|
|
|
18 Kasım 2004 - Fincanın İçindekiler |
Editör'den : Bayram size uğradımı? |
Merhabalar,
Nereden, nasıl başlayacağıma bir türlü karar veremedim. Bayram deyip girsem konuya devamını "Bize bu sefer bayram uğramadı." diye getirmem daha doğru olur sanki. Topu topu 2 ev ziyareti, 5 el öpme, 4 el öptürme, takviyesiz cepten yeme derken geçti 3 gün işte. Ne çarpışan otoya binebildim, ne GORA'ya gidebildim. Ama azimliyim, gideceğim ve hatta burada size GORA anılarımı yazacağım. Evet ya yazacağım, neyim eksik benim diğer köşe kapmacılardan? 3 gündür hepsinin tek konusu GORA'nın Türk sosyal yaşamına getirdikleri ile götürdükleri. Dünya sanki onun çevresinde dönüyor. Etrafta olan bitenler sanki birer ayrıntı. Kı.ımızın dibinde kaynayan kazandan sular ne zaman üstümüze sıçrayacak merak eden yok. Bayramı ölümle kucak kucağa geçiren çocukların memleketi Irak'ta sular ne zaman durulacak? Olayı sadece bir Amerikan dangalaklığı olarak görmek ne kadar doğru? Felluce'de direnenler ne için direniyorlar? Özgürlük mücadelesi böyle mi olmalı? Ekmek parası uğruna çalışmaya gelen masum insanları kaçırıp, medyatik idam törenleri düzenlemek kurtuluş savaşı mı? Bölünmüş bir Irak'tan kimler ne çıkar sağlayacak? Caminin içindeki yaralı direnişçiyi Hakkın rahmetine kameraların önünde kavuşturan Amerikan askerini asmalı mı? Yoksa o da can korkusundan gözü dönmüş sıradan bir insan mı? Bu sorular etrafımızda dönüp dururken huzur içinde bayram geçirmekten söz etmek ne haddimize. Herşeyi bir kenara bırakıp Antalya'ya gidenler rögar kuyularına düşüp ölürken, bayram trafiğinde Amerikalıların Felluce de verdiği zaiyatın 2 misli kurban verirken, dellenip sağa sola kurşun yağdıranlar, şakağında silah Taksim'de salınanlar almış başını gitmişken huzurlu olmak bize yakışır mı? Üstüne bir de adı büyük kendi küçük TMSF holdingin sekiz sütuna manşet komedisini seyredince al sana bayram üstü dondurmalı keşkül. "Bir sene önce el koyduğu çiftlik basılıp yükte hafif pahada ağır ne varsa alınınca aklı başına gelenler, misafir odalarında buldukları kameralarla gazetecilere gülümsediler." habere bak habere!.. Bakın tam şuraya yazıyorum, günü geldiğinde Cem dediydi dersiniz. Bu holdingin kokusu bir çıkacak pir çıkacak. Birkaç yıl içinde şu anda yetkili olanların mahkeme mahkeme dolaşıp dert anlatmaya çalıştıklarına şahit olacağız. Ama bizim şahitliğimiz para etmeyecek.
İnsan olgun bir yaşa ulaşınca doğum günleri de maziye karışmalı. En azından ben bunun doğru olduğunu düşünüyorum. Şimdi kalkıp bugün benim doğum günüm diyeceğim hemen kaç yaşına girdin ihtiyar diye soracaksınız biliyorum. Oysa biz hep şunu bilir, şunu çalar söyleriz; insan hissettiği yaştadır, önemli olan takvim yaşı değil akıl ve gönül yaşıdır.(Bah bahbahhh) Ben de kendimi otuzlu yaşların başı ile sonu arasında biryerlerde sayıyorum. Ve oraya parkettim kaldım var mı ötesi? İnternet çıktı çıkalı yaş mahremiyetinin içine edildi. Bir kere yanılıp şaşırıp biryerlere yazdıysanız, ki yazdık, ayvayı yediniz. Millet yıldız haritanıza kadar biliyor, kurtuluşunuz yok. Sessiz sedasız günü geçirelim derken sağolsun arkadaşlarım bir hafta öncesinden kutlama törenine başladılar. Şu anda yarın başıma gelecekleri düşünüp soğuk terler döküyorum biliyor musunuz? Sabahın köründe annem arayacak, "Oğlum ellinci yaşın kutlu olsun." "Yok devenin kulağı anacım, ben elliysem sen kaçsın hesap ettinmi?" " Uyyy ben onu düşünmemiştim, sen otuzbeşe mi girmiştin Cemoşcum?". Ardından babam, "Ne büyük mutluluk bu böyle oğlum, kırk küsur (küsuratı sormak yok) sene önce ayağını reçele batırıp yaladığım bebek şimdi koca adam." "Ööööğğyykkk". Duyanda ilgiden sıkılıyorum sanacak, olur mu öyle şey, bu insanın doğasına aykırı. Bu sütunda doğum günümden bahsetmek istemezdim ama şartlar bunu yapmaya zorladı, üzgünüm:-)) Ben peşin peşin teşekkür edip iyi dileklerinizi zamanı geldiğinde kullanmak üzere yüreğimin bir köşesine koyayım. İyiki doğmuşum be, iyiki doğmuşum iyiki de şu Kahve Molası'nı akıl etmişim. Aklımı seveyim aklımııııı!....
