|
|
|
4 Kasım 2004 - Fincanın İçindekiler |
Editör'den : Yensen de Yenilsen de!.. |
Merhabalar,
İyi oynamak, hırslı olmak, koşmak, istemek bazen yetmiyor. Gene olmadı. Sabah Buşumuzun 4 seneliğine yeniden tescili akşam Fener'imin yenilgisi derken moralman çökmüş durumdayım. Fazla laf edemiyeceğim, kusura bakmayın. Tüm kına yakıcılara rağmen Fener'imle gurur duyduğumu tekrarlıyor, pikaba da Savage Garden'dan bir uzunhava koyup köşeme çekiliyorum. Affirmation albümünden bir romantik şarkı "I knew I loved you". Bütün gün tebrikleri kabul edeceğim, işim zor. İyi dinlenip hazırlanmalıyım. Bugünlük beni unutup siz kendi kendinize ilgi gösterin artık. Kalın sağlıcakla.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
HÜZÜNÜ YAZMAK... ÜMİT YAŞAR OĞUZCAN'IN ANISINA
Ümit Yaşar Oğuzcan'ın ölümünün 20. yılı
Biryerde Ölüm Ne güzel oluyor
İnsan bir kere Öluyor ne fena
Bu düzeni değistirmeli
Bir kere yaşamali
Çok çok ölmeli
En büyük kederler bizim icin
Bizim icin karsiliksiz sevgiler
Kor kuyular, cikmaz sokaklar bizim icin
Dünyaya nasil gelmişiz sormayin
Saygi değer annelerimiz incinmesin
Her yerim ayri ayri ölmeli
Yoksa ölum yok bana bu dünyada
Bir kurşun beynime girsin
Bir bıçak kalbime saplansın
Kızgın bir demir dağlasın gözlerimi
Sonra gelsin bir manga asker
Sert bir komut
Bir yaylım ateş
Birak kim bağlarsa bağlasın gözlerimi.
Biraksaydın çoktan unutmuş olacaktın
Halbuki şimdi benden kaçman da zor
Anliyorum beni sevmen de zor
Dedim ya bir yere kadar yaşamak güzel
Ama bir yerde ölüm güzel oluyor.
Son Dakika ve Vakitsiz bir yağmurda anmak seni, Ne zor şey değilmi
insanın yaşarken yazdıkları ölünce anılsın, sen bunu görmedin ben
görüyorum, hergün aynı saat'e, eve giderken, ayakkabılarımı giyerken,
saçlarımı tararken, kısaca her noktasında hayatın... 20 yıllık bir hasretin
bir üzüntünün ve acının ikilemisin birazda, acının yazısını senden
öğrendim, yada şiirimin acı taraflarının sana ait olduğunu söylersem
şaşma, tıpkı ben, biz ve herkes gibi...Biraz buruk olacak belki, neylersin
yazmak yazmak yazmak hayata dair herşeyi. Bu akşam bir hüzün çöktü
yine ellerime, kırılası ellerim dokundukça kağıda hep aynı şeyi yazdı..
Çünkü başka şey yazmak gerekmiyor artık yazılanın üstüne, başka bir
hüzün başka bir acı artık eklenemiyor nakaratına... Gecenin bu kadar
hüzün, ölümün yakın olduğunu nasıl anladım bilmiyorum ama
dokundukça birileri şiirinin bir yanına kendine ait bir kıpırtı hissedecektir
ondan. bundan dır hüznüm birazda belkide sevdiğim içindir acıyı, tıpkı
şu sözlerin gibi hayat hala...
Bir gün anlarsın hayal kurmayı;
Beklemeyi, ümit etmeyi.
Bir kirli gömlek gibi çıkarıp atasın gelir
Bütün vücudunu saran o korkunç geceyi.
Lanet edersin yaşadığına...
Maziden ne kalmışsa yırtar atarsın.
O zaman bir çiçek büyür kabrimde, kendiliğinden.
Seni sevdiğimi işte o gün anlarsın.
Anladık, usta tamamını anladık, Bende ayrılınca sevdiğimden senin bu sözlerini yollamıştım ona. yalnız eksik bıraktığın birşeyler olacak hayatta, yani, acı gibi, yani sevdan, yani küçük bir kardeşini haksızmıyım? Buralarda hayat hala böyle gittikçe inceliyor çizgi artık yollar tek şerit, kalpler Kervan hanı kimin parası varsa o konaklar ancak orada ve daha
neler neler, aslında birazda kırgınım hani burada olsan yazacağın çok şey
olacaktı, ihanetler büyüdü, sevgi bitti, sevdalar çırılçıplaklaştı, hem artık
çok az kişi büyük oğlu Vedat'ın ölümüne üzülüp şiir yazıyor, ve
kahrediyor hayatını, yazdığım tüm yazılarımın başına illaki bir dörtlük
koymak istiyorum ve hiç şaşma hep seni hep senin kahırlı anını,
koyuyorum.. Tıpkı Oğlun Vedat için yazdığın bu şiir gibi....
Artık hiç sabah olmayacak yavrum
Çok uzun sürecek bu siyah gece
Ta zaman durunca, ömür bitince
Alış karanlığa, gözlerini yum
Artık hiç sabah olmayacak yavrum
Bilirim bu mor sükutu bilirim
Beyaz olmalı geceler, bembeyaz
Karanlıklar üstünedir şiirim
Bilirim, bu mor sükutu bilirim
Dağlar gibi deryalar gibi sonsuz
Karanlık, karanlık ölümden beter
Bir yol ki hayatla beraber biter
Taştan bir sükut ki hissiz ve ruhsuz
Dağlar gibi deryalar gibi sonsuz
Artık hiç sabah olmayacak yavrum
Bitkin gözlerime son bir defa bak
Bir daha o yerden gün doğmayacak
Bu mor gecelerde kayboldu ruhum
Artık hiç sabah olmayacak yavrum...
ve..
Yolun son durağına geldin işte, geri dönmekte yok güzel dediğin yere gittin, bir yerde ölüm güzel olur ama bir yerde bıkarsın orda hatta giderken bile hüzünlenerek gitmiş gibisin, bunun neresi güzel usta, bir dön ve ardına bak, kim ne kadar büyümüş. Bir sonbarda daha anmak seni böyle hüzünlü. Biliyorum az oldu ama yine yazarım, daha güzel şeyler ülkemde Barışı, sevgiyi ve ölümün acımazsızlığını. Ve kuru bir "Allaha ısmarladık !" Vedat'a iyi bak orada.....
Ne gariptir şu ayrılık günleri
Bir dosttan da, düşmandan da ayrılsan
Nedense bir tuhaf oluyor insan.
Derin bir sızı giriyor içeri
Son bir defa bakarken caddelere.
Dükkânlara, evlere, kahvelere
Hatıra yüklü kervanlar geçiyor,
Dolu dolu gözlerinin önünden.
