|
|
|
8 Kasım 2004 - Fincanın İçindekiler |
Editör'den : İddaaya girerim şimdi burayı okuyorsun!.. |
İyi haftalar,
"Var mısın iddaaya benim babam seninkini döver." Kırk sene önce böyle iddaalara girerdim arkadaşlarımla. Babası asker, polis olmayanların hiç şansı yoktu. Babaları polis olanlar biraz dirense de az sonra üstlerine sürdüğüm bir orduyla safdışı kalırlardı. Bahse girmeyi oldum olası severiz cümleten. "5 çekeriz olum bu hafta size, nesine giriyorsun? Al beraberlikte senin olsun." Az mı söyledik buna benzer lafları birbirimize. Daha doğrusu, sizi bilmem ben çok ettim bu tür lafları. İddaalı olmak iyidir güzeldir, başarmanın yarısıdır diye az mı başımızın etini yedi büyüklerimiz. Bizim başımız yene yene bitti, şimdi de sıra fakirin fukaranın başına sıra geldi zahir. Bütçe açıklarını kapatmak için yollar arayan pek sayın büyük yöneticilerimiz, ötv, hötv diye vergi üstüne vergi koyan fıkradaki padişaha dönmüşken, yanlarında dolaştırdıkları "Cepten para çekmenin yolları" adlı kitabın yazarları yeni yeni icatlarla bizlere iş alanları yaratmakla meşgullermiş meğer. Hayatımıza bir girmiş pir girmiş bu iddaa da ben ancak farkına varmışım. Meğer atı alan çoktan Üsküdar'ı geçmişte bizim haberimiz olmamış. Yediden yetmişe bilumum işli işsiz vatandaşımız kupon doldurup yatırmakla günlerini geçirirlermişte biz sağır sultanı oynarmışız.
Berberdeyim, bizim küçük prensi traş ettirmek için çırağı bekliyorum, yanda oturan temiz giyimli 50 yaşlarında bir adamla 20'li yaşlardaki hiphopçu çocuk hararetli hararetli tartışıyorlar. "Yok abi adamlar kendi sahalarında yenildiler. Bu adam o dandik oyuncuda neden ısrar eder anlamam. Bir nokta üçe indi abi ya." Ne diyor bunlar ya diye duymayan kulaklarımı daha bir açıyorum. "Ben seyrettim maçı" diyor yaşlı olanı. "Adamın eli mahkum üç oyuncu sakattı napsaydı herif?" diye devam ediyor. Hey Allahım kimden bahsediyor bunlar derken, genç olan yumurtluyor "Neyse haftaya New Castle la evde maç, kesin alır maçı Liverpool." Aneyyyy, ulen biz AB'ye girmişizde haberimiz yokmuş be. Vatandaş süper ligi bırakmış premier ligi takipte. Neden sonra 15 dakikadır beklediğimiz bizim genç berber elinde bir tomar kuponla geliyor. "Nerde kaldın oğlum?" "Abi sorma bir sıra vardı, yarım saattir sıradaydım." diyor. Bu benim ilk çıktığında "Kim uğraşır bununla yahu" dediğim iddaaymış meğerse. Sonra Kadıköyde dikkat ettim millet lotoyu falan bırakmış bunun sırasında. O memleketi futbolla idare eden Franco'muydu hani, işte o hesap bizimkilerde sonunda işin hasını bulmuşlar. Kısa yoldan zengin olmayı hayalleyen herkesin eline yeni bir lolipop şekeri verip hergün trilyonları lüpletmenin yolunu bulmuşlar. Anladığım kadarıyla bu öyle bir hastalık ki at yarışı falan halt etmiş yanında. Bir kere cebinde parası olan herkes oynayabiliyor. Buna simit alsınlar diye cebine harçlık koyulan çocuklar da dahil. Ve haftanın belli günleri değil hergün oynanıp sonucu alınabiliyor. Varın gerisini siz hesap edin. Ya afedersiniz bu memlekette kumar oynatmak yasak değil mi? Değilse garibim casinoların günahı ne? Bırakın açılsınlar o zaman? Bu bütçe açıkları kapanamaz, delikler büyümeye devam ederse bahse girerim bu hükümet casinoları da açacak. Var mısınız iddaaya? Bire beş veriyorum Allahıma!..
Bu hafta neşem yerinde, bizimkiler güzel bir oyunla 3 puanı kaparken rakiplerimiz puanları bıraktılar. Konya'da olanlar ise artık terörü uzakta değil yanıbaşımızda aramamız gerektiğini söylüyor duyabilenlere. İşsizlik, parasızlık, tatminsizlik derken işin çivisi çıkıyor mu dersiniz? Bakın ya bahse girip kumar oynuyoruz ya da kafa göz yarıp maç seyrediyoruz, sosyal patlama dedikleri bu mu yoksa?
Haftaya muhteşem bir klasikle başlıyalım istedim ve pikabın tozunu iyice alıp plağı temizleyip koydum üstüne. Bir baba usta, Sting çalıp çığırıyor, English Man in New York. Hepimize güzel bir hafta diliyorum. Esenkalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
Deniz Fenerinin Güncesi: Seyfullah Çalışkan |
DEĞİRMENLER HİÇ UYUMAZ -I-
Bu topraklara, dağlara, ormanlara, derelere deli gibi aşığım. Gecesine ve gündüzüne de... Yedi kat buzla kaplanan, tıka basa karla dolu kışların vurgunum. Boz bulanık sellerine, göz açtırmayan yağmurlarına tutkunum. Hadi, gel de anlat. Koçanından sıyrılmış darılar gibi her birimiz ayrı bir toprağa düşmeye başladık. İpten boşanmış tespih taneleri gibi işte...
