|
|
|
23 Kasım 2004 - Fincanın İçindekiler |
Editör'den : Kar saatini tam söyleyemeyen meteorolojiyi neyleyim?!.. |
Merhabalar,
Son dakikaya kadar pespembe gözlüklerimle izlemeye çalıştım olup biteni. Kabahati olayı ciddiye almayan sürücülere bağladım, hepsine veryansın ettim. Tatlıses radyo bile 1 haftadır kar geliyor diye bağırıyor hatta saatini bile söylemiyor muydu? O zaman kimsenin feryat figan etmeye hakkı yoktu değil mi? Büyüklerimiz gerekli önlemleri mutlaka almışlar, her sene nedense buruşan beyinleri bu sefer ütülüdür diye seviniyordum. Ta ki pek sayın büyükşehir büyüğümüz Topbaş'ımız ekranlara çıkıp "Kar aniden bastırdı. Saatini tam bilsek tuzu dökerdik ama durup dururken tuz atılmaz ki yola!" diyene kadar. O an ağzımdan çıkan birbiri arkasına eklenmiş ses uyumlu sözcükleri buraya yazsam biplemekten bir hal oluruz. Yahu bu sözü etmek için insanın kör sağır yatalak dümbelek olması gerek. Ümraniye Şefaat FM'i dinleyen sağır sultanın bile duyduğu hava raporunu şehir büyüğümüz ve sayılasıca ekibi duymamış. Ayıp be adam ayıp. Hiç öyle kimse çıkıp "12 milyonluk koca şehiri kardan korumak kolay mı be birader" demesin. Açık tutulması gereken topu topu 2 köprü 4 ana arter var. Dün 2 köprüyolunu bir Levent-Sarıyer güzergahını temiz tutabilselerdi yaşanan rezilliğin dörtte üçü ekarte olurdu. Ama nerede? Büyükşehir Topbaş'ımız kulak zafiyeti geçiriyor, Şişli'nin demokrasi havarisi Sarıgül'ü CHP'yi önünde çökertme oynuyor. Olan işine gücüne saatlerce geç kalan vatandaşa oluyor. Laf ürettikleri kadar hizmet üretmeyi deneseler başımızın üstünde yerleri var ama tersi olunca kusura bakmasınlar bizim de tersimiz dönüveriyor. Artık başları nereye denk geliyor onu da siz hesap ediverin.
Gün boyu televizyon açık haberleri takip ettim. Çölde su bulmuş bedevi gibi yağan karı gören ne kadar muhabir varsa sokakta. Vatandaşın çilesini en iyi ben dile getiririm diyen ekran önünde bağırıyor. Sağolsun bir kanal da çıkmış "Kar temizleme işi özelleştirilsin" diye olağanüstü fikrini beyan ediyor ve buna yandaş bulmak için rehberdeki tüm numaraları teker teker arıyor. "Özelleştirilmeli değil mi?" sorusuna herkes ayıp olmasın diye " Eee tabi" diye cevap verince alt yazıyı basıyorlar ekrana: "Önerimiz ses getirdi!" Hey yüce Allahım sen aklıma mukayyet olasın. Bu memleket özelleştirmede öyle başarılı ki, hepi topu senenin 10 günü yağan karı bile özel şirketlere temizletir alimallah diye cin fikir beyan ediyorlar. Tankıyla topuyla tüpeğiyle tam teçhizatlı belediye ordusunun başedemediğini bir özel enayi üstlenip temizleyecek biz de huzur içinde yaşayıp gideceğiz. Yahu bunlar ya dayak yememişler ya da saymayı bilmiyorlar. Örnek verdikleri Avrupa şehirlerinde özelleştirilen top yekün şehir temizliği. Biz çöp toplama işini ancak hallettik. Senenin 350 günü yan gelip yatacak ekipmanıyla kar küreyecek bir enayi bulduklarında hiç kaçırmasınlar tabi. 350 günü doldurmak için işe ihtiyaçları olursa, benim kepeklerimi temizleme işini de onlara ihale edebilirim. Bu kıyağımı da unutmasınlar lütfen.
Dün söylemiştim, bu hafta Zuhal Olcay'ı dinleyeceğiz. İşte sırada Başucu Şarkılarından Güller ve Dudaklar. İyi dinlemeler, karsız buzsuz günler. Hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
Café Azur : Suna Keleşoğlu |
Bit Pazarı
Bulutlar sessizce yer değiştiriyordu. Birilerinin hayatından kayıp giden birşeyler vardı. Gizli bir devinim. Birileri birilerinin yerini alıyor, başka birileri başka yerlere gidiyordu. Gökyüzü ise çok sessizdi.
-Sence yağmur yağacak mı?
Sorduğum soruyu duymadı. Tümü cam olan kapalı kapıdan gökyüzüne baktı ve elindeki sigarasından bir nefes daha çekti.
-Yağmur geliyor, bu koliler dışarıda ıslanacak, diye tekrarladım.
Sorularımın yanıtsız kalması bir yana, sigarasının küllerini yerlere döküyor ve uzaklardaki bulutlar dışında hiç bir şeyle ilgilenmiyordu.
Eskiden çok güzelmiş diye düşündüm. Saçlarını toplasa ve yüzündeki acele ile yapılmış makyajı silse gözlerinin güzelliği ortaya çıkacaktı.
Sabahtan beri ona yardım ediyordum. Evindeki bazı eşyaları kolilere yerleştirip bahçeye çıkartıyorduk. Bazıları yeni, bazıları çok eski eşyaları kolilerken neyi kıstas aldığını anlayamamıştım açıkcası. O yüzden sadece onun gösterdiklerini yerlerinden alıp, büyüklüklerine göre kolilere yerleştiriyordum.
Gittikçe kararan gökyüzü O'nu da endişelendirmiş olmalı ki.
-Birazdan yağmur indirecek, tüm kolileri garaja yerleştirmeli, dedi.
Kırılmış bir kalbi hapsetmiş hüzün yeşili gözleri vardı. Yağmur yere inmeden gözlerinden akmıştı. Gözlerindeki kızarıklıkları gizlemek adına renkten renge boyamıştı yüzünü. Soluk mavi bir göz farının ağırlaştırdığı göz kapakları ile kahverengi bir kalemle çerçevelenmiş iri iri açılmış yeşil gözleri farklı insanlara ait gibiydiler. Pembeye boyadığı dudaklarındaki ruj çoktan silinmişti. Birbiri ardına içtiği sigaralarda kalan izleri de olmasa rengini tahmin edemezdim. Yanaklarının kırmızılığı kendiliğindendi. Sanki eşyaları kolilere yerleştirirken yüzünü de içlerinden birine kaldırmış gibiydi. Ödünç alınmış bir surat ifadesi vardı. Kendine ait olmayan bir gülümseme...