Bu son yadigâr mı bir ayrılık gününden?
Ne unutulmaz zamanlar geçiyor
Ağır ağır biz farkında değilken.
Gökler masmavi, yaprak yemyeşilken
Sen istediğin kadar unutulmaz de
Bu son dakika, bu vakitsiz yağmur.
Unutulur azizim, unutulur...
Başka ne yapılır böyle bir günde?
Kapanan bavul, çivilenen sandık
Ve sonra kuru bir "Allaha ısmarladık !"
ALLAHA ISMARLADIK!
Adnan Bilen
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 6 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Rengarenk: Tuba Çiçek YORMADAN SORMADAN |
|
Bana iltifat etmeyin kardeşim!
Gerektiği durumlarda ben kendime yeterince ediyorum zaten. Fazlası yağcılığa giriyor. Hem ben size iltifat ediyor muyum?
Ayıptır söylemesi, bana iltifat edildiğinde biraz da elim ayağıma dolaşıyor. Zihnim bulanıyor, tiklerim artıyor.
İlla ki iltifat etmek isteyen olursa (hayranlarımın hesabını tutamaz oldum artık): 'Biliyorum' ya da 'Farkındayım' diyorum. İltifata başlayan zombi bir cümle daha edemiyor. Muhtemelen içinden: "Küstah! İnsan biraz mütevazı olur.. Teşekkür felan eder.." diye düşünerek bana uyuz oluyor ve iltifatı boğazında düğümleniyor. Ben sağ, o selamet..
'Seni seviyorum' da demeyim bana!
Ben sizi sevdiğimi söylüyor muyum zırt pırt?
Salak değilim çok şükür. Seviyorsanız anlarım zaten.
İnanmayın o sevgi pazarlamacısı yazarlara, psikologlara, sosyologlara, esteklere, kösteklere..
"Çok geç olmadan sevdiklerinize 'seni seviyorum' deyin.." Miş!
Hadi ulan! Lafla peynir gemisi yürüseydi, Nasreddin Hoca koca bir gölü yoğurda çevirirdi.
* * *
Kaç kişiye 'seni seviyorum' dediğinizi bir düşünün!
Hangisini daha fazla sevdiniz ya da hangisini gerçekten sevdiniz?
'Seni seviyorum' dediklerinizin sayısı ne kadar çoksa, kafa karışıklığınız da o oranda artacaktır.
"Ayşe'yi mi daha fazla sevmiştim, yoksa Fatma'yı mı?"
"Gerçekten sevdiğim tek adam Ahmet miydi, yoksa Mehmet mi?"
Peki ya kaç 'seni seviyorum' itirafınız samimiydi? Kaçına mecbur kaldığınız için 'seni seviyorum' dediniz? Kaçı inandı, kaçı inanır gibi yaptı? Kaç kişi sizi gerçekten sevdi? Kaçı samimiydi, kaçı sahte?
* * *
Bir tek saati olan adam saatin kaç olduğunu bildiğinden emindir.
Ama ya saati yanlışsa?
Elinin altında birden fazla saati olan adam ise saatten asla emin olamaz.
Hangi saat doğru acaba?
Eğer hayatınız boyunca sadece tek bir kişiye 'seni seviyorum' demişseniz, işte o zaman kafa karışıklığından kurtulabilirsiniz. Başka bir sevgiyle kıyaslama şansınız olmadığı için, onu sevdiğinizi zannedersiniz.
Peki, 'zannetmek' sevgi ya da aşk mıdır?
Aşk ya da sevgi denilen şey bir YANILSAMA mıdır yoksa?
Mesele bunu farketmekte mi? Yoksa farketmeden yaşayıp gitmekte mi?
Şimdi gözünüzü kapatın ve tekrar edin: "Onu seviyorum, onu seviyorum, onu seviyorum, onu seviyorum, onu seviyorum, onu seviyorum...."
Gözünüzü açtığınızda iki seçeneğiniz var:
1- Hala onu sevdiğinize inanırsınız -ya da öyle zannedersiniz..- (Dua edin o da inansın.)
2- Büyü bozuldu, buyrun cenaze namazına. (Aşk öldü, ruhuna el fatiha!)
* * *
Gene perişan ettim sizi di mi?
Aslında alçaklık edip bu yazıyı burada noktalamak, sizi şu fani hayata bağlayan aşkı ve sevgiyi de elinizden alıp kaçmak vardı yaaa.... Neyse hadi kıyamadım.
Bazı 'şey'ler vardır ki: 'Ben bir bilmeceyim, ben bir muammayım, çöz beni, beni çözersen hayatın anlamını da çözeceksin şerefsizim..' diye yaygara çıkarıp sizi gaza getirirler. Oysa asla çözümleri yoktur. Bilakis kurcaladıkça bozarsınız, kurcaladıkça altından çapanoğlu çıkar.
Aşk ve sevgi de çözümü olmayan bilmeceler gibidir. Orasını burasını fazla kurcalamayacaksın. Hissediyorsan yaşayacaksın.
Seviyor mu, sevmiyor mu? Seviyor muyum, sevmiyor muyum? Kandırıyor muyum, kandırılıyor muyum? Kullanıyor muyum, kullanılıyor muyum? Bu ilişkinin sonu var mı, yok mu? Ben ona layık mıyım, değil miyim? Vırt mı, zırt mı? Zart mı, zurt mu?
Fazla soru sormayacaksın, hassas bünyeleri yormayacaksın!
Öyle bünyeler tanıyorum ki, kendi adına sorduğu sorular yetmiyormuş gibi, karşı tarafın sınav kağıdına saldırıp, onun sorularından da sorumlu hisseder kendini..
Acaba onun sevgisine layık mıyım?
Acaba onu oyalıyor muyum?
Acaba ona zarar mı veriyorum?
Sormaktan ve yormaktan usanmayan bu işgüzar bünyeler işin içinden çıkamayınca, Türk filmi usulü kararlar alırlar. (Reca ederim bu bahsi kapatalım Nalan, bu ilişkiyi daha fazla sürdüremeyiz..)
Ulan Nalan aciz midir ki, onun sınav sorularına burnunu sokuyorsun?
Buradan yetkililere sesleniyorum:
Sormayan, yormayan ve KAY-BOL-MA-YAN sevgili istiyorum!
Tuba ÇİÇEK tuba@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 8 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
KIŞ
Kış, bana göre yılın en sıcak mevsimidir.
Dışarıda kar yağarken şekerci dükkanının vitrinine burnunu dayayıp içeriyi görmeye çalışan çocuğun burnunun çevresinde oluşturduğu küçük buhar kabarcığı kadar sıcaktır kış. O sıcak mevsimin gelmekte olduğu; büyük bir okuma hevesiyle kitapçı dükkanına girmek isteyen bir lise öğrencisinin dükkanın kapısını açtığında kapıya takılı olan zilin çıkardığı huzur verici sesten anlaşılır.
