|
|
|
8 Kasım 2004 - Fincanın İçindekiler |
Editör'den : İddaa sürüyor!.. |
Merhabalar,
Dün yazdıklarımın benzerini gazetelerde görünce hoşuma gitti. Demek ki bu konu sadece benim dikkatimi çekmemiş dedim. Ama sonra gördümki ilgilendiğimiz taraflar birbirinden tamamen farklı. Yalana gerek yok, ben iddaanın Spor Toto tarafından oynatıldığını sanıyordum. Meğerse iddaalı olan Karamehmet'in ta kendisimiymiş. Tevekkeli değil borçları ödeyeceğim derken dayandığı bir hayali varmış. Bir tek telefondaki hissesi ile o borcun altından kalkmanın mümkün olmadığını herkes biliyor ama gelin görünki ortadaki danışıklı dövüş ona bu cesareti veriyor. Spor Toto oyun hakkını amcama devrediyor sonra o da benim senin cebinden tırtıkladıklarının bir kısmını devlete geri ödüyor. Doğrudan vergi, dolaylı vergi derken bir de bu mega dolanlı vergi çıkmış bizler uyurken. Devletin piyangosuna, devletin totosuna, devletin lotosuna kolay alıştık, en azından vicdanlarımız rahat oynuyorduk. Bir kısmı hayır işlerine koca bir kısmı da hazineye kalıyor diye huzur duyuyorduk ama bu farklı be arkadaş. Bunun lamı cimi yok. Bu düpedüz kumar, hem de umuma, çoluğa çocuğa açık bir kumar. Hiçbirşey üretmeden, katma hiçbir değeri üzerine koymadan, medya pompalamasıyla, göz boyayıcı bir makina ve kuponlarla cep tırtıklamak tam bizim gibilere yakışırdı, o da oldu. Kimsecikler bunun aksini söylemeye kalkmasın şu mübarek Kadir gününde çarpılır, eciş bücüş olur vallahi. Bir haftalık ciro 15 trilyon, sağolsun bunun %70 e yakınını kumarbazlara dağıttıklarını söylüyorlar, kalan %30'u dört buçuk trilyon ediyor. Bir haftada üç milyon dolar para. Dediklerine göre bu daha başlangıçmış, hedef yıllık 400 milyonu cukkalamakmış. İyi iş vallahi. Analar babalar uyanık olun. Çocuklarınıza verdiğiniz harçlıkların nereye gittiğini iyi takip edin, tost parası kurda kuşa yem olmasın dikkat edin.
Şu KM'yi yayınlamaya başlayalı 3 yıla yaklaştı. Bu sürede sizlerden binlerce yazı, mesaj, şiir aldım ve almaya devam ediyorum. Çoğunu yayınladım, yayınlayacağım ama bir tek şeye alışamadım biliyor musunuz? Selamsız sabahsız, tek bir satır merhabası olmadan yollanan yazılara. Düzenli olarak bana yazı yollayan ama bana bir kere bile merhaba dememiş epeyce yazarımız var biliyor musunuz? Her seferinde bir cevap yazayım diyorum ama araya mutlaka birşey giriyor sonra da ben "Aman sende" diyorum. Sanırım ihtiyarladım ve artık ilgiye aşeriyorum:-)) İşin doğrusu onca özveriyle sürdürmeye çalıştığım bu yayında bir merhaba bekleme hakkımın olduğunu düşünüyorum, haksız mıyım?
Neyse ben pikaba bir güzel plak koyup huzurlarınızdan ayrılayım. Loreena McKennit söylüyor Merry Gentlemen. Güzel bir gün dileğiyle hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
PASTORAL EFEMER : Zeki Yıldırım |
GÜLNAZ
Bilirmisiniz, dağların sisli yamaçlarının gerisinde hangi çiçekler açmaktadır. Taç yaprakları, çanak yaprakları ne renktir, hangi kokularla duruş sergilemektedirler? Kör, topal yaşamımızın hangi öğelerini doldurmaktadır? Katkıları, azalttıkları nelerdir?
Ders arası verdiğimde bir arkadaşım telefon etti, zamanım varsa bir öğrenci ile ilgili olarak görüşmek istiyordu. Tabiî ki, öğrencilerimiz bizim için her zaman birincil konuydu. Arkadaşım bana öğrencinin çok çalışkan, çok dürüst ve ilkeli olduğunu ve bu güzel yurda çok iyi bir öğretmen olabileceğinden söz etti. Yalnız maddi olarak çok zayıftı, yakın bir ilçede işçi olarak çalışan babası işyerinin kapanması ile işsiz kalmıştı. Burs başvuruları sırasında babası çalışıyor durumda olduğu için, öğrenci babasının düzenli bir işi ve maaşı olduğunu yazmıştı. Değerlendirme yapan bizlerde öğrencinin babasının maaşı var diye elemiştik. Ama daha sonra işsiz kalan babası köye dönmüş, annesi ile birlikte halı dokuyarak geçimlerini sağlamaya çalışıyordu. Kendinden bir büyük ablası Tıp fakültesinde, bir küçük kardeşi ise ilde Fen lisesinde, en küçükleri ise ilkokulda okuyordu. Çok az olan gelirlerini bütün aileye yetecek şekilde dağıtacak bir hesap makinesi ne yazık yoktu. "Yardım etmek istermisin ağabey bu kızımıza?" diyordu arkadaşım. "Tabiî ki Salih sen organize et, payıma ne kadar düşerse ödemeye yardım etmeye hazırım. Yalnız öğrenci benim yardımcı olduğumu bilmesin, çünkü karşılaştığımda hiçbir öğrencimin bana karşı borçlu ve ezik bakmasını istemiyorum". "Kesinlikle, bende sizin gibi düşünüyorum ama öğrenci, özellikle kendisine kimin sahip çıktığını, kimlerin özverili yaklaştığını bilmek istiyor. O nedenle izniniz olursa sizi de, ziyaret edip teşekkür etmeye gelecek." Tamam hocam, öğle yemekten sonra görüşelim."