Tam üç sene önce insanların içine adına Türkiye dedikleri bir kor düştü. Tam üç senedir yörükler, ova köylüleri birer birer evlerini öksüz, yollarını ıssız koyup Türkiye'ye sökün ettiler. Gittiler demesi kolay. Canlarımız, ciğerlerimiz, kaymaklarımız, ballarımıza bile söz geçiremedik. Yalvardık, ağladık, dövündük ama dinletemedik.
Dayım, halam, teyzemin oğlu, komşularımız, çocukluk arkadaşım İlyas, yavuklum Selver bile gitti. Onların ardından pınarlar kurudu. Kurtlar ulumayı, kuşlar cıvıldaşmayı kesti. Ekmeğin tadı, ekinin bereketi, suyun şenliği bile azaldı.
Aylardır içimizi de dışımızı da yakan, bütün konuşmalarımızın vardığı son nokta, içimize katran gibi, verem gibi oturan en büyük dert bu Türkiye'ye gitmek meselesi. Alman harbinden bile beter çıktı. Kökümüzü kırıp geçirdi.
Eşeğin çulunu üstüne, heybesini sırtına atıp, tüfeğimi omzuma astım. Ay dağların arkasına saklanmadan, ormanlarda kaybolmadan ağabeyimle helallaşıp yola çıktım. Bir gün eğer ben de Türkiye'ye yollarına düşersem geride bırakacaklarımı düşünerek yürümeye başladım. Dik yamacı indikten sonra eşeğin üstüne bindim. Koca Çuko Ormanı'ndan Urrak Deresi'ne inerken vakit sabaha yaklaşıyordu. Pırnalı Mezarlığı'nın üstünden geçerken eşek önce sendeledi. Sonra da kazık gibi olduğu yere çakıldı. Eşeğin sırtında kendimden geçmişim. Hayvan sendeleyince irkilip yarım yamalak uykumdan uyandım. Mezarlık yanına geldiğimizi, çit boyunca dereye doğru indiğimizi o zaman anladım. Eşeğin bu hali beni endişelendirdi. Mevsim yaz olsa yola yılan çıkmıştır diyeceğim. Ama artık havalar iyice kışa dönmeye başladı. Belki hayvan kurt, çakal gibi bir şey görmüştür diye düşündüm. Etrafa bakındım. Sesleri dinledim. Tüfeğimi ne olur ne olmaz diye yola çıkarken doldurmuş ve emniyetini kapatmıştım. Sırtıma çapraz astığım tek kırmayı kucağıma aldım. Mandalını bastırıp tüfeği kabzasından ikiye büktüm. On altı numara fişeğin bakır kapsülü ay ışığında parlıyordu. Yine de namluya parmağımı sokarak yokladım. Tedbirli olmak, tüfeğin dolu olduğundan emin olmak istedim. Eşekten aşağıya kaydım. Hayvanın yularını kavrayıp, çekerek ardım sıra yürümesini sağladım.
Büyüklerden dinlediğim öykülere göre hayvanlar bizim göremediklerimizi, duyamadıklarımızı algılama yeteneğine sahipmiş. Hatta bize görünmeyen cinler, periler, ölmüş insanların ruhlarını bile onlara görünürmüş. Mezarlık yanından geçtiğimiz için olsa gerek bir an için eşeğin mezarda yatanların ruhlarını gördüğünü, bu nedenle yürümek istemediğini düşündüm. Neyse ki eşeğin önüne düşüp yularından çekince uysal davranıp yürümeye başladı. Ama hayvanın orada neden huysuzlandığını anlayamadım.
Ay ışığı, gölgeleri karanlıkla dilediğince harmanlayarak şekilden şekle sokarken korkularımızı çoğaltır. Bu mezarlığın etrafında gece-gündüz, yıllardır koyun otlattığım halde yine de her geçtiğimde ürperirim. Kanım çekilir gibi olur ve kalbim hızlı hızlı atmaya başlar. Ayın bölük börçük ışığında gizlenen gölgeler, rüzgardan kımıldayan yapraklar içime vesvese salar.
Bayır aşağıya dizilmiş mezar taşları sıra sıra oturan insanlar gibi duruyordu. Korktuğum zaman aklıma hep çocukken dinlediğim hortlak hikayeleri gelirdi. Ne kadar korkarsam korkayım bütün cesaretimi toplayıp yönümü mezarlığa döndüm. Fatiha'yı okudum. Korkum az da olsa hafifledi. Rahmetli dedem hortlak masallarına çok kızardı. Sürekli olarak mezarların, mezarlıkların korkulacak yerler olmadığını söylerdi. Dedemin sözlerine inanıyorum ama yine de geceleri buralardan yalnız başıma geçerken korkularıma engel olamıyordum. Yürüdükçe korkum geride, mezar taşlarının suskunluğunda kaldı.