Tanışalı çok olmamıştı. İki ayrı evliliğinden olan iki erkek çocuğu ile karşımdaki evde yaşıyordu. Merhabalardan öte arkadaşlığa ilerlemeye çalışan cümleler kuruyorduk ve birbirimizi tanımaya çalışıyorduk. Bazı hayatları anlatmaya yetmeyen sözcüklerdi onunkiler. Uzun cümleler kuran ve sıradan bir hayat anlatan bendim. O kısa cümlelerin arkasına koca bir geçmişi gizlemeye çalışırken yoruluyordu. Yoruldukça sigarasından bir nefes daha çekerdi.
-Tüm bu eşyaları yarına kadar toparlayabilecek misin? diye sordum.
-Deneyeceğim, yağmur yağmazsa hepsini aşağıda kurulan bit pazarına götürüp satmayı düşünüyorum.
-Neeee? !
Kocaman bir soru işareti, çığlıklı bir ünlem. Bu kadın ne yapıyor.
-Hiç şaşırma sadece kendime ait bir ev istiyorum hepsi bu.
Bu sefer soruyu soran gözlerimdi.
Bahçede içi eski yeni birbiri ile alaksız eşyalarla dolu kolilerin başında öylece dikiliyorduk. Hiç konuşmadan birbirimize baktık uzunca bir süre.
Hava kararmaya, bulutlar iyice belirginleşmeye başlamıştı ki, daha bizim ilk kolileri elimize almamızla yağmur indirdi. Yapacak fazla bir şey yoktu. Mümkün olan en kısa sürede biraz ıslansalar da dışarıdaki kolileri içeri almayı başarmıştık. Ödülümüz kahvelerimizi yudumlarken sessizliği bozan ilk cümleyi O söyledi.
-Artık tamamı kendime ait bir yaşam istiyorum.
İsterse uzun, isterse devrik, isterse kısa cümlelerle gözlerindeki acıyı anlatacaktı.
-Öyle uzun uzun konuşmayı sevmem ben. Hayat hep benim yerime konuştu. İlk evliliğimi yaptığımda yaşamı seyrettiğim aşk filmleri gibi pespembe sanan gencecik bir kızdım. Büyük oğlumun babasına deli gibi aşıktım. İyi kötü, acı tatlı beş sene sürdürdük bu evliliği. İkimiz de işsiz kalıp, evdeki çocuğun sesine tahammül edemeyen büyükler olmaya başlayınca yol ayrımına geldiğimizi anlayıp ayrıldık. Çocuk bir süre annemde kaldı. Sonra iş bulup kendi düzenimi kurunca yanıma aldım. Babasına çok düşkündü. Zaten O da hep yanımızdaydı. Oğlanı bahane eder çat kapı gelir, hala kendi evi gibi girip çıkardı. Ben de hayır demeyi beceremeyen kadınlardanım. Hadi git diyemedim. Nice zaman sonra bir sevgilim oldu, yavaş yavaş anladı. Zaten o benden önce yeniden evlenmişti. Sevgilimle de evlenmeye karar verdik. Aynı evde yaşıyorduk. Yakında doğacak bir çocuğumuz vardı ve galiba birbirimiz için en uygun insanlardık. Yanılmışım. Çok sürmedi, daha küçük oğlum dört aylıktı gitti. Küçük oğlan üç yaşına gelene kadar kimseyi sokmadım hayatıma. Özel bir çabam olmadı ama o dönem kimseye ayıracak zamanım da yoktu. Çocuklar, iş, ev...
Sadece sigarasından bir nefes daha çekmek için susuyordu. Konuşmaya acıkmayı gördüm gözlerinde.
-Sonra diğer adamlar, diğer sevgililer, çocuklarını hatırlayan babalar, iki oğlan...
Geçenlerde doktora gitmiştim ya, bazı tahliller falan lazımmış. Eve geldim ve şu oturduğumuz kanepeye yığıldım. Kendime geldiğimde etrafıma şöyle bir baktım ki bu evde bana ait olmayan ne çok şey var. Yerdeki halı bile ilk kocamın zevkine göre seçilmiş. Hiç okumadığım kitaplar, küşük oğlanın babasının oltası, eski bir sevgiliden kalan kültabağı...Ben viski içmeyi hiç sevmem biliyor musun? Ama evde onlarca viski bardağı var, şu ahşap kütüphane, boyalı sandık, yerde duran dergiler...
Garajdaki bisiklet, araba lastikleri, çim biçme aleti...
İşte şuradaki lamba, oğlanların odasındaki bozuk televizyon, portmantoda duran şu yeşil palto...Hiç biri bana ait değil.
Yağmur deli gibi yağıyordu. Yer gök sel olmuştu. Bereket biz tüm kolileri garaja yerleştirmiştik. Kahvelerimizi tazeledik ve kaldığı yerden anlatmaya devam etti.
-Hayatıma giren adamlar evime hep bir şeyleri ile geldiler. Beraber bir şeyler aldık. Sonra onlar gittiler ama eşyaları kaldı. Kimisi bahanelerle sık sık uğrardı. Oğlanları babalarına göstermemezlik edemezdim ya. Her gelen kimi zaman uzun kalır, kimi zaman kendi evi gibi eşyalar getirip götürürdü. Ben hiç ses çıkarmaz, hiç hayır diyemezdim. Ve bir baktıp bana ait olmayan eşyaların arasında kendime ait bir dünya kurmaya çalışıyorum. Büyük oğlan çalışmaya başladı, yakında kendi evine geçecek. Küçük ortaokula gidiyor, çok geçmez o da ayrılır benden.Eee sonra. Yani hayatımdaki adamların tümü gittiğinde hala onların eşyaları ile yaşamaya devam edeceğim. Kendi kendime bir karar verdim ve hepsine teker teker telefon açıp gelin çeşitli nedenlerle bende bıraktığınız eşyalarınızı alın yoksa hepsini bit pazarında satıp küçük oğlana bilgisayar alacağım dedim. Kimse eskilerini istemedi. Ben ne yapayım...
Anlattıkça anlatıyor, anlattıkça yeniden yaşıyordu.
Yağmur tüm gün yağdı. Hatta geceye kadar devam etti. Gece yarısı pencereyi açıp dışarıdaki yağmur kokusunu içime çekerken karşı pencereden gölgesini gördüm. Yine elinde sigarası vardı.
Kolay olmayacaktı. Ertesi gün bit pazarında geçmişini serecekti tezgaha.
Kendine ait olmayan eşyalardan kendine ait kokuları silip atmak ise hiç kolay olmayacaktı...
