|
|
|
24 Kasım 2004 - Fincanın İçindekiler |
Editör'den : Tüm Öğretmenlerimize Sevgi ve Saygılarla!.. |
Merhabalar,
Bu akşamı izninizle maça ayırmıştım. Fenerbahçe takır takır futbol oynadıkça benim de keyfim yerine gelmeye başladı. Bitişini takiben yorumlara röportajlara takılınca saat oldu mu sana 12:00. Ee o saatten sonra açılan matbaadan da ancak bu kadar birkaç satırlık yazı çıktı. Tabi ki bu söylediklerim benim için geçerli yoksa aşağıda birbirinden güzel yazılar sizleri bekliyor. Bugünlük erken kaçıyor ama tebriklerinizi kabul etmek için de mesaj panomu açık bırakıyorum:-))
Bugün 24 Kasım Öğretmenler günü. Kahve Molası'na yazar ve okuyucu olarak katkıda bulunan pekçok öğretmen dostumuz var. Hepsini canı yürekten kutluyor, memleketimin şartlarında onurla sürdürdükleri bu yüce görevlerinde başarılar diliyorum. Sizler olmasaydınız bizler n'apardık? İyiki varsınız.
Bugün Zuhal Olcay bizlere "Aynalar" diye sesleniyor. Salim Dündar'dan dinleyip sevdiğimiz bu güzel şarkıyı zevkle dinleyeceğinizden eminim. Güzel bir gün dileğiyle hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
|
Rengarenk: Tuba Çiçek GAYET CİDDİYİM! |
|
Şişşşşşt!
Bir kere de şu köşeye geldiğimde, sessiz sakin otururken bulayım sizi yahu!
Yok!
İlla ki binbir tezahuratla karşılayacaksınız beni.
Yapmayın, diyorum.. Şımarıyorum, diyorum.. Şımarınca çekilmez olurum, diyorum ama dinleyen kim?
Aslında size hak vermiyor da değilim hani.. Benim de 'ben gibi' iştah ve hayranlıkla okuduğum bir yazarım, bir deniz fenerim olsa; ben de tapınır, Meksika yapar, her ortamda ondan bahseder, her konuşmamda ondan referans verir ve hatta onu hediyelere felan boğardım. (Hediye diyorum, aloooo!)
Bugün tapılası yazarınız, size yaşamın çetrefil yollarında tökezlemeden yürümenin 'trik'lerinden birini daha anlatacak. Dikkatli dinleyin, zira YSS'de (Yaşamı Seçme ve Yerleştirme Sınavı) bu konudan en az 10 soru çıkıyor. Yaşam içinde kıçınızı iyi bir yere yerleştirmek istiyorsanız, bu 10 soruyu yapmak zorundasınız. 'Yok ben sanayide çalışacam baba' diyorsanız, siz bilirsiniz.. Haylazlığa devam edin!
* * *
Kendinizi 'o kadar' da ciddiye almayın! ('Ne kadar?' diye sorana tükürürüm..)
Bugünkü dersimizin konusu bu.
(Lütfen ıslık çalıp alkışlayarak konsantrasyonumu bozmayın. Ciddi bir şey anlatıyoruz şurda di mi? Aaaa, sessizlik lütfen!)
Elbette 'kendinizi ciddiye almayın' derken, 'salın çayıra, Mevlam kayıra' demek istemiyorum. Başınıza gelen felaketleri, uğradığınız haksızlıkları, tepkilerinizi, aşklarınızı, zaaflarınızı, yeteneklerinizi, ayrılıklarınızı, yaratımlarınızı felan kastediyorum. Ama bugün, özellikle başınıza gelen felaketler ve uğradığınız haksızlıkları 'o kadar da' ciddiye almadığınız zaman, hayatınızın nasıl da kolaylaşacağı üzerinde durmak istiyorum.
Panik yapmayın, örneğiniz hemen geliyor... (Getir oğlum ordan birkaç örnek bakiim!)