Kış, insanın kafasında izlenimlerin, gözlemlerin ve gülümsemenin doruk noktasına ulaştığı ve sokakta en çok üşüyen insanın; gözlerinin içindeki o hiç açığa çıkarılmamış sevincin bile başkaları tarafından bir şekilde görüldüğü mevsimdir. Havanın yarattığı karmaşaya rağmen sokağın duvarına asılmış bir afişi, sanatsever bir insanın görebilme çabasıdır. Sokak kedilerinin ait olma içgüdülerinin yoğun olduğu ve insanların bacaklarında tüylerini bıraktıkları süreçtir...
Herkesin kafasında farklı izlenimler oluşturur bu mevsim. Kimi insan bunu fark etmese de aslında gördüğü bir an, bir kişi ya da bir olay ona kış hakkında düşündüğünden çok daha fazla fikir verir. Bazılarının aklınaysa bu mevsim küçük bir paragraf sokar ve bir daha oradan hiç çıkmaz:
"Yaşlı adam penceresinden kışı beklerken aslında onun kendisine çoktan gelmiş olduğunun farkında değildi. Baharı ve yazı her gün aynı açıdan görmüş olması, sakalında ve saçlarında kıştan kalan beyaz izlerin oluşmasına neden olmuştu. Aynı pencere, aynı duvarlar...Aylardır bakıyordu. Bakıyordu ama, görebildiği tek şey penceresinin kenarında duran hüsnü yusuf çiçekleriydi. Bu mor çiçekler, odasında beyazdan başka görebildiği ve anımsayabildiği tek renge sahiptiler. Hastahaneler hiç renkli olmamıştı zaten. Kim bilir, belki de dışarıya da beyazın gelecek olması bu mor bahar çiçeklerini de yaşatamayacak duruma gelecekti."
Kışı bu küçük yazı gibi de anımsayabilir bazılarımız. Benim aklıma gelenlerdi bunlar. Paragraf başta soğuk gelse de ihtiyarın karakterindeki sıcaklık bu havayı yine ısıtmayı başarıyordu sonunda.
Benim içinse kışın gelmesi daha değişik olaylara ve kişilere dayanır. Bu sürecin geldiğini ya da gelmekte olduğunu; evi aşağıdan ısıtmaya başlayan kaloriferden, karşı apartmanda oturup kalemle saçını dağınık bir şekilde toplayan ve sürekli önündeki tuvalle ilgilenen ressam kadından ve yazın evleri yeşile boğup şimdiyse çıplak kalmış ve bir yerlere tutunma ihtiyacı olan sarmaşıklardan anlarım. Yağmurdan kaçmak için büyük bir telaşla dükkanların gölgeliklerine sığınmak ise, her gün sokak kedilerine süt vermek için elinde koca bir kapla dışarı çıkan yaşlı teyzenin insanlara gülümsemesi kadar güven vericidir. Bu teyzeyle bir kez karşılaşmıştım. O gün onun beslediği sokak kedilerinden birini sevmekle meşguldüm. Kedi, kışın getirisi olduğuna inandığım bir içgüdüyle, tatlı tatlı mırıldanıyordu. Bir anda o teyzeyi karşımda buldum ve konuşmaya başladık. O önce kediye baktı ve bir annenin çocuğuna gösterdiği şefkatin aynısını özenle baktığı kedisine gösterdi:
"Canım...Sen buraya mı geldin?" derken bir yandan da kediyi seviyordu.
"Benim peşimi bırakmadı da..."
"Evet, genelde bu mevsimde sevgiye çok muhtaçtırlar. Ben de buradaki kedilere yiyecek götürürüm ara sıra. Hava soğuk zaten..."
Ben önce biraz bekledim ve teyzenin yüzüne baktım. Sonra da "Bence sıcak." dedim.
Teyzeyse bir şeyler anlamış gibi gülümsedi ve biraz eğilerek yavaşça "Aslında bence de sıcak." dedi.
Bana kışı anlatan en önemli ayrıntı bu olmuştu. Şefkatli, sıcak ve hala çocuklaşmaya hazır bir yüzü vardı.
O teyzenin yüzündeki kışın ifadesini görmenizi isterdim.
Kış, bana göre yılın en sıcak mevsimidir.
Duygu Ergun
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 5 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
TEŞEKKÜR EDERİM
72 Ekiminde İzmirde yazın gitmeye niyetli olmadığı, sonbaharınsa-hadi nazlanma sen veda etki, benim günlerim başlasın artık- dediği yaz-bahar günlerden bir gün işte. Ama evimizdeki meltem her an poyraza dönebilir...
-Olmaz hanım,o daha dünkü çocuk,hem üniversite okuyacak daha,nereden çıktı şimdi bu oğlan!?
-İyide çocuk görmüş beğenmiş Ankarada,bizim yeğene söylemiş.Oda senin gibi aynı cevabı vermiş-Şükrüye liseyi daha yeni bitirdi,eniştem kesinlikle onaylamaz-demiş.Çocuk beklerim diyormuş,istersen hemen kestirip atmayalım.Seherle eniştem oğlanı yıllardır tanırlarmış,çok iyi,aklı başında,tıbbıyeyi bu yaz bitirmiş,hemen asistan girmiş ürolojiye,çokta çalışkanmış.
-Olmaz hanım,hem kızın yanında bu konular konuşulmasın,aklı karışır sonra,söyle teyzesine bu iş olmaz.
Misafir odasının kapısı düşmana geçit yok misali sımsıkı kapalı,lakin bizimkiler kapı kapalı olursa sanki duyulmazmış gibi yüksek ayar konuşmakta.Bu sözleri duydukça elimdeki kahve fincanını düşürmemek için insanüstü çaba gösteriyorum.. İçimden bir ses aç kapıyı gir içeri-bir dakika,siz kimin geleceğini tartışıyorsunuz, kim bu oğlan, ne doktoru, ne yeğeni, ne arkadaşı... diye bağır diyor, ama nerdeee bende o cesaret. Beynim, zihnim okyanus ortasında fırtınaya tutulmuş tekne gibi allak bullak. Bizimkilerin konuşması uzarsa,sonunda sevgiliyi ben bulup getirmişim-buyrun size damat adayı-demişim gibi suçlu durumada düşebilirim. Nede olsa geçen hafta Ankaraya üniversite ön kayıtları için gitmiştim ya, ben İngiliz filolojisi olmazsa olmaz, babamda hukuk okumalısın diye bastırmakta ya... Peki nereden çıktı bu doktor,beni nerede gördü. Geçen haftayı kare kare anımsamaya çalışıyorum. Teyzemin yanında kalmıştım, kuzeniminde her gün fakülte arkadaşları eve girip çıkmaktaydı. Bizim doktor her halde bunlardan biri olsa gerek,hiç farketmedim. Anlık hoş geldiniz, güle güleler içinde nasıl anlayabilirdimki. Of!Tanrım nerden çıktı tüm bunlar, daha ben okuyacağım, hemde Ankarada okumak istiyorum, kocaman ÖZGÜRLÜK beni bekliyor, eteğimde aklımda bir karış havada. Lise yeni bitmiş, bende (sanki dünyada tek mezun ben) bir hava sormayın gitsin.
