|
|
|
19 Kasım 2004 - Fincanın İçindekiler |
Editör'den : Aklı başında lider aranıyor!.. |
Merhabalar,
"Bana iktidarını söyle sana muhalefetini söyleyeyim." Bu laf böylemiydi? Değilse bile duruma uygun düştüğü için kullanmaktayım, itiraz istemem. Bu aralar sayın iktidarlı büyüklerimiz o Lüksemburg senin bu Brüksel benim gezdiklerinden ne yaptıklarını anlayıp konuşmak zor ama sayın muhalefetimizin içine düştüğü durumu görmezden gelmeye imkan yok. Yerden göğe kadar haklı olduğuna inandığım CHP yönetimi son olaylarda gösterdiği tutum zafiyeti ile Sarıgül'ü sulayıp besleyip büyümesine yardımcı oluyor, farkında mıdır onuda bilmiyorum. Kendini partilerüstü aslan yürekli Rişar gören alikıran başkesen başkan, bir koca çınar partiye meydan okuyor, yönetim yargıya intikal etmiş bir durumun sonucunu beklemeden başkanı ihraca hazırlanıyor. Körün istediği bir göz, Allah vermiş iki göz. Başkan gerdan kırıp göbek atmasın da n'apsın? Yıllardır tüm politikasını en tepeye oynamaya adamış bir ihtiraslı yerel başkanı kısa yoldan kahraman yapmanın partiye ne yararı var? Bekle, yargı kararını versin, suçluysa başın dik defet gitsin. Ama bu aşamada yapacağın yanlış bir hareket adamın ekmeğine yağ sürmekten başka birşey değil. Bunu bencileyin bir garip sanal editör görüyor da yılların kurt politikacıları nasıl görüp akıl edemiyor anlaşılır gibi değil. Ya da görüyorlar da, bıkkın politikaları onların hareket kabiliyetlerini kısıtlıyor. ...
Bir sıradan insan olarak bu liderlerin yönettiği bir dünyada yaşamaktan, o dünyada çocuk yetiştiriyor olmaktan utanç duyuyorum. Hayır abartmıyorum, bakın şu dünyanın haline; eli kanlı bir başkanı yeniden başına geçirip ona at oynatabileceği yeni yaylalar sunan Amerikan halkına bir bakın. Yıllar sonra geriye dönüp baktıklarında "Biz ne halt yedik abi." deme şansını bulup bulamayacakları bile şüpheli. Irak'ı b.ka buladıktan sonra programa aldıkları İran'ı tehdite başlayan kovboylar dünyanın içine etmeye hazırlanıyorlar. Ama deli bir değil ki islah edip kurtulasın. Başına gelenlerden ders almıştır diye düşünülen eski sovyetin liberal temsilcisi bir parçalı bulutlu ülkenin, Rusya'nın başkanı Putin çıkıp nükleer bombanın ağa babasını yaptık derse, bunu koyacak islahevi bulunabilir mi? Başkanlar tüm bunları terörü önlemek adına yaptıklarını beyan ederken öbür tarafta bir sakallı keçi, şeriat adına nükleer savaş yapmak için fetva alıyorsa olup biteni anlamak mümkün mü Allahaşkına? Nedir paylaşamadığımız, paylaşamadıkları, bir bilen var mı? "Yurtta sulh Cihanda sulh." diyen Ata'ya sahip Türk milletinin bir ferdi olarak inanın çocuklarımdan utanıyorum. Yıllarca süren bir dünya savaşına neleri kaybetme pahasına girmeme cesaretini ve direncini gösteren liderlerin çocukları olarak, dünyayı yönetmeye talip bu beyinsizlerin ettiklerini görüp susmak olmuyor işte. Yazıklar olsun, kişisel iktidarsızlıklarını silahla kamufle etmeye çalışan dangalaklara ülke emanet eden seçmenlere yazıklar olsun!..
Berbat bir yazı yazdığımın farkındayım. İçiniz karardı onu da biliyorum. Ama ne yazıkki kucağına aldığı çocuğunu kurşunlardan korumaya çalışan babanın görüntülerini görünce dayanamadım, kusura bakmayın. ...
Sizlere nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum inanın. Doğum günümü bahane edip aslında Kahve Molası'nı kutlayan tüm kahvecilere binlerce teşekkür. O kadar güzel mesajlar aldım ki inanın ömrüme ömür kattınız. Emeklerin boşa olmadığını görmekten güzel birşey olamaz herhalde. Birçoğunuza cevap vermeye çalıştım ama veremediklerimin de beni affedeceğini biliyorum. Hepinize buradan sevgilerimi yolluyorum. Asıl sizler iyiki varsınız. Pikaba bugün gene güzel bir şarkı koyup sizleri aşağıdaki güzel yazılarla başbaşa bırakıyorum. Tracy Chapman'dan Fast car. Hepinize gelen kışa dikkat etmenizi hatırlatıyor güzel bir haftasonu diliyorum. Esenkalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
PASTORAL EFEMER : Zeki Yıldırım |
ANADOLU'NUN BİYOLOJİK ZENGİNLİKLERİ
"Bir hasret büyür, küçücük yüreğime sığmayan
Bir ardıç kuşu olur, alır götürür beni,
Alır götürür yumuşacık kanatlarında günbe gün
Sevdanın çıkarsız yoğrulduğu orta Anadolu bozkırlarına..."
Anadolu; sevdamız, gönlümüzün sabır çiçeği, vatanımız. İlkin "güneşin doğduğu yer" anlamında verilse de adı, biz onu en sevdiğimizin ismini vererek taçlandırmışız. O bize, biz ona bağlanmışız etle tırnak gibi. Bu sevda boşuna değildir elbet; politikacılar, stratejisiler, teorisyenler özel konumdan söz ede dursunlar, bizim gönlümüzü çalan bağrında yeşerttikleri, kollarında yaşattıkları, gönlünde taşıdıklarıdır. Kelebekleridir, çiçekleridir, dağlarıdır, taşlarıdır, Yunus'larıdır, ille de Mustafa Kemal'leridir.
Tüm dünya ile karşılaştırıldığında Anadolu, karasal alanların yaklaşık yüz yetmiş beşte birini oluşturmaktadır (779 452 km2 /140.000.000 km2 ). Biyolojik zenginliği yönüyle bakarsak, bilinen gruplar temelinde Anadolu'nun 80 000 kadar hayvan türünü barındırabileceği tahmin edilmektedir. Bu sayı yaklaşık olarak Dünya hayvan (bilinen) tür sayısının yaklaşık %5'ine karşılık gelir. Ne kadar anlamlı ve içi dolu bir oran. Yüzde yetmiş beşte birinde her beş canlıdan biri yaşamakta, Anadolu'yu vatan bilmektedir. Tıpkı bizim gibi, tıpkı dilimiz gibi. Hani dünyanın beşinci büyük dilidir Türkçe. Zengin ve büyüktür de, onun en kurallı kullanıldığı ülkede insanlar bu zengin dili başka dillere meze yapmaya çalışmaktadırlar. Dört bir yanımızda "Shish Kebhap" çılar, Ceo'lar, brokerler, presidentler cirit atmaktadır. Bu konuda yüreğimiz fazlasıyla doludur. Bu nedenle bir başka yazıya bırakalım bu çok önemli konuyu.
Kirazın, bademin, kayısının, buğdayın, nohudun, mercimeğin, incirin, lalenin, çiğdemin keza bir çok süs bitkisinin anavatanı olan bu topraklar; tarla bitkilerinin en az % 30'una, tahılgillerin neredeyse % 70'ine köken vermiştir. Daha geniş bir hesapla bitki tür çeşitliliği itibarıyla da Anadolu (11.000 kadar) Avrupa'dakine (13 000 kadar) yakın bir bitki çeşitliliğine sahiptir. Daha önemlisi bunların %30 kadarı sadece Anadolu'dan bilinmektedir.