SunA.K. Grasse
sunak@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 7 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
PASTORAL EFEMER : Zeki Yıldırım |
BÖCEKLER VE ÇİÇEKLER
Ne zaman ve ne şekilde başladı bilinmez ama günümüzde hemen her düzeyde tartışılan bir konudur "kadınlar ve erkekler". Belki erkek egemen aile yapısının gittikçe daralan kulvarından, bir kopuşun seslendiriliş birikintileridir bunlar. Yaşayan doğada hiçbir şekilde rastlanılmayan bu kısır döngü, bütünüyle insansı olan bu yüksek sesli kurulan cümleleri gizli de olsa bir hâkimiyete başkaldırıdır belki de. Doğada birbirinin tamamlayıcısı olan bu iki cinsiyet arasında önemli ve karar verici olmada ibre yaygın olarak dişilerden yanadır. Burada en belirleyici öğe görünen fiziksel özeliklerinden öte, daha çok metabolik bir çaba ile tanımlanmaktadır. Yani en genel tanımlamayla dişilik ve ya erkeklik görevlerini yapmada harcanan enerjidir temel alınan. Bu bağlamda dişi bireylerin doğada tartışmasız bir üstünlüğü vardır. Ancak yazının amacı tartışmalar bir halka oluşturmak değildir. Tavır ve anlayış ya da günümüz insanının beklentilerinin ne olduğuna dair geçen gün bir arkadaşın aktardığı bir öyküyü paylaşmak istiyorum.
Öykü Apansız bastıran fırtına sonucu, koca bir geminin bir anda denizin dibini boylamasıyla başlamaktadır. Adam, ıssız bir adanın sahilinde gözlerini açtı. Ne gelen vardı ne giden. Ne araç vardı ne gereç... İstersen muz ve hindistan cevizi, istemezsen muz ve hindistan cevizi.
Hayatı boyunca evi dışında beş yıldızlı otellerden başka yere adımını atmadığından, bir süre ne yapacağını bilemedi. Sonra dört ay boyunca muz yiyip, hindistan cevizi suyu içti. Geçmişte kalan o güzel günleri düşünerek gözlerini denize dikip, kendisini kurtaracak gemiyi beklemeye koyuldu. Bir gün sahilde uzanmış yatarken, gözünün ucunda bir hareket hissetti. O da ne? Bir sandal ve kürekte o güne dek gördüğü en müthiş kadın. Son sürat geliyor. İnanamadı..."Nereden geliyorsun ?" diye haykırdı. "Buraya nasıl geldin?" "Adanın öteki tarafından..." dedi kadın, "gemi batınca oraya çıktım." "Ne şans, benden başka kimsenin kurtulduğunu sanmıyordum. Kaç kişisiniz?" "Başka kimse yok. Sadece benim. Sandal da gemiden değil. Gemiden çöp yok." Adamın aklı karıştı... "O halde sandalı nereden buldun?" "Basit" dedi kadın. "Adada bulduğum malzemeyle yaptım. Kürekler sakız ağacı. Zemini palmiye dallarından ördüm, yanlar okaliptüs..." "Ama, ama bu imkansız. Aletlerin yok. Nasıl becerdin?" "Pek de sorun olmadı. Öteki tarafta sıradışı bir alüvyon kaya oluşumu var. Fırında belli dereceye ısıtılınca işlenebilir yumuşaklıkta demir elde ediliyor. Alet yapmak için kolayca kullandım. Boşver bunları. Hadi göster, nerede yaşıyorsun?" Bön bir ifadeyle orada yaşadığını itiraf etti adam. Aylardır oracıkta sahilde yatıp kalkıyordu. "Öyleyse bana gel. Benim yerime..." diyerek kadın küreklere asıldı. Birkaç dakika sonra küçücük bir iskeleye yanaştılar... Adam sahile göz atınca az daha sandaldan düşüyordu. Mavi beyaz boyalı kulübeyle, iskele arasına taş döşeli bir yürüme yolu bile yapılmıştı. Eve girerlerken kadın omuzlarını silkti, "Pek rahat sayılmaz ama ben yine de ev diyorum işte... Otur lütfen. Bir şey içer misin?" "Hayır, hayır teşekkürler..." dedi adam. Şaşkınlığını hala üzerinden atamamıştı. "Daha fazla hindistan cevizi suyu içemeyeceğim artık. Tahammülüm kalmadı..."
"Hindistan cevizi suyu değil ki. İmbiğim var. Pina Colado'ya ne dersin?" Adam hayretini gizlemeye çalışarak ikramı kabul etti. Kanepeye oturarak sohbete daldılar. İkisi de birbirlerinin hayat hikayesini dinledikten sonra kadın, "üzerime rahat bir şey giyeceğim" diyerek ayağa kalktı. "Duş yapıp traş olmak ister misin? Üst kattaki banyo dolabında jilet var..." Artık sorgulamaktan vazgeçmişti. Banyoya girdi, dolapta kemik bir sapın içine sıkıştırılmış oynak mekanizmalı iki deniz kabuğundan yapılma ustura onu bekliyordu. "Bu kadın inanılmaz" diye mırıldandı. "Bakalım bundan sonra ne var?"
Döndüğünde kadın onu gardenya kokuları içinde, stratejik bölgeleri üzüm yapraklarıyla örtülü olarak karşıladı. Sadece üzüm yaprakları. Ve yanına oturmasını istedi. Sonra yavaşça sokularak fısıldadı... "Söyle bana. İkimiz de uzun süredir bu adadayız. Çok yalnız olmalısın. Eminim şu anda yapmak için kıvrandığın bir şey var. Hani burada tek başına geçirdiğin aylar boyunca en çok yapmak istediğin. Anlıyorsun değil mi ?" Gözlerinin içine bakıyordu. Adam duyduklarına inanamadı. "Yani" dedi. "Buradan e-mail'imi kontrol edebilir miyim?"
Zeki Yıldırım
zekiyildirim@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 6 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
RENGARENK DUYGULARDA YAŞATMAK SEVGİYİ!
Sevmeyi bilip, sevilmenin büyüsünde kaybolmak. Engin maviliklerde yepyeni sevgiler keşfetmek. Pembe bulutlardan maviliklere atlarken kenetlenmek sımsıkı yürekten yüreğe…Birbirine hem çok yakın hem de kilometrelerce uzak olduğunu düşündüğüm iki sıcacık kardeş duygudur sevmek ve sevilmek.
Alabildiğine derin, alabildiğine hassas bazen kırılgan, bazen çelik kadar sert ve dayanıklı, paylaşıldıkça kabına sığmakta zorlanan, hissedilmesi kadar hissettirmesi de insanlarda derin izler bırakan; aradaki upuzun mesafelere rağmen kalpten kalbe değebilen, rengarenk duygu yumaklarıdır. Çözüldükçe bağlanır, bağlandıkça çözülürsünüz enginliğinde.
Sevmek olağanüstü bir duygudur. Sevmek, hayatın şifresini çözen bir anahtar, yaşantınızı anlamlı hale getiren bir tılsım gibidir. Çünkü sevmekle içinize ve ruhunuza pozitif bir enerjinin dolmasını sağlarsınız. Bu sayede ufkunuz öylesine genişler ki, bu güzellik sizden etrafınıza bir güneş misali yayılır ve vardığı noktalarda bulduğu yürekleri sıcacık yapar.