Adı Gülnaz'dı. İsminin birinci hecesiyle fazlasıyla özdeşleşiyordu. Anadolu'nun bir dağ köyünden gelmişti. Akıllı, sade, temiz, aydınlık yüzü ile yaşama ve bizlere her zaman bir gül gibi gülümsüyordu. Bursunun çıkmadığını, ailesinin de ona yeterli desteği yapamadığını, ancak okumak isteğini kısa cümlelerle anlattı. Yüzünde ve sesinde hiçbir eziklik belirtisi yoktu, aksine kendisini ve durumunu doğru anlatabilmenin rahatlığı vardı. Ona hocalarının sahip çıkıp destek olmalarını bir onur olarak kabul ediyor, bunu bir ulusal görev olarak algılıyor ve "ben de sizin yerinizde olsam aynısını yapardım" diyordu. Yaptığımız yardımın her bir kuruşunun bile hakkını vereceğine, çok kesin cümlelerle söz veriyordu. Toroslar'dan çıkan ve bembeyaz köpüklü, masmavi sularıyla Akdeniz'e hızla koşan bir dereye benziyordu. Gördüm ki, gözlerinde Atatürk'ün ışıltıları vardı. İsminin ikinci hecesine dair hiçbir anımsatma yoktu. Yaşamın ona bu hakkı vermediğini görmek bir yana, vermiş olsaydı bile bu Anadolu çiçeğinin "naz" yapma hakkını hiçbir zaman kullanmayacağına emindim. Yardımcı olmak, destek olmak insani bir görevdi. Zaten dekanlığımızın önderliği ile maaşımızda bir miktar ayırarak, belirli sayıda öğrenciye karşılıksız burs veriyorduk. Bir tane de tamamen özel yardımcı olduğum bir öğrencimin olması fikri bile çok hoştu.
Gülnaz her ay kendisine vermeyi belirttiğim küçük bursu almaya geldi. Hiçbir zaman ezik, boynu bükük değildi. Sanki bayram harçlığını alan çocuğum gibiydi. Fazlası da pek çoktu. Her ay odama geldiğinde çayını içerken derslerinden söz ediyor ve not hedeflerinden bahsediyordu. İlk tanıdığım günden hiçbir farklılık oluşturmuyor; onurlu, yürekli, dimdik bir genç özelliğini gururla taşımaya devam ediyordu. Vize sınavları bittiğinde odama koşar adım geldi notlarını gösterdi, çok başarılıydı. Birinci dönem bittiğinde hoşcakal deyip elimi öpmeye geldi, aynı heyecan ve yüksek başarısı devam ediyordu. Tatile ne zaman gideceğini sordum, "Burada kalacağım, derslerime çalışmaya devam edeceğim. Bu dönemde sizin yazım, çizim işiniz varsa yardımcı olabilirim hocam" dedi. "Hayır Gülnaz" dedim. "Sana gidiş dönüş biletini aldım, sende arkadaşların gibi tatil yapmalısın, işte biletlerin". Anadolu kayaları gibi dimdik duran nazlı gülün yüzü değişti, titreyerek öpmek için tuttuğu ellerim gözlerinden boşanan yaşlarla ıslanıyordu. "Hocam, nerden anladınız bilet paramın olmadığını" diye sordu ağlamaklı ağlamaklı. "Ben bir hoca olduğum kadar, bir babayım kızım. Babalar çocuklarını hep anlarlar, kızım". Gözyaşlarıma bende engel olamıyordum.
İkinci dönemin ilk günlerinde Gülnaz elinde küçük bir paketle geldi. "Hocam kabul ederseniz size küçük bir hediye getirdim. Severmisiniz bilmiyorum size erik kurutması getirdim.Geçen yaz kendi ellerimle hazırlamıştım, benimde en sevdiğim yiyecektir, hem de biliyorsunuz kompostası çok iyi olur". "Sağol kızım".
İkinci dönemin vizeleri de bitmişti, Gülnaz'ın başarısı yükselerek devam ediyordu. Bir gün odama geldi, ay ortasıydı. "Hocam izin verirseniz aldığım iyi bir haberi sizlerle paylaşmak istiyorum. Babam en sonunda bir işe girdi, bana artık gelecek ay biraz para gönderebilecek. Bu nedenle verdiğiniz paranın üçte biri bana yeterli olabilir, ya da vermeseniz de idare etmeye çalışırım. Ya da eğer kabul ederseniz ve burs vermeye devam etmeyi düşünüyorsanız size bir önerim olacak hocam. Benim bir arkadaşım var, dışarıda bekliyor. Bana verdiğiniz paranın üçte ikisini kendisine verebilirsiniz. Babam işe girdikten sonra babamın ve sizin az desteğiniz bana yetebilir, o nedenle arkadaşımla bursunuzu paylaşabilirim". Tabiî ki, çağır arkadaşını, nedir ismi?". "Gülfidan, hocam".
Benim iyi yürekli kızım, Anadolu'mun katmerli gülü, dağlar çiçeği, ülkemin aydınlık geleceği. Küçücük bursu paylaşacak kadar insan, yarınlarımız tırnaklarıyla sökecek kadar azimli öğrencim. Sizler gibi öğrenci yetiştirdiğim sürece, bu ülkeye karşı görevimi yaptığımı düşünüyor, kaynayan yüreğimin dev dalgalarını bastırabiliyorum...
Buraya kadar gelen okuyucum için şunu belirteyim, Gülnaz ve ya Gülfidan gerçekte yoklar. Ama gerçek olarak Gülnaz'lar ve Gülfidan'lar, Mustafa'lar, Ali'ler var. Pek çoğunun durumu Gülnaz'dan iyi değil, desteğe ihtiyaçları var. Bu yazının kahramanları onlardan bir küçük kesit sadece. Sevgili hanımlar, beyler; yarınlarımızı bırakacağımız gençlerimizin yetişmesinde küçük bir tutam katkınız olsun istemezmisiniz? İnanıyorum ki çoğumuz istiyor. Yolu çok basit, üniversitelerimiz açıldı. Lütfen bir bölüm başkanını ziyaret edin, yardıma ihtiyaç duyan öğrencileri öğrenin, onun aracılığıyla yardım yapmak istediğinizi belirtin. İşte bu kadar basit. Bir de yapabilirseniz, yılda bir kez yardımcı olduğunuz öğrenciyi bir hafta sonu ziyaret edin, onun ve kendinizin en anlamlı zamanlarını yaşamakta olduğunuzu sevinçle fark edeceksiniz. Lütfen... Lütfen...