Bu çocuk Ankarada yaşıyorsa babam beni kesin göndermez artık diye aldımı beni bir tasa. Buyrun burdan yakın bakalım...
Annem odadan çıktı, babam sakinleşmiş klasik müziğini dinlerken, iskele direği gibi dikildim annemin karşısına:
-Neler oluyor lütfen bana da anlatırmısın anacığım bizahmet.
-Aman kızım baban anlattığımı duymasın,Hakkı'nın bir arkadaşı seni görmüş çok beğenmiş, teyzenlerede açmış konuyu. Onlarda telefon edip anlattılar durumu. Baban o saatten beri hop oturup hop kalkıyor, şaşırdım kaldım kızım. Çocuk sen mezun olna kadar beklerim diyormuş.
-Aklı başında dediğin birisi,hiç kısacık bir an gördüğü kişiyle evlenmek istermi? Ben kimim, neyin nesiyim, huyum suyum nicedir, bu nasıl genç söylermisin lütfen anne?!
Annem güzel gözlerinin ta içinden gülümseyerek saçlarımı okşadı
-Yavrum sen hiç ilk görüşte aşık olmak nedir bilirmisin-dedi usulca...
Evimizde uzunca bir zaman konuşulmamak üzere konu kapanmıştı. Artık konuşulan tek konu puanımın nereyi tutacağı idi, ibre hukukun üzerine durduğunda -istemiyorum ezberden nefret ediyorum ediyorum- deyip kestirip attım (ah!ne dar görüşlülük), filolojiyi maalesef santim puanla tutturamadım. ANKARA=ÖZGÜRLÜK hayali bitmişti ve kendimi İktisatta bir sürü hukuk dersiyle boğuşurken buldum(Allahın sopası yok!-1-)
Olsun bende İzmirimde artık üniversiteli birisi olrak özgürce gezecektim,kolejden gelen sınıf arkadaşlarımla grubumuzu kurmuştuk bile,o sinema senin,bu cafe benimdi.... Hukuka gitmeyerek ailemi hayal kırıklığına uğratmıştım, o zaman çalışkan bir öğrenci olup onları mutlu etmeliydim,oldumda.Vizeler,finaller derken bir yıl geçiyordu bile. Aman Tanrım! o doktor genç lafları yine ortalıkta dolaşıyordu, işin kötü tarafı babam bu kez daha anllayışlı bir tavır içindeydi... Bu kez HAYIR diyen bir tek kişi kalmıştı: ben. Yüzünü dahi anımsamadığım birisine nasıl evet derdimki. Annem-hele bir söz kesilsin, görüşüp konuşursunuz, kararını ondan sonra verirsin deyip beni iyice çileden çıkarıyordu. Savaştan mağlup çıkmış komutan misali kaderime razı olmuştum,ne olursa olsundu artık.Sözden önce ailesi gelip beni ve ailemi gördüler, bizde onları. Tamam hepsi dünya tatlısı insanlar,hele kardeşleri tam benim akıldan, İyide ben onlarla evlenmiyeceğimki!... Yine bir ekim günü, bu kez 73 Ekiminin 27 sinde söz için karar verildi. Kalbim ağzımın içinde atmaya başlamıştı,beni sevdiğini benden başka herkese söyleyen adamı nihayet görücektim (ACABA BİR YIL BOYUNCA ÇOK KIZDIĞIM BU KİŞİYİ KENDİMİN BİLE HABERİ OLMADAN SEVMEYEMİ BAŞLAMIŞTIM) O an geldi,kapı çalındı-kapı açıldı, önce ailesi girdi, sonra O. Kalbim durdu, zaman durdu, sokakta trafik, evde yaşam durdu. Bir uğultu arasından birisi elimi tutup-merhaba nasılsın Şükrüye-dedi. Acaba ölmüşmüydüm, bunlar gerçekmiydi,yoksa bir rüyanın içindemiydik,bu gün bile çözümleyebilmiş değilim. Karşımda gözlerinin içi gülen -bana bir ömür güvenebilir, başını omuzuma koyarsın, seni hep korur ve severim diyen, bunuda gözleriyle anlatabilen birisi vardır. Sanki Karamazof kardeşlerin Alyoşası romandan çıkmış yanıma gelivermişti. Bana uzattığı eli bir daha hiç bırakmıyasıya tuttum (Allahın sopası yok-2-) Annemle göz göze geldik bir an, gülümsüyordu bilmiş bilmiş sıcacık...
Ben İzmirde, sen Ankarada özlem dolu günler başladı. PTT express servisi bize çalışıyordu, mektup sabah postalanıyor, akşam elimizde yüreğimizde. Telefon çalıpta -ayrılmayın Ankara arıyor- dendimi ya ben ordayım, ya sen burda. Pamukkale otobüsleri sanırım sadece Aliyle Şükrüyeyi taşıyordu! Garajları hiç sevmezdik, hasret orda başladığı için. 74'ün sıcacık 16 Ağustosunda nişanlandık, mutluluğumuza evrene haykırmak istiyorduk ve bu arada büyüyorduk, artık 3.sınıf bitmişti. Notlarım yüksekti 4.sınıfta sadece tez hazırlayarak mezun olabilirdim, o halde evlenebilirdik. Bir ekim günü hayatıma girmiştin, yine bir ekim günü 75'in 31 Ekiminde aynı yaşamı paylaşmaya başladık bu güne dek hep artan sevgi ve heyecanla sen bende, bende sende yaşar olduk.
-Annem-babam bir oğulları olsa herhalde onuda seni sevdikleri kadar sevebilirlerdi. Aileme gösterdiğin sevgi ve dostluk için
-Uçuk kaçık halimle beni öylece kabul edip, sevdiğin için
-Sılada kurduğumuz yuvanın HANIMI! olmaya çalışırken, yirmi yaşın toyluğunda yaptığım tüm acemiliklere gülme olgunluğunu gösterdiğin için
-Bizi anne-baba yapan evrenin en kıymetli mücevherleri iki oğlumuza harika baba, muhteşem arkadaş olduğun için
-Günü geldiğinde evimizin hem annesi hemde babası olduğun için
-Yıllar geçtikçe aynı anda aynı şeyleri hisseder olduk. Telepati denen bu güzel kavramı benimle paylaştığın için
-İçtiğimiz şarabın kızıllığında nice güneşler batırdık, nicelerinin doğuşunu izledik. O sihirli anlarda hep yanımda olduğun için
-Oğullarımız yuvadan birer birer ayrıldığında, mükemmel bir kayınpeder, dünyanın en tonton dedesi olacağın için
-Her geçen günde sevgini, sevgimin içinde dahada büyütüp, yaşamı bir 29 yıl (ve fazlası) yine SENİNLE paylaşmak istiyorum. Beni ben yapan bu sevgiyi, bu heyecanı bana yaşattığın için
TEŞEKKÜR EDERİM TATLIM.... ya sen?