İnsanın yüreğini tüm sevgilere açması ve etrafındaki her şeyi alabildiğince sevmesi kadar güzel bir şey düşünülebilir mi hayatta? Sevgi sizin kalbinizden sonsuz bir pınar misali coşup çevrenizdeki insanlara, dostlarınıza çağlar ve ardından paylaşımın en güzel yansıması olarak size gerisin geri döner. Bu geri dönüşler ise sizi daha çok sevmeye zorlar adeta. O nedenle değimlidir ki sevgiler paylaşıldıkça artar. Sevilmeyi tatmak için önce sevmeyi bilmek gerekir karşılıksız, hesapsız, masum ve en içten hislerle. Çünkü gerçekten sevmeyi bilemeyen ve gönül kapısını sevginin güzelliklerine açmayan bir insan asla sevilmenin değerini anlayamaz. Aslında sevmek tüm duyguların anasıdır. Sevgi yüreğinizi zenginleştiren yegane araçtır. Diğer duyguları besler, özellikle negatif duygulardaki aşırılığı frenler, insana yapıcılık kazandırır. Nefreti, kıskançlığı, çekememezliği silip götürür.
Sevilmenin tadı ve ayrıcalığı ise o kadar farklı bir güzelliktedir ki, insanların hayatı olumlu yönleriyle algılamalarında pozitif ve yapıcı roller oynar. Sevilen, sevildiğini bilen insanlar buna hiç doyamazlar, yüreklerinde duydukları sevgi ve sevilmenin hazzı onları her daim istekli, canlı ve ışıl ışıl yapar. Sevgiyi hücrelerinde öyle güzel hissederler ki, bunu yaşamlarının her anında bir ayna misali etraflarına yansıtırlar.
Yakınlarınız, arkadaşlarınız, dostlarınız, eşiniz, sevgiliniz, çocuklarınız ve çevreniz tarafından sevilmenin tadı hem çok güzel, hem de doyumsuzdur.
Sevilmek insana topluluk içinde özel olduğunu, değer verildiğini hissettiren sonderece zarif bir duygudur. Çocuklar bu özel duygu ile büyür, kişilik kazanır. Tıpkı bedenimizin besinlere ihtiyaç duyduğu gibi, ruhumuzun da sevilmeye ihtiyacı vardır. İnsan ruhu sevgiyle beslenir. Sevgisiz kalan insanların ruhları aynen aç kalan insanların bedenlerine, susuz kalmış çorak topraklara benzer.
Sevmek, sevilmek bu iki güzel duyguyu alabildiğine yaşamak.Sevmenin güzelliğini, sevilmenin hücrelerimizde çiçek açtıran doyumsuzluğu ile birleştirin korkusuzca. Sevin alabildiğince çekinmeden "acaba beni sever mi ?" diye beklemeden; ilk veren , ilk el uzatan siz olun her daim. Kırın insanlar arasındaki o buz gibi saydam ve soğuk duvarları. Yılmadan, cesaretinizi asla kaybetmeksizin. Bir gün göreceksiniz ki, uzattığınız eller havada boş kalmayacak. Sıcacık ellerle buluşacak, gönüller sevginin güzelliği ile yoğrulacak.
Asla korkmayın ve sevin. Çünkü sevgi öyle güzel yayılır ve hak ettiği yeri öyle güzel bulur ki. O nedenle sevmekten çekinmeye, insanlara sevginizi göstermekten kaçınmaya hiç gerek yoktur.
Sevgide karşılık beklenmez, zaten karşılık beklenirse adı sevgi olmaz. İşte o nedenle çıkarsız, amaçsız, sadece sevmek gerekir yalın ve duru, çıkarsız ve karşılıksız.
Her şeye, tüm olumsuzluklara rağmen sevmek,sevmeyi becerebilmek. O sonsuz muhabbeti paylaşabilmek gönülden, içten gelen hislerle.
Sevmenin yaşı, zamanı, mevsimi yoktur. Kendiyle barışık olan ve öncelikle kendini seven insanların öyle güzel kalpleri vardır ki, sevgiyi var etmeleri ve çevrelerine sunuşları son derece zariftir. Siz fark etmeden bir anda sevgileri ile sizi sıcacık sarıverirler. Gönlünüzü, içinizi ısıtır ve bir süre sonraki alışkanlıkları ile vazgeçilmez olurlar.
Sevgi gönlünüzdeki en güzel güneştir. Bırakın ışınları etrafa yayılsın. Sizinle beraber çevrenizdekilerin de içini ısıtsın.
Paylaşılan en güzel ve en özel sevgilerde bir gün, bir yerlerde buluşmak, limitsiz sevmek ve her daim sevilmek dileği ile…
Belgin Eryavuz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 7 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
LOKAL
-Ya Ahmet'ciğim, böyle seni görüyorum, düşünüyorsun da düşünüyorsun. Demin yanına gelecektim. Dur dedim, rahatsız etmeyeyim.
-Yok Nedim Abi, öyle dalmışımdır.
-Yani yanlış anlama, ben de oturuyorum böyle, kafamda kuruyorum da kuruyorum, (yüzünü sol elinin içine yerleştirerek) düşünüyorum da düşünüyorum, o n'olacak, bu nolucak, bu kızın hali n'olcak.
-Canını sıkma be Nedim Abi, hem insan düşünmekten rahatsız olmamalı. Hatta düşünmenin faydalı bir insan eylemi olduğunu söyleyenler bile var.
Anlamadı. Cümlemin daha bitmediğini sanarak düşündüğünü ve beklediğini tahmin ediyorum. Bir yerde duymuştum. Yeterince dinlenmeyen ya da çok susan insanlar, konuşurken sürekli sözlerinin kesileceğini düşündükleri için bir telaşla konuşurlarmış. Bir an önce herşeyi, bir çırpıda anlatmak isterlermiş. Bunlara ilave olarak diyebilirim ki, böyle insanların söylemek istediklerinden çok farklı şeyler çıkar ağızlarından. Ya da hep böyle bir korku duyarlar. Nedim Abi'de bu insanlardan.
Nedim Abi gibi bir insanın dinlenmemiş olmasına ihtimal veremiyorum. Sanki denizden emekli olmuş, karaya esir edilmiş bir balıkçı gibi, (hayallerimizin deniz tutkunu, eski balıkçıları gibi) dertlenir de dertlenir, ama konuşmaya başladı mı, yahut biri gelip iki güzel söz söyledi mi, sanki eski günlerdeymiş gibi, kahkalarla güler, hatta espriler bile yapar. O halde, ya kızının geleceği ile korkuları, az da olsa geçim sıkıntısı, ama daha çok şu yalnızlığının getirdiği bir suskunluktan sözedebiliriz. Ancak belli ki, o da bu suskunlukların gittikçe sıklaştığının farkında. Endişesi, telaşı bu yüzden.
Tüm bunlar yanlışsa eğer, Nedim Abi'nin bu telaşlı konuşmalarını laz olmasına yüklemek de mümkün...