Zeki Yıldırım
zekiyildirim@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 3 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Café Azur : Suna Keleşoğlu |
Şimdi seslice susma zamanı...
Satır aralarına sığdırılmış yaşamların sesi gelmez kulaklarımıza bazen. Hayatın koşuşturmacası içinde ana başlıklarda ararız; nedenleri, sonuçları. Bir haftaya yayılan magazinlerde sorgularız kendi toplumsal kimliğimizi. Bir dansçının, bir türkücüye isyanı ile isyan ederiz. Ses getirir.
Ya sesi çıkmayanlar. Ya sessizce çekip gidenler...
Yaşam işte dengesini yitirir burada.
Biz adı konmamış, konamamış bir mirasın arasında doğuran çocuk kadınların ülkesiyiz. Kadınlarımız büyümez, doğar, doğurur ve ölür. Üç, beş renkli görüntüyle kandırırız kendimizi, kandırılırız. Güler geçeriz.
Hayatın tam içinden geçen trenlerde uzun seyahatler edemeyecek kadar yetişmemiz gereken işlerimiz vardır. Biz hayatın kurtarıcıları. Hayat bizim sadece kıyımızda.
Bir bebeğin büyüme hızına eş işlerim arasında gazetelere şöyle bir göz atıyorum;
Büyük kıtanın seçimlerinin sonuçlarını zaten aylar öncesinden tahmin etmiştim.
Baş eğmeyen lider çoktan öldü.
Türkücünün parası bitti.
Bizi Avrupa'ya alacaklarına inancım zayıf...
Kanıksanmış kaza haberleri, çete davaları, kapkaç vakaları.
Güm güm güm
İşte Ramazan davulcusu da geçiyor.
Yoksa davul böyle ses çıkarmıyor muydu?
Uzaktan gelen davulun sesi duyulmuyor.
Sonra bir haber okuyorum, bir haber daha.
Bir televizyon kanalında kaynanalar gelinlere eziyet ediyormuş. Sonra fırtınalara koparan dizide ölen ölene. Sel olmuş, güneş çıkmış, yollar kapalı.
Sonra şu sıralar dilime dolanan şarkıyı söylemeye başlıyor adam,
"bir derdim var artık tutamam içimde"
Yaşam sayfalarında imla hataları ile yazılmış hayatın gerçeği haberlerden ikisi daha.
"Çorum'da eşinden boşanan S.T. (30), M.D. (33) ile nikahsız yaşamaya başladı. M, bir süre sonra S'i kandırarak üvey kızı 16 yaşındaki B.A.'yı para karşılığında erkeklere pazarlamaya başladı."*
Kafa hesabım karışıyor. Parmaklarımla sayıyorum. Bu kadın, bu kızı on dördünde doğurmuş. On dördünde bir ana. Çocuk kadın, çocuk ana. Bez bebekleri bile olmadan kucağına bir can vermişler. Sen anasın, bu senin beben...
"Adana'da 33 yaşındaki annesi S. D.'i fuhuş yaptığı iddiasıyla öldüren ve ömür boyu hapis istemiyle yargılanan 19 yaşındaki H. D., önce 36 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Bu ceza, ağır tahrik ve iyi hal göz önüne alınarak 20 yıla indirildi"*
Yine on dörtlük bir ana. 19 yaşında bir evlat, sonra katil.
Yazacak fazla bir şey yok.
Durum ortada.
Sesli düşünmenin faydası yok. Sessiz kalmanın hiç.
Tümü böylesi hikayelerle dolu memleketime uzaktan iyimser hikayeler göndermek için kötü bir gün.
Oysa zamansız bir bahar gelmişti, yağmurların ardından çilek çilek açan sıcak bir güneş vardı. Dünyanın tüm çalkantılarına inat, yaşamın tüm kokularını hatırlatan yağmurun ardından yazacak ne çok şey birikmişti.
Şimdi hayat satır aralarına karıştı. Hışırtıyla açılan gazetelerin üçüncü sayfalarına konu olan insanlara teğet geçen cümleler kurdum dilim döndüğünce.
Bir derdim vardı anlattım.
Çözümü orada, içimizde. Avuç içlerimizdeki çizgilere göre hayatımızı yorumlayan falcılara gerek yok. Cahil zihniyetlerde, namus kadınların bacak aralarından başka yerlerde aranmaya başlandığı günden itibaren on dördünde çocuk analar, otuzunda evlat kurbanı kadınlar olmayacak...
Biliyorum yine uzaklarda bir çocuk kadın toprağa karıştı.
Biliyorum. Çünkü içim cız ederken, avuç içlerime bir yağmur damlası daha düştü.
Orada, uzaklarda,
Sessizce sustular.
Seslice susturuldular...
* Buradaki haberler Hürriyet gazetesi 5 Kasım 2004 tarihli internet baskısının Gündem sayfasından isimler yerine baş harfleri kullanarak alınmıştır.
SunA.K. Grasse
sunak@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 5 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Kahveci : Mete Kaynaroğlu |
Kuru yaprak misali...
Bir sigara bulmalıyım içecek acele, bir de akşama bir ufak rakı parası. Yoksa cehennem olacak bu akşam bana biliyorum. Evden işe çıkacak dermanım yok. Kolay değil onca şehrin sokaklarını bir el arabası ile dolaşıp hurda toplamak. Keyifsizim anlayacağınız. Bunlar içinde Allah’a yalvaracak halimiz yok. Hoş yalvarsam ne yazar. Onun da bana bunları verecek anlayışı yok. Bahçenin içinde dolandım durdum bugün. Ayaklarımı taşa vuruyorum bazen, aslında vursam başımı onlara ne gam. Yaşlıyım yaşlı olmasına ama böyle anlarda dünya yükünü taşımış bir hal olur bende.