Bugünkü şarkıyı kendim için çalıyorum izninizle, Styx çalıp çığırıyor, Boat on the river. Hepinize az yağışlı güzel bir gün diliyor ve huzurlarınızdan ayrılıyorum. Hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
Brezilya'lı Kahveci : Nuri Merzi |
Gördüğüm Göllere İlişkin bir Envanter Çalışması
Ben de bir yerlere gitmişimdir diye aklımdan geçti. Söyleyecek öyle veya böyle sözü olan yerlere; mesela, göllere, dedim. İlk aklıma gelen Beyşehir Gölü'ydü. Hep suları toplayan ama şöyle göğsünü gere gere değil de sanki şekilsel olarak bir regülatör aracılığıyla Konya Ovası'na yollayan Beyşehir Gölü; gönderir de ne olur, Konya Ovası yavaş yavaş emer söylediklerini Göl'ün, geriye kala kala belki Hotamış'ın bataklığı kalır. Mırıltılar homurdanmalara dönüşür, sonra hiçbir şey. Bir iz kalmaz geriye. Geri kalan sularını kimin kimsenin tam olarak çıkaramadığı bir biçimde, içindeki düdenler aracılığıyla, yeraltından Akdeniz'e gönderir, Manavgat'a (Side), Köprüçay'a (Aspendos), belki Aksu'ya (Perge) bile. Gerçi ben Beyşehir Gölü'ne bambaşka nedenlerle gitmiştim; güzelliğinin tadını çıkarmak için, evet. Ama söylediklerinden hiç hoşlanmadım. Ya bir görev yapar gibi davranıyor, konuşuyor ya da içinden içinden başka yerlere sesleniyordu. Özü sözü bir değildi. Hele göründüğü gibi hiç değildi. Zindan Deresi aracılığıyla kilometrelerce ötede Köprüçay'a gönderdiği o cam göbeği suları gördükten sonra, Beyşehir, birinden gizli gizli bir intikam alıyor, dedim. Ama herşey bir kenara, Göl'ün kenarındaki Sultan Alaeddin Keykubat'ın Sultanabat Sarayı'nın (harabeler), neredeyse, içinden geçen derenin kenarında bir çay içmeğe (termosumun içinde götürdüğüm) her zaman giderim. Ama bir türlü olmuyor, denk düşmüyor; aslında, Ankara'dan Side'ye, Manavgat'a, Belek'e, Antalya'ya giderken neredeyse yolun üstünde.
Tuz Gölü'ne de gittim. Kaldırım Tuzlası'nı (Şerefli Koçhisar'ın hemen yanı) görmeğe. Göl'ün içindeki, Romalılar'dan kalan sütunları, Göl'ün o günkü seviyesine bağlı olarak belki görebilirsiniz. Geçmişe yönelik bir seyahatti yani. Vardığımda o tuz tepelerini görünce sanki üşüdüm, yazın ortasındaydık, ama sanki bir kar manzarasıydı beni karşılayan. Yanılsamam geçince, canımın acıdığını sandım bu kez; görüntü yakıyordu. Tuzla buz arasında bir süre geçirdim Tuz Gölü'nde. Çok zorladım kendimi ama fazla kalamadım orada. Buza da tuza da dayanırım. Ama o geçişler yok mu. Çok acı vericiydi. Ama yine de Kaldırım Tuzlası'na, meraklı biri çıksa her zaman gitmek isterim, Roma sütunlarını göstermek için. Niye. Ankara'nın aynı zamanda bir Roma şehri olduğunu göstermek için. Öyleyse bile, bunun için ta oraya gitmek gerek mi. Evet. Ama yine de pek ikna edici olmuyor. Bir de şunu deneyelim. Yanı başından geçen Adana yolundan hergün binlerce kişi gelir geçer, hepsine birşeyler çağrıştırır Göl, ama biri bile durup yanına gidip tek laf etmez canı gönülden Göl'e. Uzaktan uzaktan seslenirler ona. Ben isterim ki, tarihe meraklı birine yakından göstereyim Tuz Gölü'nü. Onunla konuşsun. Niye. Bir borç mu. Evetse neyin borcu. Tam öyle de değil galiba.
Beyşehir'i öyle aman aman özlemem. Ama Tuz Gölü'nü özlerim. Acı veren bir yeri neden özlerim. Acı çektikçe, hayatı yaşadığımın farkına vardığım için olabilir. Acı çekmiş olduğum zamanları memnuniyetle hatırlarım, iyi ki bu acıları çekmişim, derim. Ama acı çekeceğimi bildiğim işlere girmem. Bu işler bilmekle mi; tabii ki hayır. Ama işte böyle. Acı çekmediğim zamanlar yaşadığımın farkına varmam. Zaman ne hızla geçer insan memnunken. Zamanı dondurmak mümkün olmadığına göre zamanı öyle hızla tüketmemek için geriye acı çekmek mi kalıyor. Ama dedim ya, bile bile de acı çekmeğe gitmem. Ama, özlemek, iyi bir kelime.
Tuz Gölü'ne ve onun kapalı havzasına düşen yağmur damlaları orada öylece kalıyorlar, dışarı çıkıp denize ulaşamıyorlar (tek şansları buharlaşıp bir daha denemek). Lakin şöyle sıradan bir fiziki haritaya ama dikkatlice bakarsanız, Tuz Gölü havzası ile komşu Kızılırmak havzası arasındaki doğal sınırın nisbeten alçak olduğunu farkedersiniz. Yani alçak dediysem herhalde bir yüz, yüzelli metre vardır (belki de değildir bile). Bunu farkettiğim zaman biraz sevindim. Önümüzdeki onbin mi desem ellibin mi desem yoksa çok daha fazla yıl mı sonra, bu iki havza arasındaki sınır, erozyon sonucu ortadan kalkarsa, Tuz Gölü havzası yanı başında daha alçak olan Kızılırmak havzasına (nehrine) sularını boşaltmaya başlayacak ve dolayısıyla acılığı azalacak belki de ortadan kalkacak. Düşünüyorum da tam öyle değil. Çünkü Tuz Gölü'nün acılığı içindeki tuz yataklarından geliyor. Tuz Gölü öyle sıradan, ayağı olmayan bir göl değil; o acılığını, havzası Kızılırmak'a bağlansa bile sürdürücek, hatta Kızılırmak'ın tadını etkileyebilecek.
Tuz Gölü, gördüklerim arasında eşsizdir; diğerlerinin ise öyle veya böyle benzerlerini görmüşümdür. Beyşehir'in, huyu açısında benzeri olan Eğirdir Gölü'ne, sanırım bir keresinde, Beyşehir üzerinden dönerken, o da yolu uzatarak, gitmiştim. Gitmiştim biraz fazla, uğramıştım. Denizi sevenlerin, eh işte, idare edebilecekleri, bir göl Eğirdir (dış görünüş açısından). İlla da tuzlu olsun derseniz o zaman denize gidin derim. Suyu tatlıdır Eğirdir'in ama Göl içten pazarlıklıdır; ve ipliği pazara çıkmıştır; düdenleri aracılığıyla Aksu'ya gönderdiği sular yeraltı mağaralarını aşındıra aşındıra tepelerini tümden çökertmiştir. Eğirdir Gölü'nün güneyinden çıkan sular artık ayan beyan aşağı gider (Kovada Suyu ile). Çok güzeldir Eğirdir ama ona da öyle bir düşkünlüğüm pek olmadı.