Diyelim ki sevgilinizden ayrıldınız. Ve diyelim ki canınız çok yanıyor..
Oturup: "Bu bana yapılır mı böö, benim gibi kadın / adam terk edilir mi böö, çok sevmiştim böö, benim gibisini nerden bulacan bööö..." diye böğürüp, kendinize işkence edeceğinize; ayağa kalkın ve aynanın karşısına geçin...
Aynanın karşısına geçtiniz mi? Hıh tamam, şimdi de kendinizle dalga geçin:
"Ulan Allaaaaaan şebeee, çok bile dayandı o kadın / adam sana.. Şu kafaya bak şu kafaya.. Ananın karnında az daha beklesen, safi kafa olarak doğacakmışsın nerdeyse.. koca kafalı seni.. Ha, kocaman olmasına göre içi dolu olsa bari; o da yok.. Nato kafa nato mermer.. Kim naaapsın olm seni? Zaten kaç kere yakaladım tenhalarda burnunu karıştırırken; iğrençsin iğrenç.. Üstelik sevmeyi de bilmiyosun, sevişmeyi de.. Papa XXIII. Jean bile senden daha iyidir yatakta.. Tavana bakar durursun, arada rol kesersin.. İşte busun sen! Bu!"
Gibi...
Kendinizi ne kadar az ciddiye alırsanız; başınıza gelen felaketleri de o kadar az ciddiye alırsınız. Arada sırada kendinize 'alaturka tuvaletin dış kapısının mandalı' muamelesi yapmanız, ruh sağılığınız açısından faydalıdır.
Yani tabii şimdi, iş arkadaşınız Mücella'nın teyzesinin görümcesinin kuzeni sevgilisinden ayrıldığında ne hissediyorsanız, sevgiliniz sizi terk ettiğinde de onu hissedeceğiniz teminatını veremiyorum ama en azından Mücella'nın teyzesi açısından pozisyonunu izleyebileceğinizi öngörüyorum. Az şey mi?
* * *
Durun!
Tezahurata başlamayın hemen. Henüz diyeceklerim bitmedi.
"Kendinize karşı 'cool' olun biraz" diyeceğim daha.
Ve ekleyeceğim: İçinizdeki meleği de 'o kadar' ciddiye almayın! Sahtekar, subjektif, salak, ağlak, ben merkezci ve dahi bencil mıymıntının biridir o. Arada sırada ona nanik yapın ve şeytanınızla ilgilenin.
İçinizdeki meleği yüceltmeyi kesin ve biraz da şeytanınıza bakın.
İçinizdeki meleğin mağduriyetini düşünmeye ara verip biraz da şeytanınızla yüzleşin.
İçinizdeki meleğin reklamını yapmaktan fırsat bulduğunuz zamanlarda, şeytanınızı da kamuoyuna tanıtın.
* * *
Genellikle egonuzun size dikte ettiği, varoluş kuruntularınızı ve kendinize karşı hissettiklerinizi de 'o kadar' ciddiye almayın. Zaten emin olun 'o kadar' ciddi değiller.
Nasıl ki Murtaza'nın 'hiç bi bok olmadığı halde, kendini bi bok zannetmesine' uyuz oluyor ve kendini bilmezliğine hayret ediyorsunuz; sizin de diğerleri için bir 'Murtaza' olduğunuzu arada sırada da olsa hatırlayın.
Sakın ha yemeyin "sen özelsin" numaralarını. Kimse 'o kadar' özel değil ve kimse 'o kadar' mühim biri değil. (Ben bile değilsem; düşünün yani!)
Özel olduğunuz hissini, içinizdeki meleği ve kendinizi ciddiye aldığınız sürece, ölümlü olduğunuzla da yüzleşemeyecek ve derinlerde ismi konmamış bir ölüm korkusuyla yaşayıp gideceksiniz.