Uzunca bir süredir bu mahallenin müdavimlerinden sayılırım. Aslında tenhadır bizim mahallemiz. Bizim sokağa bir küçük caddenin bittiği bir yerden öylece girilir, biraz yokuş aşağıdır ve bir ufak dönemeç sonrası yolun devam edeceğini sanırsınız ama orada öylece kesilir. Hem de devam edip etmeyeceğini anlamazsınız hani. Bana kalırsa böyle kalsın dokunulmasını istemem bizim sokağa. Çünkü tenhalık... bana göre.
Sokağın bittiği yerde ben otururum. Tek katlı çatısı biraz yana kaymış bir tarafı sıvasız diğer yanlarının boyası solmuş öylesine köhne bir ev işte. Benim oturduğum evin hemen yanı başında iki katlı dökük bir ev daha var. Sahibi de yaşlı bir kadın. Kulağı duymaz pek. Bağırarak konuşur bu yüzden biz de bağırarak konuşuruz onunla duysun diye. Birkaç yıl önce bir araba hafifçe dokundu ona bir ayağının aksaması da ondan. O yüzden elinde daima bir de baston vardır. Sinirlendi mi onu kaldırarak milletin üzerine yürümesi yok mu birde... Kocası öleli epey oldu. Kocasından kalan emekli maaşı ayrıca alt katında oturan kiracıdan aldığı kirası. Gül gibi hayatı var anlayacağınız. Eften püften bahçesinde, kırık dökük birkaç meyve ağacına sahip. Mahallenin bebeleri ile onların yüzünden didişir durur. Durup dururken, bu yüzden adı çıktı mahallede cadı diye.
Ama... bir de bunun tek başına oturan bir kiracısı var. Yani o kadar olur. Kız etine dolgun, beyaz tenli, siyah saçlı. Bir de o saçları yani... beline kadar. Gündüzleri genellikle uyuyarak geçirir günlerini, onu ancak akşam üsteleri fark edersiniz. O zamanlarda da bahçede şöyle bir gezinir. Teneke saksılardaki mevsim çiçeklerine su verir sonra, ayağında bir pantolon başında bir baş örtüsü, kaybolur gibi gider işine. İş dediğinde, bir gece kulübünde konsmatrislik yani. Yine de dilim varmıyor söylemeye bu kıza aşık mıyım neyim ben?... Elimde sigara öyle seyrederim benim evin penceresinden onu, bazen yakalar gözlerimi ama hiç sitem eder gibi yada kızgınlıkla bakmaz bana, ben de kaçırırım gözlerimi ondan öylece, nasıl söyleyeyim; bir iç geçiriş gibi kendime de acıyarak biraz hani.
Öyle bir yerinde duruyorum ki hayatın, ne biraz ileri ne de biraz geri gidebiliyorum. Öylesine yaşamak işte benimkisi. Saçlarımdaki ve sakalımdaki kırlar bana yeter. Bilirim bizim komşu ihtiyar kadının, kiracısı kıza gidip beni nasıl çekiştirdiğini. “ Ayyaş herif ne olacak işte, ne karısına hayrı oldu ne çoluk çocuğa hayrı oldu, yaşlandı, yapayalnız, cız cımlak kaldı böyle işte. ” diyecek. Önemsediğimden değil söylediklerini ama şu kızla da bozmasa aramızı. Aramız dediğime de aldırmayın bana sevimli bir çift gözün biraz tecessüsle bakması işte. Yinede... yinede baksın istiyorum bana, beni biraz olsun anlasın, dinlesin istiyorum. Çok şey mi istiyorum?...
Deli çıkacağım anlaşılan bugün yine. Öğlen oldu tek bir şey geçmedi hala kursağımdan. Bahçede daha önceden attığım iri sigara izmaritleri olur mu diye bakıyorum. Hani bulsam bir tane bayram edeceğim. Ararsan bulunmaz istediğin meret, yaşamın kanunu gibi bir şey buda işte. Bazen de yukarı başımı kaldırıp, bir yerlerden bir yardım umuduyla en acıklı halimle bakıyorum gökyüzüne. Nah gelir bilirim...
Sonbahar mevsiminin son günleri bugünler. Gündüzleri bir güneşli yer bulur oturursan bir şey yok. Fakat akşam oldu mu, ince ince üşümeye başlarsın hele bir de aç karnına kalırsan akşamları. Hani derler ya: “yandı gülüm keten helva.” İşte o cinsten olur adamın durumu. Bahçenin her tarafında sararmış kurumuş yapraklar dolu. Yavaş yavaş batan güneşin kızıl rengi bir de. Nasıl da renk cümbüşü oluyor. Toplasam şu yaprakları versem ateşi nasıl olur acaba diye düşünmeden de edemiyorum. Biraz olsun ısıtır beni.
Yandaki evin kiracısından da yemek kokusu geliyor. Bu kız bugün işe gitmiyor anlaşılan. Offf!... nasılda kokuyor bu yemek. Bahçede bu sefer biraz daha dikkatlice arıyor gözlerim yere düşmesi muhtemel izmaritleri. Yani... yuh olsun bana, sigaralardan bir şey bırakmadan mı içiyorum ben bunların hepsini?... Bir daha sigaraları sonuna kadar içmeyecek bahçenin bir yerine atacağım onları söz. Ah!... başladı işte midemin burulması da.
-Amca... Amca...
Birden sesin geldiği yere döndüm. Bizim yandaki evin kiracısı kız sesleniyor bana. İlk defa duyuyorum sesini. Ne kadar da ince ve çocuksu bir sesi var. Hayretle yüzüne bakıyorum. Benim evin bahçesinin kenarına doğru yaklaştı.
-Ne arıyorsun burada bütün gün amca, merak ettim?...
Bu kadar belli mi ettim diye kızıyorum şimdi kendime. Bir de bu amca demesine. Vay canına ne kadar da aydınlık yüzü var ve gülen gözleri. Hiç fark etmemiştim bu güne kadar onu böyle.
-Eeehh! Şey işte, bir sigara düşürdüm onu arıyordum. Yanımda da kalmamışta da başka.
-İlahi amca, bir sigara için bu kadar aranılır mı?... Benden isteseydin ya.
-Yok canım olur mu öyle şey,rahatsızlık vermek istemem.
-Aaaa... olur mu hiç öyle şey... komşu arasında rahatsızlık da neymiş. Dur ben sana getireyim bir tane hemen.