Eşek dereden geçerken başını aşağıya eğip su işti. Söğüt gölgelerinin örtmediği, karanlığın kapatamadığı bölümlerinde ay ışığı suyun üstünde ışıl ışıl yanıyordu. Dere üzerinde oynaşan ışıklar tuhaf bir aydınlık yaratıyordu. Mezarlıktan sonra suyun sesi ve dere üzerinde kelebekler gibi uçuşan aydınlık içime huzur doldurdu. Ağaç köprünün ötesindeki taş değirmenin üzerinden gürül gürül akan suyun sesi bütün vadiyi dolduruyordu.
Koçana Ovası'ndan aşağıya doğru inildikçe Kutsa'dan Pırnalı'ya, Urrak'tan Küçük Gaber'e kadar yedi-sekiz köyün hepsinde bu değirmenle ilgili birbirinden farklı onlarca hazine hikayesi anlatılır. Sırp Kral'ı Alman Harbinde fazla direnmeden krallığını ve ordusunu Hitler'e teslim etmiş. Almanlar da elbette silahlara el koyup ordunun önemli bir kısmını terhis etmişler. Askerlerin bazılarını trenlere doldurup Almanya'ya çalışma kamplarına, çiftliklere göndermişler. Ülkeyi ele geçiren Alman ordusu bu toprakların kontrolünü ve jandarmalığını Bulgar askerlerine bırakıp Rusya üzerine yürümüş. Bulgar askerleri Nazi subaylarının emrinde ülkeyi baştan başa talan etmiş. Soygun ve talanla yetinmeyip akla hayale sığmayacak acılar yaşatmış. Özellikle kentlerde, kasabalarda oturanları canlarından bezdirmişler. İştip'li tüccarların, toprak sahiplerinin ve varlıklı esnafların bir kısmı çareyi ülke dışına kaçmakta bulmuş. Yurt dışına kaçamayanlar yükte hafif pahada ağır ne varsa yanlarına alıp evlerini terk etmişler. Düşmanın zulmünün erişemeyeceği uzak köylere, dağlara kaçmışlar. İştip'ten kaçan zengin bir tüccar ailesi işte tam bu eski değirmenin önünde Bulgar askerleriyle karşılaşmış. Bulgar subayı her halinden köylü olmadığı belli bu insanları durdurup yanlarında getirdikleri eşyaları ve üstlerinin aranması için askerlerine emir vermiş. Anlatıldığına göre tam bu sırada aileden gözü açık bir delikanlı gecenin karanlığından yararlanarak yanında getirdiği altınları, değerli takıları değirmen arkına atıvermiş. Hal böyle olunca askerler yanlarında ve üstlerinde hiç bir şey bulamamışlar. Hayal kırıklığına uğramanın kızgınlığından olsa gerek o aileyi yanlarına alıp birkaç köy ilerdeki jandarma karakoluna götürmüşler. Onları bir daha gören veya duyan olmamış. Geri dönüp değirmen arkına attıkları altınları ve ziynet eşyalarını da alamamışlar.
Arkası Yarın
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 6 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Kaşif Kahveci : Betül Ayhan |
ÖZDEN
Dünden sonra, yarından önce zamanın insanlardan gizlendiği bir zaman diliminde gördüm kendimi. Dün ile yarın arasında ama bu günde değil, tasfir ve tarif edemediğim bir zaman diliminde. Aklım gerçeklere küs'tü. Güneş henüz doğmamıştı. Ve ben bir önceki uykuya henüz yatmamış olduğum halde uyanmamıştım daha. Kocaman bir çarkta küçük bir dişli (varlığı veya yokluğu hiçbir şeyi değiştirmeyecek kadar küçük bir dişli) olmayı kabullenemeyen beynim makro evreni reddiyor, kendini kendi yarattığı mikro evren içinde muhafaza ediyordu. Dün çoktan geçmişti, yarına ise daha zaman vardı. Peki bu gün nerede?
Etrafımdaki renkli ışıklardan anladığım kadarı ile pek kimsenin bilmediği bir yerdeydim. Bir yanıp bir sönüyor ışıklar. Işıklar yandıkça beynimin duvarlarına asılı eski portreleri görüyorum hayal meyal. Hepsi tanıdığım insanlar. Portreleri buradayken kendilerinin nerede olduğu sorusu aklıma gelmiyor o an için. Kendimin nerede olduğu sorusu ise önemsiz bir detay. Sadece hangi zamanda olduğumu merak ediyorum.
Siren sesleri... Duyduğum her seferinde sahibi için içimden dua ettiğim sirenler bu kez benim için mi çalıyor? Polis beni mi arıyor? Veya bir yangının ortasında mı kaldım? Ya da bir kalp krizi sonrası beni hastaneye yetiştirmeye mi çalışıyorlar. Yoksa ilk kızımı doğurmak üzere miyim? Belki de benim değildir bu sesler. Yanımdan hızla bir ambulans ya da polis arabası geçiyordur belki. Ya da belki önemli bir kişiye eskortluk eden arabaların sirenleridir bunlar. Kim bilir belki de beynimin yarattığı mikro evren içindeki en önemli kişi olarak bana eşlik ediyordur o polisler. Ben refleks olarak dua ediyorum yine. Hangi dilde, hangi dinde olduğunu bilmediğim bir dua var dilimde.
