|
|
|
12 Kasım 2004 - Fincanın İçindekiler |
Editör'den : İyi Bayramlar!.. |
Merhabalar,
Oldukça yoğun ve hızlı geçen bir günün ardından çok geç oturabildim bizim emektar matbaanın başına. Bayram nedeniyle zorunlu olarak gireceğimiz tatil öncesi hem güzel bir Kahve Molası hazırlamak hem de birşeyler karalamak istiyordum. Günahıyla sevabıyla halkına adanmış bir onurlu yaşamın ardından kaybedilen Arafat'ın ardından belki birşeyler yazabilirim diye aklımdan geçiyordu. Ancak sevgili Cüneyt öyle güzel yazmışki yazılması gerekenleri, bana fazla birşey bırakmamış. Ne diyelim, Allah rahmet eylesin. Filistin halkını birarada tutmayı becerebilmiş bir liderden sonra siyasi tablo ne hal alacak bekleyip göreceğiz. Yakın zamanda göreceğimiz bir başka önemli durum daha var. Bush'un askerleri Felluce'de taş üstünde taş, boyun üstünde baş bırakmazken İslam alemi bayrama huzur içinde girebilecek mi acaba? Onuda birkaç zaman içinde görüp duyacağız. Ama ölen çocukların üstünden atlaya zıplaya geçen Amerikan askerlerini gösteren fotoğrafları gördükçe nefret katsayımız artacak, buşumuza olan sevgimizi ifade etmekten aciz kalacağız, bunu gayet iyi biliyorum. Lanet olsun böyle dangalakların sebep olduğu böyle anlamsız savaşlara!..
Siz onu bunu bırakın herşeye rağmen önümüz bayram. Unuttuklarımıza sarılmak için güzel bir fırsat. Yaşam kavgası arasında atladığımız, unuttuğumuz büyük küçük tüm sevdiklerimizle birkez daha sarmaş dolaş olmanın vakti geldi. Aman bu fırsatı iyi değerlendirin. Kahve Molası olarak 18 Kasım Perşembe gününe kadar tatile giriyoruz. Bayram ertesi, dolacak olan postakutularınız yüzünden geri dönüşlerin artacağını düşünüyorum. O nedenle çarşamba gününü de boş geçip perşembe günü tekrar biraraya gelmeye karar verdim. Ama üzülmeyin bugünkü sayımızı olabildiğince yüklü hazırladım. Artık bayram boyunca döner döner okursunuz.
Pikabı döndürmeye başlamadan evvel "Bayramınızı en güzel dilek ve duygularla kutluyor, sevdiklerinizle sağlıklı, umutlu ve çok mutlu günler diliyorum." Bugünkü plağımız ilginç sesiyle bir zaman hepimizi etkileyen biri, Tanita Tikaram söylüyor, Twist In My Sobriety. Perşembe günü yeniden görüşmek üzere, kendinize iyi bakın, hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
|
Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen Bayram Şekerlemesi / Hani Bunun Tekerlemesi ? |
|
Bugün erken kalkıp hazırlanmalıyım... Birazdan gelmeye başlar KM Dostları. Boy boy dizilirler şimdi etrafımda. Öyle uzaktan göründüğü gibi değil "eniŞTe" olmak... Hadi, üzerime temiz pak bir gömlek giydim, altına da en lacivertinden bir pantolon. Sineğin canı da paten kaymak istemiş, kırmayalım hadi bir de sinekkaydı traş. Buraya kadar iyi de; bugün ne yazmalıyım onlara ? Şöyle okurken dudaklarında birer tebessümün oluşacağı, hani çocukken yediğimiz bayram şekeri tadında bir şeyler gibi. Düşün, düşün, olmadı Safranbük'e taşın.. Yok, bulamıyorum, cümleler teyyare olup uçuşuyor beynimde. En iyisi bol köpüklü bir kahve alayım, Edi bayramlık ağzını açmadan klavyeye dalayım, hiçbir şey olmazsa Baldız'lar oynasın ben çalayım... Sahi, nasıl da akıl edemedim, bu günler benim en legal günlerim değil mi ? Seyran olmasa da bayram işte, kim tutar seni be eniŞTe ..! Tamam, buldum... Edi'nin sanal gazetesi varsa benim de sanal bayramım olsun. Biliyorum vaktiniz olsa çıkar gelirdiniz ama gelemedim diye de üzülmeyin. Diyelim bayramlaşmaya geldiniz, hepinize birer şekerleme, açın bakalım içinden çıkacak olan nasıl bir tekerleme ?
Sevgisi soba, dergahı oba, boşuna göstermeyin çaba, her daim hazırdır Baba.
Esma Duru'su boynuna, teee Grasse'den gelmiş olsun mesela Suna.
Bu günlerde hızlandı BeT azar azar, ne ufaklık Belgin'e ne de ona değmesin nazar.
Ne o Cidde'de bulamadın değil mi şarap ? Bayramda hiç gelemez şu doğuştan Arap.
Yok çaresi gözlerim dolsa, ertesi gün dayanırdı kapıya Ferda'm uygun olsa.
Elif dedim be dedim, sanki zeytinyağlı dolma getirdin de ben yemedim.
Yazıları uzak tutar tuzaklardan, Pastoral takılır Zeki Hocam uzaklardan.
Serpil ve Mehtap kardeşler hem Baldız'larım, hem de Yıldız'larım.
Faik bu Pazartesi'yi Salı'ya ekler, Fenerbahçe'm yenilse diye köşede bekler.
Şampiyonlar liginde yastayım, taraftarım Cüneyt'imin gezi yazılarına hastayım.
Erzurum'un efesi, Temmuz'dur sitenin her daim neşesi.
Bıcırık dedim benden çok çekti, Filiz'cim Avustralya'ya gelin gidip bizi ekti.
Yazıları kıtır kıtır, Tubiş'imin aklından hiç çıkar mı çıtır ?
Sessiz sedasız yazar durur, Tarkan'ın öyküleri çok canları vurur.
Yazıları harika, alamet-i farika, harıl harıl yazar Gülümse, adeta fabrika.
Yoket'mez Ümit verir, kızı Ankara'ya gidince yüreği erir.
Tunca da ipe un serdi, yazılarına epey ara verdi.
Özlem sardı bacayı, yazılarına ara verip açma arayı.
Serpil geliyor yeni yetme, kızım ödüllleri toplayıp adamı hasta etme.
Yaşına ben 15 diyeyim siz 20 deyin, yazılarına 100 ekleyin, ismi Hüseyin.
Uzaklardan bir zeka, keyifler olsun keka, yorumları beka, bildiniz o Rebeka.
Ankara'nın derdi çoktur, Cumhur Hocam epeydir ortalıkta yoktur.
Kimseye değildir dargın, pek sevgili kızımdır Ebru Kargın.
Yaşama barışık, zorluklara alışık, koşar durur sevgili Işık.
Bu tempoya herkes yorulur, deniz ve leziz tatlar Osman'dan sorulur.
Bir o yana bir bu yana, koşturup durur sevgili Rana.
Sait'in Elibol'dur, sen meyve tabağını doldur, o bıçağı elinde daima hazırol'dur.
Can çıkar huy çıkmaz, Selcan'dan ses de çıkmaz laf da çıkmaz.
Levent'in yazıları aklımızı başından aldı, acep tezkereye kaç gün kaldı ?
Tanju yazmayı unuttu, Kainat Bilgini'yim diye hepimizi uyuttu.
Nedret de kendini epey özletti, 3 noktadan birden yollarını gözletti.
Leyla'dır bir başka Yıldız'ım, ince eler sık dokur yufka yürekli Baldız'ım.
Şef Garson'dur bahşişi arttı, hiç bilemem terazisi doğru mu tarttı ?
Lezzetli menüleri doyurucu mu doyurucu, pek sevilir Mustafa Serdar Korucu.
Ben anlamam Nurettin anlar haldan, siz siz olun geri kalmayın faldan.
Bugünlerde yoğundur yoksa almaz alttan, özletti iyice adaşım Altan.
Çalışkan'dır arıyı aşar, Seyfullah'tan taşar, ama ne sözcükleri ne cümleleri şaşar.
Kardelen Fatma, Gültekin'i yabana atma, herkes doğurdu haybeye caka satma.
Az biraz eda, üstüne bolca feda, eş-i nadide dedirtir kendine Dr.Seda.
Hamsi dediği kılçıktı, klavyesi açıktı, kahve dökse bile çimentodan yine Ras çıktı.
Ayşenur'lara gelmesin zafiyet, şekerlerim diyet, yemeyene niyet, yiyene afiyet.
Mehtap onun adı, yazıları şeker tadı, düz baksan tutar inadı, ters baksan Cadı.
Onun adı Edi, aylardır rejim dedi, kepekli bisküviler yedi, ne yazık ki 100'den 1 gram aşşaaaa inemedi...
Şeker Bayramınız kutlu, günleriniz mutlu, fazla kaçırırsanız dozunu, olursunuz etli ve de butlu ..! Hatırlatmadı demeyin, her tutulan şekeri yemeyin...
asesen@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 13 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Pratisyen Kahveci : Seda Demirel KRAL MİNOS'UN SALYANGOZU -I- |
|
Europa'yı anımsarsınız...
Şu Zeus'un beyaz bir boğaya dönüp Europa'yı sırtına attığı gibi Girit'e kaçırdığı ve Kadmos isimli abisinin de onun izi peşinde dönüp dururken Ekilmiş Adamlar Soyu olan Spartalılar kavmini hayata geçirip Thebai şehrini kurduğu hikayeyi...
(BKZ: EKİLMİŞ ADAMLAR SOYU II)
Europa'nın başına gelenleri merak edenler olur diye hikayenin o kısmını da anlatmak istedim. Aslında hikayenin burnumuzun dibindeki Girit'te geçiyor olması da önemli benim için. Meşhur King Minos Beyefendinin Knossos Palace denilen görkemli ve antik krallığını gezmiş olmamın da bu hikayeyi anlatma iştahımda payı var doğrusu.
Esprili Zeus Girit kıyısına vardığında yine biçim değiştirip baş-tanrı kostümlerine ve tacına bürünmedi elbette. Pek çok hikayeci onun kara bir kartala dönüp kanatlarını da Europa'nın üzerine gerdiğini anlatır. Hatta Europa'ya tecavüz ettiği söylencesi sıktır ama ben bir romantiğim. Yani saf Europa'nın ona doğurduğu üç oğlunun da tecavüz sonucu olduğuna inanmakta zorlanıyorum.