Bu bir şaka mı diye düşünmeden edemedim. Kızın koşturarak gidişine, yuvarlak kalçalarının hareket edişine gözüm takıldı. Tanrım dedim kendi kendime ne oluyor?... Yine koşturarak döndü geldi yanıma öylece... aynı güler yüzle.
-Buyur işte... hem paket de sende kalsın.
-Lütfen olur mu öyle şey... sonra siz ne yaparsınız?...
-Aldırma... ben fazla içici değilim.
-Ne güzel... siz akıllı birsiniz. Yoksa bu meret bir zehir, içmek akıl karı değil hani.
-Doğru... tanıdığım bir kadın vardı bu yüzden verem oldu. Şimdi çok çekiyor ama ne fayda...
Yüreğim burkuldu birden anlattığı hikayeye... Başkasının acıklı bir hikayesini dinlesem tıp diye kesiliverir kendi derdimin acısı. Bu türden bir hikayeyi bir filmde seyretsem de böyle olur bana. Filmi seyrederken değil dertlerimi, unutuveririm kendimi bile.
-Üzüldüm işte bak... sevmem böyle hikayeleri.
-Üzülme... üzülme sen kendi sağlığına dikkat et yeter.
-Evden de güzel bir koku geliyor. Yemek yanmasın dikkat et.
-Yok..yok.. gittiğimde kapadım ocağın altını. Beraber yiyelim mi yemeği?
-Benimle mi?... Bilmem ki... Yemek sana göredir şimdi ben fazla olmayayım?
- Olur mu öyle şey... yeterince yaptım... hem sen severmişsin rakı içmeyi de... birazda ondan var bakarsın tadına...
-Sahi mi?.. Yok canım... zahmet vermesem şimdi sana...
-Zahmeti mi olur canım... biz komşuyuz şunun şurasında.
Rüyada sanabilirsiniz beni şimdi ama gerçekten de rüya değil bu. Böyle şeyler bizim filmlerde olurdu. Demek, oluyormuş işte. Kız döndü eve doğru yürümeye başladı sonra arkasına dönüp bana baktı bir el işareti ile gelmemi söyledi. Bense ağzım açık öylece kalakaldım. Hani hareket etsem eve doğru, sanki gerçekten de bir rüyadayım, rüya bozulacak gibi geliyor bana. Zar zor bir adım attım. Kızın yürüyüşüne takıldı gözüm. Başımı yukarı kaldırdım. Tanrım sen nelere kadirsin gibilerinden baktım. Sonra gizlice içimden; öptüm seni dedim kendi kendime: Öptüm seni...
Mete Kaynaroğlu
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 6 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
DOWN SENDROMLU MELEKLERİN SEVGİ DOLU DÜNYASI
Herşeyden habersiz zor bir dünyaya merhaba derken kendilerine yüklenen yepyeni bir kimlikle karşı karşıyadır down sendromlu çocuklar.Kendilerini heyecanla bekleyen anne ve babalarının yüreklerinde açılan derin izler; ilk şaşkınlık ve kabul edememe duygularının ardından yerini öylesine derin bir sevgi ve sahiplenmeye bırakır ki, işte o andan itibaren hayat mücadelesindeki ilk adımlar atılmış olur. Anne rahminin o tarif edilemez ortamında büyürken sessiz sedasız; bir şekilde hem kendi hem de ailelerinin hayatlarını tamamen değiştireceklerini nereden bilebilirler ki onlar. Belki de bilseler ve seçme şansları olsa, kendilerinden çok yakınlarını üzmemek adına doğmak ve bu zor dünyaya adım atmak bile istemezlerdi kolay kolay. Daha doğdukları anda kendilerine yüklenen, telafuzu bile kimileri için zor olan "down sendromu" kimliğini üstlenmişlerdi bir kere. İtiraz etmeye hakları yoktu ki. Kimse onlara bir şey sormamıştı. İleride karşılaşacakları zorlukları, iç dünyalarında kopacak fırtınaları, ailelerine verdikleri sızıları, kendilerinin her zaman farklı olacağını bilmiyorlardı bile. Ama yürekleri öyle temiz, öyle genişti ki zorluklar onları yıldırmayacak, önce ailelerine sonra da yaşadıkları topluma kendilerini kabul ettireceklerdi yavaş yavaş. Kimi zaman davranışları kardeşlerinden, oyun arkadaşlarından farklı olacak, büyüme evreleri ve öğrenme süreçleri hep emek isteyecekti kuşkusuz. Ama onlar azimliydiler. Gözlerinde öyle bir ışıltı, dudaklarında öyle tatlı bir tebessüm vardı ki, tüm engelleri aşacaklardı bir bir. Ah... birde o çok sevdikleri yakınları kendilerine biraz izin verse, verebilse ne olurdu sanki. O zaman hem özgürlüklerini yaşayacaklardı doya doya, hem de daha neler yapabileceklerini göstereceklerdi çevrelerindeki sevenlere. Çünkü sevgi dolu yüreklerinin ve eşine zor rastlanan inatçı azimlerinin elinden hiç bir şey kurtulamazdı kolay kolay. Bunları kendileri çok iyi biliyorlardı ama ya aileleri. Kuşkusuz, aileleri onları çok seviyordu. Korumaları, bazı şeylere engel olmaları ve bir anlamda özgürlüklerini kısıtlamaları da hep bu sebeptendi. Ama onlar kendilerini farklı hissetmiyorlardı ki diğerlerinden. Anlayamıyorlardı kendilerine yöneltilen meraklı bakışları, sorulan soruları, oyunlara dahil edilmemeyi, hep ayrı, hep özelde tutulmayı. Neden neydi ki? Tamam belki biraz farklılıkları vardı çoğunluktan, ama bu onların tamamen yalnız bırakılmalarını gerektirecek bir neden değildi ki. İşte kardeşi toplamış arkadaşlarını güzel güzel oyunlar oynuyordu karşıda. Ama kendisi sadece seyretmek zorundaydı çoğu kez. Oyunlara dahil edilmemek, yalnız bırakılmak ona öyle koyuyordu ki. Bazen kimselerin, hatta annesinin bile kendisini anlayamadığını düşünüyordu sessiz dünyasında. Oysaki rüyalarında en güzel oyunları o oynuyordu, hiç yalnızlık hissetmeden özgürce. Ailesini, arkadaşlarını, evini, yatağını, oyuncaklarını, her şeyi ama her şeyi o kadar çok seviyordu ki. Sevgisizliği anlayamıyordu bir türlü. Aslında anlayamadığı, kavrayamadığı o kadar çok şey vardı ki etrafında. İşte bu yüzden zaman zaman içine kapanıyor, kendi iç dünyasında duyguları ile çarpışıyor; zaman zaman da agresif olabaliyordu etrafına karşı. Ama sevdiklerini, özellikle annesini incitmeyi aklından bile geçirmiyordu.