Acı gölleri daha çok severim ama, sadece, kapalı havza gölleri oldukları için acı olan gölleri kastediyorum: işte Burdur Gölü. Pek söylenmez Burdur Gölü, neredeyse hep içine atar; onun için acıdır, tüm havzasının acılığıdır bu, binlerce yılın getirdiği bir acılıktır. Öyle bir acılıktır ki tadıp da karar vereceğiniz değil bilip takdir edeceğiniz bir acılıktır bu; yok illa duyular derseniz, görüp hoşlanacağınız bir acılıktır bu, her başka havadaki farklı rengiyle dolaylı olarak farkedebileceğiniz bir acılık. Ancak, Burdur Gölü'nün bir sırdaşı vardır (sadece bir tane, sadece ona dert yanar, eh böyleyse olur, kabul edilebilir bir şey): Acı Tuz Gölü. Niye diyeceksiniz. Burdur Gölü'nün kuzeyindeki Söğüt Dağı'nın hemen arkasındadır Acı Tuz Gölü. Burdur Gölü hemen herşeyi içine atar da, artık dayanamayacaklarını düdenleri aracılığıyla, Dazkırı yakınlarındaki Acı Tuz Gölü'ne gönderir; Söğüt Dağı'nın kuzey yamacındaki pınarların acı oluşu bundandır; bu pınarlar Acı Tuz Gölü'ne akar. Yağışlı havalarda etrafına taşar zarar verir, ekinler de bundan çok zarar görür. Zamanında, Göl'ün bu kadar çile çekmesini engellemek için hemen yanı başındaki Menderes'e bağlanması bile düşünülmüş (bir açık kanalla belli bir kazı çalışması yapılarak); böylece Göl'ün su seviyesi düşürülebilecek ve tuzdan zarar gören yerler azaltılabilecekti. Acı Tuz Gölü'nün beslenme havzası oldukça küçüktür yani, yağmurla beslenebilmesi çok zordur. Belki Söğüt Dağı'ndan kıvrılarak gelen Karanlık Deresi biraz katkıda bulunur. Göl'ü esas besleyen Burdur'un dayanamayıp gönderdiği acı sulardır. Acı Tuz'un binlerce yıldır sürdüğü hayat bu acı sözleri dinleyerek geçmiştir. Kolay iş değil. Bütün dünyayı ve zamanı sadece bir kişiden duyup işiterek yaşamak. Bana kötü şaka gibi gelen bir şey de şu: Bunca acılığı temizlemek için sanki, kıyıda tuz çıkarılan bir yer var, tuzlamsı bir yer. Ha bir de bakın ne var: Burdur'un kendisi sevilebilir bir göl ama Acı Tuz değil, sağı solu hep kuru. Burdur yazık etmiş Acı Tuz'a. Ama bu suları da gönderemese, Burdur, bu kez, kendi kekremsi bir şey olacaktı.
Karacabey yakınlarındaki, Apolyont (Ulubat) Gölü, hayatı, akışına bırakıp yaşayan bir göldür. O da belki söylenir (denize dökülen bir suya bir ayağı vardır) dolayısıyla suyu tatlıdır, için için kendini yemez çünkü. Onun derdi, hızla çamurla doluyor olmasıdır. Dışardan bakınca, bunu hiç farkedemezsiniz. Kirmasti Çayı gayet büyük bir havzanın sularını, çamuruyla birlikte Apolyont'a boşaltır, Gölün ortalama derinliği günümüzde 3-4 metre filandır, sığ bir göldür yani Apolyont. Ankara'dan Kuzey Ege'ye giderken, yanından geçersiniz. Uzaktan güzelliğine aldanıp yanına gidersiniz. Bir balık yiyecek bir zaman geçene kadar o sığlığı farkedersiniz. Yakında (on bin yılı bulmaz herhalde ama yine de bilenlere sormak lazım) Apolyont dolmuş ve bir bataklığa dönüşmüş olacak. Kötü bir hayat sürüyor çünkü (bir başka seçeneği yok), çamurlu sularla besleniyor; bir benzeri Ankara'daki Mogan Gölü değil mi.
Hiç dırdır etmeyen bir göldür Konya ile Aksaray arasındaki Obruk Gölü. Obruk, zaman zaman büyük bir basınç altında akan ama işte tam da bu basınç sayesinde, zayıf bulduğu yerde yeraltı mağarasını/borusunu delip yüzeye çıkmış suların oluşturduğu bir göldür. Tarihi bir harabenin hemen yanında yaklaşık 50 metre çapında, yüzeyden yine yaklaşık 10 metre aşağıda daire şeklinde (ölçülmüş biçilmiş bir daire sanki) bir göldür: ne mırıldanma, ne çamurlanma, ne bir homurtu, ne bir şımarıklık, ne hile, ne desise, ne bir ima, öyle sessizce durur Obruk Gölü. Ama ölü hiç değildir, alttan alta akar; akan suyun basıncının ölçüldüğü bir yerdir sanki. Su başka bir gölden gelmez. Çevrenin, karstik yapısından dolayı, hemen toprağa sızan yağmur suyunun, yeraltında aşındırdığı kireçtaşı kayalarının arasından akarken nefes aldığı bir yerdir Obruk; suyun yolculuğu aşağıya doğru devam eder sonra. Bütün bu durgunluğun altında bir hayat vardır; içinde fırtınalar eser, öyle biridir Obruk. Ama dışarıdan bakınca hiç belli olmaz. Harabelerin hemen yanı başına çökmüş ve gölü seyreden çoban (koyunları hemen yanındadır) manzarayı tamamlamaktadır. Gölün kendinden başka hiçbir şeye ihtiyacı yoktur ama ben Obruk'u böyle hatırlıyorum. Bir daha hiç gitmedim.