Biyolojik çeşitlilik nedir sorusuna sevgili dostum Dr. Battal Çıplak'ın genellemelerini kullanarak devam edelim. Biyolojik çeşitlilik terimi iki farklı boyutta tanımlanır. (i) Tür veya takson çeşitliliği; (ii) Genetik çeşitlilik. Belirli bir kara parçasının barındırdığı canlı çeşitliliği o alanın biyolojik çeşitliliği; başka bir ifade ile biyolojik zenginliği olarak adlandırılır. Söz konusu alanda ne kadar fazla tür (takson çeşitliliği) veya türaltı birim (genetik çeşitlilik) var ise alanın biyolojik olarak o kadar zengin olduğu söylenir.
Dünya'da belirli kara parçaları diğerlerine göre çok daha fazla canlı türü (bitki veya hayvan) veya türaltı birimine sahiptir. Yani biyolojik olarak daha zengindirler. Biyolojik zenginliği fazla olan alanlar gen merkezleri olarak adlandırılır. Dünya'da 8 gen merkezi tanımlanmıştır ve bunlardan bir tanesi üzerinde yaşadığımız Anadolu'dur. Ancak Anadolu hayvanları (faunası) ile ilgili ne yazık ki yeterli verilere sahip değiliz. Dolayısıyla, tam olarak ne kadar tür bulunduğunu henüz söyleyecek durumda değiliz. Bir üzücü taraf ise de bu zengin yapıyı belirlemeye yönelik olarak, gönülden çalışan araştırıcı sayısı neredeyse bir elin parmakları kadardır. Bununla birlikte çalışılmış guruplar açısında (Türkiye/Dünya) oranlar oldukça ilginçtir. Bizzat benim çalıştığım Mollusca gurubunda oran 1.200/80.000; Kuşlarda: 450/14 000; Kelebeklerde: 5200/100.000 (yaklaşık %28'i endemik); Düz kanatlılar(çekirge vb.): 617/25.000 (yaklaşık %55'i endemik) olarak bulunmuştur.
Bu zengin mirasın yapılanmasında şüphesiz en önemli etken Anadolu'nun çeşitli dönemlerde geçirdiği değişikliklerdir. Bu değişimler iki genel sonucu oluşturmuştur. Birinci sonuç " Jeolojik zamanlarda yaşanan her bağlantı Anadolu'ya yeni canlıların yerleşmesine fırsat verir. Anadolu'ya yeni türlerin gelişi zenginliği arttırır". İkinci sonuç ise "Anadolu'ya başka kara parçalarından gelen canlı türleri Anadolu'nun koşullarında farklılaşır ve yeni türler oluşturur. Bu durum faunayı bir kat daha zenginleştirir. Daha önemlisi Anadolu'ya endemik olan canlılar bu nedenle oluşur". Şeklindedir.
Son 2.4 milyon yıl içerisinde 16 buzul devri ve sıcak dönem yaşanmıştır. Bir buzul+sıcak dönem yaklaşık 140 bin yıldır. Bunun 100-110 bin yılı soğuk ve 30-40 bin yılı sıcak dönem olarak geçer. Her buzul devrinde sıcak maksimum ile soğuk maksimum arasında 12-14 ºC sıcaklık farkı vardır. Buzul devirleri Anadolu'nun günümüz fauna ve florasının oluşmasında muhtemelen en belirleyici faktör grubu olarak kabul edilebilir. Pliyosen ve Pleistosen'de (son 2.4 My) ritmik olarak 16 kadar buzul devri (ve bir o kadar buzullar arası dönem) yaşanmıştır. Her buzul ve buzullar arası dönemde canlı türlerinin kuzey-güney yönünde göç ettiği ve bu sırada Trakya veya Kafkasya üzerinden birçok formun Anadolu'ya ulaştığı düşünülmektedir.
Bu verilerden ne gibi sonuçlar çıkarabiliriz "Anadolu önemli bir sığınaktır. Ancak, bazı kaynaklarda belirtildiği gibi sadece buzul dönemleri değil, değişken topoğrafyası ile aynı zamanda buzullararası dönemde de sığınak görevi görmektedir". "İki yönlü sığınak görevinde asıl olarak oldukça değişken topografyanın önemli bir rolü vardır. "Tür ve alttür düzeyinde taksonlar düşünüldüğünde Anadolu faunasının büyük bir kısmı Pliyosen ve Pleistosen'den itibaren yaşanan evrimleşmeler sonucu oluşmuş olması olasıdır".
Diyebiliriz ki " Ülkemiz biyolojik çeşitliliğinin (takson veya türaltı birimler bazında) asıl merkezleri Anadolu'nun yükseltileridir. Bu sonuç Türkiye faunasının saptanması ve koruma biyolojisi perspektifleri geliştirmek yönüyle oldukça anlamlıdır.
"Çağlayan bir nehir olurum Ege'nin dağlarında
Derin kanyonların sessiz yalnızlarında
Geride bırakıp turkuaz derinlikleri bir bir
Sabırsız yüreğimde suskun bir genç sevda
Kavuşmak istiyorum Ege Denizi'nin derin sularına...
Sevda yurdum, hasret yurdum, Anayurdum, Anadolu'm
Atalarımın sabır yüklü kokuları sinmiş rüzgarlarına
Yıllara yön veren bin Mustafa Kemal boy verir topraklarında
Daha bir mutluluk doluyuz, daha bir sevda doluyuz,
Ana kucağı kadar sımsıcak sevgi yüklü kollarında…"
Zeki Yıldırım
zekiyildirim@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 6 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen Arzuların Dili Olsa |
|
Canı iyice sıkılmaya başladı. Her işin sonunda mutlaka kendisinin bulunuyor olması artık fazla mutlu etmiyordu onu. Gerçi hoşuna da gitmiyor değildi bu durum bir yandan. Ama yine de yaşamında biraz değişiklik olsa, hiç fena olmazdı. Nadiren başka birliktelikleri de olabiliyordu elbette, sonuçta tek başına yaşanılacak durum değildi. Daha çok kendisiyle özdeş, hatta aynı tiplerdi zaman zaman biraraya geldikleri.. Tıpatıp kendisi gibi görünen, kendisi kadar anlamlı.. Belki birlikteliklerin verdiği sinerjiyle biraz daha anlamlı, biraz daha düşündürücü. Ama hepsi bu işte...
Diğerlerini, uzaktan da olsa görebiliyordu. Gerçekten de kendisinden farklı görünenler vardı aralarında. Ama nedense, çoğu zaman hep uzak kalırdı onlara. Bazen aralarına almadıkları da olurdu, peki ama neden ? Asla merak etmedi bu nedenleri, hiçbir zaman da sormadı. Asla ! Biliyordu zira ! Zaman zaman onu aralarına bulaştırmak istemiyorlardı. Cevap : Çok basitti ! Aralarında olmamasını gerektiren bir durum vardı ve onun için sadece içinde bulunduğu koşullar önemliydi. Diğer koşullardan ona ne ?
Boşver gitsin ! Varsın olmasın ne çıkar ?
Soru : İçinde bulunmadığınız bir ortamda, sizi kaale alan olur mu ?
Cevap : Olur !
Diğer Cevap : Nah olur ! Gör bakalım !
Hiii ..! Dalga dalga geliyorlar şimdi de.. Aklım karışsın istiyorlar .!? Neresi karışık bu durumun ..? Birlikte olmak istiyorlar olmasın ..? Hmmm ..! Sevmiyorum sizleri zorla değil ya ..! Gidin, defolun ..! Beni yalnız bırakın, istediğim hiçbiriniz değil. Ben daha değişik birşeyler istiyorum. Boyunuza posunuza bakın bir kere ..! Ya sen ..? Sen neden burdasın ..? Hah şöyle ..! Sana da güle güle ..! Gitsene yaaa ..! Kardeşim, lütfen gider misin ? Nasıl ? Anlamadın mı ? "Hepiniz gidin !" diyorum, daha nasıl anlatayım ? Ben yok muyum ? Benim olmadığım yerde talimatlarımın geçerli hiçbir yanı yok muymuş ? Hadi ya ! Sahiden de yokum ! Yoksa, ben bir hiç miyim ? Yok canım, geçer herhalde ! Ayy ! İyice delirdim ! Nerdeyim ? Tamam, inandım, olmazmış ! Test edilmiş, onaylanmıştır.