Denizden gelen albino bir boğanın terkine atlayıp Girit'e dek ulaşan Europa elbette ki Zeus'a aşık olmuş olmalı. Üzerinde yaşadığımız Avrupa kıtasının oluşumunun bir tecavüze bağlı olduğunu düşünmek bile son derece itici. Ben bir sevişmeyi hayal etmeyi yeğliyorum açıkçası.
Europa'nın üç oğuldan Minos ve Rhadamanthys (nedense üçüncü oğlunun bahsi hiç geçmez) tüm çocukluk ve gençliklerini birbirleri ile ters düşerek geçirdikten sonra, en son gerçek bir çıkmaz ile burun buruna geldiler. Aynı oğlana aşık oldular. Bunun için olay çığrından çıktı ve güçlü olan Minos kardeşini Girit'den bir daha ayak basmamak üzere kovdu. Girit'in tek hükümdarı haline gelen Minos hala annesi Europa ile yaşıyordu. Hoş, annesinden çok da haz ettiği söylenemez ama Zeus'un annesine armağan ettiği üç tılsımdan ödü patlarcasına da korkuyordu; her attığını vuran sihirli bir mızrak, saldırgan ısırmaya meyilli ve son derece hızlı koşan bir köpek (Laelaps) ve olası düşmanlardan şehri korumak üzere tılsımlanıp yaratılmış bronzdan bir adam (Talos)...
Minos'un hakimiyeti halk tarafından da onaylanıyordu. Minos'un hesap verdiği tek kişi babası baş-tanrı Zeus'tu.
Tüm dünyanın Hades, Poseidon ve Zeus kardeşler tarafından yönetildiğini bilirsiniz. Hades yeraltında karanlık işler ile meşguldür genelde. Poseidon da deniz işlerine bakar. Bütün kardeşlerde olduğu gibi bu üçü arasında da çekememezlikler oldukça sıktır.
Poseidon'da Girit adasının dört yanı denizler ile çevirili olduğu için kendi kapsamında olduğunu düşünüp Minos'un kendisine de tapınması gerektiğini düşünüyordu. Zeus onun kıskanç mizacını bildiği için oğlu Minos'a Poseidon'a da tapınmasının iyi olacağı öğüdünü vermişti. Ne yazık ki iş bununla da bitmedi ve Güneş Tanrısı Helios "madem ki ben bu adayı aydınlatıp ısıtıyorum, bana da yakaracaksın!" diye buyuruverdi. Minos büyük bir sakinlikle ona da tapınmaya başladı. Bu noktada Helios şaşkınlığa büründü çünkü o civarlarda güneş tanrısına inancı olan pek azdı. Hatta o denli memnun oldu ki, Minos'a kız kardeşi Pasiphae'yi hediye etti. Kimse ile arası bozulsun istemeyen Minos da bu hediyeyi kabul etti. Zavallı Pasiphae'nin da talihsiz kaderi bu şekilde başlamış oldu...
(Çok çilekeştir çoook, okuyun anlayacaksınız ne demek istediğimi.. Vah vah...)
Minos Poseidon'a tapınsa da yakarsa da yaranamıyordu bir türlü. Poseidon kardeşi Zeus'a kurbanlar sunulduğunu görüp bu sefer de kurban isterim diye tutturdu. Zeus'un Albino ve ışıl ışıl beyaz bir boğa şeklinde sırtında Europa ile adaya çıktığını da görmüştü.
Tıpkısının aynısının bana kurban edilmesini istiyorum diye tutturuverdi. Minos şaşkındı çünkü böyle bir boğayı nerede bulacağını bir türlü kestiremiyordu. Poseidon lafını yutmamak için denizlerin beyaz köpüklerinden beyaz ve güzel bir boğa yapıp Minos'a yolladı ve bu boğanın kendisi için kurban edilmesini buyurdu.
Boğa o denli güzeldi ki Minos-Zeus'tan başka kimselerden korkmazdı-kurnazca bir plan yapıverdi. O aptal Poseidon nereden anlayacak ki, ben bu boğayı ahırlarıma yollayıp ona başka bir boğa kurban edivereyim diye düşündü. Halt etti doğrusu!
Poseidon yapılan sahtekarlığı şıp diye kavrayıverdi. İntikamını da son derece dolaylı ve zekice almayı planladı. Yani eki Yunan uygarlıkları şeytan figürünü tanımlamış olsalar, bu intikam planı için şeytanca demek çok uygun da olurdu; Poseidon Güneş tanrısı Helios'un kızı ve Minos'un karısı Pasiphae'nin işte bu aynı albino boğaya aşık olmasını sağladı...
Pasiphae bu boğaya sadece aşık olmakla kalmadı ve cinsel olarak da büyük ihtiras duymaya başladı. (Zeus islah etsin) Ahıra girip bu güzel hayvanı sevip okşadı ve onunla birleşmek istedi. Anatomik detaylardan ötürü bu birleşme o an için gerçekleşememiş de olsa, Pasiphae bu aşk ile yanıp tutuşuyordu.
Pasiphae o çağların en önemli mucidi Daidalos'un o günlerde Girit'te bulunmasını fırsat bildi. Diadalos'a gidip kendisine yardımcı olması için yalvardı. Daidalos sanatı ile ortaya çıkardıklarını "tarafsız kabul eden" ilk teknikçilerdendir. Yani atom bombasını yapan değil, atan sorumludur düşüncesindeydi ve bu düşüncesini de şöyle ortaya koyuyordu. "Sorumluluk taşıyan o icadı kullanandır, mucidin kendisi değildir. Teknik ahlaki olarak tarafsızdır"
Bu zihniyet ile, Daidalos, ismini briseis koyduğu tahtadan içi boş bir inek yaptı ve kullanma kılavuzu ile birlikte Pasiphae'ya verdi...
Devam edecek...
Seda Demirel
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 11 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Hikayeci : Tarkan İkizler HOPA ŞİNANAY |
|
Ustabaşı beni yanına çağırıp durumu anlattıktan sonra "Hayırlısı neyse o olsun, belki daha iyi bir iş bulursun." diyerek muhasabeye gönderdi. Herhalde, dört ay önce aldığı adamı işten attığını söylemeye patronun yüzü tutmadı. Neyse ki Cemal geçen hafta söyledi de biraz kendimi hazırladım. Evdekiler de bugünün son olduğunu biliyorlar zaten.
Hiç kafama takmıyorum ama keşke hanımı dinleyip avans çekmeseydim, kovulduğumu bile bile aybaşına kadar çalışmak zorunda kalmazdım... Tulumları çıkarıp teslim edince, elimi yüzümü yıkayıp kendimi caddeye atıyorum.
Karşıda yeni bir pastahane açılmış, ekmekleri vitrine öyle bir dizmişler ki insanın yiyesi geliyor. Değişiklik olsun bari, bu sefer de ekmekleri buradan alayım.
Pastahaneye girip iki ekmek alıyorum. İçi pastalarla doldurulmuş ışıklı cam tezgâhın arkasından bakan kıza parayı uzatıyorum. Uzatıyorum ama, ancak iş işten geçince fark ediyorum; başka param yok... Cebimde kuruş kalmadı, ekmekleri geri vermek de olmaz. Mahallede fırın varken, neyine senin pastahaneden ekmek almak. İyi oluyor sana, otobüse neyle bineceğim diye baştan düşünmezsen, eve kadar yürüyünce aklın başına gelir belki... Oh olsun...
Bir yandan kendi kendime kavga etmeyi sürdürürken, bir yandan da her akşam yaptığım gibi, alışkanlıkla otobüs durağına doğru yürüyorum. Durağa az kaldı, bekleyenlerin itişip kakışmasını görüyorum, iyi güzel de otobüse nasıl bineceğim? Para yok ki...
Canım bir gün de binmeyiver ölmezsin ya. Alt tarafı bir saatlik yol.
Hanım da merak eder. Hanımı boşver, ya çocuklar yemek yemeye beni bekliyorlarsa, ya ekmek yoksa? Adımlarımı sıklaştırıyorum... Durağın on onbeş metre ilerisinde bir otobüs var, arka kapısından binenleri görüyorum demek ki otobüs çok kalabalık. Bir şekilde binsem, araya kaynar mıyım acaba?
Bir keresinde bilet parasını vermeyi unutmuştum da kimse bir şey sormamıştı. Ben bile otobüsten indiğimde, avucumda terden buruşan paraları farkedince anlamıştım. Aniden aklıma gelen bu eski olay sayesinde kalkmak üzere olan otobüse binmeye karar veriyorum. Pek de öyle tahmin ettiğim gibi fazla kalabalık değilmiş.. Ayakta dolaşıp yer beğenmeyenlerden ilk bakışta aldanmışım demekki. Şansa bak, herkes oturdu bir ben ayaktayım, yok yok şurada bir yer var. Fazla dikkat çekmemeye çalışıp gidip boş yere oturuyorum.
Otobüs hareket ediyor. En önde şoförün yanında dikilen adam da biletçi olmalı... Ha başladı ha başlayacak paraları toplamaya, gözümü biletçiden ayırmıyorum. Acaba yakalanır mıyım? Yakalansam ne olacak ki, paramı düşürmüşüm derim, iyi ama el elin halinden anlar mı? Paran yoksa binmeseydin kardeşim der. Belki de tekme tokat aşağı atarlar...
Başıma gelecekleri düşünmekten ter içinde kalıp, kıpkırmızı oldum. Biletçi de bir gariplik hissetti ki ikide bir bana bakmaya başladı. Aslında efendi, yol yordam bilir birine benziyor. Giyiminden belli; takım elbise, gömlek, kravat bu devirde böyle biletçi mi kaldı?
Camdan dışarıyı seyrediyormuş gibi yaparak, göz göze gelmemeye çalışıyorum. Gözüm, camdaki minik lekeye takılıyor. Dışarıda kim varsa lekeyi hizalayarak sihirli bir silah gibi insanların üzerinden geçiriyorum, camdaki leke hepsini tek tek ikiye bölüp yok ediyor.
Yanımdaki adam pencere kenarından kalkıyor. Bunu gören biletçi de hareket edip bize doğru gelmeye başlıyor. Hah işte şimdi tam oldu. Sakınan göze çöp batar diye boşuna dememişler.