Şükriye Ayder
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 6 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Barış Güvercini : Banu Kurtis Chouard BÜYÜMÜŞTE KÜÇÜLMÜŞ |
|
Sabahın köründe yine babamla yola koyulduk. Son zamanlarda hep böyle oluyor. Babam, ilk önce beni Beyoğlu'na götürüp anneannemle dedeme teslim edip, sonrada işine gidiyor.
Sevinçten uçuyorum. Hem Beyoğlu'na geldiğim için, hemde...
Yarın dedem ve anneannemle Bursa'ya gideceğiz….Kaplıcalara…
Ben son zamanlarda sık sık buraya gelmekten veya terk edilmekten çok mutluyum. Zaten annem oğlan kardeşim doğduğundan beri, artık beni sevmiyor. Dün bahçemizdeki incir ağacının tepesinde iki saat annemi bekledim. Gelmedi. Eskiden iki dakika yok olsam hemen yokluğumu fark eder, arardı beni. Meraklanırdı. Yok bitti, herşey değişti. Herkes bir ağızdan, açık açık bana söylüyor…Artık benim papuçlarım dama atılmış…….
Dün annem annesi ile telefonda konuşurken
-Anne, allah aşkına al şunu da götür dedi.
İşte babam da beni bu sabah buraya getirip bıraktı. Dedem beni önceTaksim bahçesine götürdü. Aslan heykellerinin üstünde resmimi çekti. Eve dönerken de bana Japon mağazasından küçücük, güzel bir bebek aldi.
Öğleden sonrada Tepe başındaki çocuk tiyatrosuna gittik. Tiyatro çok güzeldi ama koltukları çok rahatsızdı. İki defa kendi kendine açılıp kapanan koltuğumun arasında sandoviç gibi kaldım. Dedem;
-Tüy gibi hafifsin de ondan kızım, hiç kımıldama dedi.
Eve dönerken Lion mağazasına uğradık. Neler aldık neler…. Kırmızı papuçlarımı denerken dedem almaz diye çok korktum. Dedem bu papuçlar sana çok yakıştı deyip beni öptü. Sonra,
-Söyle bakalım sen kimin kızısın ha kimin….. dedi.
Ay ne kadar zordu cevap vermek, anne ve babadan birini seçmek…. avazım çıktığı kadar bağırarak;
-Ben anneannemle dedemin kızıyımmmmmmmmmm dedim.
Vakit çabuk geçiyor burada, devamlı konuşuyoruz. Anlatıyorlar, anlatıyorum ve dinliyorlar.
Geçen senelerde de beni bir defa beraberlerinde Bursa'ya götürmüşler. Otelde iki defa kaybolmuşum. Bu kez kaybolmaman için beni devamlı uyarıyorlar. Düşünüyorum, düşünüyorum ben kaybolduğumu hiç hatırlayamıyorum. Sadece bir yerlere giderken anneannemin kucağında uyuduğumu anımsıyorum.
Bu gece anneannem ısrarla erken yatıp uyumamı istiyor.Yatağımın kenarına oturmuş, elinde küçük bir tepsi,
-Yatmadan bir bardak ıhlamur içersen, rüyanda ah ne güzel şeyler görürsün ...
Bana anneanne demesi çok uzun geldiğinden ona kısaca ANANE derim.
Bana masal anlat diye tutturuyorum. Ananemin anlattığı bir varmiş bir yokmuş diye başlayan masallarında prensler kraliçeler hiç yoktur. Hikayelerinin konuları sosyal ve tarih içeriklidir. Mesela, ekmek kırıklarını toplamayan adamın nasıl fakir olduğu. Okuma yazma bilmeyen insanların dünyadan haberi olmadığı. Dağlarda yaşayan cesur yörüklerin yaşam mücaadeleleri, tarihteki ilk insanlar.ateşi nasıl buldular…
Tüm bu hikayelerini öyle güzel anlatırki hikayenin sonunda mutlaka ağlarsınız bir kez. Bu gece bana Drama'dan nasıl kaçtıklarını sonuna kadar anlatamadı. Bana söz verdi . Yarın otobüste devam edecek.
Uykuya dalmadan son sorum..
-Anane neden Bursa'ya gidiyoruz..
-Bursa'ya kaplıcalara gidiyoruz. Göreceksin her yerden sıcak sular fışkırıyor. Kocaman bir havuzda var, bin bir renk çiçekler, ama sakın ha bahçedeki çiçekleri kopartmayasın. Kırlara gidince bana çiçek toplarsın…
Anlattıklarına gözlerimin içi gülüyor. Zaten bana gözlerimin içinin gülmesinide ilk ananem oğretmişti. Bana ;
-Bak bakayım gözlerimin içine. Bak ama iyice bak. Sonra göz göze gelip sarılırız birbirimize. Koynunda her zaman taşıdığı kesesi canımı acıtıncaya kadar beni bağrına çeker, öpücükler yağdırır. Tıpkı bu gece gibi.
Ertesi sabah ananem beni çok erken uyandırdı. Ben bol şekerli ve çok limolu paşa çayımı yudumlarken, kapıcıda bize gelmiş, valizleri aşağıya indirmek için bekliyordu.
Dedem valizlere bakarak anneneme kızdı.
-Emine hanım, size kaç defa söyledim. Seyahate giderken elinde birşey taşıma, küçük küçük çantalarda istemem.
-Rica ederim Kadri bey , benimkileri ben taşırım.
Hep böyledir zaten birbirilerine kızıncaa adlarına bay veya bayan ilave ederek hitap ederler.
Evden çıkarken ananem kapıcıya da kızdı..
-Recep oğlum, ömrün boyunca kapıcı mı kalacaksın? Daha hala okuma yazma kurslarına yazılmadın...
tam Rumeli şivesiyle adama ;
-Buri bak oğlum ben seyahatten dönünce yazılmış olacaksın. Eylülde sana gemilerde iş ayarladım.
-Sağol Emine ana yazılacağım sana söz...
Dedem
-Bu kadın bize her calışmaya geleni okutup iş buldurtup kaçırtıyor. Ne yapsam bilmem ,yüksek tahsilli bir kapıcımı bulsam ?
Dedem, kiracılarına hazırladığı elveda yazısını kapılarının altından ata ata merdivenlerden beş kat aşağıya iniyoruz. Apartmanın giriş kapısının önünde onlar yine anlaşamıyorlar.