En iyisi, ne arıyorum, biraz onu anlatayım :
Yok canım, sen değilsin.. Seni istemediğimi daha önce de söylemiştim, lütfen ısrar etme ..! Üstüme üstüme gelme, alırım ayağımın altına ..! Hoş, farkın yok senin benden. Ben, daha heyecanlı, daha kıvrak, biraz işveli, sevimli, biraz bana benzeyen, ama benden çok daha esnek, hatta daha estetik, üstelik biraz şımarık, bu vesile ile kendimin de şımarabileceği birşeyler arıyorum. Aslında ne olduğunu, ne zaman ortaya çıktığını, ne zaman saklandığını gayet iyi biliyorum. Şimdi gelse ve derhal kaçsak, birlikte yeni ufuklara yelken açsak, o söylese ben dinlesem, ben söylesem o esnese, uzattıkça uzatsak, okuyucu yavaş yavaş sinir olmaya başlasa, "çok uzamaya başladı artık" diye içinden söylenmekle kalmayıp bir güzel haşlasa, ama bir yandan merak etse, diğer yandan da kahvesinden bir yudum daha çekse, "yeter artık, açıklayacaksan açıkla, mola bitiyor" diye sandalyeyi hırsla iteklese. Ben de istiyorum ama, söyleyin ona, öyle uzaklarda kalmasın, gelsin yanıma, girsin kanıma, sevinçten üstüne atlamazsam, nah şuraya kalıbımı basarım ' .
Yazan Beklenen Mutlu Son
. , ;
asesen@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 7 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Pratisyen Kahveci : Seda Demirel KRAL MİNOS'UN SALYANGOZU -II- |
|
Ne diyorduk? Ah, evet...
Minos uygarlığının her köşesini süsleyen Boğa sembolü ile haşır neşirdik. Ve Pasiphae'nın bu boğaya aşkını mercek altına almıştık. En son Daidalos ile Knossos sarayının gizli kapılarının ardında yapılan anlaşmalarda kalmıştık;
Daidalos'un hazırladığı bu ahşap ineğin altında elbette bir kapak vardı. Bu kapak sayesinde ineğin içine saklanan zavallı talihsiz Pasiphae, boğanın kendisi ile birleşmesini beklemeye koyuldu.
"Zavallı kadın, talihsiz Pasiphae!" derken sadece "Denizler Tanrısı Poseidon" tarafından ucube fantaziler peşinde sürüklenen uçuk-kaçık-zavallı yaratık haline getirilmesini de kastetmiyorum. Bütün bu olayların olmasından önce Minos tarafından defalarca aldatılmış olduğunu da biliyoruz. Kısacası, hayatını kocası kral Minos'un yediği nanelerin bedellerini ödeyerek geçirdiği için şu en son BOĞA olayında ne yazık ki ona sempati ve acıma besliyorum...
Bu birleşme ne yazık ki gerçekleşti!...
Hatta bu birleşmenin bir de meyvası oldu...
Minotouros!!... Minos'un boğası!!...
Yarı insan ve yarı boğa doğan, son derece tehlikeli bir oğlan çocuğu!
Başı ve kuyruğu bir boğa, gövdesi ise insan görüntüsünde bir canavar.
Bir ucube...
Minotouros krallık için çok büyük bir sorun haline geliverdi. Gelen geçen herkese saldırmaya başladığı için halk huzursuzlanmış ve hatta ufak tefek isyanlar başlamıştı...
Bu sefer Daidalos'tan yardım isteme sırası Minos'a gelmişti...
"Bir çözüm bulmalıyız, bu sonuçta benim üvey oğlum, karım Pasiphae doğurdu onu..."
Daidalos düşündü, düşündü...
"Ona bir hapishane inşa edeceğim, hepimizin güvenliği için bu şart.." dedi... Ve ona koskocaman bir labirent inşa etti. Minotouros bu labirentin tam ortasında oturdu-ağının ortasında avını bekleyen bir örümcek gibi- ve dolambaçlı yollar yüzünden de dışarıya çıkmayı bir türlü başaramadı. Minotauros'un en sevdiği yemek insan etiydi. Minos bu sorunu da bir şekilde çözmek durumundaydı. Çevresi ile sorun yaşamak istemeyen Minos bu nedenle çevresindekiler ile savaşlara girmek ve "insanlar yakalamak" zorunda kaldı. Bu ve birçok sebepten dolayı yolu Atina'ya dek düştü.
Şehri ele geçirmek ve genç kızları ve oğlanları ele geçirmek istiyordu ama Theseus, Atina Prensi ona direndi.
Hatta kendisinden çok daha iyi bir savaşçı olan prens Theseus karşısında Minos geri çekilmek zorunda kaldı!...
Yenilmek Kral Minos'a göre değildi. Baş-tanrı babası Zeus'a yakarmaya başladı. Bu yenilgi ile Girit'e geri dönemeyeceğini ve babasının ona yardım etmesi gerektiğini tekrarlayıp durdu. Ve Zeus, herşeyi bilmesine rağmen, oğlunun bu yakarmalarına kulak verip Atina'ya veba yolladı.
Prens Theseus şehri teslim etmek zorunda kaldı. Minos Prens Theseus ile yaptığı uzun pazarlığın sonucunda Atina şehrini gayet kanlı bir vergi ile boyunduruk altına aldı. Her yıl 9 genç kız, 9 da delikanlı Atina'dan Girit'e gönderilecekler ve Minotauros'a yem edileceklerdi.
Theseus için bu çok ağır ve acı bir bedeldi. Bunu bir utanç olarak algıladığını Kral Minos'a iletti. Minos her zamanki sakin tavrı ile çok net konuştu...
"Başka seçeneğimiz yok ki. Bizler de Minotarous'un tutsaklarıyız.."
Prens Theseus bu cümleyi uzunca bir süre kafasında geçirip durdu. Daha sonra da ani bir karar ile ayağa fırlayıp "Ben Minotauros'u öldürmek için Girit'e geliyorum. Başka bir seçeneğim yok. Halkıma bu ağır bedeli ödetemem!" dedi...
Çok cesur ve çok da onurlu bir hareket!
Kral Minos'un buna hiçbir itirazı olmayacağını hepimiz biliyoruz. Lakin kalkıp Prens Theseus'a yardımcı olmak gibi bir fikri de yoktu.
Ve Prens Theseus Girit'e vardı... Birkaç gün de dinlenecek fırsatı oldu. Labirenti ve Minos uygarlığını iyice gözden geçirdi... Zamanı geldiğinde Kral Minos Prens Theseus'a şunları söylemekle yetindi;
"Labirent'e tek başına girmelisin. Daha kalabalık olursa kokunuzu alıp sizi öldürür. Bir an önce onu bulup öldürüp ondan sonra da dışarıya çıkmalısın!"
Tanıdığımız kadarı ile Kral minos içinden de şunları söylemiş olmalı!.. "Salak!.. Gireceğin o Labirent dünyanın en iyi mimarı Daidalos tarafından yapılmıştır. Girenin bir daha çıkma ihtimali de yoktur! Nihayet sen öldüğünde krallığımı Atina'ya dek genişletmiş olacağım!."
Theseus dimdik ve mağrur bir hava içinde Labirent'e doğru yürüdü ve içeriye girdi...
Aradan çok az bir zaman geçtikten sonra da eline bir yumak ip sarılı bir şekilde dışarıya çıktı!
Prens Theseus Zafer kazanmıştı!...