-Ya Ahmetciğim, bak yanlış anlama, güzelim, sen neden istanbul'a falan gitmiyorsun gezmeye, canım benim, burda böyle oturuyorsun da oturuyorsun. Bak yanlış anlama...
-Yok be Nedim abi, yanlış anlamak ne demek... Orda pek arkadaşım yok, arada gidiyorum gerçi, ama artık eskisi kadar değil. Kimse kalmadı ki orda arkadaşım, herkes kendi hayatında.
Durdu. Belli ki bir şey söyleyecek, söyleyemiyor. Sağa bakıyor, sola bakıyor. Ben onu seyrediyorum, yüzünü. Bazan bana bir hal gelir böyle. Karşımdaki insanın yüzüne uzun uzun bakarım. Kimileri gereğinden çok anlam yükler böyle baktığımda, hatta rahatsız olur. "Bir yerde yanlış bir şey mi söyledim" diye kendini araştırmaya başlar. Söylediklerini teker teker düşünür içinden. Oysa benim açımdan durum çok farklı. O yanlış bir şey söylemiş, ben yanlış düşünmüşüm ne önemi var.
Biliyorum, Nedim Abi'ninki yanlış bir şey söylemiş olmaktan değil. Daha doğrusu kendisine yakıştırmadığı bir söz etmiş olmanın getirdiği bir sıkılma değil. Biliyorum, beni düşünüyor. Ben ise ona bakarak şu dünyanın, bunca yanlışlığa rağmen böyle insanların etrafında döndüğünü düşünüyorum.
-Söyle Nedim abi söyle, içinde kalmasın.
Çekinerek; "Senin" dedi, "Burda da... Ya bak Ahmetciğim, canım benim, kusura bakma.
Gülümsedim. "Nedim abi söyle. Senin burda da arkadaşın yok ki diyeceksin değil mi?"
Durdu. Bana bakıyor, vereceğim tepki geciktikçe yüzü bulutlanıyor.
-Ya ne güzel söyledin Nedim Abi, zaten tam sen söylerken ben de içimde, "Ulan Ahmet, sanki burda arkadaşın varmış gibi... Konuşuyorsun da konuşuyorsun" diyordum içimden.
Büyük bir gürültüyle gülmeye başladı, korktum.
-Canım benim, ha ha, canım benim. Erdoğaaan, bize rakı getir, diye bağırdı. "Sen yok musun ah sen. İlahi Ahmet, ömürsün."
Ben var mıyım?..
Nedim Abi, bu lokalin işletmeciliğine başlayalı 20 sene oldu. Hatırlıyorum da, küçükken babamdan para, ev anahtarı veya nasihat almak için uğrardık bu lokale. O, o zaman da fazla konuşmazdı, bir farkla, o zaman fazla konuşmayan Nedim Amca'mızdı. Şimdi birlikte rakı içtiğimiz için Nedim Abi oldu.
Samet Amca, Nedim Abi'nin yardımcısı, eski futbolcu. Her zaman temiz, tiril tiril takım elbisesini giyer.
-Ahmet Bey hoş geldiniz.
-Hoş bulduk Samet Amca.
Ayakta konuşmaya başlarız.
-Nasılsınız Ahmet Bey?
-Samet Amca bana Ahmet desen, bak benden büyük çocuğun var, ağrıma gidiyor.
-Şimdi, Ahmet Bey, biz senelerdir burdayız, bu kasabada, bu ilçede büyüdük, o zaman böyle değildi tabii, diye başlar konuşmasına. Ben çaresiz konuşmasının bitmesini beklerim. Eski futbolculuk günlerinden, kurulan fabrikalardan, gençken yaptığı çapkınlıklardan, çalıştığı fabrikadan erken emekli edilmesinden bahsedip tekrar futbol günlerine döner. Arada mutlaka "Siz bunları hatırlamazsınız tabii. Siz o zaman şu kadarcıktınız." der. Hemen her akşam yaptığımız bu konuşmanın bu bir-iki dakikalık ilk yarısında, sıkıldığımı belli etmemek için kafamdan başka şeyler geçirmeye çalışırım:
-Samet orta geliyor orta!
-Tamam Ahmet Bey, şu sağ ayağıma doğru volelik atın lütfen. Atın hadi. Atsana!
Samet topu gögsünde yumuşatır, şöyle bir vole koyar :"Şuuuttt, gooolll, gooooooolllllll, ağlamak istiyorum sayın seyirciler". Sametle sarılırız, kavak ağaçlarının arasındaki bu futbol sahasında, nemli yeşil çimenler üstünde yuvarlanırız, bağırırız: "Gooollll". Sonra lokale kadar timsah yürüyüşü yaparız...
Konuşmanın ikinci yarısına, yani emekli edilmesinden sonra burda işe başlamasına geldiğinde, yüzümdeki gülümsemenin artık bir gülüşe dönüştüğünü farkederek kendime çeki düzen veririm. Bu ikinci yarı, onun yaşadığı hayat da düşünüldüğünde dikkatli bir dinleyici gerektirir. Örnekler vererek ilk zamanların ne güzel günler olduğundan, sonra insanların nasıl değiştiğinden, insanların nasıl değişebildiğinden bir çaykovski ezgisi gibi bahseder. Konuşmanın sonuna geldiğinde mutlaka "Yaaa, n'aparsınız, iste böyle." der.
"N'aparsınız" derken kaşlarını yukarı kaldırışını, konuşurken bel hizasında birleştirdiği iki elini "yapacak bir şey yok ne yazık ki" anlamında nasıl iki yana açtığını ancak bir tiyatro sahnesinde anlatabilirim sanıyorum. Görülmeye değer..."Anlıyorsunuz değil mi Ahmet Bey" diyerek de bitirir. Ben de, yaş farkından dolayı tam olarak anlayamayacağımı, ama gene de bir şeyler sezdiğimi hissetirmek için dudaklarımı sıkıca birleştirir, bir şey demeden kafamı aşağı yukarı sallarım. Böyle yaparım çünkü o hiç bir zaman onu anlayabileceğimi düşünmez, bunu bilirim.
Lokalimiz, yazları masaların konulduğu bahçeyi saymazsak, iki kısımdan oluşur. Girişte hemen sola kıvrılınca, büyük bir salon karşınıza çıkar. Yazın yapılan düğün gecelerini ve kışları cumartesi gecesi müzikli eğlencelerini saymazsak, genelde ailelere yönelik düzenlenmiştir bu salon. Bu bahsettiğimiz özel geceler dışında genelde sakindir. Aslına bakılırsa, herhangi bir büyükşehirde bu salonu bu kadar boş görmezsiniz. 30 masalık salonda hafta içi en fazla 3-4 masa doludur. Bu meseleyi abilerim ve amcalarımla konuştuk. Bunun çeşitli sebepleri olduğunu söylüyorlar. Ama bu durumu en çok değişen hükümete bağlı olarak değişen tercihlere yoruyorlar. Bir tek ben böyle düşünmüyorum. Bunu birkaç sefer anlatmaya çalıştım. "Bakın artık insanlar evlerine de gitmek istemiyorlar, insan insana yasak anasını satayım" dedim. Sesim televizyonun, içkili sohbetlerin ve günlük dertlerin gürültüsünde kaynadı gitti.