Karapınar'ın Krater Gölü adı üstünde bir yanardağın ağzında oluşmuştur. Bu tuhaf göl, tuhaf diyorum çünkü, hiç de öyle yanardağa (hatta dağa) benzemeyen bir dağın ağzında oluşmuştur; gölün bulunduğu yere hafif bir rampa izlenerek çıkılır; Karapınar Konya yolunun hemen yanı başındadır. Bir uyaran olmasa, etrafta göl filan olduğunu söyleyen çıkmasa (tabii dağ filan olduğunu da) çıkaramazsınız; bu da böyle bir yanardağ işte, bu da böyle bir krater gölü işte. Van'a uçakla giderken gördüğüm Nemrut Gölü nerde bu nerde. Ama olsun bu da benim krater gölüm. Bir km çapı vardır, su yüzeyi tepeden 50 m kadar aşağıdadır, gölün derinliği 80 m civarındadır. Yeraltı suyuyla beslenir. Yüzey havzalarıyla değil de bir yeraltı havzasıyla beslenir bu göl; göbek adı Acı'dır; çünkü gideri yoktur. Öyle durur, ne deseniz kabulüdür, ama ona sadece güzel şeyler söyleyebilirsiniz. Sadece güzel olduğu için değil kaderini de kabullendiği için. Dert yanacağım bir şey çıktığında giderim, ama kıyamam, onu görürüm, hoş şeyler söyleyip dönerim hep. Krater gölü, sağına soluna bir şey eklenmemiş (göbek adı hariç) sadece kendi olan bir göl; ne bir tarihi eser, ne bir tuzla, ne bir süs ne bir şey. Ona baktığınızda sadece onu görüyorsunuz. Kimse ondan bir şey yapmayı becerememiş, başka bir kılığa sokamamış. Onu sadece zihninizde dönüştürebilirsiniz, evet zihni canlı tutan bir yer.
Benim göllerim bu kadar değildir; daha niceleri var, zaman olursa onlardan da bahsederim, her neyse. Diyeceğim şu ki, bütün bu bahsettiğim göller ve benzerleri hemen yanı başımızda. Ankara'dan Antalya'ya mı, İzmir'e mi, Konya'ya Adana'ya mı gideceksiniz (veya oralardan başka büyük şehirlere). Onları görürsünüz. Sokağa çıktınız mı rastladıklarınızdandır onlar, biri ikisi dışında sıradandırlar. Ancak onlara gitmek gerekir, size gelmezler. Vardır böyleleri değil mi, ama giderseniz huylarınca sizinle konuşurlar, dinlerler, sizi oyalarlar, derdinize derman olurlar, olmaya çalışırlar, samimidirler, değildirler, en azından saat onların yanında durur. Sonra pişman olursunuz, olmazsınız; başka hayatlardan haberiniz olur. Alt tarafı birer göldürler. Diğer göllerim kıyıda bucakta, tabiatın en ücra yerlerindedir; onları ben keşfettim. Her birinin huyu suyu acı tatlı, ama bin yıllardır işte öyle yaşıyorlar. Onları görmeğe pek giden olmaz. Çirkin oldukları için mi. Hayır. Mücadele etmek gerekir, hem gidebilmek, ulaşabilmek hem de yanlarında kalmak için, dayanmak için. Ama yaşadığınızı anlarsınız, acı çekmiş olduğunuzu hiç farketmeden (bu da mümkündür). Sadece başka birer hayat değildirler. Bir başka yazıda onlardan söz etmek isterim. Adlarını vermeden.
Nuri Merzi
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 7 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Cemreler Düşerken : Zeycan Irmak |
Gizli Özne...
Biliyorum yoksun. Aklım sende. Durup durup seni düşünüyorum. Neden? Hoşuma gidiyorsun da ondan. Seni düşünmek de, seni yaşamak kadar yakıcı, çekici, kuş tüyü hafifliğinde....
Hayalimde; dağınık bırakıp acele çıkmak zorunda kaldığın masana gidiyorum. Bizim, buluşma noktamıza. Oraya buraya kırk çiçekleri gibi yayılmış prost-it'ler, ince bir el yazısıyla ajandaya düşülmüş toplantı notları, bir dolmakalem. Parmaklarım dolmakaleme dokunuyor. Bu devirde, hala, kaldı mı ki, has mürekkebi içine alan dolmakalem kullanan? Demek benim gibi çağı biraz ileri ama bir o kadar da geride yaşayan biri varmış... helal sana be...
İçimde tuhaf bir hüzün var. Sen o hüzünlü yüzü hep gördün. Ne garip değil mi? Halbuki bunu çok az insan fark eder. Sen yakaladın. Nereden yola çıktın? Yoksa? Fotoğraflarda mı aradın kendindekine benzeyeni? Sahi, hüzünlü bakışlarımız ne kadar yakın durur acaba birbirine, ne kadar ben-sen, sen de ben olabiliriz ki? İklimlerimiz bile farklı. Sen tropikal bir meyve lezzetindesin. (Tanrım, o gözlerinin ışıltısında yıkanabilmek için neler vermezdim...) Bense buz dağlarının efendisi gibiyim. Soğuk, sert ve dayanıklı. Olası tüm fırtına ve boranlara karşı korunaklı...
Hüzünlü çocuk bakışlarımla yutkunuyorum, masum, kabahat işlemiş de özür diler gibi ürkek. Odana gizlice girdim, çok mu kızacaksın bana? Hiçbir şey karıştırmadım inan? Aslında hiç rahat durmam ama bu kez,sana kıyamadım... dudaklarım büküldü, ha ağladı ha gülecek. Sana bağlı...
Kızma ne olur. Seni bunca sevmem yalan değildi. Ben hiç yalan söylemeyi beceremedim ki. Rüyamda hep yüzünü görüyorum. Beyaz bir ten, açık kumral saçlar, ince zarif bir burun ve kalemle çizilmiş gibi dudaklar, bembeyaz dişlerinle gülümsüyorsun. Bu benim hayalimdeki yüz elbette. Gerçeğini ise inan merak etmiyorum. Ve gözlerin... tatlım, eğilip eğilip öpsem seni, başını dizlerime yatırıp seyretsem, hiç usanmam...