Girit'te geçirdiği birkaç gün süresinde Kral Minos'un kızlarından biri olan Ariadne'nin kendisine duyduğu yakınlık sonucu eline tutuşturduğu bir kılıç ve yün yumağı sayesinde, hem Minotauros'u öldürmüş hem de çıkış yolunu bulabilmişti...
Kral Minos burnundan solumaya başlamıştı bile.. Yerinden ayağa fırlayıp keskin gözleri ile çevresine bakınmaya başladı. Gözleri önce kızı Ariadne'de takıldı. Kızını tanırdı, bu kadar zeki olmadığını da bilirdi!
Şimdi gelelim en kritik noktaya!
Ariadne'ye şu meşhur iplik fikrini veren acaba kimdi?...
Devam edecek...
Seda Demirel
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 15 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
ÇÖP SEPETİM
Adı Yasemin... Balık burcu... 1980 doğumlu... İnatçı. Dağınık. Mükemmeliyetçi. Şimşek hızında geçen bir çocukluk dönemi... Sabah okula geç kalmamak için erkenden kalkıp hazırlanırken, akşam eve geldiğinde kendini kendi dünyasını yaratmak isterken bulur. Yıllar çabuk geçmiştir. Yalnızlık, içine kapanıklık ve insanlarla kendisi arasında ördüğü duvar, onu iletişimsizlikten kaynaklanan bir sebeple daha hızlı yaşanan bir dünyaya itmiştir. Bu yüzden çabuk büyümüştür. Yılbaşı süslerinden, yalnız insanlardan, sahaflardan ve menekşelerden hoşlanır. İlkokul döneminde notları düşüktür. Bu yıllarda sırasıyla veteriner, mimar, tasarımcı ve psikolog olmak ister. Dördüncü sınıfta resim öğretmeni onun resme olan ilgisini ve yeteneğini keşfeder. Yarışmalar kazanır. Ressam olmaya karar verir. Çevresindeki insanların tutucu ve kuralcı olmaları canını sıkar. Ona göre yaşadığı çocukluk, kendini ifade etmeye korktuğu ve dağınık, kuralsız bir hayatı; mantıklı, kurallı bir hayata tercih ettiği süreçtir. Ailesindeki çoğu bireyle arasında soğuk sınırlar vardır. Onları sevmediğinden ya da onlarla anlaşamadığından değil, sadece onların yanında kendini kısıtlama ihtiyacı duyduğundandır bu olgu. Ailesindeki en sevdiği kişiyse teyzesidir. O da onun gibi bir başkaldırıcıdır. Yasemin on beşine henüz girmişken teyzesi İsviçreli bir adamla evlenir ve İsviçre'de yaşamaya başlar. Kendi kurallarına göre hareket edip mutlu olmayı hedefleyen ve bu konuda amacına fazlasıyla ulaşan tek akrabasından da böylece uzak düşmüş olur. Fakat bütün hayatı boyunca onu örnek alır. İçinde bulunduğu hayatta ve dünyada asla kendisi gibi olamayacağını bildiğinden, kendi dünyasını kendi içinde yaşaması ona çok daha cazip gelir. Bu yüzden yılbaşı süslerinden, yalnız insanlardan, sahaflardan ve menekşelerden hoşlanır. Kendi dünyasının içinde rahatsız edilemeyeceği ve özgürce benimsemiş olduğu bu kişi ve cisimlerden yine ancak kendi dünyasında söz edebilir. Onun için tek çıkış yolu, kendi dünyasını tuvalinin üzerine yansıtabilmektir. Böylece biraz olsun yaşadığı hayatta kendini ifade etmekten korkmayacaktır. İnatçı. Dağınık. Mükemmeliyetçi. Şimşek hızında geçen bir çocukluk dönemi...
Yine çocukluk döneminde, belki de biraz sonrasında teyzesi Yasemin'i ve ailesini İsviçre'ye çağırmıştı. Yasemin on beş, teyzesi yirmi beş, annesi otuz beş yaşlarındaydı o zamanlar. Babası, onlarla İsviçre'ye gelmemişti. Teyzesi, artık yaşadığı yerde, Montreux'de Leman Gölü'nün kıyısına götürmüştü onları. Üç akraba; üç yakın arkadaş gibi koyu bir sohbete dalmışlardı o gün. Yasemin, annesi ve teyzesiyle yürürken gölün tam ortasında duran bembeyaz bir ağaç görmüştü. Gözlerini uzun süre ondan alamamıştı.
Beyaz dalları, sanki zarif bir heykeltıraşın elinden geçmiş gibi, özverinin saflığıyla yıkanmıştı. Dalların hafifçe suya değişi, suyun üzerinde oluşan küçük dalgacıklarla özdeşleşmiş ve bir bütün oluşturmuştu. Başka hiçbir şey yoktu. Beyaz ağaç, baharın gelmesini beklemeden, aceleci bir edayla, yalnız başına, gerçek bir başkaldırıcı gibi gölün üzerinde öylece duruyordu. Teyzesinin sözleri, Yasemin'in kulaklarında yankılanıyordu o sırada:
"Sonra Fransızca'yı ilerletebilmem için üniversiteyi de İsviçre'de okudum. Onunla da burada tanıştım. Onu ailem kabul etmedi. Ama ben çok direttim. Sonunda bu isyana dayanamadılar. Artık burada yaşamaya karar vermiştim üstelik. Mutlu olduğumu görünce onlar da ses çıkarmadılar bu işe. Çok acı çektim, fakat sonu güzel bitti."
Yasemin bütün bunları duyarken, gözünü ağaçtan alamamıştı. Başkaldırı. Teyzesi. Beyaz ağaç. Mutluluk... Aklına bu tip kelimeler girip tüm benliğini işgal etmişti sanki. Teyzesini o ağaçla özdeşleştirdi bir anda. İkisi de, koca bir boşluğun ortasında, tüm ihtişamlarıyla, dimdik duruyordu. İlerisi için kendine bir söz verdi Yasemin: Eğer bir gün profesyonel bir ressam olup "dünyasını tuvalinin üstüne yansıtabilme" şansına erişirse, o ağacı çizecekti. Çünkü kendi dünyasında belki en çok yere sahip olacak olan şey, başkaldırısının sonucunda gelecek olan mutluluktu. O da bir gün örnek aldığı teyzesi gibi kendi yolunu çizecek ve yaşadığı dünyanın içindeki değer yargılarından arınıp, kendi mutluluğunu amaçlayacaktı. Hediyelik eşya dükkanlarında bu ağacın kartpostalları vardı. Bir tane alıp arkasındaki notu okudu: "Pearl of Leman" yazıyordu kartta...Leman'ın İncisi. Yasemin, kendi hayatındaki nadir bulunan incilerden biri olup da; bir gün o ağacın karşısına oturup tüm yeteneğini tuvaline aksettirebilecek miydi acaba?..