İçlerinden bazıları çok şanslıydı, kendilerini anlayan, seven, mücadelesinde hep yanında olan ve güzel ortamlar yaratmaya çalışan birer aileye sahiptiler. Ama ya diğerleri? Sanki suç sadece kendilerindeymişcesine aileden tamamen ayrı tutulan, eğitimsizlik ve bilgisizlik nedeni ile dışlanan, terk edilen ve kaderlerine bırakılanlar... Onlar o kadar çok ki aslında.
Hepsi bizim çocuklarımız, hepsi bizim birer parçamız. Onları sahiplenmemiz, eğitim yollarını göstermemiz, yürekten sevmemiz için mutlaka kendimizde yada aile çevresindeki bir yakınımızda olmasını beklemek niye o halde? Onlar için, yaşadıkları minicik dünyalarındaki melek kalplerini görmek için, sevmek için daha ne duruyoruz? Ulaşın bir şekilde onlara, sevin yürekten, içten sımsıcak duygularla. Çünkü onlar yüklendikleri bu zor savaşta bizim ilgimize, sevgimize ihtiyaç duyuyorlar. Melek kalplerine sevgi damlacıkları kondurabilirseniz bir gün bir yerde; belki o zaman sizin de gözlerinize o melek gözlerin ışıltısı yerleşir. Bundan güzel sevgi alışverişi olabilir mi dünyada?
Sevgiyle, meleklerimizi sevmeye.
Belgin Eryavuz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 3 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Deniz Fenerinin Güncesi: Seyfullah Çalışkan |
DEĞİRMENLER HİÇ UYUMAZ -II-
Bu söylentiler benim hiç ilgimi çekmedi, o İştip'li tüccarın altınlarını bulup zengin olmayı düşlemedim dersem yalan olur. Zaman zaman koyunları derenin karşısındaki bayıra salıp değirmenin arkında, oluğun altında, suyun çarka düştüğü yerde hatta suyun dereye karıştığı kenarları otlarla kilim gibi sımsıkı örülmüş renkli çakılların arasında bile defalarca bu hazineyi aradım. Suya güneş vurduğunda altının pırıltısı uzaktan bile adamın gözünde şakırmış. Derenin karşısındaki yamaçtan Kutsa'ya geçerken her zaman değirmen arkına bakarak o pırıltıyı göreceğimi umut ettim. Artık bunun iyi kurgulanmış bir yalan olduğunu düşünüyorum. Köylülerden bazıları altınlar selde kuma, toprağa karıştı diyorlar. Yedi sekiz yıl önce çok büyük bir sel geldiğini, değirmenin arkını, bendini tamamen silip süpürdüğünü söylüyorlar. "O selde altınlar arktan dereye kaymıştır. Sel sularına karışıp aşağılara doğru sürüklenip gitmiştir." diyorlar.
Alman harbinde kralın ordusunda askerlik yaparken teslim alınan ve trenlerin yük vagonlarına doldurulup Almanya'ya gönderilen gençler arasında bizim köyümüzden de on, on beş kadar kişi var. Savaş boyunca, Almanlar yenilip geri çekilinceye, savaş bitinceye kadar orada kalmışlar. Onları savaş boyunca köylerde tutmuşlar. Birer ikişer büyük arazi sahiplerine çiftliklerde çalıştırılmak üzere paylaştırmışlar. Çiftliklere dağıtmadan önce tahta barakalardan yapılmış kamplarda yerleştirmişler. Askeri düzen içinde sabah tarlalara götürüp akşam olunca kampa geri getiriyorlarmış. Savaşın çirkin yüzünü yani top seslerini, sabaha kadar süren bombardımanları, parçalanmış cesetleri hiç görmemişler. Onlar için savaş açlık, yorgunluk ve bitmez tükenmez bir bit salgını olarak kalmış. Bazen bu kişiler bir araya geldiklerinde eski günleri yad ederler. Kendi aralarında açlıktan nasıl çiğ patates, ot, kuru mısır, hayvanlar için hazırlanmış kırmaları yedikleri günleri gülüşerek konuşurlar.
Patatesleri tarladan toplarken çalıp koyunlarına, giysilerinin içlerine saklarlarmış. Bunlara bekçilik eden Alman askerleri bazen tarla dönüşü yolda amele taburunu durdurup üzerlerinde yiyecek olup olmadığını anlamak için arama yaparlarmış. O zaman herkes üzerinde ne kadar patates varsa pantolon paçalarından aşağıya salıverirmiş. Esirler yürüyünce arkalarında bazen bir iki çuval kadar patates etrafa saçılmış olarak kalırmış. Elbette yerlere saçılmış patatesleri yine onlara toplattırıp kampa kadar taşıtırlarmış. .
"Naziler bize hiç eziyet etmediler. Hitler en çok Yahudilere düşmandı. Özürlüleri bile toplayıp kamplarda öldürdü. Çingeneleri de hiç sevmezlerdi. Ama Müslümanlara hiç dokunmadı.belki de Türkiye ile arasının açılmasından korkuyordu."diye anlatırlardı.