Karanlık büyüyor mu? Karanlık büyür mü? Karanlığında sevgi gibi, nefret gibi, acı gibi, mutluluk gibi dereceleri var mıdır, yoksa ölüm gibi derecesiz ve tek midir? Bilmiyorum ama içinde bulunduğum bu karanlık gittikçe büyüyor sanki. Gözümün önünde eşyalar uçuşuyor. Siyah kol çantam havada bir CD kapağı ile çarpışıyor ve içinden cep telefonu, ruj, küçük bir ayna, içine sıkıştırılmış bir banknotun ucu görünen kredi kartı cüzdanı ile bir mini bloknot dışarı fırlıyor. Sonra arabanın anahtarlarını ve köprü çıkışı için hazırlayıp torpidonun üzerine koyduğum bozuklukları görüyorum. İkaz lambaları arabanın içinde ne arıyor? Ve bu direk nereden çıktı?
Seslerin yer değiştirmesine daha önce hiç tanık olmamıştım. Az önce duyar gibi olduğum, duyduğum ya da duyduğumu zannettiğim hiç tanımadığım beyaz kostümlü adamla kadının konuşmalarının yerini yağmurun cama çarpan sesi alıyor. Sonra bir kapı çarpması sesi geliyor. Bir an duraksayıp nerede olduğumu ayrımsamaya çalışıyorum. Nerede olduğum sorusu şimdi hangi zaman diliminde olduğum sorusu kadar önemli benim için. Bu kapı nerenin kapısı? İş yerinin olamaz, oradakiler şu senin geldiğini anlayıp kendiliğinden açılıp kapananlardan. Apartman çıkışınınki ise yavaşça, salınarak gelip yerine oturanlardan. Olsa olsa evimin kapısı olabilir. Ancak çelik bir kapı çarptığında bu kadar ses çıkarabilir sanırım. Peki bu evimin kapısı ise ben neredeyim? Sesleri duyduğuma göre evin yakınlarında bir yerlerde olmalıyım. Bir an önce evime gidip kendimi tekrar güvende hissetmek istiyorum ama bu karanlıkta yönümü bulmam mümkün değil...
Sesler yeniden yer değiştiriyor. Tekrar tanımadığım o adamla kadını duyuyorum. "Galiba kendine geliyor" diyor kadın. Evet evet gerçekten duyuyorum. Hayatımda ilk kez bir şeyden eminmişim gibi geliyor bana. Adam tanıdığım bir ses ve tonla anlamadığım bir şeyler yapmasını istiyor kadından. Gözlerimi açıp nerede olduğumu görmek istiyorum ama göz kapaklarım moloz yığınının altında kalmışcasına ağır geliyor bana, başaramıyorum. Bu kez soru sormayı deniyorum, zorlukla kıpırdattığım dudaklarım kelimeleri şekillendiremiyor. Siren sesleri yine devam ediyor. Bu sesler benim şerefime olamaz. Belki bir şeyi kutluyoruz. Belki bu gün 23 Nisan, birazdan sirenler susacak ve 21 pare top atışı ile kutlamalar devam edecek. Bekliyorum... Susmuyor sirenler aksine daha da yaklaşıyor ve belirginleşiyor sesleri. Ses bana yaklaşabildiğine göre, benim dışımda demek ki. Garip bir rahatlama hissediyorum. Siren seslerinin ilan ettiği acının başka birine ait olması beni mutlu ediyor. Bir yandan bundan utansam da bu utanç rahatlamamı engellemiyor.
Seslerle birlikte görüntüler de belirginleşmeye başlıyor. Kızımı, ilk göz ağrımı görüyor gibi oluyorum ama sonra fark ediyorum ki bu bir hayal. Artık sesler ve görüntüler birlikte hareket ediyor. Yer değiştiren seslerin yanında görüntüler de var artık. Hepsinin yanında kızımın bakışlarını hissediyorum. Sanki duyduğum ve gördüğüm her şeyi bakışlarıyla takip ediyor. Siren sesleri yerini yeniden yağmurun sesine bırakıyor. Yağmurla birlikte uçuşan eşyalar, sinyal lambaları, kocaman bir direk. Sonra çarpan kapının sesine etrafımda dönen duvarlar ve trabzanlar eşlik ediyor. Kızım hala bana bakıyor. Tanımadığım bir ses tuhaf bir aksanla İngilizce bilip bilmediğimi soruyor, bildiğimi söyleyince kızımın öldüğünü, cesedinin uçakla Türkiye'ye gönderildiğini, detayların ve otopsi sonucunun yazılı olarak bildirileceğini hava durumunu sunar gibi hissiz ve sıradan bir tonla bana bildiriyor. Nerden geldiğini anlayamadığım bir telefon sesi ile kızımın beni takip eden bakışları kayboluyor ve içinde olduğum zamanı ve mekanı ayrımsıyorum. Çalan telefon, tarafıma yapılan bilgilendirme, çarpan kapı, dönen duvarlar, yağan yağmur, üzerime üzerime gelen ışıklar defalarca geçiyor gözlerimin önünden. Geri dönmek istiyorum. Nerede ve hangi zaman diliminde olduğumu bilmediğim o yere deri dönmek istiyorum. Dün yeni acılara gebe, yarın tam bir muamma, ikisine de gidemem. Bu günü ise taşıyamam ben. Ne olur biri bana yardım etsin, bilmediğim zamanlara gitmek ve kendim olmamak istiyorum.