Yasemin, başını yapmakta olduğu eskiz çalışmasından kaldırdı. Saate baktığındaysa, üç saat boyunca durmadan çalışmış olduğunu gördü. Yerlerde beğenmediği ve buruşturduğu bir yığın eskiz vardı. Biraz ara vermenin iyi olacağını düşündü ve oturduğu yatakta gerindi. Çizmekte olduğu çalışmayı dizinden yere bıraktı ve olduğu yerden kalkmaya çalıştı. Biraz başı döndüyse de çabucak toparlandı. Odasını incelemeye koyuldu. Penceresi açıktı. Sızan güneş, odanın kasvetinden olacak, havada uçuşan tozları tek tek aydınlatıyordu. Baktığı odada gördüğü şey, kendi hayatıydı. Hayatını kendi dünyasının içine o kadar fazla yerleştirmişti ki, bu; yaşadığı odaya bile yansımıştı. Biraz daha detaya girmeye kalktı Yasemin... Ve daha önce çok da farkına varmadığı bir sandık gördü köşede. Tam on yıldır ona sadece üzerindeki tozları almak için dokunmuştu. Şimdiyse sandığını tekrar açmaya dair içinde dizginlenemez bir merak vardı. "Çöp Sepetim" diyordu sandığına. Yarım kalmış hayatının eskizlerine tekrar bakabilmek için sandığın yanına gitti. Ona bakarken yüzünde hafif bir gülümseme belirdi birden. On yıl sonra onu tekrar açmış olmanın rahatlığı ve heyecanıyla içindekilere bakmaya koyuldu. Eskizler, yazılar, fotoğraflar, hatta teyzesinin gençlik fotoğrafları vardı. Ama eline en son geçen şey, Yasemin'i tamamen bir şeyler hatırlamaya sevkeden ve onda vurucu bir etki yaratan kartpostaldı. Kartın arkasında "Pearl of Leman" yazıyordu... Ve bu kartpostal, Yasemin'in hayatında çok önemli bir yer tutmasına rağmen, diğerlerinin arasında eskitilmeye bırakılmıştı. "Leman'ın İncisi", mücevher kutusunda saklanacağı yerde, belki de mücevherden daha değerli, fakat yine de bir "çöp sepeti" olmaktan kurtulamamış bir hayatın içinde yer alıyordu.
Yasemin, şimşek hızında geçen bu çocukluk dönemi içinde, çoğu şeye gerektiği değeri verememişti. Şimdi yirmi beş yaşındaydı işte. İnatçı. Dağınık. Mükemmeliyetçi. On beş yaşında kurduğu hayalini hayal meyal hatırladığı bir dönemdeydi. Teyzesiyle de çok görüşemiyordu artık. Resme hala ilgisi vardı. Üniversitede güzel sanatlar bölümünden mezun olmuştu. Başkaldırıcı kişiliği de değişmemişti. Fakat bu özelliğini hiç bir zaman mutluluğu için kullanmamıştı. Teyzesi ya da "Leman'ın İncisi" gibi pürüzsüz bir suya değip mucizevi ve mükemmel dalgacıklar oluşturamamıştı henüz. Fakat bunun zamanının geldiğini hissediyordu artık. Üniversiteden mezun olduktan hemen sonra hocasının atölyesinde çalışmaya başlamıştı. Bunu biraz da zorunluluk olarak görmüştü, çünkü tutunabileceği başka bir yer yoktu. Hocası, her zaman sert davranmıştı ona. Bu, çoğu zaman Yasemin'in şevkini kırıyordu. Resimlerinin asla beğenilmeyeceğini düşünüyor ve elinde başka bir olanağının olmadığını düşünüp içten içe kahroluyordu. Her fırça darbesinde kendini biraz daha endişeli, biraz daha ürkek ve biraz daha kızgın buluyordu. Artık hocasının kırıcı lafları onu ciddi anlamda kızdırmaya başlamıştı. Yine de içine kapanık olduğu için çıkacak olan sesi dünyayla arasında ördüğü duvardan geri yansıyordu. Bu gidişle değil Leman'ın İncisi olmak, mutlu bir hayat bile süremeyecekti belki de.
İlk kez geçmişini aradı Yasemin.
Sandığı açışı ve kartpostalı buluşu, sanki onu yeniden uyandırmıştı. Artık isyan etmenin gerekliliğinin kaçınılmaz olduğunu düşünüyordu. Sonra olacakları düşünmeden verdiği bu kararının ona gerçek mutluluğu getireceğine inanmıştı. Teyzesinin o on beş yaşındayken söyledikleri geldi aklına: "Çok acı çektim, fakat sonu güzel bitti."
Atölyeden ayrılmaya karar verdi sonunda. Sonra da iki haftalığına teyzesini ziyaret edecekti. Onunla uzun süredir görüşemiyordu. Bütün bu olanları anlatacak ve her şeyin geride bırakacağı hayatından daha yaşanılmaya değer olduğunu görüp bekleyecekti. İlk kez geçmişini aradı Yasemin. Geçirdiği kötü çocukluğu ve yaşamaya çalıştığı hayatın hızı içinde "Leman'ın İncisi" gibi olmaya dair verdiği kararı ve kurduğu hayallerini unutmuştu. Artık onları geri alması gerekiyordu. İleride bir "çöp sepeti" verine bir "mücevher kutusu" görebilmek için...
Tekrar atölyeye gitti Yasemin. Hocası her zamanki gibi elinde bir sigara, kocaman gözlükleri ve arkasında dağınık bir şekilde topladığı saçlarıyla Yasemin'in atölyeye girdiğini bile farketmeden sinirli bir biçimde çalışıyordu. Önündeki şövaleye koyduğu kağıt yıpranmıştı. Yasemin iki yıl boyunca burada çalıştığına inanamıyordu. Yüzüne yerleştirmiş olduğu soğuk ve ciddi ifadeyi değiştirmeden hocasına;
"İnsan sanatı yaparken sanat yaptığını anlamıyorsa, yaptığı şey sanat değildir. Burada sanat yaptığıma inanmıyorum." dedi.
Hocası, başını kaldırdı ve ifadesini hiç bozmadan "Sen bilirsin." demekle yetindi. Yasemin, hocasının bu işe çok daha büyük bir tepkiyle karşılık vereceğini düşünmüştü. Fakat tam tersi olmuştu işte. Arkasını dönüp kapıdan çıktığında, kendini boşlukta hissetti. Dışarıda yağmur başlamıştı. Damlalar yüzüne düştükçe, hocasının söylediği sözün ne kadar kısa ama ne kadar vurucu olduğunu anlamıştı. Umursamazlıktan çok daha farklıydı bu. Düşen her damla, hocasının sözleri gibi yakmaya başladı onu. Ama Yasemin kendini toparladı ve yaptığı şeyin onu ileride gerçekten mutlu edeceğine inandırdı kendisini.
Boşluk, belki de boşvermişliğe dönüşmüştü hayatında zamanla. Hep hayatına karışılan, ve bu karışanlara da hiçbir şey demeye hakkı olmayan bir insandı hep. Bu yüzden kendine ait bir dünyası vardı. Hiç kimse karışmasın diye... Hocası da yaptığı sanata karışmaya çalışmıştı. Kendi dünyasını ifade edip gerçek yaşama dönüştürebildiği tek yere. İşte sadece buna dayanamamıştı. Sınırlar koyduğu ve kimsenin karışmaması için yıllarca çaba gösterdiği hayata ilk defa bir müdahale olmuştu. Belki de bu yüzden verdiği tepki, bir başkaldırıya kadar gitmişti.
Teyzesine gitmek için bindiği uçakta da; bunları düşünüyordu hep. Tam anlamıyla mutlu olabilmek için, ayaklarının yerden kesilmesini bekledi. Uçağın kalkmasıyla arkasında kaybolan şehir, ona pek de hazin gelmiyordu artık. Zaten dışarıya bakmak yerine, elindeki kartpostalı incelemeye koyulmuştu.
Havaalanına indiğinde koşuşturan insanlar arasında teyzesini bulması çok zor olmadı. Yine her zamanki gibi güçlü bir gülümsemeyle karşıladı Yasemin'i. Eve giderlerken eski iki arkadaş gibi sohbet ediyorlardı. Teyzesi, çok belli etmese de, Yasemin'in içinde bir durgunluk olduğunu sezmişti. Yasemin bunu gizlemeye çalışsa da, içindeki burukluk gözüküyordu. Eve geldikten hemen sonra Yasemin daha bavullarını bile yerleştirmeden teyzesinden onu Leman'ın İncisi'ne götürmesini istedi. Teyzesi onu arabaya bindirdiği gibi sahile götürdü.