Evet, insanlar eskiden evlerine gitmek isterlerdi. Gidecek başka bir yerleri olmadığından değil, gitmek istedikleri için giderlerdi. O zamanlar ev sıcaklığı, insan sıcaklığı, alınteriyle hakedilen bir özlemdi. O zaman evlerimiz, hayallerle, hayal kırıklıklarıyla, Don Kişotlar'la dolu ağır bir yolculuktan, bize ait bir yoldan döndüğümüzde anlamlıydı. Biz bir zamanlarda uzak yollara çıkıyor, oralardan çiçekler toplayıp sevdiklerimize getiriyorduk. Güneş bizim için doğup batıyordu. Mevsimler, dünya mahlukatlarından gayrı, bizim için vardı. Don Kişotlar vardı eskiden, aniden her şeyi bırakıp giden Baudelaireler ve bir de Che.
Lokalimizdeki diğer kısım ise daha çok bekar erkeklerin (evli ama bekar olan) oturdukları salondur. İlkbaharda pencereleri açılır, sonbaharda pencereler kapanır. Kasım'dan itibaren kesif bir alkol ve sigara kokusu vardır. Bu tip kasabalardaki lokallere gelenler genellikle iş çıkışı iki tek atmak isteyen orta yaşı geçmiş mühendisler, genç öğretmenler, bir ilkokul müdürü, bir başçavuş, bir genel cerrah, bir Aydın'lı, bir...Ben en çok orta yaşı geçmiş mühendisleri, ilkokul müdürünü, genel cerrahı ve Aydınlı'yı severim. Kendimi o masadakilerin içinde saymadım çünkü sizin de bildiğiniz gibi var mıyım yok muyum henüz karar veremedim. Ama o Aydın'lı oradayken benim gülerken çıkardığım (ne yazık ki) tuhaf sesleri duyabilirsiniz. O yok mu o Aydın'lı, o yok mu o?.. Nerden bulur, nerden eder, o müthiş şivesiyle her konunun sonunu "Zaten eskilerin bir lafı vardır' ile getirir. Mesela geçen gün masaya hoşlanmadığı bir adam oturdu. Adamcağız "biraz kayar mısınız" dedi. Söylenerek kaydı bizimki. "Zaten" dedi, "Zaten derviş dervişi tekkede, ibne ibneyi dakkada bulurmuş". Adam duymazdan geldi, ben ağzımdan çıkan tuhaf sesleri dudaklarımı sıkarak engellemeye çalıştım. (Ama emin olun, bir gün şöyle dolu dolu, arkasını düşünmeden, kötülükler düşünmeden, sindire sindire, kahkahalarla güleceğim.)
Lokalimiz, saat on'dan sonra iyice boşalır. Ben o saate kadar (televizyonda bir şey yoksa) masalarda konsomatris yaparım. Bu saatten sonra da gelen giden olmaz. Yalnız bu akşam, masada otururken Erdoğan yanıma geldi. Kulağıma eğildi:
-Ahmet Abi dışarıda üç kişi var seni soruyorlar.
-İyi ya Erdoğan, içeriye gelsinler işte.
-Söyledim Ahmet Abi, gelmiyorlar.
-Haydaaaa! Cins mi oğlum bunlar? Zaten (öğrendim ya) derviş dervişi tekkede, ibne ibneyi dakkada bulurmuş.
-Ya Ahmet Abi, bunlar bir acayip. Bir de at var yanlarında. Defedeyim mi gitsinler?
-Dur bakalım dur hele. Ben bir bakayım. Allah allah?
Çok sık gelmeye başladılar. Kapı önünde konuşuyoruz, biraz tartışıyoruz. Biliyorum bana kırgınlar ama yapacak bir şey yok. Bu işler böyle.
Sırtlarını dönüp gidiyorlar. Karanlık sokakta yavaş yavaş kaybolan nal seslerini duyuyorum. Ben içeriye geçiyorum. Saat on'a yaklaşıyor. Herkes kalkmaya hazırlandığından ben de artık televizyonun karşısında, Nedim Abi'yle Samet Amca'nın yanındaki yerimi alıyorum.
Şimdi TRT4'te türküler zamanı. Yirmi dakika kadar tek kelime konuşmadan seyrediyoruz. Bir grup siyahlı beyazlı insan bir şeyler söylüyor. Folklorik kıyafetli bir grup insan hoplayıp zıplıyor. Galiba şu adam da sunucu. Nedim Abi'nin önünde bir kadeh rakı, seyrediyor. Samet Amca kolunu koltuğa yaslamış, türküye dalmış gitmiş. Samet Amca içki içmez. Onun mutfakta, kapı arkasındaki zulada tuttuğu iki kadeh rakısını içtiğini bir tek ben biliyorum. Bunu kimseye söylemiyorum çünkü böyle tiril tiril, hoş görünüşlü bir adamın rakı içeceği kimsenin aklının ucundan geçmez.
O güzelim türkü şöyle diyor:
Bülbülüm altın kafeste
Öter aheste aheste
Ötme bülbül yarim hasta
Ah neyleyim şu gönlüme
Hasret kaldım sevdiğime
Ben göz ucuyla bizimkilere bakıyorum, dalıp gitmişler. Kim bilir ne düşünüyorlar...
-Ya Samet Amca, bu türküyü söyleyenler, neden böyle şıkır şıkır, hoplaya zıplaya söylüyorlar bu türküyü? Bu hüzünlü bir Selanik türküsüdür.
-Nasıl? Ne dediniz Ahmet Bey?
-Türküyü diyorum, neden böyle neşeli neşeli söylüyorlar? Oldu olacak bir de göbek atsınlar bari!
Samet Amca gene o bilindik tepkisiyle eline iki yana açtı. "N'aparsınız işte" diyerek kaşlarını kaldırıp boynunu kırdı. Sonra elini indirmeden devam etti. Vücudunu oturduğu yerde iki yana sallarken parmaklarını şıklatıp gülerek; "Oldu olacak bir de göbek atsınlar bari, türkünün sözlerine bak. Bunlar da güle oynaya türkü söylüyor"
Samet Abi tam böyle konuşurken seyircilerden orta halli, orta yaşlı bir kadıncağız, eline almış mendili göbek atmaya başlamasın mı? Gülüyoruz. Nedim Abi de gülüyor. "İlahi Ahmet, sen yok musun" diyor gene.
İlahi Ahmet, sen var mısın?..
Samet Amca'nın artık bu kanalı değiştirmesi gerektiğini düşündüğünü tahmin edersiniz. Benim yüzümden. Hep böyle yapıyorum ama n'apayım. Bu sefer Avrupa'dan futbol maçları başlıyor. En güzel golleri hep birlikte seyrediyoruz. (Ben dışarıya bakıyorum, gelen giden yok. Nedim Abi rakısında balık olmuş, Samet Amca kimbilir nerede...)