Kaskatı kesilmiş bedenime hükmedemiyorum. Benim emirlerimi umursamadan çığlıklar atan sesime de. Sonsuz ve sakin bir uykuya yatma isteğimi fark eden birileri var sanırım, bedenimi düz tutma çabama yardımcı olmaya çalışıyorlar. Ben de onların bedenimi düz tutma çabalarına yardımcı olmak istiyorum ama başaramıyorum. Sanırım yardım çağrımı duyan birleri bunlar. Herşey yeniden dönmeye başlıyor ve bu gün yavaş yavaş kayboluyor...
BeT
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 8 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Arap kahvesi : Beyhan Duffey |
ACI LOKUM
Oldum olası hastane ortamlarını hiç sevmem. Mecbur kalmadıkça da hastanelerin kapısının önünden bile geçmem. Neme lazım şeytanın işi yoktur o sıra, çekip kolumdan bacağımdan içeri atıverir beni.
İşin şakası bir yana çok şükür bu yaşıma kadar öyle ciddi bir hastalık geçirmiş değilim. İşte yaşlılık halleri, romatizmam, siyatiğim ufak tefek şunum bunum...
Geçenlerde hastaneye gitmek zorunda kaldım. Sormayın, bizim mahalleli çocukların bir Doğan dedesi vardır. Doğan Ustamız. Sizden iyi olmasın, çok dürüst sevecen bir adamdır. Şöyle böyle yirmi yıldır aynı mahallede otururuz. İki oğlu bir kızı vardı. Yetiştiler. Evlenip çoluğa çocuğa karıştılar. Doğan Usta yirmi yılda iki kat çıktı evine. Belediyeden ruhsatlı. Üç buçuk kat hakkıdır. Küçük oğlu da evlenince üst katın inşaasına başladı. Geçen yıl çocuk doğuya gitti, çalışmaya. Hasta döndü nedense. Oğlanın hastalığını kimselere bildirmediler. Hastaneye falan da götürmediler. Öylece, bir sene içinde sessizce ölüp gitti çocuk. Oğlunun ölümüne çok üzüldü Doğan Usta. Zavallı adam, iğneden ipliğe döndüydü son zamanlarda !
Doğan Usta yirmi yıldır geçimini tamircilikle sağlar. Bulgar göçmenidir kendisi de karısı da. Çalışkan insanlardır. Öyle iş beğenmemek şunu yapmak bunu yapmamak gibi huyları yoktur. Her işin üstesinden gelmeyi becerirler. Bir huyları var ki ben fazla tasvip etmem, eğitime önem vermezler. İlkokulu bitirdi mi çocuk isterse devam eder istemezse etmez. Yani ailenin çabası ve isteği yoktur çocuklarının okula devam etmesine. Hiçbir çocuğu okumadı Doğan Usta’nın. Doğru düzgün bir iş de edinemediler bu yüzden. Doğan Usta da ilk mektebi Bulgaristan’da bitirmiş. Ondan gayri da okumamıs. İyi Bulgarca bilir. Hala oralarda eşi dostu varmış ama ne onlardan gelen olur yıllardır ne de Doğan Usta gider. Parasızlıktan mıdır, geride kalanlarıyla kavgalı mıdır da hısım akrabalığı kalmamıştır, orası beni ilgilendirmez.
Bizim mahallenin çoluğu çocuğu boldur. İşçi mahallesidir. Zengin tabiriyle kenar mahalledir. Ama çocuklar okulunda, gençler üniversitede, çoğu da işinde gücündedir. Fakir mahalledir ama sabahları söyle güneş tepeye çıkmadan yavaş yavaş inin mahalleyi üstten aşağı, açık pencerelerden lavanta, gül, yasemen kokuları yanık yanık söylenen memleket türkülerine karışır. Kadınlar ha babam de babam temizlik yaparlar. Arap sabunuyla kaynamış kar gibi beyaz çamaşırlar sallanır balkonlardan. Kapı önü taşlıkları yıkanmış, bahçe yeni sulanmış mis gibi toprak kokar. El kadar bebecikler pencere önüne konmuş beşiklerde sabah güneşiyle mışıl mışıl uyur. Yani güzeldir, canlıdır bizim mahalle. Adamları da öyle boş gezen takımından değildir. İşinde gücündedir herkes. Hatta bir kahvehanemiz bile yoktur da gençler okeye, tavlaya aşağı mahalledeki Cevat’in çardakaltına giderler çoğu zaman.
Bizim Doğan Usta’nın evinin altındaki tamirhanesinin kepenkleri de bu sabah seremonisinin bir parçasıdır. Her sabah aynı vakitte ille de duyarsınız kepenklerin gürültüyle açılışını. O kadar dakiktir ki, yani o saatte kalkacaksanız saat kurmaya gerek kalmaz. Doğan usta havası inmiş futbol topları şişirir. Bilmem kaçıncı kere yama yiyecek bisiklet tekerleklerine en sağlam yamayı da yine o yapar. Mahalledeki çocuk kalabalığına karşın zaman zaman işsiz kalır usta. Dedim ya işçi mahallesidir. Çocuklar yalvar yakar olur babalarına da yine de koca adam oluncaya kadar bisikletleri olmaz çoğunun. Ev halkının kursağından geçecek her lokmanın hesabını yapmak zorunda olan babalar, çocuklarına bisiklet alamayacaklarını söyleyemezler de, lafı uzatır dururlar. El kadar çocuğa el ense çekip, güreşirler. Bu sene karnen hep pekiyi gelsin söz alacağım. Kardeşinin derslerine yardımcı olursan alacağım. Anana yardım et bulaşıkları yıka alacağım. Çıkmaz ayın son çarşambası alacağım. Alacağım da alacağım...