Karşılarında Leman'ın İncisi görünüyordu; sanki on yıl önce olanlar tekrarlanıyormuş gibi, aynı bankta oturup konuşuyorlardı. Fakat bu sefer Yasemin'le teyzesi vardı sadece. Ve aralarında geçen konuşma bir sohbetten çok daha ciddiydi bu sefer. Yasemin gözünü bir noktaya dikmiş, henüz yaptığının doğru ya da yanlış olduğunu bilmezken bile teyzesinden aldığı gücü hissederek kendinden emin görünmeye çalışıyordu. Lafı sürekli dönüp dolaştırdığını teyzesi de farketmişti sonunda:
-Bak, Yasemin. Söylemek istediğin bir şey varsa benden çekinmene gerek yok. Belli ki bir şey seni üzüyor, ya da bazı şeylerden emin değilsin. Ben senin teyzenim. Yoksa aramızdaki uzak mesafe seni benden uzaklaştırdı mı?
Yasemin, aynı durgunlukla donuk gözlerle teyzesine baktı.
-Hayır, teyze. Sorun şu ki; şimdiye kadar geçen haftalarda yaptığım bir şeyden eminmiş gibi gözükmeye çalıştım, ama artık gücüm yetmiyor. Sorun şu ki; belki de insanları hep gördüğüm yanlarıyla tanımamın bana ve hayatıma kötü getirileri oldu. Sorun şu ki; belki de başkaldırılar öyle çok da alkışlanası ve müthiş değillermiş.
Yasemin'in gözleri dolmaya başlamıştı. Kendini tutması her saniye daha da zorlaşıyordu. İçinde yaşadığı hayatı başkalarına hiç açmamıştı. İşte belki de bu yüzden, sorununun üstesinden kendinin gelememesi ve mutluluğu için yaptığına inandığı bu çılgınlık, onu yaralamaya başlamıştı. Kendi kendini yiyip bitirirken, sağlıklı düşünememesi de çok normaldi. Ama bunu kendi gururuna yediremiyordu. Yaşları sanki Leman Gölü'ne karışacaktı. Konuşmaya devam etti:
-Hocamın yanında çalışıyordum ve istifa ettim... Bana çok kırıcı sözler söylüyordu. Onun yanındayken kendimi sanata yapışmış gereksiz bir parça olarak görüyordum. Bunu inan mutluluğum için yapmıştım teyze. Bu başkaldırı sadece mutluluk içindi. Peki neden şimdi mutlu değilim?! Hayatım boyunca seni örnek almıştım. Kimseyi dinlemeyip sadece kendi mutluluğun için ailene başkaldırmanı... Evlenip İsviçre'de yaşamanı... Peki neden kendi hayatımı kendi ellerimle mahvettim? Neden senin gibi güçlü duramadım? Lütfen teyze, bana sadece anlat...
Teyzesi, Yasemin'in saçlarını eskiden de olduğu gibi okşamaya başladı. Bir süre hiç konuşmadan beklediler. Yasemin'in biriktirdiği bütün endişenin, korkunun ve hayata karşı koyma güdüsünün yoğunluğu, sanki o anda ortaya çıkmıştı. Hiçbir ses duyamıyor, yalnızca ağlıyordu. Hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. İşte başkaldırının isyan boyutuna ulaşması da bu şekilde gerçekleşmişti. Biraz sonra teyzesi tekrar konuşmaya başladı:
-Ben de başkaldırdım. Doğru. Ama benimki övünülecek bir başkaldırı değildi. En azında örnek alınmaması gereken bir şeydi. Ben de o zamanlar başkaldırıyı alkışlanası ve müthiş bir şey olarak algılıyordum. Kim bilir, belki kendimi bu şekilde ifade etmek daha kolay geliyordu. Ama yaşadığım acıları kimse bilmemişti. İnsanları hep gördüğün yanlarıyla tanımanın hayatına kötü getirileri olacağı doğru canım. Beni de kimse o yönümle tanımamıştı çünkü. Öyle çok ağlardım ki... Ama sonunda bir çözüm yolu buldum. Ne kadar zor olduysa da buldum. Sen de bulacaksın, hiç üzülme. Mutlaka elinde olanlarla, bulunduğun zamanda, bulunduğun yerden başlayacağın bir şeyler vardır. Sen güçlüsün çünkü. Öyle olduğunu bilmesem, zaten burada boşuna konuşuyor olurdum.
-Peki her şey neden bu kadar zor? Neden her şey bu kadar karanlık olmak zorunda?
-Karanlık mı? Karanlık her zaman vardır. Karanlık hayatın zorluğudur. Ama karanlık kötü bir şey değildir. Sıkılmaman için hayatı çekilir kılan tek şeydir belki de. Önemli olan, karanlığı karamsarlıkla karıştırmamak. Çoğu insanın aradığı şey mutluluk mudur sanıyorsun? Hani şu başkaldırıyla elde etmeye çalıştığın şey? Hayır. Sen onun zorluğundan ve bunun sonucunda elde ettiğin başarıdan zevk alıyorsun. Çok tuhaf ama, hepimiz karanlığı seviyoruz.
Yasemin, aniden başını kaldırdı ve çantasını karıştırmaya başladı. Bir yandan gözlerini siliyordu. Teyzesi sordu:
-Ne oldu? Ne yapıyorsun?
-Elimde olanlarla, bulunduğum zamanda, bulunduğum yerden başlıyorum.
Yasemin, bunları söylerken, karşısındaki beyaz ağacın taslağını çizmeye koyulmuştu. Teyzesi, hafifçe gülümsedi ve bir süre daha yanında oturduktan sonra ayağa kalkıp sahil boyunca yürümeye başladı. Ona verdiği güven ve inançtan mutlu olmuştu.
Ertesi gün Yasemin şövalesini de getirmişti yanında. Taslağı önündeydi. Sabah saatlerinde çarşaf gibi görünen denize baktı. Ve duvarlarla örülü olan bütün yaşamını tuvaline aksettirmeye çalıştı. Şimşek kadar hızlı geçen çocukluk dönemini, menekşeyi, sahafı, yılbaşı süslerini, yalnız insanları... İçe kapanıklığı, dağınıklığı, inatçılığı... isyanı, umudu, yenilenişi... Teyzesini, annesini, kendisini, hocasını... Leman'ın İncisini, Pearl of Leman'ı... Uçağı, tuvali, İsviçre'yi, kartpostalı, sandığı... Bütün yaşadıklarını önünde duran küçük hayata geçirdi. Hepsini.
Ve son olarak da, ağacın göle düşürdüğü gölgeyi çizdi. Karanlığın rengini verdi göle.
İsviçre'de geçirdiği iki hafta içinde teyzesinin yaşantısına tanık olmuştu. Mutluydu teyzesi. Ne kadar kendi hayatının örnek alınacak bir hayat olduğuna inanmasa da, aslında övünülesi bir yaşamı vardı onun.
"Çok acı çektim, fakat sonu güzel bitti."
Yasemin döndüğünde hocasıyla konuşmaya karar verdi. Sabah atölyeye gitti, kapıdan içeri başını uzattı. Hocası yine dağınık bir görüntü oluşturuyordu. Kaşlarının arasındaki kat izi, resimlerdeki ayrıntılara bakmak için gözünü yaklaştırdığında daha da belirginleşiyordu. Belli ki işine her zamanki gibi yine çok fazla odaklanmıştı. Kocaman kalın camlı gözlükleriyse yine gözündeydi. Yasemin'in kapıya geldiğini görmemişti. Onun sadece sesini duydu:
"İnsan sanatı yaparken kendini yalnız hissediyorsa, yaptığı sanat değildir. Burada sanat yapıyormuşum meğer. Gerçekten özür dilerim hocam."
Hocası, Yasemin'i farkettiğinde ona gözlüklerinin üstünden tekrar baktı. Sonra gülümsedi, gözlüklerini çıkardı ve "Sen bilirsin" dedi. Sonra da devam etti. "Otur istersen...Bu süre içinde nasıl oldu da geri döndün anlat bakalım."