Biletçi tam yanımda durup, inmeye çalışan adamın kollarınından tutuyor. Ne olduğunu anlamadan şaşkın şaşkın ikisine bakarken, adam ayaklarıma basa basa koridora geçiyor ve muavinle aynı anda başlıyorlar "Hopa şina şinanay, şinanay naaay..." Bir tarafta biletçi, bir tarafta yolcu karşılıklı geçip parmaklarını şaklata şıklata oynamaya başladılar. Bu yetmezmiş gibi arkasını dönen iki üç kişi de tempo tutarak onlara katıldı.
Olacak iş değil, aptal aptal sağıma soluma bakıyorum. Acaba yorgunluktan uyudum da rüya mı görüyorum? Evet evet uyuyakaldım ve otobüs giderken bütün yolcuların şarkı söyleyip oynadığı acayip bir rüya görüyorum... Ama rüya falan değil çünkü oynayanlar ayağıma bastıkça gerçekten canım yanıyor. Artık bilet parası falan umurumda değil, ayağa kalkıp biletçinin omuzunu dürtüyorum. "Pişt! Kardeş, niye oynuyorsunuz?" Biletçi "Bugün oynamayacağız da ne zaman oynayacağız, sen kız tarafısın galiba" diyince durumu anlayıp gülmeye başlıyorum. Meğerse yanlışlıkla düğün için tutulmuş bir otobüse binmişim...
Oynayanların arasından şoförün yanına kadar gidiyorum. Durumu anlatıp, özür dileyerek, inmek istiyorum... "Buraya kadar gelmişsin, istersen düğüne de kalsaydın." diyen şoför de gülmeye başlıyor.
Uygun bir yerlere gelince tekrar özür dileyip iniyorum... Eve doğru yürürken gülmem yolda karşılaştıklarımın ilgisini çekiyor olacak ki, dönüp dönüp bakıyorlar. Biraz sonra heyecanla anlatacağım bu macerayı düşününce, yüzümdeki gülümseme iyice büyüyor.
Evin zilini çaldığımda kapıyı kız açıyor, yüzüme şöyle bir bakıp, ekmekleri kaptığı gibi içeri koşuyor "Anne! Babam geldi! Hem de işten atmamışlar, gülüyor..."
Tarkan İkizler tarkan@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 15 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Gülümse'nin Dilinden : Gülcan Talay Aynadaki Yüz |
|
Minareden sabah ezanı yükselirken, yattığı yerde doğruldu. Yumruk haline dönüştürdüğü parmaklarıyla gözlerini ovdu. Ayaklarını yere basıp, yatağının kenarına oturdu. Komodinin üzerindeki saate baktığında buluşma saatine çok az kaldığını gördü. On yıldır süren sabah buluşmalarına geç kalmamak için telaşla eflatun çiçekleri solmuş sabahlığını üzerine giydi. Koşarcasına lavaboya gidip, musluktan akan soğuk suyu yüzüne vurdu, serinliği ile irkildi. Yanaklarından alnına ovduğu yüzüne aynada bakarken, beklediği arkasında belirdi... Her sabah olduğu gibi.
- Geldin mi? Geç kaldığımı, seni kaçırdığımı sandım. Çok özledim seni sevgilim. Ne
zaman bitecek bu kısa buluşmalar..? Ben hep yanında olmak istiyorum. Bugün daha çok kalamaz mısın..?
Uzun süre konuştu sabah konuğu ile... O hiç cevap vermedi. Uzattığı kollarıyla bedenini sardı. Uzun zamandır ilk kez ona açtığı kolları bedeninde, yumdu gözlerini. Bir süre öylece kaldı. Yüzüne vuran rüzgarın esintisiyle gözlerini açtığında, ne kadar o şekilde kaldığını hatırlamadı. Gitmişti... Her gün gittiği gibi. Hayal kırıklığı ile ellerini lavaboya yaslayarak kafasını öne düşürdü. Oracıkta omuzları sarsılarak hıçkırıklarla ağlamaya başladı. Gözlerinden akan yaşlar buluşma sırasında kurumuş lavaboyu yeniden ıslattı. Kafasını doğrultup, yer yer sırları dökülmeye yüz tutmuş eski aynasında yüzüne baktı... Tıpkı, bu ayna kadar eski olan yüzüne. Gözleri kan çanağına dönmüştü. Açtığı musluktan akan su ile yüzünü yıkadı. Gözlerinin altındaki çizgilerine dokundu ve başına yasladığı elleriyle alnını gerdi. Keşke bu şekilde kalsaydı... Keşke hiç yaşlanmasaydı. O zaman bu on yıllık süren hasrete katlanmak zorunda kalmayacak, o hep yanında olacaktı. Yılgın bakışlarını aynadan kaçırıp alnındaki ellerini iki yana düşürdü, yatağına gidip oturdu. Uyumak, uyumak... Hatta hiç uyanmamak istiyordu. Yada sadece o geldiği zamanlarda uyanmak, sonra diğer bir buluşmaya kadar yeniden uyumak. Rüyasında sık sık kötü kabuslar görmesine rağmen uyanık ve onsuz olmaktan daha iyiydi uyumak. Düşüncelerle uzandığı yatağında başını yastığına gömüp, birkaç debelenmeden sonra gözlerini kapadı.
- Sabiha Anne, Sabiha Anne kalk! Ben geldim.
- Zeynep!?! Yavrum hoş geldin. Bayramda gelirsin diye düşünmüştüm. Neden haber
vermedin geleceğini? Sana en sevdiğin börekten yapardım...Ispanaklı.
- Sana sürpriz yapmak istedim. Birlikte yaparız böreği de. Sen şimdi söyle bakalım
bu saatte niye uyuyorsun? Ben evde iken hiç bu kadar uyuduğunu görmedim.
- Gece kötü bir kabus gördüm; uyuyamadım. Tembellik yapıyordum yatağımda.
Yapacak bir iş yok ki, n'apalım kızım? Saat kaç?
- İftar vakti oldu.
Yeniden kızının boynuna sarıldı. İsyan ettiği, yorulduğu, pes ettiği bir sabahta çıkıp gelmesi ne iyiydi. Zeynep de olmasa on yıl onsuz nasıl geçerdi? Allah'a bu vefalı kızı kendisine verdiği için şükretti. Hasan Bey'in varlığında, Zeynep bir yetimhaneden evlat edinilmişti. Yıllarca çocukları olmamış Hasan ve Sabiha' ya, öz evlat olmuştu.
Zeynep salondaki masaya koyduğu hediyeyi alarak Sabiha Annesinin yanına döndü. Yıllardır bir hediye almamış Sabiha, heyecanla açtığı paketten üzerindeki rengi solmuş eflatun çiçekli sabahlığının aynısı çıktığında ağlamaya başladı. Mutlu olacağını düşünerek aldığı hediyeyi gördüğünde ağlayacağını beklemeyen Zeynep şaşkındı. Bir süre ağladıktan sonra kızına teşekkür etti. Babasının eski sabahlığını aldığı günü hatırlayıp duygulandığını söyledi. Oysa yeni sabahlığını asla giymeyecekti. Eşinin kokusunu duyduğu eski, solmuş sabahlığı daha değerliydi. Elbette bunu Zeynep'e söylemedi.
Zeynep Eskişehir'e üniversite tahsili için gitmişti. Bir kafede part-time iş bulmuş, ilk aldığı parayla kendisini yetiştirip bu yaşa getirmiş annesine bir hediye almıştı. Zeynep vizelerinin başlayacağını, bayramda yanında olamayacağını, bu yüzden ziyaretine erken geldiğini anlattı. Dersleri çok yoğundu. Yoksa istemez miydi annesinin yanında olmayı, ilk elini öpen olmayı? Bir gece kalıp dönmek zorunda idi. Bu gece yanında uyuyacak, on yıllık yalnız uykusuna kısa bir ara verecekti. Sabiha oturduğu yataktan kalkıp, salona gitmek için koluna girdiği kızı ile odasından çıktı. Koridor boyunca Gaziantep' ten aldıkları el örgüsü yolluk seriliydi. İşlemelerinde uzun yolların birleştiği, sevenlerin hikayesi anlatılıyordu. Satıcı çocuk, almaları için dil dökerken anlattığı hikaye ile, sanki bir destanı yeni baştan yazmıştı. Yüzüne buruk bir tebessüm yerleşti. Yine onu hatırlamıştı. Ayaklarının bağı çözülmüşçesine sendeledi. Kızının kolundan tutuyor olmasaydı mutlaka düşecekti. Zeynep panikleyip, koltuk altından desteklediği annesini kapının hemen yanındaki koltuğa yerleştirdi. Babasının bu koltukta kendisine anlattığı masalları anımsadı. Koltuğun önüne yerleştirdiği küçük iskemlesiyle karşısına oturur, saatlerce gözlerini kırpmadan onu dinlerdi.
Sabiha, kızının getirdiği su ile birlikte içti tansiyon hapını. Kendisini toparladı kısa sürede. Telefona uzanıp Osman Efendiyi aradı. Çırak ile börek malzemelerini göndermesini rica etti. Zeynep'i börek yedirmeden göndermek istemedi. Börek yapmadan önce dün yaptığı çorbayı ısıtıp, birlikte oruçlarını açtılar. Zeynep gelirken sıcak pide getirmişti. Çocukluğundan beri sıcak pide arasına tereyağı sürüp yemeyi çok severdi. Yine yedi. Çorbalarını içtikten sonra çırağın getirdiği malzemelerle böreği hazırlayıp pişirdi.
- Eline sağlık anne. Nefis olmuş, her zamanki gibi.
- Afiyet olsun kızım. Sen ne zaman istersen ben yaparım yine.
- Nasıl bu kadar nefis yapıyorsun? Geçenlerde ev arkadaşlarımla yaptık, seninki
kadar güzel olamadı. Bana da öğretir misin?
Annesi böreğin tarifini verdikten sonra Zeynep, mutfağa kahve yapmaya gitti. Sabiha Hanım vitrindeki eski resimlerine bakmaya başladı. Her gün baktığı resimleri ilk kez görmüşçesine saatlerce incelerdi. Onu unutmaktan korkuyordu. Eskisi kadar hafızası iyi değildi. Anılarını hep canlı tutmak için inceliyordu. Yorgun, yaşlı eli onun yüzüne dokundu. Gözlerini kapadı. Arkasından boynuna sarıldı. Kendisine sarılmasını ne kadar çok özlemişti. Ara sıra gördüğü halisünasyonlar sayesinde hasreti az da olsa dinmekteydi.