Teoride herkes 'diğerlerinden farklı olmadığını' ve 'bir gün mutlaka öleceğini' bilir; kimse inkar etmez bunu. Ancak iş pratiğe gelince rasyonellik uçup gider beyin kıvrımlarımızın aralık kapılarından. Gizliden gizliye 'ölümlü olma kuralı'nın başkaları için geçerli olduğuna inanır ve ölümün bizim başımıza hiç gelmeyeceğini düşünürüz. Bu duygunun temelinde de 'kendini çok fazla ciddiye almak' vardır.
Tıpkı Tolstoy'un 'İvan İlyiç'in Ölümü' romanındaki kahramanı İvan İlyiç gibi:
Kalbinin derinliklerinde ölmekte olduğunu biliyordu, fakat bu düşünceye alışık olmamanın yanı sıra onu anlamıyor, anlayamıyordu. Kiezewettwer'in Mantık'ından öğrendiği uslamlama: "Caius bir insandır, insanlar ölümlüdür, o halde Caius da ölümlüdür."
Caius'a uygulandığında hep doğru gibi görünüyordu, ama kendisine uygulandığında kesinlikle öyle görünmüyordu. Caius'un -genel bir adam- ölümlü olması tamamen doğruydu, ama o Caius değildi, genel bir insan değildi o, diğerlerinden oldukça, oldukça ayrı bir yaratık.
O bir zamanlar küçük Vanya olmuştu, annesi, babası Mitya ve Volodya ile, oyuncakları, arabacısı ve dadısı ve daha sonra da Katenka'yla, çocukluğu, delikanlılığın ve gençliğin bütün o neşeleri, üzüntüleri ve keyiflerini yaşamıştı.
Caius, Vanya'nın çok sevdiği çizgili deri topun kokusu hakkında ne bilirdi ki? Caius annesinin elini öyle öpmüş müydü hiç, elbisesinin ipeği onun için de böyle hışırdamış mıydı? Okuldaki pasta kötü olunca o da kendisi gibi isyan çıkarmış mıydı? Caius öyle aşık olmuş muydu? Caius kendisi gibi oturumlara başkanlık etmiş miydi?
Caius gerçekten ölümlüydü ve ölmesi doğruydu; ama benim, bütün o düşüncelerim ve duygularımla küçük Vanya'nın, İvan İlyiç'in ölümü tamemen farklı bir konu. Bu çok korkunç olurdu.
Yahu iki kelam ettirmediniz be! Alkış, kıyamet, tezahurat, bilmem ne...
Tamam, bitti.
Kudurun şimdi. Yıkılsın burası.
Hak ettim!
Tuba ÇİÇEK tuba@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 12 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Deniz Kokusu : Çağatay Acar Bencillik bir erdem mi? |
|
Ayn Rand'in egoist-objektivist felsefesine karşı hümanist bir yanıt: "Erich Fromm"
Kapitalizm denince ilk akla gelen felsefeci ve yazarlardandır Ayn Rand (1905-1982). Asıl adı "Alissa Rosenbaum" olan St.Petersburg doğumlu Rand, 21 yaşında Sinema Sanatları Enstitüsü'nden mezun olmasının ardından rüyalarının ülkesi Amerika'ya iltica eder ve bir daha Rusya'ya dönmez.
Amerika'da geçirdiği yıllar boyunca objektivizm hakkında felsefe yazıları yazmaya ve dersler vermeye başlar. Bunu Pınar, Ben, Hayatın Kaynağı, Atlas Vazgeçti gibi romanları izler. Özellikle Atlas Vazgeçti isimli romanı oldukça büyük iş yapar; 200 bin gibi bir satış rakamına ulaşıp, Amerika'da İncil'den sonra en fazla satılan kitap olma özelliğini kazanır.