Yasemin, neler düşündüğünü ve neden gittiğini olduğu gibi anlattı. Hocasının sert bir hoca olduğunu kabullenmişti ama iyi ve anlayışlı bir insan da olabileceğini hiç tahmin etmemişti. İnsanları göründüğü yanlarıyla tanımanın ona kötü getirilerinin olacağının doğru olduğunu söylemişti teyzesi ona. Yasemin de kabulleniyordu bunu artık. Evine dönerken içinden sürekli bir söz geçiyordu:
"Çöp sepetim karanlığımdı benim... Acı çektiren, fakat sonu güzel biten bir karanlık..."
Duygu Ergun
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 6 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Kahveci : Emre Gümüşdoğan |
Fahişeliğin Geni Bulundu
İlk kez, bu kadar erken bir saatte bara geliyordu ve bu bara ilk gelişiydi. Barmen soruncaya kadar birşey içme isteği yoktu.
"İçinde portakal suyu ve votka olan bir kokteyl hazırlar mısınız?"
Gazetesini tezgahın üzerine koyarken, haberin başlığına ilişti gözü. Aynı anda, bir kadının bara yaklaştığını farketti. Çantasını tezgaha koyan kadın, yanındaki tabureyi düzeltip oturdu.
"Kalite fahişedir." dedi, içkisini getiren barmen, başıyla kadını işaret ederek, "Bunun gibiler şimdilerde az bulunur, zevkine takılıyor." Kadının duyabileceği bir sesle konuşuyordu. Barmenin bu şekilde konuşmasına canı sıkıldı. Yaptığı iş ne olursa olsun, insanlara saygı duyulmalıydı. Kadından tepki vermesini bekledi ama hiç tepki vermedi kadın.
"Farklı bir güzelliği var." diye, geçirdi aklından. Boynu dikkatini çekti, boynu da boyu gibi oldukça uzundu kadının. 1930 ların saç modelini anımsatan, kısa, kuzguni saçlarının ucu çenesine doğru uzanıyordu. Saç rengiyle tezat teşkil eden, iri, bal rengi gözleri vardı. Ağzı biçimliydi, ince dudaklarına mor ruj sürmüştü.
Üzerinde; pembe askılı badisi, yandan yırtmacı olan, siyah mini eteği vardı. Tabureye oturduğunda; iyice sıyrılan eteği, açılan yırtmacından, uzun bacakları görünüyordu.
Kalçası daracıktı. Kırk yaşlarında olmasına rağmen bakımlı ve güzel bir vücudu vardı.
Adamın yüzüne; gri, donuk gözlerinin içine baktı kadın, ufacık bir ışık aradı.
"Ben fahişeyim" dedi sonra, "Ölü serçelerle sevişirim ", şuh bir kahkahanın ardından, yüzüne alaycı bir ifade yerleştirerek, "Sizi eğlendirmemi ister misiniz?"
"Zevkine takılıyor." demişti barmen, ama bir bedeli olmalıydı."Bir bedeli olmalı." diye fısıldadı adam.
Yüzünde, mimiklerinde, ses tonunda yaşam belirtisi yoktu.
"Var!.." dedi, adamın gözlerinin içine, bal gengi gözlerini diken kadın, "Hem de ağır bir bedeldir bu..." gülümsedi, "Korkmayın canım, sizden, o kadar büyük bir bedel talep etmeye hakkım yok, etsem bile, bunu ne siz, ne de başka bir erkek ödeyebilir. Fahişeliğin ağır bedelini bir tek fahişeler öder, siz erkekler bir kaç dakikanızı satarsınız fahişelere ve sadece onun bedelini ödersiniz."
Çantasından sigarasını, çakmağını çıkarıp tezgahın üzerine koydu. Barmen, uzanarak paketi açtı, kadına bir sigara uzattı ve yaktı. Kadın, teşekkür ettikten sonra, yine adama döndü:
"Erkekler... Onlar; içlerindeki acının bedelini öderler, acılarını bizim içimize boşalttıklarını düşünürler ama yanılırlar, yeni acılar, yeni yaralar açarız biz onların ruhlarında, bedenlerinde, işte bunu farketmezler, farkettiklerinde başka fahişe ararlar, böylece sürer bu kısır döngü" Sigarasından derin bir nefes çekti: "Bu benim yaşamım, böyle yaşamak benim tercihim."
Kadın; ruhunun kıvrımlarına sinen fahişeliği nasıl açıklayabilirdi ki bir erkeğe, onların hüzünlü boşluklarına dokunmayı, orada yer edinmeyi... Belki bir meydan okumaydı bu, kendisini güçlü hissettiği andı bir erkekle olduğu anlar.
Adamın gözlerinin; üzerinde dolaştığını hissediyor, bundan hoşlanıyordu kadın, tam da memelerinde odaklanmıştı ki adamın gözleri, "Aldanmayın, şimdi her göğüsü güzel gösteren sütyenler var." Adam gözlerini kaçırdı aniden, yüzünde ilk kez farklı bir ifade dolaştı, biraz kızardı.
İlk gençlik yıllarıydı, günün erken saatinde geneleve gitmişti. Fazla müşteri yoktu. Kadınlar; açık saçık konuşuyor, küfürederek, iskambil falı bakıyorlardı. İçlerinden, minyon tipli, çocuksu yüzü olan farketti delikanlıyı, gelmesi için işaret etti.
Odaya çıktılar birlikte, kadın; "Soyun." dedi, arkasını dönüp soyunmaya başladı delikanlı. Döndüğünde; içi boş bir kese gibi sarkan memelerini, kırışıklar ve çatlaklarla dolu karnını gördü kadının. Kadın külotunu da çıkararak divana uzandı, bacaklarını toplayıp yana açtı ve yapmacık bir ifadeyle "Hadi gel kocacımmm" diye seslendi.
Pantolonuna uzandı, çebinden çıkardığı parayı masanın üzerine bıraktı, giyindi ve odadan çıktı delikanlı.
Kadınlar, kahkaha attılar arkasından, "Jet gibisin enişteeeeeee"
Sol dirseğini bara yaslamış, eli çenesinin altında, parmağını emerek adamı izliyordu kadın. Gözleri kısılmıştı, çevresinde oluşan kırışıkları, makyajla kapatmaya çalışılsa da, bardan yansıyan spotların altında çizgiler belirginleşmişti. Bakışları yumuşak, cilveli, sevişir gibiydi.
Meryem'i düşündü, işyerinden arkadaşını... Kırklı yaşlara geldiğinde birden değişmişti Meryem. Erkeklerin kendisini arzulamasını istiyor, onlara, çapkın bakışlar atıyor, frikikler veriyordu. Hala çekici bir kadın olduğunu kendisine mi? yoksa erkeklere mi? kanıtlamak istediğini bilmiyordu. O; sadece gözleriyle fahişelik yapıyordu, ötesi yoktu, dokunmak yoktu, birliktelik yoktu, şuh bir fahişe gibi bakıyor, bedenini sergiliyor, öyle davranmayı seviyordu.
Bir çok erkeği aşık etmişti kendisine ama kendisi hiçbirine aşık değildi. Onların yakınlaşmasına izin vermiyor, uzaklaşmalarını da istemiyordu. Bir gök cismi gibi, onları çekim alanında, belli bir yörüngede tutmaktan mutlu oluyordu. Erkeklerin çektiği acılar umrunda bile değildi.
"Bir içki alır mısınız?"
"İçki kullanmam" dedi, barmen gülümseyerek.
"Bayana sormuştum" dedi, boş taburelere şaşkınlıkla bakan adam.
Neden sonra farketti barda yalnız olduğunu, tekrar gazetenin başlığına ilişti gözü.
Fahişeliğin Geni Bulundu...
Emre Gümüşdoğan
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 7 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Düşler Sokağı : Kadir Çaça |
ALDIRMA REİS....
Sonuna kadar hep varolacak, bitmeyecek, yitmeyecek, gitmeyecek sanılan “O”
gidiyor...