Nedense ananem karşıdaki taksilere yönelmek istemiyor. İnatçı çocuklar gibi durduğu yerde surat asıyor. Dedem bastonunu yere bastıra bastıra karşıda sıralanmış taksilere doğru yönelirken, ananem arkasından bakarak ;
-Ne sakat, ne de hasta o bastonu gösteriş için elinde sallar durur bu adam diyor.
Birden karar verip, beni elimden kaptığı gibi koşar adımlarla tramvay durağına yöneliyor.
Biz durakta durup beklerken, dedemde nefes nefese tekrar yanımıza yetişiyor. Çok kızgın. Sert bir tonla ananeme ;
-Yanlız kendine değil bize de eziyet ediyorsun Emine hanım.
-Rica ederim, eziyet değil Kadri bey, sosyal davranıyorum. Ben bu şehirde yaşayan herkesi düsünüyorum.
Caddenin solundan bir tramvay bize doğru gelip önümüzde duruyor. Biz ikinci mevki yeşil vagona binerken dedem öndeki kırmızı vagona binince cok şaşırdım. Tramvayda anneanneme sordum ;
-Neden bizde kırmızı vagona binmedik?
-Olmaz cocuğum olamaz, ben zengin değilim. Eğer bu memlekette herkes 1.mevkide seyahat edebilirse bizde bineriz. Böyle insanları ayırmak bana yakışmaz.
-Ama dedem bindi.
-Sen dedene bakma o benim gibi düsünmüyor. Büyüyünce sende nasıl istersen öyle düsünürsün. Eğer için kaldırırsa insanları sınıf sınıf ayırmaya sende öne binersin kızım.
Tramvayda ayakta bizi dinleyen amca ;
-Yaşa be teyze, keşke bu memlekette herkes senin gibi düsünse.
Ananem bu sözlerden çok memnun.
-Ah oğlum, o günler gelecek ama ben her halde göremeyeceğim. Dilerim siz gençler halk arasında böyle sosyal ayrımların olmaması için çok çalışıp ortadan kaldırırsınız..
Bir an kendi kendine düşünüp devam etti konuşmasına...
-Çok tehlikelidir halk arasında sınıflama bunu unutmayın çocuğum.. Birinci mevki ikinciyi yaratır, İnsanın ikinci mevkisi olamaz..Olursada başınızı belaya sokar….
Tramvaydakilerin coğu ananemin ne demek istediğini benim gibi anlamamıştı. Nerelerden gelmişlerse kılık kıyafetleri de pek bize benzemiyordu.
Tramvay Tepebaşından süzülerek Karaköy'e doğru yaklaşırken biletçi ile genç bir çocuk aralarında tartışmaya başladılar. Biletçi ısrarla gence ;
-Oğlum, talebe bileti üç kuruş, iki buçuk kuruş değil. Yarım kuruş eksik.
-Peki biletçi bey diyor genç olan cocuk
-Ben sana bir kuruş vereyim sen bana yarım kuruş geri ver.
Biletçi avazı çıktığı kadar bağırarak ;
-Bu moda da yeni çıktı. Gidin darphane müdürüne söyleyin size yarım kuruş bastırsın. Bende kurtulayım bu beladan. Üç kuruşu bir araya getirip veremiyorlar. Allah çarpsın isteyerek yapıyorlar. Bütün gün ayakta çalışıyorum. Yeter yeter be … Ben mecburmuyum her gece hesap teslim ederken açıkları ödemeye…..
Sonra tavanda boydan boya asılı kordonlara hızla asılıp, kendine doğru çekip bırakıp çan çan çan diye tramvayı öttürüyor. Avazı çıktıgı kadar da biletleeeeeer , bilet almayanlaaar…...diye bar bar bağırıyor.
Ananem gene dayanamadı ;
-Aman oğlum üç kuruş için bu kadar kendinizi hırpalamaya değer mi? Talebe çocuğa hemen üç kuruş veriverdi.
Ama parayı alan talebe biletçiye görünmeden tramvaydan atlayıp indi.
Ananem beni kucağından atar gibi indirerek camdan sarkıp kaçmaya çalışan çocuğa
-Seni gidi hınzır seni diye bağırdı.
Tramvaydan inmeye hazırlanırken bana tembih etti.
-Sakın tramvayda olanları dedene anlatmayasın…...
Şu ananem de dedemden ne kadar çok sey saklıyor…
Karaköy'de inip Yolova vapurlarının kalktığı iskeleye doğru yürürken, balık tutan çocuklara bakmak istiyorum.. Ananem dedemi kaybettik diye telaşlı telaşlı bilet gişelerine doğru ilerlerken beni dinlemiyor. Ben balık tutanlara bakmak istiyorum diye ağlamaya başlarken birden dedem beliriyor.Bana defter,kalem ve çukulata almış. Ananemle kendisine de Karaköy börekçisinden pohaça. Bu seferde bende açma isterim diye tutturdum. Her kaprisime evet
Demiyorlar ama karnım aç deyince akan sular duruyor.
Rıhtımda ben iştahla açmamı yerken onlar bilet gişesinin önünde yine tartışmaya başlıyorlar. Dedem vapurun birinci mevkisine bilet almak istiyor. Ananem ona yine şiddetle itiraz ediyor.
-Sen birinci mevkiden biletini al ve git lüks mevkiye kurul ama bana karışma. Dünyada bu kadar fakir fukara varken ben lüks mevkide seyahat edemem. Bu eşitsizlik sosyalizme karşıdır .
Dedemde ısrarla ona ;
-Bu idealist fikirlerini kendine sakla.Yalnızken canın ne isterse onu yap. Şimdi sende benimle beraber geleceksin
Deyince ananem bana ;
-Sen dedenle git sonra vapurda yanıma gelirsin.
Diyerek kalabalığın arasında kayboldu.
Biz dedemle ananemin dediği gibi 1. Mevkinin içindeki lüks mevkiye oturduk. Biraz sonra dedem bilet kontrol memuruna luks farkını da ödedi. Lüks mevkiden vapurun kalkışını seyretmek şahane. Güneşi çok seviyorum.
Ama dedem güneş var diye yerini değiştiriyor. Yerimde duramıyorum.
Vapur Saray Burnunu geçer geçmez dedem ananemi merak etmeye başladi. Beni de korkutuyor.
-Acaba annanen vapura bindi mi? Sakın rıhtımda kalmasın? Koş bak bakalım 2. Mevkiye ordamı.
Bende zaten gitmek için can atıyorum. İkinci mevkiye nasıl gideceğimi anlatırken kimse duymasın diye kulağıma fısıldar gibi anlatıyor dedem. Ama giderken ceketinin rozetine yerleştirdiği minicik sardunya çiçeğini de ananeme vermem için bana veriyor.
İkinci mevkinin kapısından içersini seyrediyorum.
Vapurun arka kısmındaki ikinci mevki çok kalabalık .Sigara dumanları arasında uzaktan ananemi hemen seçiyorum. İçim rahatlıyor.Tahta bantlara oturmuş yanındaki kadınla konuşmaya dalmış. Hayatından çok memnun. Demek ben yanılmışım ..