Elinde tuttuğu resme dalıp gitmiş annesinin omzuna dokunduğunda Sabiha irkilmişti. Kahvelerini cam kenarındaki fiskos masasının üstüne koyan kızının ardından gitti. Karşılıklı oturdukları koltuklarda sessizce kahvelerini yudumladılar. Sabiha, akşam namazını kılmak için odasına gitti. Zeynep de uzun zamandır izlenmekten tozlanmış televizyonu silip, karşısına kuruldu. Bir kanalda ünlüler çiftliğini gösteriyordu. Yine iki ünlü bir birine girmiş, söz düellosu yapıyorlardı. Kanalı değiştirdi. Diğer kanallarda diziler vardı. En sevdiği diziyi bulduğunda izlemeye başladı. Namazını kılıp gelen Sabiha, kızının yanına oturup, uzak gözlüğünü yüzüne geçirdi. Filme dalmış Zeynep annesinin kısa sürede uyuyup gittiğini fark etmedi. Zaten tv izlerken kafasını öne eğip uyuya dalardı sürekli.
- Anne, anne... Kalk seni yatağına götüreyim, dedi... Gözleri yarı açık annesinin
koltuğuna girip, odasına taşıdı. Bir çocuk gibi yatırdığı yatağında üstünü örtüp, ışığı söndürüp, odasından çıktı. Bir süre daha tv izledikten sonra uzandığı koltukta uyuya kaldı. Oysa annesinin yanında yatacağına söz vermişti.
Sabah ezanı okunmaya başladığında, Sabiha her zamanki buluşma saatine geç kalmamak için yine telaşla uyandı. Buluşma yerine hızlı adımlarla ilerledi. Yine yüzüne soğuk suyu vurdu, irkildi. Kafasını kaldırdığında aynada yine onu gördü. Hiç aksatmadan her sabah yanına gelen onun yüzünü.
- Hoş geldin. Gördün mü kızımız da geldi? Bugün gitmesen, bizle kalsan, dedi. İkinci
kez kendisine açılan kollarına sarıldı.
- Seni almaya geldim. Artık bu acıların bitecek, kavuşacağız. Haydi elimden tut,
odamıza gidelim. Sabiha uzun zamandır duymadığı eşinin sesi kulaklarına dolduğunda şaşkındı. Onun sesini izleyip, ellerinden tutarak yatağına uzandı. Onun yanına yattı.
Sabah on'da yattığı koltuktan kalkan Zeynep, annesini uyandırmadan kahvaltıyı hazırladı, çayı demledi. Her şey hazır olduğunda uyandırmak için annesinin odasına gitti. Sırt üstü uzanmış annesi hiç bozulmamış yatağında üstünde örtü olmadan uyuyakalmıştı. Demek ki uyanmış, yatağını düzeltmiş, sonra yeniden uyuya kalmıştı. Yüzünde uzun süredir görmediği bir mutluluk vardı... Gülümsüyordu. Altmış yaşındaki annesi, sanki gençleşmişti. Evlat edindikleri zamanki kırk iki yaşı kadar dinç görünüyordu. Yanaklarına kondurduğu öpücükle dudakları üşüdüğünde telaşlandı. Bütün seslenişine rağmen annesi sesini duymadı. Bedenine sarıldığı annesinin göğsünde uzun süre ağladı.
Ne yapacağını bilemeyen Zeynep, komşuları Arif Amca'ya haber vermek için yerinden doğrulduğunda, gözüne komodinin üzerindeki bir kağıt ilişti;
Canım yavrum,
Şu anda çok üzgün olduğunu tahmin edebiliyorum. Emin ol ben çok mutluyum, huzurluyum artık. Babanla her sabah ezan vaktinde banyodaki aynanın karşısında buluşuyorduk... Her seferinde beni de yanında götürmesini söylediğim halde, daha zamanı gelmediği söylüyordu. Bu sabah vaktimin geldiğini söyledi. Ben onunla gidiyorum. Bana gösterdiğin anne sevgisi için çok teşekkür ederim yavrum. Sen de olmasan onun yokluğuna asla dayanamazdım. Ama artık vakti geldi.
Asla ardımdan ağlama yavrum. Ben çok mutluyum ve benim adıma sevinmelisin. Tarabya' daki evi sana bırakıyorum. Bu evi de, baban ve benim adıma çocuk yuvası yapılması için devlete bağışlamanı istiyorum.
Allah' a emanet ol yavrum. Güzel yanaklarından öperim... Seni çok seven annen.
Üç yıl sonra okulu bitirip, anne evini ziyarete gelen Zeynep, eski evinin önünde asılı tabelayı görünce gözleri dolmuş gülümsüyordu. "Hasan Sabiha Güler Aynadaki Yüz Çocuk Yuvası" yazan tabela annesinin isteyebileceğinden daha güzel olmuştu. Kapıya gelen müdüre hanımın çevresinde koşuşturan çocuklara baktıkça, kendi yetimhane yıllarını anımsadı. Hepsi çok mutluydu... Tıpkı annesinin istediği gibi. Onun gidişinden sonra, asla ağlama sesleri yükselmemişti evinin duvarlarında.
Bir süre konuştuğu müdüre hanımdan izin isteyerek, eski evin değiştirilmiş banyosuna koştu. Anne ve babasının her gün buluştukları eski aynanın üzerine, bir cam ustasına soyut resimlerini yaptırmıştı. Artık; aynadaki gözleri hiç ayrılmamak üzere bir birine kenetlenmişti.
Gülcan Talay
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 10 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Gezgin Kahveci : Cüneyt Göksu Filistin Aslanı Yasser Arafat |
|
Mohammed Abdel-Raouf Arafat As Qudwa al-Hussaeini, Filistinli bir ailenin çocuğu olarak Kahire'de, 1929'da doğdu. Annesinin ölümünün ardından, Küdüs'deki amcasının yanına gönderildiğinde henüz beş yaşındaydı ve İngiliz kurallarıyla tanışmıştı; askerler bir gece yarısı evlerini basmış, evdekileri dövmüş ve bütün eşyaları paramparça etmişlerdi. Dört sene sonra Kahire'ye geri döndü. İngiliz ve Yahudilere karşı savaşan Filistin örgütlerine silah kaçakçılığı yaptığındaysa onyedi yaşındaydı.
Ondokuz yaşında, Gaza'da Arap-İsrail savaşında yer aldı. Savaşın sonunda kurulan İsrail Devleti onu umutsuzluğa düşürmüştü. Texas Üniversitesi'ne yaptığı başvuru kabul edildi ve eğitimine başladı. Fakat, "Bağımsız Filistin" hayalinden hiç vazgeçmedi. Bu yüzden Kahire Üniversitesi'ne, mühendislik eğitimi almak üzere geri döndü, ancak çoğu zamanını Filistin öğrenci birliği lideri olarak harcadı.
1956'da mezun olduktan sonra, Kuveyt'de çalışmaya başladı; kalan boş zamanını ise siyasi çalışmalara ayırıyordu. 1958'de, İsrail'e karşı silahlı mücadeleyi destekleyen, Al-Fatah'i kurdu; 1964'te de Kuveyt'i terkedip, bütün zamanını devrimci faaliyetlere harcamak ve Al-Fatah'in çalışmalarını organize etmek için, Ürdün'e geçti. Aynı yıl, Arap ülkelerinin desteğiyle, bağımsız Filistin için çalışan birçok gurubu birleştiren Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) kuruldu.
FKÖ, Al-Fatah'ın aksine, Arap ülkelerinin kontrolünde, "pasif" ve "silahsız" bir siyaset yürütülmesi taraftarıydı; 1967'deki Altı-Gün savaşında Arap'ların İsrail'e bir defa daha yenilmesiyle, Al-Fatah, FKÖ'nün içindeki en güçlü grup olarak öne çıktı; Arafat FKÖ başkanlığına seçildi.
FKÖ, artık Arap ülkelerinin kontrolündeki Filistinlileri sessiz tutmak için kurulmuş "kukla" bir örgüt değil, bağımsız Filistini savunan, Ürdün'de faaliyet gösteren bir organizasyon halini aldı. Fakat Ürdün Kralı Hüseyin, İsrail'den gelen saldırılara dayanamayıp, FKÖ'nü ülkeden gönderdi. Bunun üzerine, Arafat örgütü önce Lübnan'a, oradan da Tunus'a taşıdı.
FKÖ Lübnan'dan çıkarıldığında, zor zamanlar yaşandı. Birinci "intifada", protesto, başladığında, daha da güçlenen Arafat, bütün dünyanın dikkatini Filistin sorununa yeniden çekmeyi başarmıştı. Birleşmiş Milletler'de özel bir oturumda yaptığı konuşmada, radikal bir politika değişikliği yaparak, "Ortadoğu krizinde, Filistin, İsrail ve bütün komşuların barış ve güvenlik içinde yaşama hakkı olduğunu" savundu.
İsrail'le başlayan barış görüşmeleri, 1990'daki I. Körfez savaşında tıkandı ama, 1993'de Yitzhak Rabin dönemindeki görüşmeler tamamlandığında, prensipler üzerinde anlaşma yapılmıştı.
1994'de, Ortadoğu barışına yaptıkları katkılarından dolayı Nobel Barış ödülünü, Yitzhak Rabin ve Shimon Peres'le paylaşarak aldı, Aynı yıl, 27 sene ayrı kaldığı Gaza'ya geri döndü.
Arafat, 1996'da, Filistin'de yapılan seçimlerde başkan seçildi. Fakat bölgedeki diğer Arap rejimleri gibi, Arafat yönetimi de demokratik olmak yerine daha totaliter bir yönetim tarzını benimsemişti.
İsrail'de, sağcı Benjamin Netanyahu'nun 1996'da iktidara gelmesiyle görüşmeler yavaşladı; hiç bir zaman da eskisi gibi olamadı.
Şaron döneminde, karargâhı olan Ramallah'dan çıkmasına izin verilmedi. Yıllardır sürdürdüğü varolma savaşında, düşmanın eşitsiz gücü karşısında ayakta kalabilmek için yaptıklarına rağmen, Filistinlilere karşı uygulanan "devlet terörü", Arafat için bile çıldırtıcıydı. Son yıllarda tek tek, ustaca öldürülen diğer liderler için birşey yapamadı.