Bütün bunları niye yazdığımı bile bilmiyorum. Yokluğunun yarattığı boşluk değil de, açık alanlarda volta atmak diyelim. Sen yokken haylaz çocuk serseriliğim o alanlarda gezinip yaramazlık yapmaya bayılıyor. Ne yapayım, sende beni bu kadar boş bırakmasaydın güzelim. Arayıp sormazsan, "minik kuşum hangi dala gizlenmiş bakayım?" demezsen, bende böyle yazarım işte. Özgürlüğümü doyumsuzca hissettiğim kelimelerim ve imgemle yazarım. Kime ne?...
Şakaklarımda inanılmaz bir ağırlık var nedense ve atan bir damarın homurtusunu sabah beri susturamıyorum. Seni özledim, derken inan bana. Bu seni gerçekten özlediğimin ifadesidir.
Sana âşık değilim. Biliyorum, sende bana değilsin. Biz; sanırım biraz geç kalmış olmanın kekre tadıyla seviyoruz birbirimizi.. Yetmez mi? Bence fazla bile...
Seni Seviyorum. Varlığını içimde duyumsadığım ilk andan beri. Bu çok keyif verici. Çılgınca. Lise çağında, bıyıkları henüz terlemiş bir delikanlının kanı, damarlarımda dolaşan. Senin durgunluğuna tezat bir devinim bendeki. Halbuki tam tersi sayılır. Sürekli yer değiştiren sen, masasının başında neredeyse kıpırdamadan oturan ve "bir haber" bekleyen benim...
Hiç şikayetçi değilim. Varlığını her koşulda kanıksamış biri olarak, var olduğunu bilmek bile yetiyor ve inanılmaz güzel... sen... çok güzelsin meleğim...
Bu yazıyı sensiz geçirdiğim o diğer gecelerimin birinde yazıyorum. Kim bilir belki bir gün bir yerde, satır aralarında kendine rastlarsın. Mutlu olur musun? Yoksa ben ağlamaya mı hazırlanayım... ;)
Şimdilik hoşçakal....
Zeycan Irmak
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 7 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
ŞURALARDAN BURALARDAN : Oğuzkan Bölükbaşı |
ÇORBA
Önemli bir konu, İbrahim Tatlıses ve Asena kavgası. Ülkemizin örnek insanı, İmparator Tatlıses televizyonlardan ilan etti ki bir kadının kendi ile ilgili kararları verme hakkı yoktur. O ülkeye mal olmuş yüce sanatçı, örnek insan kendini başarı öyküsü olarak topluma sunan TV kanallarında her kurala meydan okurcasına kükredi. Toplumsal sorumluluğun ne demek olduğundan zerre nasibini almamış Türk medyası , reyting manyakları yani, yarattıkları Frankenstein'ların bir şeyleri nasıl yok ettiklerini gördükçe hicap duyuyorlar mı acaba? Kesinlikle duymuyorlar emin olun.
TV kanallarının RTÜK kurallarına aykırı davrandıklarında verilen ceza çok komik. Belgesel yayınlama zorunluluğu. Belgeseli ceza olarak tanımlayan bir mantıkla nereye varılır bilmiyorum ama, gerçekten yayımlanan belgeseller de ceza gibi. Bu durumda İbrahim Talıses, Bayhan, ve her gün iki üç kanalda ağlak zırlak kadınların erkeklerin karılarının kocalarının kendilerini nasıl aldattıklarını anlatmaları bilgi ve görgüden daha fazla seyirci topluyor. Zarafet bir yerlere saklandı ama nerede bilemiyoruz.
Trafik canavarı diye bir terim var. Ben buna karşıyım. Niye derseniz, çünkü canavar bizde olumlu bir sıfattır. "Canavar gibi adam" dediğinizde bu bir övgüdür. O nedenle önerim tarfik canavarı yerine "Trafik Yaratığı Olmayın" yazılarının her yere asılması. Geçenlerde böyle bir yaratık bir ODTÜ profesörünü çarparak öldürdü. Üzüldük ama değişen bir şey yok, gece gündüz sağınızdan solunuzdan geçen onlarca yaratığı gördükçe korkunuz giderek artıyor.
Bu yaratıklar ya minibüs kullanıyorlar, ya kamyon veya baba parası ile alınmış son model araba. Hele o öğrenci taşıyan yaratıklar inanılmaz bir şekilde hız yaparak trafik kurallarını ihlal ediyorlar. Birde daracık yollarda sollama yapan toplu taşım otobüsleri. Yaratıklar sadece araba sürerken değil, park ederken de aynı ihlali yapıyorlar. Ana yolda üç sıra park edilmiş, flaşörleri yanan arabalar. Dörtlü lambalar yanınca her yere park edilebilir diye kural mı var acaba benim bilmediğim? İki adım yürümekten erinen bir araba sahipleri toplumumuz var, mutlaka alış veriş yapacağı dükkan önüne park edecekler. Bu yaratık takımı genelde yengeç yürüyüşlü, arabadan inince afili bir hareketle kapıları uzaktan kilitleyen tipler. İnsan görünüşlü, prehistorik kafalı bu yaratıkları sakın uyarmayın, çünkü dilleri henüz çözülemedi, o nedenle anlaşma imkanınız yok.
Avrupa birliği konusundaki tartışmaları izliyor musunuz? Nasıl komik değil mi? Siyah ve beyaz bir dünyamız var, gri bölgede kimseler yok, varsa da gören yok. Bir kısım insan AB bizi bölecek derken, diğer bir kısım abad edecek diyor. Bunlar fizik ve matematik ve termodinamik bilmiyor. Yoktan var, vardan yok olmaz. Etki tepki biri birine eşittir. Kayıp olmadan bir enerjiyi yüzde yüz verimle kullanamazsın.duran cisimler durmak, hareket eden cisimler hareketini sürdürmek ister. Bu evrensel kavramlar, toplumsal ve ikili ilişkilerde de geçerlidir. Milli eğitim bakanlığı ve YÖK'e önerim, tüm bilim dallarında Fizik, Matematik zorunlu ders haline gelmelidir. Bir düşüncenin Fizik, Matematik ve Tabiatta cevabı yoksa düşünce yanlıştır bana göre.