Rand, egoist-objektivist felsefeye inanmıştır. "Objektivist etik, özünde insanın kendi iyiliği için yaşadığını, kişisel mutluluğunun en yüksek ahlaki amacı olduğunu ve ne kendini başkaları için ne de başkalarını kendisi için feda etmesi gerektiğini savunur." Ona göre bencillik en büyük erdemdir ve kapitalizm, insanın yeteneklerini açığa çıkarabilecek ve insanın kendini gerçekleştirmesine olanak sağlayacak en iyi ortamı yaratır.
Yazılarıyla kollektivizme savaş açan ve bireyciliğin bayraktarlığını yapan Rand, yıllar yılı liberal görüşlülerin esin kaynağı olmuştur. Sermaye çevreleri ve kapitalizme inanmış insanlar O'nu okuduktan sonra kapitalizmin ve bunun doğal sonucu olan bencilliğin, bir erdem olduğuna inanmış ve vicdanlarını ikna etmişlerdir. Bencilliğe farklı bir açıdan bakan, hümanist psikanalizin kurucularından Erich Fromm'un (1900-1980) bu konudaki görüşleri ise oldukça çarpıcıdır:
"Endüstri çağının büyük vaadleri günümüzde gerçekleşememiştir. Bu başarısızlığın, sistemin kendisinden doğan iki psikolojik kaynağı
bulunmaktadır :
a) Yaşamın tek amacının mutluluk ya da başka bir deyişle maksimum hazza ulaşmak olarak görülmesi (bunu tüm istek ve öznel ihtiyaçların tatmine ulaştırılması olarak tanımlamak da mümkün)
b) Sistemin, kendi varlığını koruyup sürdürebilmesi için, desteklemek zorunda olduğu "bencillik", yalnızca kendi çıkarını düşünmek, açgözlülük ve sahip olma ihtirası gibi karakter özelliklerinin, uyumu ve barışı sağlayacağı inancı."
Fromm'a göre çağdaş toplum; mutluluk, bireysellik ve kişisel menfaat üzerinde bu kadar durduğu halde, insana hayatının amacının mutluluk değil, görevini yerine getirmek ya da başarı kazanmak olduğunu öğretmiştir. Para, saygınlık ve güç kazanma isteği, hem insanı bir şeyler yapmaya götüren bir kuvvet, bir itici güç, hem de insan hayatının amacı olmuştur.
Fromm, bencil insanın özelliklerini şu cümlelerle anlatmaktadır: "Bencillik bir davranış biçimi olmakla kalmaz, aynı zamanda kişinin karakterinin bir bölümü olarak da ortaya çıkar. Bencillik insanın her şeyi yalnızca kendisi için istemesi durumudur. Bölüşmek yerine sahip olmak kişiye haz verir. Sahip olmak tek hedef olunca, insan giderek daha açgözlü ve ihtiras sahibi olur.
Çünkü ne kadar çok şeyi olursa, o kadar mutlu olacağını sanır. Böylelikle kişi, herkese karşı bir düşmanlık beslemeye başlar. Kandırmak istediği müşterileri, iflasa sürüklemeye çalıştığı rakipleri ve sömürmeyi arzuladığı işçileri, hep onun daha az kazanmasına yol açtıkları için, bencil kişinin düşmanlarıdır. Bu tür düşünen bir insanın arzuları sonsuz olduğu için, hiçbir zaman rahat ve huzur bulamaz."
Fromm aynı zamanda bencilliğin hastalıklı bir ruh halinin göstergesi olduğunu belirtir: "Bencil olmanın temelinde, insanın kendisine tahammül edememesi yatar. Kendisinden hoşnut olmayan, kendisi ile bir uyum içine giremeyen, anlaşamayan ve çatışan bir kimse, benliği konusunda sürekli bir huzursuzluk duyar. İçsel huzursuzluk duyan bir insanın, bu duygusunu giderebilmek ve tatmine ulaşmak için sürekli olarak kendisiyle uğraştığını ve çevresindeki her şeye ihtirasla saldırdığını görmek, pek de şaşırtıcı olmamalıdır."