Yar gidiyor, yani can gidiyor. Gözleri yaşlı, yüreği yetim bırakıp gidiyor...
Hayatı yaşanır kılan tüm güzellikler, sevinçler, umutlar, yarına dair ne varsa herşey ama herşey onunla gidiyor. Ve ıssız sokaklardan arta kalan sadece hıçkırık oluyor. Birde o bakış, unutmayı imkansız kılan bakış.
“Yiğidi gül ağlatır, gam öldürür” derler ya; kör oluncaya kadar ağlamak, dozunu kaçırıp sitemin ayrılığı yakmak geliyor içinden insanın.
Hayata dair tüm planların değiştiği bu kavşaktan sonra “ayrılığa başkaldıran dizeler” daha fazla okunacak besbelli. Dünya bile farklı dönecek belki de, ama olsun erkekler ağlamazmış...Ağlamamak, dik durmak lazım şimdi.
“–İnsan yürüdüğü yere varır...”deyip bu keskin kavşaktan sonra, yalnızlık senfonisi eşliğinde yürüyüşe devam etmeli. Bir başına, tek başına, adam başına bir yürüyüş...
Bir dağın yamacından akan su misali aynı canda yaşayan yürekler ayrı düşmüş, kapı çarpılıp çıkılmış olsa bile yaşam sürmeli. Tek tabanca da olsa yürüyüş devam etmeli elbet.
Sonraki yıllar acılara tutunarak geçmeye, gözler kan çanağına dönmeye mahkum olsa da hayat kaldığı yerden yaşanmalı ve güneşin doğuşu yine pencere kenarından, an be an izlenmeli....
Birkaç bin yıl gibi uzun gelse de her gün, ayrılığın acısı yaksa da yaralı yüreği susmalı. Çığlığa gebe susuşun ardındaki eziklik gizlenmeli herkesten.
...Ve dimdik yürümeli bomboş sokaklarda herşeye inat!
Ne zamana kadar, nereye kadar bilinmez ama susuşun eşliğinde sessizliğin melodileri bestelenmeye çalışılmalı. Kimselere bir şey söylemeden, hiç bir şeyden dert yanmadan. “Yalanmış hepsi yalan, sevmek diye bir şey yokmuş”
diye feryat etmeden, susarak tüm acılar yudumlanmalı. Ve asla bitmez derken; kaybolan o sevdanın ardından hiçbir kapıda teselli aranmamalı, öylece geçmeli günler.
Saatlerin bile geçmemek için ayak sürüdüğü bu zaman diliminde, her cigaranın ardından artan acıya direndikçe direnmeli bu yürek ve kaybedilen sevda bir mevsimlik sevmelere değişilmemeli asla.
Kaybedilse bile başkaca yaşanır nasılsa bu sevda. Keza bu sevdanın ölüsü bile, kokuşmuş sevmelere hayat verebilir.
Ama bu susuş yok mu, işte bu susuş kemirir insanı...
Olsun yine de dimdik yürümeli ve gözyaşlarına teslim olmamalı. Kaybolan o güzel günler, yapmacık sevmelerle takas edilmemeli. Öyle ki; yaşanan o sevdadan sonra haram sayılmalı tüm bakışlar, sahte bilinmeli tüm gülüşler ve sadece susulmalı.
Hem yaşanan o sevdadan sonra kimin kıymet bilmesi beklenebilir ki, kim var, kim söndürebilir ki yürekteki bu yangını? Kime, hangi duygularla adım atılabilir ki artık? Kim çözebilir kapanan bu kalbin şifresini, hangi el açabilir atılan bu kör düğümü?
Öyle ise; yani dert dermansız ise, tabip ne derman sunsun bu yaraya. Elde kalan yine bir tutam susuştur. Nereye kadar, ne zamana kadar bilinmez ama susuş tek adres galiba. Ateşten, kalleşten, yedi düvelden korkmayan yürek, ayrılığın soğuk yüzünden tir tir titrese de, attığı her adımla uçuruma yaklaşsa da susmak en iyisi.
Nereye kadar, ne zamana kadar bilinmez ama yine de susmalı...
Kim bilir belki de bu susuşun çığlığı okyanusları, denizleri, dağları tepeleri aşacak semaya, yedi kat göklere çıkacak ve orada sabırla tanışacak.
Yeryüzüne sığmayan susuşun çığlığı, böylece gökyüzünde yankı bulacak....
Kadir Çaça Meltem Radyo İst. 97.9
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 8 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 4.389 kahveciye doğru yola çıkmıştır.
Yukarı
|
SANA BAĞLI
BİRAZ DA SANA BAĞLI,
GECİKİP GECİKMEMEM...
YETİŞİP YETİŞMEMEM...
SEVİNİP SEVİNMEMEM..
GİT KENDİNİ ÇOK SEVDİRMEDEN
BİTMEYEN MUTLULUK ARAYIŞINDAN..
TERK EDİLMİŞLİGİN HÜZNÜNDEN
YANLIŞ BİR AŞK , YALNIZ BİR AŞK TAN..
BİRAZ DA SANA BAĞLI ,
ÜZÜLÜP ÜZÜLMEMEM...
YANILIP YANILMAMAM..
SEVİNİP SEVİNMEMEM..
SANA BİR SIR VERMEM LAZIM,
GİTMESİNİ DE SEVMESİNİ DE BİLENLER VAR..
RASTLAŞMASAK DAHA İYİ DİYENLER VAR..
BU İŞTE BİR YANLIŞLIK VAR..
BU İŞTE BİR YALNIZLIK VAR..
LEVENT YÜKSEL
Yukarı
|
Biri buna kedi olduğunu hatırlatmalı yahu!..
Yukarı
|
İşe Yarar Kısayollar - Şef Garson : Akın Ceylan Yamağı : Ayşe Nur Gedik |
http://www.dfilm.com/index_moviemaker.html Kendi kendinize bir dijital film yapmaya ne dersiniz? Haydi tıklayın gidin, yaptıklarınızı bana da yollamayı unutmayın sakın.
http://uk.download.yahoo.com/ne/fu/attachments/buildabetterbush.htm Buşumuz canımız için hazırlanmış bir gülmece sayfası. İstediğiniz şekli verip onun gün içindeki normal halleri görüp katula katula gülebilirsiniz. Haydi kolay gelsin.
http://illustmaker.abi-station.com/index_en.shtml Kendi illustrasyonunuzu yapıp yahoo, messenger gibi programlarda rahatlıkla kullanabilirsinzi. Size benzemesi mümkün ama biraz hayal gücü biraz da yetenek gerekiyor galiba. Ben beceremedim de!..
http://www.denedim.com
Sanat maceracıları, amatörler veya sadece sinemayı sevip de "ben de bir film çekeyim veya bir filmde oynayayım" diyenler için bir site hazırladık. Hem kendi filmlerimizi gösterebilmek hem de diğer kısa filmcilerin çektiklerine ulaşabilmenizi sağlamak istiyoruz.
Kısa film çektiniz ve filmi bir web sitesine koydunuzsa bize haber verin, sitenizin linkini ilave edelim. Filmlerimize oyuncu, görüntü yönetmenliği veya teknik konularda katkıda bulunmak isteyenleri de sitemize bekleriz. http://www.denedim.com
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
Mail Box Dispatcher 2.14 [967 KB] 98/2k/XP FREE
http://www.anti-spam-tools.com/downloads/mbdisp2.exe
Spam'den korunmanın ya da az etkilenmenin bir yolu da sunucuyu kontrol eden ufak programcıklar kullanmaktır. Bunlar emaili posta programınıza almadan sunucuda kontrol eder ve size daha sunucuydayken silme imkanı verir. Hemen herkesin kullanması gereken programlardan biri. Daha bir çok alternatifi var tabi. Deneye deneye size en yakınını bulup kullanmanızı öneririm.
Yukarı
|
|
|
|
|
|