Dedem lüks mevkide minderleri olan koltuklarda galiba daha yalnız.
Ananem beni uzaktan görünce çok sevindi. Korkarak geldiğim 2. Mevkinin içerisine koşarak girip, kendimi onun kollarının arasına bıraktım.
Onun güler yüzünü görmek beni çok rahatlatıyor. Bu yüz bana yalnız sevgi değil çok da güven veriyor. O hangi mevkide olursa olsun, benim ona ihtiyacım var. Ben ananemi dünyalar kadar çok seviyorum….
Vapurun ikinci mevkisi çok eğlenceli, türlü türlü satıcılar var. En ilgimi çeken jiletçi abi…
Bağıra bağıra jilet satıyor.
Bu Jilet dünyanın en iyi markası dedikten sonra, jileti ağzına atarak çiğniyor, ağzından sapasağlam çıkan jileti herkese gösterip, yere atıyor, yırtık ayakkabıları ile minicik jiletin üstünde tepiniyor, sonra yerden aldığı jileti herkese yeniden gösterip, hakiki çelikten deyip, çok sağlam olduğunu tekrar anlatıyor. Teker teker herkese jilet dağıtırken salonda fısıltılar başlıyor….
.-Eh tabii ne kadar olsa Avrupa, Amerikan malı jilet başka….
Uff adam amma çok jilet sattı..
Jiletçiden sonra kalemci geldi. Bu adamda kalem satabilmek için çırpındı. Önce cebinden bir kalem sonra birer birer o kalemi kim satın alırsa yanında hediye vereceği diğer kalemleride giysilerinin orasından burasından çıkartarak parmaklarının arasına dizdi..
-Evet baylar bayanlar On parmakta on marifet...
diyerek hepsi için çok ekonomik bir fiyat biçti. Sonra kendi kendine üç defa daha fiyatı indirdi. Alan çok olmadı.
Üçüncü satıcı ise kör bir adamdı. İlk önce bir şiir okudu. Çok içliydi. Ananem ağladı. Benide ağlattı. Sonra aynı şiiri sarkı olarak söylerken, kendi yazdiği şiir kitabını satmaya başladı.
Ondan ananemden başka kimse kitap almadı. Ananem de cok kızdı.
-Bizim insanlarımız okumayı sanatı zaten hiç sevmezler dedi.
İkinci mevkide vakit çok çabuk geçiyor. Burada ki insanlar sanki daha samimi. Aralarında çok çabuk kaynaşarak uzun sohbetlere dalıyorlar.
Öğle vakti yaklaşınca herkes yolculuk için beraberlerinde getirdikleri yolluk paketlerini açmaya başladı.. Dolmaları börekleri çörekleri gayet samimi olarak birbirilerine ikram ediyorlar. Ananem şeker hastası olduğu için kendisine verilenleri yiyemiyor. Karşı sıramızda oturan genç bir çocuğa, kendi hakkını ikram etmek istiyor. Genç adam almaya nazlanınca ona kızarak ;
-Oğlum, dinimizde başkalarının karşısında yemek yemek günahtır. Aç isen buyur al beni günaha sokma.
Yandaki teyze ise bana and vere vere yemem için ısrar edip beni zorluyor.
Neyseki ananem imdadıma yetişip ;
-Aman yemesin sonra otobüste midesi bulanır.
Deyip beni kurtarıyor.
Vapurun çaycısı herkese çay yetiştirmeye çalişirken bende Uludağ gazozu şişemi çalkalaya çalkalaya köpükleri taşırmamaya dikkat ederek içiyorum.
Yiyecek faslı bitip, son çayını yudumlarken ananemin birden aklına dedem geliyor. Bende dedemin ona gönderdiği çiçeği hatırlıyorum. Cebimdeki minicik çiçeği ona verirken yalanda söylüyorum.
-Dedem seni yukarıda bekliyor annane.
Bir an düşünüp cevap veriyor.
-Sen şimdi dedenin yanına git. Biraz sonra yunus balıkları vapurla yarış etmeye başlarlar. Dedenin oturduğu o lüks yerden daha iyi seyredersin.
Elimde ki gazoz şişesini çalkalayarak dedemin yanına dönüyorum. Dedem elimdeki gazoz şişesini görerek rahatsız oluyor. Hemen garsondan bardak istiyor. Sonrada yaptığından çok memnunmuş gibi etraftaki insanlara baka baka gazozumu bardağa boşaltarak benim oyunumu bozuyor.
Tam o sırada birisi avazı çıktığı kadar "yunuslar… yunuslar "diye bağırıyor. Büyük küçük herkes vapurun kenar demirlerinde yer kapmaya koşuyor. Birden lüks mevki diğer mevkilerden gelenlerle doluyor. Ama ananem asla gelmiyor.
Dedem, yarı belime kadar vapurun kenarından sarktığım için eteğimden çekiştirip beni sinirlendiriyor. Sevimli yunus balıkları bizleri terk edince istemeyerek tekrar yerimize oturuyoruz. Dedem yol boyunca kafasından çıkaramadığı anannemi düsündügü için yeni bir sebep bulup beni tekrar ikici mevkiye gönderiyor. Bu kez oraya gitmek için vapurun koridorlarında dolaşıyorum.
Pis kokulu tuvaletlerin önünden geçerken elimle burnumu tıkıyorum. Elim burnumda ikinci bölüme geçip, makine dairesine yaklaşırken de ellerimle kulaklarımı tıkıyorum. Makine dairesinden içerisini hayran hayran seyrederken gürültüyü unutuyorum.
Koskoca makinalar sarı maden borularla birbirilerine dolanmis, uzanmiş pistonlara bağlanmış. Bu mekanizmayı ben tıpkı askeri bandoya benzetiyorum. Sanki değişik üflemeli bakır müzik aletlerini ayakta çalıyorlar...
Bu dev orkestradan çıkan buharlar görüntüyü daha da esrarengizleştiriyor. İçinden kırmızı alevler çıkan kazanın önünde çalışan adam… Çarkçı başı durmadan akan terlerini başını oynatarak silkeliyor. Yarı beline kadar çıplak cılız gövdesinden de terler akıyor. Altında sadece uzun eskiden beyaz, kirli, bazı yerleri yırtık, bol paçalı bir pijama var. Lastikle tutturulan belinden kaydıkça ara sıra da durup pijamasını yukarı çekiyor... Sonra yüzündeki terleri kolunla alıp pijamasına sürüyor ve kara küreği kaptığı gibi kömürlere daldırıp kazanın ocağına savuruyor. Bir ara kafasını kaldırıp beni farkediyor. Yarı memnun kara yüzünde parlayan gözleriyle bana bakarak gülümsüyor. Birbirimize el sallıyoruz. İstemeyerek onu terk ediyorum.
