 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 4.377 kahveciye doğru yola çıkmıştır.
Yukarı
|
SENİNLE ÖLMEK İSTİYORUM
Dağ başında bir avcı kulübesi
Yerle diz boyu kar.
Ocakta ateş
Dışarda rüzgar.
Hadi gel
Önce sevişmeliyiz uzun uzun.
Yerdeki ayı postunun üzerine uzanmalıyız
Bütün vücudunu santimetrekarelere ayırıp
Birer birer öpmeliyim.
Ve sonra sımsıkı sarılmalıyım sana
Böylece ölmeliyiz.
Aradan yıllar geçip
Bizi buldukları zaman
Etlerimiz çürümüş olsa da
Kemiklerimiz ayrılmamalı birbirinden.
Hadi gel
Nefes almak hüner değil
Seninle ölmek istiyorum.
Ümit Yaşar Oğuzcan
Yukarı
|
Bu zevk olayı başka birşey!
Yukarı
|
İşe Yarar Kısayollar - Şef Garson : Akın Ceylan Yamağı : Ayşe Nur Gedik |
İster internet ortamında, ister kendi bilgisayarınıza indirip oynayabileceğiniz en orjinal flash tasarım oyunları bulabileceğiniz en sağlam kaynak. Ayrıca güncel konularla ilgili komik animasyonları da http://www.miniclip.com/Homepage.htm kısayolunda bulabilirsiniz. İyi eğlenceler.
...Zordur gençliği anlamak ve anlatmak. Hayatımızın en hareketli, duygularımızın en yoğun olduğu dönemdir,
hayatımızın baharıdır. Gençler olarak, çoğu zaman bir destek arayışı içinde olduğumuzda bir gerçektir. İşte bu nedenle, bu siteyi hizmetinize sunuyoruz... demiş editör. http://www.bizlergenciz.com/ kısayolundaki web sayfasında.
Aslında uzun uzun anlatmak gereken bir web sayfası ama kısaca söylemek gerekirse http://www.herseynet.com/ kısayolundaki sitede herşey ama herşey var galiba bu yerde...
...Bir gün Smith ve John adında iki zenci New York sokaklarında dolaşırken bir tabela görürler: "Zenciler beyazlaştırılır. Fiyat 100 dolar." Smith'in 101 doları, John'un ise 99 doları vardır. John, Smith'e: "Sende fazla olan 1 doları bana ver birlikte girelim" der. Smith'se: "Önce ben gireyim. Eğer beyazlaşırsam sen de girersin" der ve içeri girer. Az sonra içerden beyaz bir şekilde çıkar Smith. John: "Smith ne kadar beyazlaşmışsın. Şu 1 doları ver de ben de girip beyazlaşayım." Smith cevap verir: "Defol burdan pis zenci!"... Daha fazla fıkra için, http://www.fikralar.com/
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
SC-DiskInfo Standard Edition 1.08 [320 KB] 2k/XP FREE
http://www.ceda.nl/data/sc/scdixpstd.exe
Bilgisayarınızı uzun süredir kullanıyorsanız gitgide bir çöp yuvası haline geldiğini biliyorsunuzdur. Bazı gereksiz dosyalar klasörleri öyle bir şişirirler ki, temizlemek istediğinizde neyin nerede olduğunu bile hatırlamazsınız. Hangi klasörün dolduğunu bile farkedemezsiniz. Bu program sizlere bilgisayarınızdaki tüm klasörlerin iç hacmini gösteriyor. Gereksiz şişkinliğin yerini öğrendiğinizde temizlemekte kolay oluyor. Aman siz siz olun çok büyük diye windows klasörünün altındaki sistem dosylarını silmeyin!..
Yukarı
|
|
|
|
|
|