-Nedim Abi, sen neden her akşam bu saate kadar burda oturuyorsun ki? Evine gitsene, bak kızın almaya geliyor seni her akşam. Ona da yazık, değil mi ya? Hem karınla iki çift laf edersin, fena mı olur?
-Eve gidip n'apıcam, canım benim. Benimkinin başı kapalıdır. Anlıyorsun değil mi, ben bunu içiyorum, olmuyor öyle. Hem ne konuşucam, ha Ahmetciğim? Böyle içim bazen sıkılıyor, bunalıyorum. Sen gençsin, güzelim benim, sen de oturuyorsun böyle kara kara düşünüyorsun, üzülüyorum.
-Sen beni merak etme Nedim Abi, ben iyiyim, diyorum.
Gece haberleri başlıyor. Garsonlar eve gitti. Bir tek mutfakta bulaşık yıkayan Erdoğan'ın sesleri geliyor. Artık birazdan kalkacağız biz de. Artık ışıklar da kapandı. Yalnız bizim oturduğumuz bölüme biraz sarı ışık geliyor. Ben gözucuyla bakıyorum bizimkilere. Sarı ışık Samet Amca ve Nedim Abi'nin yüzünde ne kadar hüzünlü duruyor. Yaşlı gözüküyorlar. Akşamki insan sesleri de yok artık. Bundan mı iyice yaşlanıyorlar gecenin bu vaktinde?
Onlar haberleri izliyor. Bense Nedim Abi'mle Samet Amca'yı koluma takmışım, tank sesleriyle, bomba sesleriyle, savaş uçaklarıyla, petrol ve kanla dolu bir coğrafyada yürüyoruz. Sokakların iki yanında yıkılmış evler, yükselen duman, ağlayan çocuklar. Samet Amca iki kolunu yana açıp "Yaa Ahmet Bey, işte böyle. N'aparsınız" diyor. Nedim Abi gördükleri karşısında artık dayanamayıyor, ağlıyor. Birbirimize tutunarak, yaslanarak cesetler arasında yürüyoruz.
Sonra birden bir gürültü oluyor. Giriş kapısının camının kırıldığını duyuyorum. Nal sesleri geliyor. Arkamdaki bankoda üç kişi görüyorum. Erdoğan atlıyı durdurmaya çalışıyor. Atlı, Erdoğan'ı atın sağrısıyla şöyle hafifçe vurarak yaklaşıyor.
Geldiler!
Bir tanesi;
Gitmeli diyor gitmeli,
Albatros kuşları hala acı içinde,
Haydi kalksanıza diye haykırıyor,
Haykırmıyor, inliyor sessizce.
Bir tanesi bu bitmek bilmez sisin bütün bekçilerini oyalıyor. Onları kırsala çekerken diğeri ileri atılıyor. "Deeeaaahhh" diye bağırıyor. Dünyanın o en şahane atı Rosinant şaha kalkıyor. Zırhlı adam bu sırça hüzün kutusunu kargısıyla deliyor, parçalıyor. Televizyon patlıyor, elektrikli ışıklar saçılıyor her yana. Ben bacağıma bağlı bukağıyı kopartıyorum. Nedim Abi'yle Samet Amca'ya veda ediyorum. Erdoğan'ı yerden kaldırıyorum. Şöyle son bir defa salona, boş masalara bakıyorum. Atın terkisine atlayıp zırhlı adama sıkıca sarılıyorum. Başımı sırtına saklıyorum. Dağlara, denizlere, o yitik ülkeme gidiyoruz.
Ahmet Yakamoz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 5 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
SPORTİF CİNAYET
16 yaşındaki Adanalı bir Beşiktaş delikanlısının, bir başka Beşiktaş delikanlısınca katliyle sarsılmışız. Vakti zamanında 5 kurşun yemiş, 3 kıtada maç yönetmiş meşhur hakem Ahmet Çakarla, stadyumlara ancak polis kordonunda girebildiğinden yakınan eski futbolcu-hakem yeni spor yazarı-kabzımal şahsiyet Toroğlu ana haberde tartışıyorlar (hangisini kimin dediğinin bence hiç önemi yok):
1. Olay münferitmiymiş? Değil miymiş?
2. Olay sportif bir cinayetmiymiş? Yani futbol terörü mü değil mi?
3. Bu çocuk lünaparkta bıçaklansaydı, lünapark cinayeti mi diyecekmişiz?
4. Bıçaklayan çocuk neyden korktuğu için bıçakla giriyormuş stadyuma?
5. "Basur muayenesi" lafı aziz Türk Milletini rahatsız eder miymiş, etmez miymiş?
Laf arasında anlıyoruz ki, futbolun çehresini düzeltmek için, kadınların, çocukların, sevgililerin hep birlikte gelip sür-saadet oturup maç seyretsinler diye ayrılan bir tribün, yeni Beşiktaş Başkanı tarafından, seçim öncesi verdiği söz gereği Beşiktaşın falanca alt teşkilatına (fanatiğine) tahsis edilmiş de ondan böyle şeyler yaşanıyormuş. Beşiktaş yönetimi bu olayı, tribünde sonu ölümle biten bir kapkaç olayı diye yutturmaya çalışmış miş ,mış ,muş …
Hiç işim olmaz. Anlamadığım bir konu. Çok şükür, stadyum alışkanlığım da yok. Hazzetmediğim de bir konu o ayrı.
Atina olimpiyatları sırasında bir tartışmaya tanık olmuştum: olimpiyat ruhu nedir? Amacı nedir? Falan filan.. İlginç bir konuydu, fırsat buldukça okuduğum ve üzerine düşündüğüm bir konu. Oralardan bir alıntı yapmak isterim, yorumsuz.
Lubodrag Simonoviç diye bir Yugoslav varmış (hala yaşıyor), 1970'de dünya olimpiyat şampiyonu olmuş bir sporcu. 1972-Münih olimpiyatlarını protesto ederek başlamış huysuzlanmaya. Sonradan Felsefe profesörü ve Hukuk doktoru olmuş, dersler vermeye, modern olimpiyat-spor felsefesi üzerine sert kitaplar yazmaya başlamış, hatta anladığım kadarıyla alenen olimpiyatlara karşı savaş açmış. 2004-Ağustos Bilim-Ütopyada yayınlanan son kitabının önsözünü aktarıyorum:
" Stadyumlar modern dünyanın tapınaklarıdır. Stadyum kültürü, tarih boyunca kıt kanaat biriken sivil toplumun bireyi özgürleştirici mirasını yok etmeye azmetmiş, insanlığın kültürel izlerini silen bir burjuva aracıdır. Modern olimpizmin temel amacı, dünyayı kültürel bir uluslar topluluğu olarak birleştirmek değil, medeni bir hayvanat bahçesine dönüştürmektir. Stadyumlar, daha iyi bir dünya umudunun yok edildiği ve modern barbar sürülerinin üretildiği modern eğitim kampları haline gelmiştir. Ve kendi baronları vardır…"
Yorum yapmaya çekiniyor insan, bari çözüm önereyim: Stadyumların kapısına "Futbol sağlığa zararlıdır" diye bir tabela assak, belki bir ümit…
Selçuk Dağdelen
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 4.412 kahveciye doğru yola çıkmıştır.