İşte o zamanlarda demir doğramacılığı yapar Doğan Usta. Demir ısıtır, türlü şekiller verir. Boyar. Pencere korkuluğu yapar, bahçe çiti yapar. Öyle özenli, fabrika işçiliği gibi gösterişli olmadığından elinden çıkan işler, daha çok mahalle arasındaki evlere çalışır. Getirisi ne olur ki bu tür işlerin?
Doğan Usta’nin şoförlüğü yoktur. Adamın zaten araba alacak parası oldu mü bakalım ömrünce. Onun nuh nebiden kalma, her parçayı birleştirerek biraraya getirdiği kendi ürünü bir emektar bisikleti vardır. Bütün malzemelerini almaya bu bisikletle gider. Çarşısını pazarını bile bu bisikletle görür.
Geçenlerde demir siparişi vermek için atlamış bisikletine Doğan Usta. Yirmi yıldır neredeyse her gün gözü kapalı gidip geldiği yollar bu yollar. Serinkuyu dörtyol ağzına gelince bakmış ışık yeşil yanıyor, geçmek için devam etmis. Karşı yoldan kırmızı ışıkta durmayan bir özel araç gelip, olanca hızıyla çarpmış adamcağıza. Görgü tanıkları Doğan Usta’nin havada bir kaç takla attığını söylüyorlar. İnsan evladı değilmiş ki arkasına bile bakmadan kaçmış çarpan şoför. Şansımıza ki Doğan Usta’nin kaza yaptığı yerin tam karşısında Devlet Hastanesi. Hemen yetiştirmişler ustayı. Dün Havva teyzeyi gördüm, bir haftada çökmüş kadın. Çoluk çocuk hep aç kalırız. Doğan çekip çevirir küçük oğlanın evini de. Ne yapacağız biz şimdi? diye içini çeke çeke ağladı kadın. Yüreğim parçalandı.
İşte bugün hastaneye Doğan Usta’yı ziyarete geldim. Ayaklarım geri geri gidiyor ama içeride de yirmi yıllık mahalle arkadaşım ecelle cebelleşiyor.
Tertemiz bir hastane. Mavi önlüklü görevliler hiç durmadan yerleri siliyor. Pırıl pırıl her yan. Aydınlık bir de. Yine de, i-ih... ne kadar allayıp pullasalar da ben kanmam. Bu temizliğin bu aydınlığın arkasına sinmiş sıkıntıyı sevmiyorum işte.
Ana baba günü gibi ortalık. İnsan kaynıyor yahu. Buralara gelmeyince bilmiyor insan. Ne kadar çok hastalık ne de çok hasta var şu yeryüzünde...
Bembeyaz kıyafetlerinin içinde doktorlar, hemşireler koridorları arşınlayıp duruyorlar. Her yaştan varlar. Hemşire kızların kimisi hanım hanımcık, gülünce yüzünde güller açıyor. Kimisi de evlerden uzak, adam azmanı yarabbi. Vay onların eline düşecek hastaya ! Bekleşenlerin çoğunun yüzü kaygılı. Hasta yakını olmak kolay mı a benim canım? Beklediklerinin kimisi çocuk, kimisi genç, kimisi ölümcül, kimisi kaza kurbanı, kimisi de benim gibi bir ayağı çukurda... Zor..zor.. çok zor !
Bir milyona aldığım mavi galoslarımı geçirip ayakabımın üzerinden, bekleme salonunda bir boş kanepenin ucuna iliştim. Hastaneleri sevmem dedim ya. Vallahi iki dakikada daraldım. Sıkıntı bastı beni. Ziyaret saati başlasa da Doğan Usta’yı görüp gidiversem hemen.
Bekleşirken yanıma iki adam bir de yaşı yüzünden belli olmayan çirkin çehreli bir kadın oturdu. Adamlar birbirlerine benziyor. Kardeş olmalılar. Yaşlıca olanının avurtları birbirine geçmiş. Basındaki kasketi yağdan rengini kaybetmis. Sırtında da saman ve sigara kokusu sinmiş eski püskü bir ceket . Kara lastik giymiş bu havada. Bacak bacak üstüne attı otururken. İnce bilekleri görünüyor çorapsız ayakkabılarının içinden. Kır sakalları birkaç günlük. Genç olan daha düzgünce giyinmis. Kahverengi takımı eski ama tertemiz görünüyor. Yakası ve kol ağızları lime lime olmuş beyaz bir mintan içinde. Okumuş bir oğlana benziyor. Kadın uzun kollu uzun etekli elbisesinin altına aynı renkten şalvar giymis. Basında yazması. İki örgü ettiği saçları yazmasının altından kuyruk gibi çıkmış. Uçunda da iki lastik parçası. Onu açık eski terliğinin altından topukları incelmiş çorabı görünüyor. Bir sefalet yanıbaşımdaki...