Başbakanımız uluslar arası bir alım anlaşması imzalıyor. Biz müşteriyiz müşteri memnuniyeti ve müşteri isteklerinin doğru algılanması kavramları güncel kalite kavramlarıdır. Biz müşteri olarak anlaşma imzalamaya satıcının ayağına gidiyoruz. Olur mu böyle şey. Sonra sayın Başbakan anlaşmaya karşılık pay ister gibi başbakanlığa uçak istiyor olmayınca arabaya fit oluyor. Bu ne mesajdır yahu. Benim memurum işini bilir mesajından daha açık net bir mesaj bu, olmaz böyle şey. Tüccar olmak ve devlet adamı olmak böyle iç içe olmalı mı? Bize öğretilenler külliyen yanlış mı? Kendine almıyor ya, devlete alıyor diyebilirsiniz, benim devletim komisyonla çalışmamalı.
Yaşam sürüyor, ya seyirci ya oyuncu olacağız. Oyuncu olmak kolay değil, seyirci olmak düşünen kafa için hiç kolay değil. İki arada bir derede kaldık o yüzden.
Sevgiyle kalın
Oğuzkan Bölükbaşı
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 7 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
GAZETECİ OLAMADIM AMA...
Hani küçük çocuklara sorarlar ya "Büyüyünce ne olmak istiyorsun" diye, hani birçok çocuk da işin zorluklarından bihaber sıralarlar ya "doktor, öğretmen, hemşire, şarkıcı..." işte ben o yaşlardayken ne olmak istiyordum dersiniz ? Televizyona çıkıp insanlara küçük küçük bilgiler, tavsiyeler vermek ! Evet, bunun meslek olarak adı ne bilmiyorum ama çok küçükken TRT'de yayınlanan ve her saniyesini acayip bir dikkatle izlediğim bir programı hatırlıyorum. Bahsettiğim program bundan en yakın ihtimalle 22 yıl kadar önce yayınlandığı için ne programın adını ne de sunan bayanın adını hatırlıyorum inanın.
Evet bu zayıf, orta yaşın üzerinde, öğretmen gibi giyinen, zarif bayan elinde küçük kağıtlar tutar, oraya yazdıklarını seyirciyle paylaşırdı, bilgiler aktarırdı. İşte o zamanlar, yani yaşıtlarımın ellerine saç fırçası alarak şarkı söyledikleri ya da ellerindeki çubuklarla ameliyat yapmaya çalıştıkları zamanlarda ben ya bahçede çamurdan çaydanlıklar, tabaklar vs. yapmaya çalışırdım ya da ve çoğunlukla bir kağıdı dörde böler, her parçaya televizyonda izlediğim o kadının anlattıklarından aklımda kalanları yazar sonra ev halkını karşıma oturtur onlara yazdıklarımı anlatırdım. Ev halkı bundan ne kadar hoşlanırdı bilemiyorum ama eminim annem kanepelerin üzerine tırmanıp aşağı atlamaktan zevk alan ve "sen düz duvara bile tırmanıyorsun, çok yaramazsın" dediği bu çocuğunun ellerinde çamurdan çaydanlıklarla eve girmesindense uslu uslu oturup öğrendiği üç beş bilgiyi diğer insanlara da anlatmaya çalışmasından memnundu diye tahmin ediyorum.
Bu çamurdan çanak çömlek yapma merakımın yerini daha sonra kalıplar yardımıyla alçıdan küçük hayvancıklar yapmak aldı, belki seramik sanatçısı olacaktım zamanla bilemiyorum ama sonra arkadaşlarla arka bahçelerde piyesler, oyunlar düzenlemeye başladık, evden toparladığımız abuk sabuk kıyafetler kostümlerimizdi, biz de tiyatro sanatçısı ! Yani sanatı bir yerinden yakalayacaktım biliyorum !
Körebe, saklambaç, ip atlama oyunlarındansa bu tip "sanatsal faaliyetler"e girişmem ailemin de dikkatini çekmiş olacak ki bari bu kız müziğe de bulaşsın dediler ve bana mandolin aldılar, e tabi flüt keser mi benim gibi sanat ateşiyle yanan bir çocuğu, tutuşturdular elime mandolini (emin olun benim "mandolin istiyorum, mandolin istiyoruuuuum" diye ağlayarak haykırmalarımın bunda hiçbir etkisi olmadı!)
Neyse, ben aldım sazımı (mandolinimi yani ki hatırlamıyorum ama eminim o yıllarda mandolini doğru dürüst telaffuz edebildiğimi bile sanmıyorum) düştüm bayramların, şenliklerin yoluna... çaldım çaldım söyledim... Ama yaş da ilerliyor tabi, alçıdan çizgi film kahramanları yaratmak ya da mandolinle yetinmek olmuyor bir yerden sonra, olmadı da ! Bu sefer gitar aldılar bana, gitarla çalabildiğim yegane parça ise "süt içtim dilim yandı amanın amanın" oldu ki notaları çok basitti, la si do re do re re re do re re re do si şeklinde...baktım gitar bana fazla ama bir şey de yapmak lazım müzik sevgisiyle, şarkı sözleri yazmaya, besteler yapmaya başladım. Sonra şiirler yazdım daha sonra da öyküler... Ve anladım ki ben yazmalıydım! İyi yazmayabilirdim, belki hiç yazamayabilirdim ama yazmalıydım işte veeee kararımı verdim, gazeteci olacaktım !
Sene 1994 Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümünü'ne adım attım, Allahım o nasıl bir mutluluktur, o nasıl bir gururdur, işte ait olduğum yerdeyim. Ellerinde kameralarla okula girenler, fotograf makineleriyle dolaşan öğrenciler, bir koşuşturmaca bir hareket ve aralarında mutlu maymun gibi dolaşan ben! Her ne kadar İzmir'den İstanbul'a gelerek ailemden uzağa düşmek beni yaralasa da ben hayalimin izindeyim ya mutluyum işte.