Yukarı
|
COCO
Adı neden böyleydi bilinmez
Yirmibeş ya da otuz yaşlarında
Belki daha da genç, hiç göstermez
Hırpani, saçıbaşı birbirine karışmış
Kir topağı, ne dediği anlaşılmaz, arsız küfürbaz
Sessizliğin içindeki gürültüydü o
Coco diyorlardı adına
Asıl adını kimse bilmez
'Lacivert bir geceydi, zemheride
Bir çocuk sesi...Ağlamaklı
Israrlı, zalim bir uyku gözlerinde
Isınmıyor bir türlü elleri'
Birbirine sarılmış külden
Üç çeset olarak bulundukları
O lanet o inatçı kızılkıyamet kış geçesine kadar
Söylediler yalnızlık türkülerine
Kederden ve acıdan firar etmiş
Bilinçlerinden kopup gelen çatlak sesleriyle
Küfür ve alay karşısında verilen
Bir parça ekmekle
Bazen de en kötüsü
Daracık , ıssız ve karanlık sokaklarda
Üç kuruşa el yordamıyla yapılan düzüşmelerle
Yaşamaya ve yaşatmaya çalıştı
Yarım aklıyla
Kendisine bakan iki çift kara gözü
Biri kızı biri anası
Terketmişti şerefsiz kocası
'Uç uç kelebek
Demir, çivi çer- çöp topla bana
Yaşam dediğin iki ucu boklu değnek
Bırak parlasın güneş
Teneke kanatlarında....'
Dedik ya yarım akıllıydı
Pazarlık bile etmez
Bazen de bedaya giderdi
Biraz aklı olaydı
Çicek neyin satardı
'Eğreti kalmış gülücükler
Çicek bozuğu suratında
Anlaşılmaz bir türkü
Dolaşır dudaklarında
Kıpkırmızı bir cığlıkta
Yaşamın taa ortasında'
Dereden
Taa cingene mahallesinden gelen bağırtıları
Yukarı mahalleye ulaştığında
Bir keyiftir alır hınzır esnafı
Kızdıracak dalga geçecekler ya
'Haydi kızdır Coco'yu
Islık çal, küfür et
Göreceksin nasıl da sinirden köpürecek
Kendini yerlere atıp, bacak arasını gösterecek '
Kirden bir yumak olsa da
Yüzüne bakılmasa da
O da bir kadındı ne de olsa
Aslına bakılırsa
Kazım amcanın kasıklarındaki ağrı
Ayşe teyzenin midesindeki bulantıydı
Sümük donduran o kış gecesine kadar
İçine de mi doğmadı be Coco
Sobayı doldurdun ölümle
Ağzına kadar
'Sıcak hem de çok sıcak ateşin kucağı
Bırak yansın, yansın da
Isıtsın heryanı
Bebeğim sütlü kahvem
Sen canımın içi
Uyan artık, bak solmakta
Kara gözlerinin ışığı'
Sobadan fırlayan sersem bir kıvılcımla
Bayram yerine döndü çingen mahallesi bir anda
Buz gibi bir uykuyla gelmişti ölüm
Nihayet birileri gördü
Gördü de seyre daldı ateşin dansını
Çapak içindeki gözleri aralandı Coco'nun
Kapıya doğru yaptı bir hamle
Ayağı dumana takıldı
Son bir çabayla sarıldı
Kızına ve anacığına
Kocaman açılmış gözler
Boşlukta asılı kaldı
Haber verdiler a ha geliyor itfaiye
Ama giremiyor bir türlü yangın yerine
A be Coco, pek bir kuytuda evin de
Kavrulmuş üç yüreği
Doldurdular torbalara
Polis amcalar kayıtlara bile geçmediler
Coco diyorlardı adına
Asıl adını kimse bilmez
'Kış ortasında tatlı bir yaz
Küçük bir çocuksun şimdi
Ver güneşe yüzünü
Omuzunda mavi kuşu
Yaramaz mı yaramaz
Coco diyorlar adına
Asıl adını kimse bilmez'
Sırma Yıldız
Yukarı
|
İşe Yarar Kısayollar - Şef Garson : Akın Ceylan Yamağı : Ayşe Nur Gedik |
...Modelcilik uğraşısını tanıtmak, yaygınlaştırmak ve geliştirmek amacıyla, modelciler tarafından hazırlanan bu site, tüm modelcilere açıktır ve herhangi bir şekilde gelir sağlama amacı taşımamaktadır... Eğer siz de model meraklısı iseniz ve gelişmelerden haberdar olmak istiyorsanız http://www.modelci.net/index.php kısayolunu tıklayabilirsiniz.
Siz hala YTL'cileştiremediklerimizdenmisiniz? Ve hala YTL hesaplaması nasıl yapılıyor bilemeyenlerdenmisiniz? http://www.tcmb.gov.tr/ytlkampanya/test.php kısayolunda şirin bir mini test mevcut. Bu eğlenceli testi deneyerek YTL konusunda ne kadar hazırlıklı olduğunuzu anlayabilirsiniz. Bakalım yeni dönemde iyi bir tüketici olabilecekmisiniz?
...İyi yemek yaptığını iddia edenlerin, farklı sosların yapımlarını da iyi bildiklerini iddia ettiklerine, mutlaka tanık olmuşsunuzdur. Değişik sosların yapımlarını öğrendikten sonra, yeni soslar yaratmak sizlerin fantezilerine kalıyor... http://www.profilo.com.tr/ziyafet/SosyalBilgiler.asp?act=4 kısayolunu tıklayarak yazının devamını ve sossal bilgiler konusundaki yeni bilgileri bulabilirsiniz.
Yeni bir cep telefonu almak istediğinizde veya elinizdeki cep telefonunun özelliklerini merak ettiğinizde http://www.cep.gen.tr kısa yolundaki web sayfasına başvurabilirsiniz. Fiyatlara pek bakmayın :)) Ama teknik özellikleri gayet güzel toparlamışlar.
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
IrfanView 3.95 [857 KB] 98/2k/XP FREE
http://irfanview.tuwien.ac.at/iview395.exe
Çok güçlü ve kullanışlı bir grafik programı. Bilgisayarında uygun bir tane olmayanlara şiddetle tavsiye edilir. Sadece resimleri değil, video dosyalarını, flash dosyaları da rahatlıkla izleyebilir, düzenleyebilirsiniz. Herkese tavsiye edilir.
Yukarı
|
|
|
|
|
|