Arafat'ın hayatı, sürekli, bir ülkeden diğerine, Filistin davasını anlatmak ve destek bulmak için seyahatlerle geçti. Hep gizlilik içinde yaşadı ve bu gizlilik içinde Suha Tawil'le evlendi. İsrail'in sayısız saldırısından ve Libya çölüne düşen uçağından sağ olarak kurtulabildi.
1970'lerde KGB adına çalıştığı ve FKÖ'nün kuruluş sürecinde oradan destek aldığı iddiaları, çok sonra ortaya atıldı.
O, kimsenin toprağını istemedi; Araplarda az görülen bir direnişle, yıllar boyu halkını ve bağımsız Filistin'i düşündü; emperyalist olmadı. Eğer ayağa kalkacak gücü olsaydı, okyanusun ötesinden kalkıp gelmiş eşkiyayla, Irak'ta savaştığını da görebilecektik.
O'nu, Birleşmiş Milletler'de konuşma şansı yakaladığı bir günün ardından, Rauf Denktaş'la aralarında geçen bir diyalogda söylediği şu sözlerle hatırlayacağım: "Senin arkanda kocaman bir Türkiye var, benimse öldüğümde gömüleceğim bir toprağım bile yok!"
Yolun açık olsun Filistin Aslanı...
Kaynaklar:
http://nobelprize.org/peace/laureates/1994/arafat-bio.html
http://www.jewishvirtuallibrary.org/jsource/Terrorism/arafatkgb.html
Cüneyt Göksu cuneytgoksu@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 14 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Deniz Fenerinin Güncesi: Seyfullah Çalışkan |
DEĞİRMENLER HİÇ UYUMAZ -V-
Bir iki kere karşıya geçmeyi denedik ama su daha derenin kıyısında bile bizi sürüklüyordu. Azgın dereye kapılıp pisi pisine geberip gideceğiz diye korkup vazgeçtik. Belki bir köprü buluruz umuduyla doğru dere boyunca dolanıp durduk ama bulamadık. Derenin kıyısında oturup suların azalmasını beklemekten başka çare bulamadık. Hakikatten de akşama doğru sular biraz durgunlaştı. Derenin geniş bir yerini seçip soyunduk. İki kardeş birbirimize sımsıkı sarılarak zar zor karşıya geçebildik.
O gün hava karardığında Radanya'ya ulaşmayı başaramamıştık. Kurfallı köyünde kalıp geceyi geçirmeye karar verdik. Babam sanki başımıza gelecekleri tahmin etmiş gibi yola çıkmadan önce bize "Eğer Kurfallı'ya uğrarsanız Topal Ahmet'e uğrayıp elini öpün. Selamımı söyleyin."demişti. Koşuvada birlikte askerlik yapmışlar. Yani Topal Ahmet babamın asker arkadaşıymış. Köyün girişinde karşılaştığımız yaşlı bir amcaya Topal Ahmet'in evini sorduk. Sağ olsun önümüze düşüp bizi avlu kapısına kadar götürdü. Avludan içeri girmek için mangal gibi yürek lazım. İçerde beş altı tane kocan köpek vardı. Bizi görünce çitlere , kapıya saldırmaya başladılar. Annem yaşlarında bir kadın çıkıp kimi aradığımızı sordu. Topal Ahmet'in hanımıymış. Köpekler susturup bizi içeri aldı. Topal Ahmet'e "Misafirin geldi. Seni arıyorlar."demişler. Adamcağız nefes nefese eve geldi. Lafı uzun etmeyelim. Ahmet Aga fakir birisiydi. Yine de bize misafirperverlik gösterdi. Hanımı ocağın yanına bir çul serip bize birer kap tarhana çorbası ile kocaman birer parça ekmek verdi. Gözlerimizden uyku akıyor ama sesimizi çıkaramıyoruz. Ahmet Aga büyük bir hevesle dinlediğimizi sanıp babamla birlikte başından geçen askerlik maceralarını anlatıyordu.
Babamın Asker arkadaşı meğer av meraklısı bir adammış. Biz yatmadan önce gece üşümesinler diye iki tane tazıyı içeri ocağın yanına aldı. Tazılarla beraber kardeş kardeş aynı çulun üzerine yatıp uyuduk. Uyuduk uyumasına ama uyanmamız da çok çabuk oldu. O köpeklerden beni bir pire sardı anlatılır gibi değil. Pireler uyutmaz, tazılar zart zurt osurur, tam bir hengame. Sabahı zor ettik. Birisi uyansa da evden kaçar gibi gitmeyelim diye sabrediyoruz. Ahmet Aga'nın karısı uyanınca "Karnımız zaten tok. Bizim bir an önce Radanya'ya yetişmemiz lazım."diyerek evden kaçar gibi çıktık. Ağabeyimin omzuna astığı torbada zaten ekmeğimiz vardı. Keşke geceyi geçirmek için yeniden bir saman yığını bulsaydık. En azından pireler kanımızı emmeden rahat bir uyku çekebilirdik.
Radanya Karakoluna vakit öğleye yaklaşırken varabildik. Boyumuzu, kilomuzu falan ölçtüler. Birkaç kişi bizi sırayla muayene etti. Her birinin ayrı bir görevi vardı. Görevliler dillerinin ucuyla ıslattıkları kopya kalemiyle bulgularını çıplak göğsümüze her biri ayrı ayrı yazdılar. Göğsümüz kara tahta gibi yazı doldu. En sonunda bizi omzu sırmalarla süslü, yıldızlarla dolu bir subayın karşısına çıkardılar. Subay kopya kalemle yazılanlara bakıp ağabeyime "Sen üç ay sonra yine gel. O zaman seni asker olarak sevk edeceğiz." dedi. Bana da "Sen bir yıl sonra tekrar muayeneye geleceksin." diyerek ikimizi de köyümüze geri gönderdi. Karakolun kapısından çıkarken elimize küçük kağıt bir paket verdiler. İçinde pire ilacı, yani dedete olduğunu söylediler. "Güzelce banyo yapın ve elbiselerinize bu tozdan biraz serpin. Sakın içmeye falan kalkmayın. On dakikaya kalmadan nalları dikersiniz." dediler. Yolda ağabeyime beni neden askere almadıklarını sordum. Benim boyum kısaymış ve kilom da askere alınmak için yeterli değilmiş.
Güneş ufukta kıpkırmızı belirmeye başlarken köye vardım. Avluya yaklaşınca köpekler önce huysuzlandı, sonra beni tanıyıp sustular. Annemin kulağı kapıdaymış. Daha ben avlu kapısından girmeden o evin kapısına çıktı. Eşeğin yularını tutup kapının yanındaki direğe bağladı. Ben de tüfeği duvara dayayıp heybeyi eşeğin sırtından aldım. Annem eşeğe yem vermek için ahıra doğru gittiğinde ben de içeri girdim. Kuzine gürül gürül yanıyordu ve üzerindeki kazan ağzına kadar süt doluydu. Yine her gün olduğu gibi sütün birazıyla yoğurt tutup, geri kalanına peynir mayası çalınacaktı. Annem ahırdan dönünce kazanda köpük köpük kabarmış, nerdeyse taşmak üzere olan sütü karıştırdı. Bana kahvaltı hazırlarken Koca Çuko bayırındaki sürüyü ve ağabeyimi sordu. Dereden tepeden konuşurken birkaç lokma yeyip uyumak için başka odaya geçtim.
Türkiye'ye göç eden köylülerin ardından başı boş ve aç kalan köpekler her geçen gün tehlikeli olmaya başlamıştı. Aynı kurtlar gibi sürülere saldırıyor, körpe kuzuları parçalıyorlardı. Kutsa'da, Cuma günü defnedilen küçük bir çocuğun mezarını eşeleyip cesedin yarısını köpeklerin yediği anlatılıyordu. Köylüler başı boş köpekleri acımasızca tüfekle avlamaya başlamıştı. Boşalan köylerde önce okullar kapanıyordu. Köylerin öğrenci azlığı nedeniyle hükümet birer ikişer okulları kapatıyor, öğretmenleri alıp başka yerlere gönderiyordu. Bu nedenle birkaç büyük köy dışında bu çevredeki çocukların hiçbiri bu kış okula gidemiyordu.
Ağabeyim ve benim yaşamım koyunlara göbekten bağlı.. Bütün hesaplarımızı ya toptancının mayıs sonunda ödeyeceği peynir parasına yada kuzular satılınca elimize geçecek toplu paraya göre yapılıyoruz Ağabeyimi geçen yaz nişanladık. Kısmet olursa bu yazın başında kuzuların satılmasının ardından düğünü olacak. Ben bu dağları, ormanları, dereleri, otlakları bırakıp Türkiye'ye gitmek istemiyordum. Ama her geçen gün sayımız biraz daha azalıyor. Bir zamanlar pay edemediğimiz, bazen iki köyün kanlı bıçaklı olmasına neden olan ormanlar, baltalıklar, korular ve otlaklar, hatta komşularımızla kırk yıldır süren tarla sınırı kavgalarımızı bile arar olduk. Çok değil belki on yıl sonra bu köylerde yaşanan her şeyi yağmurlar yalayıp yutacak, rüzgarlar silip süpürecek, zaman onları ufalayıp kuru yaprak kırıntıları gibi unutmak denilen o dipsiz ve karanlık kuyuya atacak.
Bitti
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 10 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
İntifada zamanı...
Bilgisi tavır ve hareketleri, kuvvetli azim ve iradesi ile kıtasını peşinden gelmeye mecbur eden kim ise komutan odur?’ ( Takım komutanı el kitabından; Üsteğmen Mustafa Kemal)... Şimdi anlatacağım Hikayenin üzerinden İsrail tankları geçmeden okuyun... Filistin, sokaklarında boy boy çocukları, acılı bakışların altında büyümek istiyorlar. Her bir cadde kendi kanlarıyla yıkansa bile. Yani bile bile büyümek istiyorlar. Gözleri sabahın ilk ışıkları gibi masum ama bir o kadar da direnerek parlıyor. Her akşam bir anne, her sabah bir baba ve her öğlen bir çocuk, öfkenin adı kazıyor her caddenin duvarına “Bağımsız Filistin Devleti” ... Her gün yeni bir kargaşaya feda ediyor kendini, ve her gün yeni bir alışkanlık kendi başına devam ediyor yolunu, Çaresizlik, yalnızlık ve görmemezlik. Dünyanın en görünen ve en çok işgale maruz kalan halkı olmalarına rağmen.