Trenlere doldurulup Almanya'ya esir olarak gönderilenler zaman içinde o ülkenin dilini, geleneklerini hatta mahalli yemeklerini yapmayı bile öğrenmişler. Savaş esiri olduklarını bile unutmuşlar. Kendilerini karın tokluğuna çalışan ameleler gibi hissetmeye başlamışlar. Çalıştıkları çiftlikleri kendi malı mülkü gibi benimseyenler bile olmuş. Zaman içinde köylülerle, çiftlikte çalışan diğer insanlarla iyice sıkı fıkı olmuşlar. Hatta bir çoğu çiftliklerde yaşayan ve orada tanıştıkları kadınlarla evlenecek kadar işi ileriye götürmüşler. Bir sohbet sırasında Çolak Mustafa "Bayram'ın orada Alman karıdan iki oğlu oldu."diye ağzından kaçırıvermişti. Sonradan esir olarak çiftliklere gönderilenlerden bir çoğunun gerçekten gönderildikleri yerlerde çoluk çocuğa karıştığını öğrendim.
Savaş bitince bir iki istisna dışında Almanya'da hiç kalan olmamış. Bütün yaşadıklarını, eşlerini ve çocukların bile bırakıp kaçar gibi kendi ülkelerine geri dönmüşler. Savaş sırasında çalıştıkları çiftliklerde evlenenler, çoluk çocuğa karışanlar bunu devlet sırrı gibi saklarlar. Bir araya geldiklerinde yada konuşulanlar kendi aralarında gizli kalsın istediklerinde sohbetlerini de Almanca yaparlar.Farklı dilleri konuşmak veya anlamak yönünden içlerinde gerçekten derya olanlarını tanırım. Yugoslavya'da yaygın olarak kullanılan altı dilin yanı sıra Almanca, Rusça ve çat pat derdini anlatacak kadar Yunanca bilenlerini gördüm.
Eşek su içtiği halde başını dereden kaldırmadı. Ağzını suyun üzerinde gezdirip başını biraz yukarı kaldırıyor. Çenesinden aşağı süzülen suyun deredeki şıpırtısı ile oyalanıyordu. Yularını çekip karnına topuklarımla vurdum. Benim kızdığımı anlayıp oyundan vazgeçti. Köyün içinden geçen yola sapmadan dere içinden Alikoçan'a doğru yola devam ettik. Bu vakitlerde köyün içine girmek, evlerin yakınından geçmek çok tehlikelidir. Köyün bütün köpekleri bir olup adamı parçalarlar.İtle dalaşmaktansa çalıyı dolaşmayı seçtim.
Arkası Yarın (2/5)
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 4 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Kahveci : Sibel Uygun Bir kez daha sev beni.. |
|
Gece sabaha karışmasa da olurdu. Keşke hiç bitmeseydi... Başını koyduğun yastığın kılıfını, sen kokuyor diye sakladım. Bir kez daha yaşanır mı bu olanlar ? Yine buluşup sabahlara kadar sevişir miyiz gizliden?.
Saçlarımda ellerinin sıcaklığı kalmış...dudaklarımda tadın... Sonra gülen, her bakışımda içimi ısıtan gözlerin...bana yine aynı sevgiyle bakarlar mı?
Sıcaklığını özledim... Teninin kokusunu, beni saran şefkat dolu kollarını özledim... Keşke bitmeseydi diyorum....sabaha karışmasaydı gökyüzü...sadece seninle saydığımız, bakıp hayaller kurduğumuz yıldızlarımız olsaydı. Dolunayın gizemi üzerimize yansırken, parıldayan yıldızların altında bir kez daha sevişebilseydik...
En sevdiğimiz filmi defalarca seyredip, kendi aşkımıza sığınsaydık. Hüzünlü sahnelerde senin göğsüne yaslanıp ellerinin sıcaklığına bıraksaydım kendimi bir kez daha......
Kahvaltımızı yine bir tepsiden yapsaydık. Aynı çatalı kullanıp, aynı bardaktan yudumlasaydık portakal suyumuzu... Sonra sen yine muziplikler yapıp beni çılgınlar gibi güldürseydin. Deli dolu aklına gelen her şarkıyı yine bağıra bağıra söyleseydin...
Sonra bahçeye uzanıp bembeyaz papatyaların arasında gezinseydik. Sen yine onları toplayıp saçlarımın arasına dolayarak, bana; ‘prensesim’ deseydin...
Sesini bile çok özledim...
Ne çabuk da uzağıma düştün?
Güzel olan her şey gibiydin sen!.. Anlık yaşanan mutluluk misali... Gökyüzüne baktığın anda kayan bir yıldızı farketmek, iki damla gözyaşının yanaklarından süzülürken sıcaklığını hissetmek gibiydi seni sevmek!..
Kimbilir, belki yine buluşuruz, gizliden sevişiriz. Günler bitmez, sevgiler tükenmedikçe... ben seni yine beklerim...
Hatırlarsan bıraktığın yerdeyim,
Hala sevdalınım,
Bela sevdan var ya!.. (Yaşar Günaçgün)
Sibel Uygun
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 4 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Kahvecigillerden : S.Nezih Günhan |
KIRAL ÇIPLAK
Görgü, ahlak, etik, saygı, hoşgörü, paylaşım, ilke.. Çıkar, para, rant, kavga, yolsuzluk, hırsızlık, görgüsüzlük.. Bu iki kelime öbeğinden hangisinin siyaseti daha iyi tanımlayacağına yönelik bir anketin sonucunu herkes rahatlıkla tahmin edebiliyor. Siyasi şovlar gündemimizden inmiyor. Bunların içinde bazıları gerçekten istenilen etkiyi yaratıyor, amacına ulaşıyor. Bazılarıysa halk için alay konusu oluyor, kral çıplak meselesi, kimse söylemeye cesaret edemediği için yapan adam da bir şey anlamıyor.
İttihat ve Terakki’nin varisi CHP içinde hizipler bitmek bilmez. Bir sürü grup, bir sürü genel başkan adayı, mitingler, ekipler, televizyonlar. Ortalık bir türlü durmak bilmez. CHP’de bütün bunlar olup biterken, haliyle muhalefet yapmak için enerji kalmaz. Mesela, Yabancılara Toprak Satışı yasalaştı, peki CHP ne yaptı? Afiş asmak dışında hiçbir şey. Genel merkez ciddi şekilde çalışma yürütüyor ama yerel bazdaki örgütlenmelerden ses seda yok. Onlar genelde hangi adayı desteklersem ilçe başkanlığından il yönetimine terfi ederim, şu veya bu şekilde bir il genel meclis üyesi olurum da iki kişiye büfe veririm telaşındalar. Herkes bir üsttekine yalakalık yapma sevdasında olursa, gerçek görevler yarım yamalak kalır. Siyasetten bir şey kazanılmaması gerekir, siyasetçi kendinden fedakarlık eden olmalıdır. Genel başkana destek bildirisi yayınlanıyor, en başta imza atanlar diğer adayların baş destekçileri. Güvenilirlik, şeffaflık ve olduğu gibi görünme ya da göründüğü gibi olma mumla aranıyor.