Arkası yarın
Banu Kurtis Chouard
PARİS
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 8 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Sevgili Kahve Molası Dostları,
Her gün okuduğum satırlarda bir gün benim de yazmak isteyeceğim pek aklıma gelmemişti. Günkü ben kendimi yazar olacak biri olarak hiç düşünmemiştim. Ama öyle bir acı yaşadım ki bununla ilgili bir-iki satır yazmadan edemeyeceğimi anladım.
Geçtiğimiz Cuma gecesi gelen bir telefon "Ordal kaza gegirdi, Atatürk Hastanesine kaldırıldı, durumu ağır" haberini verdi bize. Ordal bizim 75'den beri arkadaşımız, dostumuz ve iyi kötü bir çok anıyı birlikte paylaştığımız canımızdı. Koşarak gittiğimiz hastane önünde onun canından gok sevdiği eşi Nur'u ve kızı Alev'i inanılmaz acılar ve umutsuz bir bekleyiş içinde bulmak inanılmazdı. 3 saat süren yaşam mücadelesini tüm gençliğine, tüm sağlıklı yapısına ve hayata dört elle sevgi dolu bağlanışına rağmen kaybetti. Onunla ilgili bir çok haber gazetelerde ve televizyonlarda yer aldı Cumadan beri. Ordal'ın haber olmasının en büyük nedeni, Türkiye'nin sayılı Fizik Profesörlerinden biri olması yanı sıra onun bir trafik terörüne yenik düşmesiydi. 17 yaşında ehliyetsiz bir genç arkadaşın belki bilgisizlik belki telaş nedeniyle dokunamadığı bir fren ya da kıramadığı bir direksiyon onu bu hayattan, sevdiklerinden, dostlarından, üniversitesinden ve öğrencilerinden aldı götürdü. Geriye inanılmaz üzüntü içinde bir aile, dostlar ve öğrenciler kaldı. İnanıyorum ki onun ölümüne neden olan gencin de hem kendisi hem de ailesi perişan oldu. Peki değer miydi bütün bunlara? Ne olurdu ehliyeti olmadan direksiyon başına geçmeseydi, ne olurdu ona ailesi ehliyetsiz araç kullanmanın getirebileceği sorunları daha güzel anlatabilselerdi, ne olurdu sokaklarımızdaki aydınlatmalar yeterli olsaydı...... Çok hem de çok güzel olurdu. Acılar paylaşarak azalır derler. Affınıza sığınarak ben de bu büyük acımı sizlerle paylaşmak istedim.
Denizdeki tekneler,
Mangaldaki balıklar,
Kadehteki rakılar,
Sevgiyle sarılınca kırılan gözlükler,
Canlar, bıcıbılar, fıstıklar, tontonlar ve dostlar
ORDAL'ı hiç unutmayacaklar.
İpek Günal <#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 4.377 kahveciye doğru yola çıkmıştır.
Yukarı
|
BENİ UNUTMA
Bir gün gelir de unuturmuş insan
En sevdiği hatıraları bile.
Bari sen her gece yorgun sesiyle
Saat on ikiyi vurduğu zaman
Beni unutma.
Çünkü ben her gece o saatlerde
Seni yaşar ve seni düşünürüm
Hayal içinde perişan yürürüm.
Sen de karanlığın sustuğu yerde
Beni unutma.
O saatlerde serpilir gülüşün
Bir avuç su gibi içime, ey yâr.
Senin de başında o çılgın rüzgar
Deli deli esiverirse bir gün
Beni unutma.
Ben ayağımda çarık, elimde asa
Senin için şu yollara düşmüşüm.
Senelerce sonra sana dönüşüm
Bir mahşer gününe de rastlasa
Beni unutma.
Hâlâ duruyorsa yeşil elbisen
Onu bir gün benim için giy.
Saksıdaki pembe karanfilde çiğ
Ve bahçende yorgun bir kuş görürsen
Beni unutma.
Büyük acılarla tutuştuğum gün
Çok uzaklarda da olsan yine gel
Bu ölürcesine sevdiğine gel.
Ne olur tanrıya kavuştuğum gün
Beni unutma.
Ümit Yaşar Oğuzcan
Yukarı
|
Kuş yuvası değil, Adem Baba'nın evi!
Yukarı
|
İşe Yarar Kısayollar - Şef Garson : Akın Ceylan Yamağı : Ayşe Nur Gedik |
İster internet ortamında, ister kendi bilgisayarınıza indirip oynayabileceğiniz en orjinal flash tasarım oyunları bulabileceğiniz en sağlam kaynak. Ayrıca güncel konularla ilgili komik animasyonları da http://www.miniclip.com/Homepage.htm kısayolunda bulabilirsiniz. İyi eğlenceler.
...Zordur gençliği anlamak ve anlatmak. Hayatımızın en hareketli, duygularımızın en yoğun olduğu dönemdir,
hayatımızın baharıdır. Gençler olarak, çoğu zaman bir destek arayışı içinde olduğumuzda bir gerçektir. İşte bu nedenle, bu siteyi hizmetinize sunuyoruz... demiş editör. http://www.bizlergenciz.com/ kısayolundaki web sayfasında.
Aslında uzun uzun anlatmak gereken bir web sayfası ama kısaca söylemek gerekirse http://www.herseynet.com/ kısayolundaki sitede herşey ama herşey var galiba bu yerde...
...Bir gün Smith ve John adında iki zenci New York sokaklarında dolaşırken bir tabela görürler: "Zenciler beyazlaştırılır. Fiyat 100 dolar." Smith'in 101 doları, John'un ise 99 doları vardır. John, Smith'e: "Sende fazla olan 1 doları bana ver birlikte girelim" der. Smith'se: "Önce ben gireyim. Eğer beyazlaşırsam sen de girersin" der ve içeri girer. Az sonra içerden beyaz bir şekilde çıkar Smith. John: "Smith ne kadar beyazlaşmışsın. Şu 1 doları ver de ben de girip beyazlaşayım." Smith cevap verir: "Defol burdan pis zenci!"... Daha fazla fıkra için, http://www.fikralar.com/
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
SC-DiskInfo Standard Edition 1.08 [320 KB] 2k/XP FREE
http://www.ceda.nl/data/sc/scdixpstd.exe
Bilgisayarınızı uzun süredir kullanıyorsanız gitgide bir çöp yuvası haline geldiğini biliyorsunuzdur. Bazı gereksiz dosyalar klasörleri öyle bir şişirirler ki, temizlemek istediğinizde neyin nerede olduğunu bile hatırlamazsınız. Hangi klasörün dolduğunu bile farkedemezsiniz. Bu program sizlere bilgisayarınızdaki tüm klasörlerin iç hacmini gösteriyor. Gereksiz şişkinliğin yerini öğrendiğinizde temizlemekte kolay oluyor. Aman siz siz olun çok büyük diye windows klasörünün altındaki sistem dosylarını silmeyin!..
Yukarı
|
|
|
|
|
|