Kimse o minnacık yüreklerin sesine kulak vermiyor yada kimse o yüreklerin büyümesini istemiyor. Her tank acımasızca üzerinden geçiyor ve her tank her geçen gün daha da çok eziyor. Umutların gül olup açtığı yanakları. Her gün bir bomba ve her saat leş kargaları. Zamanın nasıl geçtiği anlaşılmıyor bile... kaç çocuk hiç büyümeden yumdu gözlerini ve kaç çocuk hiç savaşmadan sıktığı yumruklarını. Ortadoğunun Pazar yerinde, kimsenin bilmediği petrol zenginliğinde.
Daha ortadoğunun taşları yerine oturmamışken, her cesur yürek elinden geldiğince taş fırlattı öfkeyle. Yaşamak ve bağımsız olmak için. Her tankı bekleyen inancın taşlarıydı bunlar. Ve yarım asırlık bir direnişin barış umudu.
Her taş kendini gizledi bir duvarın arkasına, her taş bir duvar ördü aslında ve her taş benden önce fırladı yerinden. Ve her taş daha fazla öldü çocuklar büyümeden.
Yarım akıllı bir zamanın, öldükleriyle kalmadılar diye bir cümlesi gizli tarihin tozlu takvimlerinde. Her cesur insanın anlatıldığı ve kahramanca öldüğü bir tarih. Ve o tarihte yer almak istemeyen fakat yaptıklarından dolayı yer alan insanlar var.
Kendi özgürlükleri için mücadele eden ve koca dünyada bir başına bırakılan halklar. Orta Doğu başı çekmek üzere bir çok ülke. Ve bu özgürlükleri insanlar için sağlamak isteyen liderler. Kendi kurtuluş marşlarına mecnunlar gibi aşık olan, Vatanını ve insanını yarı yolda bırakmadan mücadele eden liderler.
Hiçbir oyuna alet olmadan, tamamen kendi insanının menfaatlerini ön planda tutan, yaşamak için savaşan ve barış için ellerinden geleni yapan liderler.
Biz söze tüm zamanların komutanı ve dahisi olan M. Kemal ATATÜRK. İle başladık 10 Kasım’da saygı ve sevgiyle andığımız ulusal kahraman. Ve ardından geçtiğimiz gün yaşamını yitiren Yaser Arafat aslında Filistin ve Bağımsız Filistin Yani Kahraman. Hayatını adadığı topraklardaki çocukların büyümesini istediği, insan gibi yaşayabilmenin özlemini çektiği ve her geçen günde acı çektiği toprakların kahramanı.
Barış ödüllü ve dünyanın unutmak istediği bir kahraman. Ve şimdi büyümek isteyen çocuklar, anneleri, ve kanı yerde kalan şehitler kahramanın son yolcuğunda, biriken acılarını göz yaşlarıyla beraber sele dönüştürdüler.
Adeta biz zaten her gün öldük Senin ölmene ne gerek vardı dercesine...
Neyse bize ölenlerin ardından saygıyla devam ettireceğimiz değerler kaldığı için sağlıcakla kalmalıyız. Kalın sağlıcakla...
İlker Özlük
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 7 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Kahveci : Nizamettin Korucu |
BAYRAMLAR
Bayramlar bizim neşe kaynaklarımız, gönül ırmaklarımızdır. Bayramlar sevgilerin buluştuğu, yüreklerin kaynaştığı, gariplerin sevindiği, bir yılda bütün günlerin seyrangahı dır. Bayramlara hazırlıksız girilmez, bayramlara arınmadan varılmaz. bayramlar sıcak gülüşlerle yaşanır. Bayramlar kucaklaşmanın, bayramlar barışmanın, bayramlar sarınmanın meydanıdırlar. Bayramlar aşk erlerinin dinlenme durağıdır. Bayramlar ağızların, sinelerle tatlandığı şeker sunan gül bahçeleridir. Bayramlarda boynu bükükler olmaz, bayramlarda gözü yaşlılar kalmaz, bayramlarda yalnızlar, kimsesizler, sahipsizler söz incileri saçan yarenler bulur. Bayram, oruçluya hediye. Bir yıllık düzene, alışılmışlığa, iradesiyle ruhen ve bedenen direnen, değişen insana, bayram Rabbinden ihsan. Öfkesini yenen kahramanadır bayram. Nefsinin bileğini büken, sırtında ter, dilinde sükut derviş misali insanadır, bayram.
ŞEHRİMDE BAYRAM
Bayrama bir kaç gün kala hazırlıklar başlar. Aile reisi evin ihtiyaçlarını pazardan karşılar. Fıstık, şeker, kuruyemiş, şerbetlik,çocuklara bayramlıklar alınır. İşin bu yanı çok heyecanlıdır. Hatta ufak tefek tatlı tartışmalar olur evin içerisinde. Çocuklardan birine alınan diğerinde kıskançlık oluşturabilir. Bu yüzden ne alınırsa çift alınmaya çalışılır. Baba bayram masrafına önceden tedariklidir. Maaşçı ise maaşından, köylü ise ürününü sattığı paradan tasarruf etmiştir. Eğer aile içinde olağan üstü, hastalık ve benzeri sebeplerden husule gelen madden bir sıkıntı varsa, o bayram biraz buruk geçirilirse de, yine de borç harç bir şeyler alınır. hane halkının gönlü hoş tutulmaya çalışılır. Ev hanımı bir anadır. çocuklarının hamisi, evinin mimarıdır. " Yuvayı dişi kuş yapar" zira. O bayrama günler kala başladığı ev temizliğini, büyük bir itina ve titizlikle yürütür. Evin içi dışı, bütün eşyalar silinir, yıkanır, temizlenir. Halılar, evin büfesi pırıl pırıl edilir. Bayrama bir gün kala yaprak dolması sarılır, su böreği haşlanır, fırına verilir. Ramazandan kalan son ayran çorbası bayram sabahına saklanır, ısınmak üzere sırasını bekler. Sütlaç tatlılarının sütü kaynatılır. Maharetli eller kete, baklava yapmak için İnce yufkalar açar. Pirinç pilavının suyu konulur. Kuru fasulye gün öncesinden haşlanır, bol kavurmalı hazırlanmak üzere pişim sırasına girer. Bayram sabahının heyecanı pür telaş devam eder. Çocuklar kendilerine alınan elbiseleri, ayakkabıları yanlarından ayırtmazlar, uyurken yastıklarının altında yahut yanında olarak uykuya dalarlar. Hatta bazen dayanamaz alınanları giyerek öyle uyurlar. Evde nişanlı kız yahut oğlan varsa bayramlıklar alınır. Oğlan evi " şeker başı " adı ile dünür tarafına arefe günü gönderilmek üzere armağanlarını hazır ederler. Kız evi ise damat ve varsa kardeşlerine bayramlıklar alınır. Aynı gün gönderirler aldıklarını. Aile reisi “ şerefe “ gününden itibaren bozuk paralarını hazırlar. Çikletler, kuruyemişler ceplere doldurulur. Arafalık alınır. Arefe günü her evden küçük çocuklar komşu kapılara giderek " Arafalık dolanırlar " En yaygın arafalık malzemesi; kabuklu fıstıktır. Sabahın erken saatlerinde başlayan bu işlem gün batımına kadar sürer. Sokaklar müthiş bir heyecan ve haz içerisinde, pür neşe kapı kapı dolaşıp arafalık toplayan çocuklarla dolar taşar. Bu halin seyrine doyum olmaz. Şehrin yabancısı olan aileler bu duruma biraz şaşırsalarda hemen uyum sağlarlar. Lakin onlar kabuklu fıstık, fındık yerine, genellikle çikolata, mevsimlik meyve tutuştururlar çocukların minik ellerine. Bazıları çocukların bu dolaşmasını kendi memleketlerinde var olan " Bayram harçlığı "nın erken başlaması olarak kabullenip, para verirler. Küçük bedenli büyük yürekleri en çok sevindirende bu olur. Mevsim kış ise hanelerden kuzineli sobalarda kavrulan fıstık kokuları yayılır sokaklara. Kalın " Gocikler " ini giyen körpe yavruların üşüyen minik elleri sıcacık soba yanında fıstık ayıklayarak ısınmaktadır. Yaşı 10 un üzerinde olan çocukların hemen hepsi oruçludur, Ramazanın bitişinin hüznü büyüklerde olduğu gibi bu küçüklerin de yüzlerinden okunur. Çoğusun bir ay ramazanı tam olarak tutar. Yaşları daha küçük olanlar haftada bir gün, iki gün tutarlar. En minikler ise " tekne orucu " tabir edilen orucu tutarlar. Onların pak yürekleri, saf dimağlarının oruçla tanışmaları " Tekne orucu " ile başlar. Tekne orucu: sabahtan öğlene kadar bir şey yiyip içmeden duran çocukların oruçla hem hal olmalarının ilk adımıdır.
Ramazanın son teravih namazında coşkunun yanında bir burukluk sezilir cemaatte. Sesi güzel müezzinler, veda ilahileri, gazeller okurlar teravihin başında, ortasında ve sonunda. Gözler buğuludur. Boyunlar bükük, kalpler mahzundur. Yanaklardan süzülen göz yaşları dökülür caminin desenli halılarına. Yaşlılarda bir başka hüzün vardır. Bir önceki ramazanda olup ta bu ramazanda aralarında olmayan camii cemaati arkadaşlarının yerlerinin boşluğu bir başka hissedilir son teravihte. Teravih namazını, işi nedeniyle aksatanlar da bu “ el veda “ gecesinde camiye gitmeyi ihmal etmezler. Ne güzeldir ki bayram geliyor. Yoksa nasıl dayanılır bu ayrılığa. Ah sesleri işitilmez, boğazda düğümlenir. Bir köşede kendi halindedir herkes. Kimi yeterince bu mübarek ayı yeterince değerlendiremediğini düşünerek içten içe ağlar. Kimisi sebebini çözemediği hatta düşünemediği hüzün atmosferinde huzur ve saadeti beraber duyar bir garip. İmamın vaaz kürsüsünde kısa bir sohbeti olur. Konuyu bir hal muhasebesi oluşturur çoğu kez. Vaizde de hüzün katmerleri, Bazen sesi titrer. Ne var ki; bayram geliyor. Ferahlık ve sevince dönüşür hüzünler. Bir yandan da gelecek ramazanın hasreti de şimdiden başlamıştır, hikmet.