Ara ara anlamadığım bir dilde konuşsalar da çokça Türkçe konuşuyorlar. Hastaları bir erkek. Onu anladım. Ama konuşmalarından hastaya yakınlık derecelerini bir türlü çıkaramadım. Yaşlıca olan erkek çok düşünceli görünüyor. Deminden beri bıyıklarının uçlarını kemiriyor. İçinden kendi kendine konuşuyor olmalı ki sık sık basını sallayıp çık..çık.. çekiyor. Genç olan başını dizleri üstüne eğmis, ellerini de birbirine öyle bir kenetlemiş ki parmak uçlarının morardığını görebiliyorum. Var gücüyle haykırmamak için kendini tuttuğu besbelli. Kadın bir noktaya sabitlemiş bakışlarını. Öylesine boş bakıyor ki o gözler insana hiçbir şey anlatmıyor. O kadar şaşırtıcı ki birbirleriyle konuşurken durumlarında küçücük de olsa bir değişiklik yapmıyorlar. Sanki bir fotoğraf karesinden çıkıp gelmişler de onların yerine başkaları konuşuyormuş gibi...
Ben Doğan Usta’yi neredeyse unutmuş yanımdaki bu fukaraların derdini anlamaya çalışırken danışmadaki genç güzelce kız ziyaret saatinin başladığını bildirdi. Bekleme odasında bir hareketlilik koridorlarda da bir koşuşturmaca başladı. Yanımdakiler hemen ayaklanıp emin adımlarla uzaklaşıp gittiler.
Evden çıkarken bizimkilerin elime tutuşturduğu kağıt parçasında Doğan Usta’nın yattığı odanın numarası yazılı. Ben kapıların üstüne bakınıp dururken bir hastabakıcı yanıma yanaşıp, “beybaba kaç numarayı arıyorsun sen” diye elimdeki kağıda baktı. Sonra da önümsıra uzayıp giden koridoru gösterdi.
Burası iki kişilik bir oda. Doğan Usta ilk yatakta yatıyor. Yanında da vücudunun üst kısmı tamamıyla sargı beziyle kaplı ince bıyıklı gençten bir oğlan. Sol kolu omzundan yok anlaşılan. Az önce yanımda oturan üçlü de burada. Demek ki yakınları bu gençmiş. Doğan Usta envai çeşit makinaya bağlı. Gözleri kapalı. Ağzında burnunda hortumlar. Göğsü körük gibi inip kalkıyor. Başucunda da duvara monteli bir alet, kalp atışlarını ölçüyor olmalı. Beni duyacak halde değil zaar. Adam yarı ölü durumda yahu. Vay.. namussuz herif vay! İmanına yandığımın dünyasında muallel ettiğin adamı öyle yol ortasında bırakıp kaçmak var mı? İnsanlığa sığar mı senin yaptığın bre vicdansız !..
Beni duyar mı acaba ? Bu durumlarda ne söylenir bir de, bilemem ki ! O öyle makinalara bağlı hırıl hırıl nefes alıp verirken ben yandakilerin konuşmalarına kulak misafiri ölmuştum.
Kirli kasketli yaşlıca olan ağabeyisiymiş kolsuz gencin. Nasihat ediyor, sakın polise verdiğin ifadeyi değiştirmeyesin diyor. Adamlar çok yardımcı oldular. Sana toplu para da verecekler. Seni sigorta hastanesinden buraya da aldırdılar. Bütün hastane masrafını karşılayacaklar. Küçük oğlanı da yanlarına alacaklar. İşe yeni girdiydim diyeceksin. Beş yıldır sigortasız çalışıyordum dersen patronlarını yakar devlet oğlum. Onlar da hepimizi. Aman ha yiğidim, ağzından birşey kaçırmayasın. Ne yapalım gitti kol işte. Kaderim buymuş diyecek sineye çekeceksin. Aman ha aman “şikayetçiyim” demeyesin! Genç olan ikisinin de küçüğü. Gözyaşlarına hakim olamıyor. Böyle gencecik adamların çaresizlik karşısında çocuk gibi ağlamalarına katlanamıyorum ben yahu. Yazık değil mi bu insanlara? Şunların derdine bir bakın. Çaresizlik, fukaralık bağlamış ellerini kollarını. Ben dedim sana ağabey diyor, sigortasız sendikasız çalışma dedim. Çırçır makinası çok el kol kaptı ağabey, yanarsın dedim. Dinlemedin ağabey... Bak oldu işte sonunda, diye hıçkıra hıçkıra ağlıyor. Kadın karısıymıs. Lohusa yatağından kalkmış gelmis. Neresinden de doğum yapmış, bir deri bir kemik zavallı. Dört çocukları daha varmıs. Bir de oğlanın anası başlarında. Şimdi karnımızı kim doyuracak Vartolu Memed, diyor. Çoluğun çocuğun rızkını kim verecek yiğit Memed. İki yaşındaki bebe Goncagül’ü hangi kolunla saracan kolsuz Memed. Beşiktekinin karnını nasıl doyuracan, Vartolu Memed diye, gözünden bir damla yaş akıtmaksızın ağıt yakıyor. Hem de bir eliyle yazmasını ağzına siper ederken diğer eliyle de adamın sağlam olan sağ kolunu dürtüklüyor durmadan. Hep bir ağızdan konuşuyorlar. Vartolu Memed sanki hiçbirini duymuyor. Yanındaki komidinin üstünde duran lokum kutusundan tek tek lokum atıştırıyor. Gözü pencereden dışarda, gökyüzüne bakıyor. Ağzındakini yavaş yavaş çiğnerken kafasını benden yana çevirdi. Bir anda gözgöze geldik. Ne yapacağımı bilemedim. Oğlanın gözlerinin içi parlıyor. Gözleriyle gülüyor yüzüme. Öbürleri habire konuşup duruyor başında. Vartolu Memed, « lokum ister misin dayı” deyip kutuyu benden yana uzattı. Oturduğum sandalyeden kalktım. Doğan Usta’nın ayakucundan dolaşıp iki yatağın arasına geldim. Vartolu Memed’in uzattığı lokum kutusundan bir tane aldım. Onun gülen gözlerinin içine bakarak lokumu ağzıma attım. Sağolasın Vartolu Memed kardeş, geçmiş olsun deyip, odadan çıktım. Ağzımda acı bir lokum tadı...