Gelelim kral çıplak meselesine. Şişli’de adım başı bir afiş, “Yaşasın Cumhuriyet” Buraya kadar güzel. Altına bakıyorsunuz, imza Ümit Oğuzcan, CHP Şişli İlçe Başkanı. Şimdi, cumhuriyetin 81. yılı kutlamaları için Yaşasın Cumhuriyet afişi asılır mı? Çok zorlarsanız, evet asılır. Buna kimsenin bir şey deme hakkı yok. Ancak, altında CHP Şişli İlçe Teşkilatı yazıyorsa. Bir kişinin, her kim olursa olsun, kendisini öne çıkarmaya hakkı yoktur. Siyaset en başta örgüt için yapılmalıdır. Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşı’nın bütün yazışmalarını önce Heyeti Temsiliye, sonra TBMM adına yapmıştır. İkincisi, eğer yazılan cümle, o kişiye ait bir sözse altına tek bir imza atılabilir. Yaşasın Cumhuriyet, ne kadar orijinal bir ifade. Benzer bir şeyi yanılmıyorsam Adana Belediye Başkanı yapmıştı. “Ben de Sporcunun Zeki Çevik ve Ahlaklısını Severim” afişinin altına kendi adını yazmıştı. Mesela ben de kalkıp, Atam İzindeyiz diye bir afiş bastırsam ve altına adımı yazıp bütün Şişli’ye astırsam, acaba benzer afişler asanlar ne düşünürler? Bu arada olayın bir başka boyutu da ekonomik mesele. Acaba, bu afişlerin parasını sayın başkan kendi cebinden mi veriyor, yoksa CHP’ye mi ödetiyor?
Siyaset hakikaten zor iş. Onca kişiye yalakalık yapacaksın, sırtında taş taşıyacaksın, bütün Şişli’ye rezil olacaksın, üstüne bir de dakika başı azarlanacaksın da il yönetimine falan gireceksin. Değer mi sorusuna evet yanıtını veriyorsanız sizi parlak bir siyasi gelecek bekliyor demektir. Oysa gerçek siyaset adamı, bulunduğu mevkiden güç alan değil, bulunduğu mevkiye güç veren kişidir. Adının geçtiği her yerde, unvanını zikretmeye tenezzül etmeyen kişidir. Peki bizi yönetmeye talip olanlar arasında bu gibi insanlar neden yok? Bunun açıklamasını da ünlü bilge Sakallı Celal’e bırakalım: Bu ülke siyasetinde bilgililer ilgisiz; ilgililer bilgisiz!..
S.Nezih Günhan
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 6 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 4.377 kahveciye doğru yola çıkmıştır.
Yukarı
|
kaçak kaplana...
Ey Sevgili!
Gecemin aydınlık yüzü
bir sana dönük,
kapanmakta olan gözlerim yüzüne
hasret
bir uykuya daha gebe....
gecemin ve gündüzümün
sonsuz efendisi!
ruhuma ışık tutarsan gülebilirim.
ancak seninle sevinçli,
mutlu olabilirim...
sensiz bir gece daha
yol alırken sabaha,
düşlerine bulanmaktır dileğim....
Zeycan Irmak
Yukarı
|
Niye koyulduklarını bilmesek aklımıza türlü şeyler gelecek yahu!
Yukarı
|
İşe Yarar Kısayollar - Şef Garson : Akın Ceylan Yamağı : Ayşe Nur Gedik |
http://www.dfilm.com/index_moviemaker.html Bayram geliyor kendiniz oluşturacağı bir dijital filmle bayram tebriğine ne dersiniz? Haydi tıklayın gidin, yaptıklarınızı bana da yollamayı unutmayın sakın.
http://uk.download.yahoo.com/ne/fu/attachments/buildabetterbush.htm Buşumuz canımız için hazırlanmış bir gülmece sayfası. İstediğiniz şekli verip onun gün içindeki normal halleri görüp katula katula gülebilirsiniz. Haydi kolay gelsin.
http://illustmaker.abi-station.com/index_en.shtml Kendi illustrasyonunuzu yapıp yahoo, messenger gibi programlarda rahatlıkla kullanabilirsinzi. Size benzemesi mümkün ama biraz hayal gücü biraz da yetenek gerekiyor galiba. Ben beceremedim de!..
http://www.denedim.com
Sanat maceracıları, amatörler veya sadece sinemayı sevip de "ben de bir film çekeyim veya bir filmde oynayayım" diyenler için bir site hazırladık. Hem kendi filmlerimizi gösterebilmek hem de diğer kısa filmcilerin çektiklerine ulaşabilmenizi sağlamak istiyoruz.
Kısa film çektiniz ve filmi bir web sitesine koydunuzsa bize haber verin, sitenizin linkini ilave edelim. Filmlerimize oyuncu, görüntü yönetmenliği veya teknik konularda katkıda bulunmak isteyenleri de sitemize bekleriz. http://www.denedim.com
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
AceMoney Lite 3.6.2 [1509 KB] 98/2k/XP FREE
http://www.mechcad.net/downloads/AceMoneyLiteSetup.exe
Buyrun size basit ama çok işe yarayabilecek bir kişisel muhasebe programı. Hem de türkçe. Daha doğrusu kurarken dilini siz seçiyorsunuz, aralarında Türkçe de var. Hesaplar, portföy yönetimi, bankalar derken epeyce bir bilgiyi barındırıp sonrada dilediğiniz raporu alabiliyorsunuz. Gerçekten iyi bir program. Lite versiyonu ile tek hesap kontrol edebiliyorsunuz. Eğer birçok hesabı kontrol etmek isterseniz 30 dolarlık bir ödeme yapıp tam sürümünü almanız gerekiyor. İlgililere önerilir.
Yukarı
|
|
|
|
|
|