Arefe günü ikindi namazından sonra mezarlık ziyaretleri en üst seviyesine ulaşır. Şehrin ana mezarlığı olan asri mezarlık insan kalabalıklarıyla dolar taşar. Araçlarıyla gelenler, otobüslerle gelenler. Gruplar halinde, öbek öbek insanlar akar buraya. Ellerde Mushaflar Çoğu Mushaflar; baba, dede yadigarı camii boy, göğüs hizasında hürmetle taşınır ellerde. Esasen yüreklerde taşınan hatıralarla beraberdir. Ayaklar telaşlı adımlarlar mezarlığın toprak dar yollarını. Her yerden Kuran'ın lahuti sesi ile duyulur. Fezaya yükselen seslerden meleklerin sessizliği duyulur derinden derine. Çoluk, çocuk, kadın erkek, genç, ihtiyar her kes bir gün mecburi ikamet edecekleri bu son mekana, kendilerinden önce yerleşmiş olan yakınları olan sakinlerini hüzün, hasret, sevgi ile ziyaret ederler. Burada kalemler yazmaz, diller konuşmaz, işler görülmez. Burada görünmeyen alemin kapılarından süzülür insanlar, kabiliyetleri nispetince. Yürek gözleri aralanır. Kırpışır uzun ve sessiz hayatın ışıklı huzmelerine. Her gönül tasını doldurur nasibi kadar. Oysa her yatanın yoktur ziyaretçisi. Hani "kimsesizler" yahut kimsesi uzakta olanlar vardır, İşte onlar mahzundurlar. Lakin unutmazlar ziyaretçiler onları da. Okunan yasinler, fatihalar, aminler hediye edilir, hiç kimsesi olmayanlara. O Var Eden. O var edenin Resulü ( S.A.V.) gönüllerde, ne gam vardır, ne keder artık. Mahzunluklar silinir o anda. Son iftarda gökyüzü rengini değiştirmiştir sanki. Gri bulutlar ramazana vedalaşmanın rüzgarını estirirler yer yüzünde. Güneş bir başkadır ufukta batarken. Zaman hızlı, hissedilenler doludur sinede. Bin beş yüz senenin tarü taze nefesi duyulur her yerde…
Bayrama daha bir kaç gün kala devam eden bayram alış verişleri çarşılarda, pazarlarda, dükkanlarda cıvıl cıvıl görüntüler sunar. Hele arefe akşamı : berberlerde tıraş olmak için sıra bekleyen insanların şenliği, sabahın ilk ışıklarına kadar sürer, gider. Şehrin tarihi hamamları hınca hınç doludur. Gökyüzünde yıldızlar daha ışıltılı yanmakta, yeryüzünde yanan ampullerle yarışırlar sanki. Serin, sessiz sırlı bir yel dolar ciğerlere, ferahlatan, rahatlatan, huzur ve sürur veren. Neşeli akan pınarlar misali çocuklar, büyüklerinin ellerinden tutmuşlar, çevrelerine ışıl ışıl, fırıl fırıl göz atmaktalar. İğneden ipliğe ne ararsan çarşıdadır, pazardadır, seyyardadır, sergidedir. Bayram coşkusu, dükkan raflarına sirayet etmiş, ne varsa ne yoksa sokağa döktürmüştür kendini. Sanki onlarda bu saadetten pay almak istemektedirler. Camilerin mahyaları daha parıltılıdır bu son gece. Bayram için sakladıkları ışıkları sunar gibidirler. Şehrin ağaçlarında bir derin vakar vardır. Ağaçların yapraklarında inceden inceye sevgi şarkıları mırıldanır gibidir. İnsanlar bayramı daha başlamadan bağırlarına doldurur, arefe gecesi. Cepler boş, elbiseler eski olsa ne çıkar. Öyle bir zenginlik arzı vardır ki tabiatta. İnsanı kuşatır, mest eder. Fitrelerin son günüdür bu gece. Henüz fitresini vermeyenler, dağıtırlar fakir fukaraya. Herkes ganime gark olur. Kanaat tartıları öylesine ağırdır ki, şikayete ne mahal kalır ne hal.
Çocuklar erken uyumalıdır. Ama ne mümkün. Ne de zor yatırır anaları onları. "- Uyuyun yavrum yarın bayram, erken kalkacaksınız. kalkamazsınız sonra. "
Bayramlıkları üstlerinde giyinik, yanlarında, veya yastıklarının altlarında. Heyecanla, çocukça dualarla uyurlar küçükler. Ev hanımı son hazırlıklarını tamamlamıştır. Yarın erken kalkılacaktır. Sabah namazından sonra yatılmayacaktır. Çünkü bayramdır. Evin reisi, oğlu bayram namazına gidecek, evin kızı anne ile beraber sofrayı hazırlayacaktır. Aile tamamdır. Yarın bayramdır. Gece bayramdır. Gönül bayramdır.
Sabah gecikme telaşa sı ilk uyanan annedir.
Baba: "-Çocuklar hele azcık daha uyusun " der.
Anne : "- Yok ne uyuması, oğlan senle namaza gelecek, kız bana yardım edecek.
Sadece minnoş biraz daha uyusun. “
Tertemiz elbiselerini giyer baba ve oğul. Huşu ile abdest alırlar. Yüreklerde sevgi, hevesle evin kapısından çıkarlar. Dualarla uğurlanırlar. Adımlar, hayatın manası ahengiyle atılır. Gün ağarmak üzeredir. Baba çocuğun elinden şefkat ve sevgiyle tutmuş, yavrusunun sıcaklığına, yüreğinin ateşi ile karşılık verir. Karar ; eski mahalle camisine gitmeye verilir. Babanın doğup büyüdüğü mahalle camisine gidilecektir. Hatıraları vardır sokağında. Lakin sokak yoktur, mahalle tükenmiştir. Geride kalan bir kaç köhne ev, birde tarihi ile abideleşmiş mübarek mabet. "-Olsun camim ayakta " der kendi kendine baba. Yürüyüşleri biraz daha hızlanır. Yer bulamama kaygısı ile. Caminin cümle kapısından girdiklerinde cemaatin doluluğu ile, kalbini yerinden kopartan duygu fırtınası sarar. İçeri süzülürler kuş misali. Ayakkabılara yer bulunur ilk önce. Sonra ilk boşluk bulunan safta itina ve incelikle yer alınır. Vaaz, hutbe ve namaz. Camide iğne atsan yere düşmez. Gözleri eski tanıdıkları arar. Çocukluk arkadaşları büyümüş, onlarında çoluk çocukları olmuştur. Yaşlılardan tek tük gözüne ilişir. Babasının mahfildeki yerine bakar. Sonra diğer komşu büyüklerin oturduğu yerlerde başkaları doldurmuş tur. " Nesiller gelip gidiyor " diye düşünür içinden. Namaz bittiğinde sıraya giren cemaat hocayla ve mahallenin hatırı sayılır yaşlılarıyla bayramlaşma kuyruğuna girerler.
Cami çıkışı gün aydınlanmıştır, gönüllerle beraber. Hava serin, yüzlerde sıcak bir tebessüm. Adımlar tiz. Dört bir yana dağılan insanlar, kuşlar misali hafif, sanki yere basmaz ayaklar. Yer yüzü gülüyor, yollar yumuşamış, üzerindeki kalplere. Bir kedi miyavlamasında şefkat, güvercin kanadında muhabbet, ta uçtan uca alemin.
Eve varılır. Kapıyı sevgi yumağı minik açar. Yer sofrası kuruludur, çoktan. Aile tamamdır. Dudaklar duaya durur. Sofraya kurulur hane halkı. Hak edenlerin yemeği.
Nizamettin Korucu http://www.erzurumrehberi.net
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 9 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Café d'Istanbul par Mustafa Serdar Korucu |
Bugün sizlerle ilk olarak çağdaş meddah Sunay Akın'ın son albümü "Şimdi Daha Yakın"ı, ardından korku filmlerinin kültlerinden "Exorcist"in devam filmi "Exorcist The Beginning"i ve son olarak Mine G. Kırıkkanat ile Donatella Piatti'nin "Carissima Sevgilim"ini paylaşacağım.
ŞİMDİ DAHA YAKIN / SUNAY AKIN :
Onu daha çok kaleme aldığı şiirlerinden, düzyazılarından, hazırladığı radyo ve televizyon programlarından ve tabii ki gerçekleştirdiği yurtiçi ve yurtdışındaki tek kişilik gösterileriyle tanıyoruz. O, Sunay Akın. Şimdi de yeni albümüyle karşımıza çıkıyor. "Bir milletin gerçek değerleri hisse senetleri değil, hissi senetleridir" diyen Akın, gösterilerinde anlattığı tadına doyulmaz hikayelerini derliyor ve kendi sesinden albümüne koyuyor. Yani Sunay Akın, "Şimdi Daha Yakın"...
Akın'ın hikayeleri her zaman çok ilginç olmuştur okuyucusu için. Ancak yine de kitaplar onu anlatmaya yetmemiştir bize. Çünkü Sunay Akın'ın hikayelerini anlatırken yaşadığı ve yaşattığı heyecan kalem ve kağıda geçemiyor ne yazık ki. Bu albüm Akın'ın hikayeleri anlatırken kattığı yorumu dinleyebilmemiz için önemli bir kaynak aslında.
Albümde Sunay Akın'ın alışkın olduğumuz tarzı ön plana çıkıyor. Yine geçmişten aldığı konuları güncelle birleştiriyor ve düşünsel dünyamızda köprüler kuruyor. Kızılderililerden yeniçerilere, Viyana Kuşatması'ndan 2. Dünya Savaşı'na kadar zaman ve mekan labirentinde bir geziye çıkıyoruz Akın ile.
İnsanda tekrar tekrar dinleme isteği yaratan, keskin zekayla örülmüş hikayelerin birbiri ardına geldiği "Şimdi Daha Yakın" albümü mutlaka dinlenilmesi gereken bir çalışma.