İlk sene berbat ağır dersler, herşey sıkıcı, buhran geçirmek üzereyim, maliyet, bütçe, istatistik, anayasa hukuku, basın yayın tarihi, sınav zamanları bileklerimi kesme isteği, kafein komaları ! Ama sonra hayat pek bi renklendi, akademisyenlerin yanında Güngör Uras, Fatih Altaylı, Mete Akyol, Feridun Hürel gibi isimler bize ders vermeye başladı, ben okulun haber ajansı MİHA'da (Marmara Üniversitesi Haber Ajansı) muhabirlik yapmaya başladım, gazetelerde yazılarım çıkmaya başladı. Nasıl mutluyum nasıl mutluyum sormayın gitsin.
Bu ajans deneyimi bir sene sürdü, sonra geçirdiğim bazı hastalıklar ve hazırlamam gereken araştırma projesi nedeniyle uzak düştüm, ayrıldım ajanstan. Ama şunu belirtmek isterim ki MİHA okul içinde bir okuldu, başımızda yazı işerinden sorumlu Kayıhan GÜVEN hayran olunası bir insandı, kıymetini her geçen gün daha iyi anlıyorum. MİHA muhabirlerinin yazılarından oluşan ilk kitap "Sevgimiz Özgürlüğümüzdür" zevkle okuyacağınız yazılardan oluşuyor, şiddetle tavsiye ederim, tabi bu kitapları diğerleri de izledi. Hayatımın en güzel deneyimlerinden biriydi MİHA. Televizyonu başka bir gözle izlememi, gazeteleri başka bir gözle okumamı sağladı diyebilirim.
Gelin görün ki elimde olmayan sebeplerden dolayı İzmir'e döndüm ve küçüklüğümden beri başlayan el attığım her işi yarım bırakma durumu burada da kendisini gösterdi, yazıdan uzaklaştım ve alakasız bir yerde işe girdim, şimdi de başka bir alakasız yerdeyim ama içimden bir ses çok uzun sürmeyeceğini söylüyor, bunu nereden mi anladım ? Bu alakasız yerlerden ilki sırasında bir şiir kitabı hazırladım ( bu kitabın acıklı öyküsünü bir başka yazıda anlatacağım ) kitap çıktı, internetteki bazı sitelerde şiirlerimi okuyan pek çok insandan çok iyi tepkiler aldım, sonra baktım ki ben haaaaalaa yazıyorum. Şu an bir öykü kitabı üzerinde kafayı sıyırmak üzereyim ama bir gün bitecek biliyorum, bu sefer bitecek!
Birkaç gün önce sabah 7'ye doğru mutfakta elimde bir fincan kahveyle (kesinlikle mis kokulu bir kahveydi, sütlü ve şekersiz) televizyon izlerken izlediğim haberler karşısında oturup ağladım, sabah sabah bir tane mi güzel haber olmaz, bu spikerler nasıl oluyor da haber okurken ağlamıyorlar, ben sabahın köründe iki gözüm iki çeşme buhranlardayım! Neyse bu ayrı konu, sonra yıllar önce TRT'de izlediğim o kadın geldi aklıma, yaşıyor mudur acaba ? Şimdi üniversiteden bazı arkadaşlarımı izliyorum televizyonda. Hayat! Ama dediğim gibi ben yazıdan, kalemden uzaklaşamayacağım, hem yazma okuma aşkımdan hem de basın mensubu arkadaşlarım sayesinde (bir de yakışıklı bir yönetmenle 4 ay önce evlenmiş olmamın etkisi var sanırım!!!)
Gazeteci olmadım ama yazı isteğim hiç bitmedi ve şimdi kahve molası vere vere karşılıklı yazıyoruz, çiziyoruz, paylaşıyoruz. Şimdi de fincanımdan siz kahve kokulu dostlarım için kocca bir yudum alıyorum...
Şerefinize...
Funda Güven
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 5 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Kahvecigillerden : Oktan Erdikmen |
Bir Zamanlar İstanbul
1453'te İstanbul'un nüfusu yarısı gayrimüslim olmak üzere yaklaşık elli bin kişiden ibaretti; bugün, Fenerbahçe futbol takımı maçlarını elli bin kişiye oynuyor. Toplam nüfus on bir milyonu zorluyor ve taşı toprağı altın edebiyatı son sürat devam ettiği için İstanbul'un aldığı göç dur durak bilmiyor.
Meclis Ankara'da toplanmasına karşın, ülkenin buradan yönetildiği herkesçe biliniyor. İş, edebiyat, sanat camiası burada buluşuyor ve Türkiye'nin kalbi sınırlarında 17 üniversite barındıran İstanbul'da atıyor. Kırsalda yaşayan halk umutsuz, şehirleşme oranı giderek artıyor. Ama gözden kaçırılan bir gerçek var. Gelenlerin bir çoğu, şehirleşemiyor. Dere yataklarına ve deprem bölgelerine yapılan gecekondular şehri kırsala çeviriyor. İstanbul, bu noktadan fazlasını kaldırmakta zorlanıyor.
Anadolu'nun herhangi bir kasabasında bu yıl hasadı kötü geçmiş, her zaman olduğu gibi hükümetten destek alamamış bir çiftçi olsanız ve akşam tek eğlenceniz olan televizyonu açsanız; ne düşünürdünüz? Bir İstanbul Masalı'nda yutturulmaya çalışılan İstanbul'a hayran kalıp, "burada sürüneceğime orda ölürüm" demez misiniz? Laila'da eğlenen mutlu insanlara özenmez misiniz? Televizyonların bu konuya daha fazla özen göstermeleri gerekiyor. İstanbul bir masal değil, tam anlamıyla gerçek. Ve bunu bilmeye en çok hakkı olanlar da, bin bir umutla göç edip ilk yağmurda perişan olanlar değil mi?
Her şeye rağmen, İstanbul güzel şehir. İçinden deniz geçen bir şehir. Hz. Muhammet'in onu fethedecek orduyu kutsadığı, II. Mehmet'e Fatih unvanını kazandıran şehir. Oysa Türkler, tarih boyunca yüzlerce önemli şehir kazandı ve kumandanların hiçbiri Fatih olarak anılmadı. İstanbul hariç..