Dedim ya hastane ortamlarını hiç sevmem. Gideyim de Cevat’ın çardakaltında Hüseyin’le bir el okey atayım hava kararmadan...
Beyhan DUFFEY - Cidde / Suudi Arabistan duffey@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 12 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 4.377 kahveciye doğru yola çıkmıştır.
Yukarı
|
KIRIK KALPLER SOKAĞINDA SERENAT
Seni,
Hep bekledim,
Yağmur yağıyordu,
Nefesim sımsıcak
Sensiz
Yatağım ve
yüregim üşüyordu.
Kaç kez
Yanıp söndü
Şehrin ışıkları
Saymadım,
Seni beklerken,
Sensiz saniyeleri saydım ama.
Yanımda olsaydın,
Siyahı beyazdan,
Yağmuru buluttan,
Kolay ayırırdık.
Daha kolay sarılırdık
Sevgiye,
Çiğ düşmeden sabahlarımıza.
Sonbahar düşlerimi
Hiç anlatırmıyım,
Sana,
Seni sevmek,
ilkbahar gülüm,
gelki,
Ne zor,
sensizliği beklemek
Kutup yıldızını görmedim,
Daha yarılamadan geceyi,
Bitmemişti ki daha küçük rakı,
Yıldızlar kaydı,
Hiçbir dilek dilemedim
Sadece seni
Bekledim,
Kırık kalpler sokağında;
Ancak şiir,
Seni beklemedi,
Sokak lambası,
Çiçeklerim
Gece ve
Kalem de.
Zeki Yıldırım
Yukarı
|
Bir de "Erkekler için" diye işaret koymuşlar!
Yukarı
|
İşe Yarar Kısayollar - Şef Garson : Akın Ceylan Yamağı : Ayşe Nur Gedik |
http://www.dfilm.com/index_moviemaker.html Bayram geliyor kendiniz oluşturacağı bir dijital filmle bayram tebriğine ne dersiniz? Haydi tıklayın gidin, yaptıklarınızı bana da yollamayı unutmayın sakın.
http://uk.download.yahoo.com/ne/fu/attachments/buildabetterbush.htm Buşumuz canımız için hazırlanmış bir gülmece sayfası. İstediğiniz şekli verip onun gün içindeki normal halleri görüp katula katula gülebilirsiniz. Haydi kolay gelsin.
http://illustmaker.abi-station.com/index_en.shtml Kendi illustrasyonunuzu yapıp yahoo, messenger gibi programlarda rahatlıkla kullanabilirsinzi. Size benzemesi mümkün ama biraz hayal gücü biraz da yetenek gerekiyor galiba. Ben beceremedim de!..
http://www.denedim.com
Sanat maceracıları, amatörler veya sadece sinemayı sevip de "ben de bir film çekeyim veya bir filmde oynayayım" diyenler için bir site hazırladık. Hem kendi filmlerimizi gösterebilmek hem de diğer kısa filmcilerin çektiklerine ulaşabilmenizi sağlamak istiyoruz.
Kısa film çektiniz ve filmi bir web sitesine koydunuzsa bize haber verin, sitenizin linkini ilave edelim. Filmlerimize oyuncu, görüntü yönetmenliği veya teknik konularda katkıda bulunmak isteyenleri de sitemize bekleriz. http://www.denedim.com
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
AceMoney Lite 3.6.2 [1509 KB] 98/2k/XP FREE
http://www.mechcad.net/downloads/AceMoneyLiteSetup.exe
Buyrun size basit ama çok işe yarayabilecek bir kişisel muhasebe programı. Hem de türkçe. Daha doğrusu kurarken dilini siz seçiyorsunuz, aralarında Türkçe de var. Hesaplar, portföy yönetimi, bankalar derken epeyce bir bilgiyi barındırıp sonrada dilediğiniz raporu alabiliyorsunuz. Gerçekten iyi bir program. Lite versiyonu ile tek hesap kontrol edebiliyorsunuz. Eğer birçok hesabı kontrol etmek isterseniz 30 dolarlık bir ödeme yapıp tam sürümünü almanız gerekiyor. İlgililere önerilir.
Yukarı
|
|
|
|
|
|