EXORCIST THE BEGINNING :
İnsanoğlunun en sevdiği konular hep bilinmezler olmuştur. Bu nedenle büyüyle, şeytanlar ve cinler ile uğraşanların sayısı bilimle uğraşanlardan her zaman daha fazladır tarih içinde. Her ne kadar realist bir dönemde de yaşasak yine de ilgi çeken konulardır bunlar. Biz hem çekinir hem de bayılırız bunları anlatmaya, dinlemeye, okumaya ve tabii ki izlemeye. Mesela en küçük köylerde ya da en büyük metropollerde bile anlatılan hikayeler hep cin ve şeytan hikayeleridir. Yöresel ve dinsel farklılıklar içerse de bütün dünyanın aklı fikri bir türlü tam olarak bilinemediğinden hem korkulan hem de merak edilen insanüstü varlıklarda ve bunların insanoğlu ile ilişkilerindedir. Bu konulara talep tarih boyunca da süregelmiştir. Madem talep var tabii ki bunun da arzını dünyanın en büyük film üreticisinden, Hollywood'dan beklemek yanlış olmaz haliyle. 30 yılı aşkın süredir bir kült olma özelliğini sürdüren "Exorcist"in bir devam filmiyle karşılaşıyoruz şimdi de.
"Exorcist"in konusunu aslında herkes bilir ama yine de hatırlatmak da yarar var kanımca. Başlangıçtan önce var olan şeytan masum bir genç kızı ağına düşürüyor. Aile kızın durumundan endişe ediyor ve bir peder getiriyorlar. Peder de şeytan ile kıyasıya bir mücadeleye girişiyor. Ancak şeytan çok güçlü bir konumda ve bize akla hayale gelmez numaralar gösteriyor. Özellikle herkesin aklında kalan Linda Blair'in merdivenlerden iniş sahnesini sunuyor mesela...
Şimdiyse 30 yılı aşkın süredir her hatırlayanın tüylerini ürperten bu filmdeki olayların çok öncesine, kızın içindeki şeytanı çıkartmaya çalışan Peder Merrin'in gençlik yıllarına gidiyoruz. Bu filmde Merrin'in şeytanla daha önce de karşılaştığını öğreniyoruz. Kara Kıta Afrika'nın kalbinde, Kenya'da bir misyonerken Pazuzu adlı iblisle savaşını izliyoruz.
Bir klasik olan filmin devam filmi ilki kadar etkileyici olmasa da ilk filme hürmeten izlenebilecek bir yapım.
CARİSSİMA SEVGİLİM / MİNE G. KIRIKKANAT - DONATELLA PİATTİ :
Onlar iki başarılı, güzel ve akıllı kadın. Biri İtalyan öteki Türk. Biri İtalyan olmasına rağmen geldi bizim buralara, Kadıköy'e yerleşti ve neo-levanten olmayı tercih etti. Öteki ise Türk, ancak gitti Avrupa medeniyetinin en görkemli şehirlerinden Paris'e yerleşti ve Parisienne oldu. Biz birini Milliyet'te çıkan yemek yazılarından tanıdık ve benimsedik diğerini Radikal'deki muhteşem yorumlarıyla okuduk ve hayran olduk. Donatella Piatti ve Mine G. Kırıkkanat'tan bahsediyorum elbetteki. Bu iki kadın belki uzun yıllardan beri tanışmıyorlar. Yani arkadaşlıkları 20'li 30'lu yıllara dayanmıyor. Ancak aralarında öyle bir çekim var ki dostlukları büyüdü büyüdü ve bir kitap oldu en sonunda "Carissima Sevgilim".
Bu iki kadının da birbirine çok benzeyen yönleri olduğunu da unutmayalım. Öncelikle ikisi de en çok İstanbul'u sevdi. Biri ne kadar İtalya'yı özlediyse öteki de yeni vatanı bildiği Fransa'yı o kadar özledi ancak hiçbir yer, hiçbir şehir İstanbul'un yerini tutamadı onlar için. Onları ortak kılan bir diğer yönleri ise ikisinin de haksızlıklar karşısında susamayışları ve bunları yazılarına döküşleri. Bir de ikisinin birer erkek çocuk sahibi anne olarak benzerlikleri var tabii ki. Bunların yanı sıra ikisi de bu materyalist dünyada "parayı değil sevdayı seçmiş" durumdalar..
"Carissima Sevgilim" ağır dilli bir felsefe kitabı olarak raflarınızda yer almaya ya da üzerinde uzmanlaşılması gereken bir kaynak kitap olmaya aday değil. Ancak okuduğunuz en sıcak, en içten yazılmış mektuplardan oluşan, iki dostun aralarında sınırsızca paylaştıkları aşklarına, çocuklarına, acılarına ve sevinçlerine ayna tutan bir kitap olacağı kesin...
http://www.kmarsiv.com/cafe.asp
serdar@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 6 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
TATLI HAYAL
Zihnimin kıvrımlarında bu güzel hayal kıvrıldı, birdenbire...
Keşke sen ve ben sinema dünyasının en iyi aktörü ve aktrisi olsaydık! Akrtis olacaktım ama sevgim şu andaki gibi akıcı, yakıcı ama sert bir tabakayla örtülecekti. Sonra filmde birbirimizi bulacaktık.
Olağan hayatta birlikte olamayacağımızı ve duygularımı bu kadar dökemeyeceğimi bildiğim için filmde ben o rolü değil, tamamen kendimi oynayacaktım...
Sana sarılışım, bir oyuncunun rol gereği yaptığı yapay bir sarılmanın çok ötesinde olacaktı, duygularım, romantik iç döküşüm ve elbette acı çekişimde içten olacaktı. Hepsi bir filmde olacaktı, izleyenler çok beğenecek ve başarılı bulacaklardı...
Benim sana olan sevgimi, tutkumu bilmeyeceklerdi. Bende kendimi oynadığım ama görünende oynamadığım için buruk bir mutluluk duyacaktım. Hep gözlerimin önünden seninle dolu film karelerimizin bulunduğu sahneler geçecekti. Hem de defalarca...
Ben bıkmayacaktım onları düşünmekten! Seni öpüşüm, sana sarılışım, ayrılığımız, acı çekişim, senin saçlarının kıvrımlığı, biraz alay eden sözlerin... Hepsini defalerca düşünecektim. Beynim hiç yorulmayacaktı.
Bizimki aktör-aktris ilişkisi altında sen ve ben olacaktı. Filmde geçen aşk dolu cümleler benim kalbimden çıkıp geleceklerdi, bir suflörün ağzından değil!..
Bu filmi hiç sıkılmadan çevirip çevirip izleyecektim. Her izleyişimde daha bir tutkunu olacaktım. Çünkü en güzeli senin o filmde (ama aslında benimle) olman olacaktı.
Düşünsene; izleyenler aşkıma tanıklık edeceklerdi, ama yine de gerçeği bilmeyeceklerdi.
Gökçe Gerçek
<#><#><#><#><#><#><#>
Fotoğraf: Hülya Galitekin <#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 4.377 kahveciye doğru yola çıkmıştır.
Yukarı
|
Çocuğum Seni Doğuramam
Bir çocuk var düşlerimde Dudakları kuru içime dökülen koku
“abla açım! ! ! ”
Sesi kanatır kulakları
Çatlak ellerinden geçer sızılarım
Soğuk hava, çıplak ayakları
Dolaşır kendini bilmez duygularım.
Bir çocuk var düşlerimde
Ceplerinde en kıymetli hazinesi
Şekerleri...
İple çeker bayramın gelişini
Yeni giysilerinin sevincini
Neden olmasın
Senenin ya bir ya iki günü.
bir çocuk var düşlerimde
Yıpranmış
Bir kazak üzerinde
Elinde kirli bali poşeti
İzliyorum
Acıyla
Titreten zevkini
Umurunda değil hiçbir şey
Verilmesidir önemli olan ona
Biraz yiyecek, sigara ve para
çocuklar var düşlerime bile giremeyen
çocuklar var düş gibi hayat geçiren...
çocuğum seni doğuramam....
Fatma Kıran
Yukarı
|
Dondurma yerken düşünmeli değil mi?:-))
Yukarı
|
İşe Yarar Kısayollar - Şef Garson : Akın Ceylan Yamağı : Ayşe Nur Gedik |
Şimdi size tuvalet kullanmayı teknolojik olarak üniversitelerde öğretiyorlar desem, bana tabi ki inanmazsınız. Ama bakın elin oğlu öyle demiyor. Ekte verdiğim http://www.connectexpress.com/~holocaustart/images/toilet.jpg kısayolunda bu konuyla ilgili hazırlanmış olan dökümü görebilirsiniz. Hacet gidermenin bilgisayar teknolojisiyle ne ilgisi var diyenlere duyurulur.
Öyle bir fabrika düşünün ki eğlencelik resimlerden, oyunlara kadar bir çok kaynağı stoklarında tu tuyor. Üretiyor diyemiyorum; çünkü bazılarının kaynaklarını biliyorum. Siz yinede http://www.thejokefactory.org/ kısayoluna tıklamayı ihmal etmeyin.
Flash animasyon konusunda arşivleri zorlamaya devam ediyoruz. http://www.newgrounds.com/games/ kısayolunda flash oyunlarla ilgili bir arşiv bulacaksınız. Oynayın oynayabildiğiniz kadar.
Son model bir arabanın arkasında şöyle bir yazı okumuştum, "kıroyum ama para bende"... O zamanlar yaşım tutmadığı için ne demek istendiğini anlamamıştım. Size vereceğim yeni kısayol neredeyse böyle bişey. http://www.sedatabi.com/ Belden aşağı ve bol küfürlü esprilerin tercih edildiği ülkemizde, sedat abi gibi şahsiyetler dert babası sayılıyor. Madara olduğunuzu hissettiğiniz mevzuları, dert babası Sedat abiniz ile paylaşabilirsiniz.
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
Cobian Backup 6.0.0.200 [3248 KB] 98/2k/XP FREE
http://www.educ.umu.se/~cobian/programz/Cbu6Setup.exe
Bilgilerin çok önemli olduğu günümüzde onları sağlıklı saklamakta bir o kadar önemli. Bu program belirleyeceğiniz sürelerle bilgisayarınızın tümünü ya da herhangibir klasörünü istediğiniz bir yere yedekliyor. Bu bir başka klasör olabildiği gibi bir başka sürücü ya da network üzerindeki bir başka makina da olabilir. NT Servisi olarak çalışabilmesi de bir başka artı puan. İlgililere tavsiye olunur.
Yukarı
|
|
|
|
|
|