Türklerin eline geçmeden, Latin istilasıyla sarsılan ve Haçlılar tarafından yağmalanan şehir, 1450'lerde yalnızca ruhani anlamda liderliğini sürdürüyordu. Yine de, ikinci Roma olarak anılan İstanbul'un sembolik boyutları tartışılmazdı. Halkının köleleştirilerek şehrin el değiştirmesi, İstanbul tarihini sıfırdan başlatacak, ve bundan sonra şehir, büyüleyici Türk mimarisinin yanı sıra ezan sesiyle de tanışacaktı.
Fatih, Topkapı'dan önce, bugün Beyazıt'ta bulunan eski Bizans akropolüne bir saray yaptırırken, Ayasofya dışında hiçbir kiliseyi camiye çevirmeyerek inançlara ne denli saygılı olduğunu gösterecekti.
Sanılanın aksine, İstanbul alınır alınmaz başkent yapılmamıştır. Bitmek tükenmek bilmeyen tartışmalar, Fatih'in kararlılığıyla sonuçlanarak dünyayı yeni bir Türk başkentiyle tanıştırmıştır. Fetihten sonra Bizanslıların önemli bir bölümü şehri terk edince, İstanbul nüfusunu artırmaya yönelik politikalar izlenmeye başlandı. Zira, bir başkentin en çok ihtiyaç duyduğu öge nüfus, yani insandı.
Fatih, Bursa'nın zengin tüccarlarını İstanbul'a davet ettiğinde bir direnişle karşılaşınca, Bursa'ya kadar gitmek zorunda kalacaktı. Kimi tarihçilere göre Sırbistan seferi hazırlıklarında tutsak ettiği binlerce kişiyi yerleşmek üzere İstanbul'a gönderen Fatih, şehrin savunması için yaptırdığı Yedikule inşaatında Bizanslı köleleri yüksek maaşlarla çalıştırarak özgürlüklerini kazanmalarını ve şehre yerleşmelerini sağladı.
1461'de Trabzon seferinde alınan Sinop'un Musevi nüfusu; Midilli'nin fethiyle Osmanlı'yla tanışan Midillililer; Mora'da Venedik egemenliğinde yaşayan Argoslular ve Bosna'da bulunan Bobovcalılar da İstanbul'a sürülenler arasındaydı. (Yerasimos)
Yani İstanbul, bir zamanların sürgün şehriydi..
Söylencelerden birine göre, İstanbul Rumca şehre iniyorum anlamına gelir. Surların çevresinde yaşayan Türklerin bir zamanların Konstantinopolis'ine giden Bizanslılara sordukları "nereye gidiyorsunuz?" sorusunun yanıtıdır İstanbul..
Bu müsli baha, 29 Mayıs'ta "Ya ben Bizans'ı alırım, ya Bizans beni" diyen Fatih tarafından fethedildi; 6 Ekim'de "Ya istiklal, ya ölüm" şiarıyla yola çıkan Mustafa Kemal tarafından geri alındı. Ve şimdi, bambaşka tehlikelerle karşı karşıya kalmış durumda. İstanbul'umuzu bu sefer tehdit eden düşman, Bizanslılardan, Ruslardan ya da İngilizlerden çok daha cesur, çok daha kararlı.. Bu şehri göçlere, sellere, depremlere teslim etmeyelim. Çanakkale'de, Sakarya'da yüz binlerce insan bizim bu şehirde yaşayabilmemiz için öldüler.
İstanbul'a sahip çıkalım..
Oktan Erdikmen
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 5 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 4.389 kahveciye doğru yola çıkmıştır.
Yukarı
|
ÇIĞLIK
Düş ve gerçeği ayırdetmenin
Güçleştiği yerdi orası...
Zamanın esiriyken hepimiz
Ve varolma çabasındayken yüreğimiz
Hayallerimiz ulaşılabilecek kadar
Sonsuzlukta
Ve umutsuzluk kadar yakınken
Hepimize
Gerçek olan tekşey vardı
Kendimiz...
Füsun Özdemirkıran
Yukarı
|
Cahil cesareti bu olsa gerek!
Yukarı
|
İşe Yarar Kısayollar - Şef Garson : Akın Ceylan Yamağı : Ayşe Nur Gedik |
http://www.dfilm.com/index_moviemaker.html Kendi kendinize bir dijital film yapmaya ne dersiniz? Haydi tıklayın gidin, yaptıklarınızı bana da yollamayı unutmayın sakın.
http://uk.download.yahoo.com/ne/fu/attachments/buildabetterbush.htm Buşumuz canımız için hazırlanmış bir gülmece sayfası. İstediğiniz şekli verip onun gün içindeki normal halleri görüp katula katula gülebilirsiniz. Haydi kolay gelsin.
http://illustmaker.abi-station.com/index_en.shtml Kendi illustrasyonunuzu yapıp yahoo, messenger gibi programlarda rahatlıkla kullanabilirsinzi. Size benzemesi mümkün ama biraz hayal gücü biraz da yetenek gerekiyor galiba. Ben beceremedim de!..
http://www.denedim.com
Sanat maceracıları, amatörler veya sadece sinemayı sevip de "ben de bir film çekeyim veya bir filmde oynayayım" diyenler için bir site hazırladık. Hem kendi filmlerimizi gösterebilmek hem de diğer kısa filmcilerin çektiklerine ulaşabilmenizi sağlamak istiyoruz.
Kısa film çektiniz ve filmi bir web sitesine koydunuzsa bize haber verin, sitenizin linkini ilave edelim. Filmlerimize oyuncu, görüntü yönetmenliği veya teknik konularda katkıda bulunmak isteyenleri de sitemize bekleriz. http://www.denedim.com
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
Mail Box Dispatcher 2.14 [967 KB] 98/2k/XP FREE
http://www.anti-spam-tools.com/downloads/mbdisp2.exe
Spam'den korunmanın ya da az etkilenmenin bir yolu da sunucuyu kontrol eden ufak programcıklar kullanmaktır. Bunlar emaili posta programınıza almadan sunucuda kontrol eder ve size daha sunucuydayken silme imkanı verir. Hemen herkesin kullanması gereken programlardan biri. Daha bir çok alternatifi var tabi. Deneye deneye size en yakınını bulup kullanmanızı öneririm.
Yukarı
|
|
|
|
|
|