Bencil insanın gerçekte, kendisini sevmediğini belirtir Fromm : "Bencillik ve kendini sevme, birbiriyle aynı değil, tam aksine birbirinin karşıtı olan iki kavramdır. Bencil kişi kendini çok öne çıkardığı için kendini seviyor sanılsa da, aslında onun temel sorunu kendini sevememesi, bu boşluk ve tatminsizlik duygusunu yaratan şey de, üretici olamayışı, yani kendisindeki sevgi ve şefkat duygusunun eksikliği ya da bunları kullanıp, dışa vuramamasıdır. Bu yüzden, kendi içinde ulaşamadığı tatmin ve mutluluğa kavuşabilmek için, dış dünyayı kendi benliğine alet etmeye çabalar. Gerçekte kendisini sevemeyişini, sürekli olarak korku dolu ve mutsuz oluşunu perdelemek ve üzerini örtmek gayreti, onun dış dünyaya karşı bencil ve kendisini çok önemseyen biri olarak yansımasına yol açar. Ama gerçek olan bunun tam tersidir."
İnsanın, gelişim ve kendini gerçekleştirmesinin önündeki engelleyici tutkulardan biri olan bencilliğin, toplumsal boyutu da vardır. Küreselleşen dünyada, demokrasi vaadiyle, sistematik bir halde yürüyen 3.dünya ülkelerini "özgürleştirme programı", tamamen "büyük güçlerin" bencilliğin bir yansımasıdır. Televizyonlarda Amerikan askerlerinin, Irak'lılara karşı insanlık dışı uygulamalarını seyrederken, Rand'in şu sözleri, hepimizin kulaklarında çınlıyor : "Özgürlükçü" bir ülkenin "totaliter" bir ülkeyi özgürlük adına işgal etme hakkı vardır...
Çağatay Acar
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 7 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
YALNIZLIĞI TANIMAK
Sen yalnızlığı bilir misin? Gördün mü hiç daha önce, dinledin mi?
Bir gece yarısı, gözlerinin perdesi günü örttüğünde, deniz kızları gibi dokunur sesi kulaklarına. Biraz rüya, biraz hayal, biraz yok, aslında.....
Hiç sesini duydun mu? Öyle ince, öyle acıklı gelir ki; sanki bestekarını kaybetmiş
yetim bir beste. Dalarsın geceye...Bir yanında kayıp aşk bestesi, bir yanında ihmal ettiğin
üstü toza bulanmış, sararmış anıların. Günü geçmiş sevdaların...Aşkların...
Unutanlarınla / unuttukların... Elbette asla unutamayacak oldukların.
Sen yalnızlığı bilir misin, dokundun mu hiç ona?
O mağrur, o soğuk buz gibi tenine...Hem elini yakacak kadar sıcak, hem içini donduracak kadar soğuk nefesi vardır. Derin derin solur ensende. Önce hissedersin yaklaştığını, ürperirsin. Hem korkar, hem irkilirsin garip bir hazla...Hem ister / Hem itersin.
Tenin çeker, geceleri yattığın da. Yatağında asırlık dul gibi kıvranır sancılara yenik düşmüş ruhun. Can ister, beden ister, sen istersin buruşmuş çarşaflarında gölgesini...O hoyrat, o yakıcı sevmelerini.
Sen yalnızlığı bilir misin?...Seviştin mi hiç onunla?
Loş bir oda ve Latin kızları gibi kıvrak mum ışığında...Şöminenin alevi değerken vücutlarınıza, elindeki şarabı tattırdın mı sıcak dudaklarına. Sarhoş gecelerin şehvetinde kaybolmadınız mı hiç? Dışarıda fırtına, kar ...Dondurucu soğuk ...Sokuldun mu hiç onun iç ısıtan ama buz koynuna?. Gecenin sabahında, pişman olacağını bile bile harcadın mı bekaretini, yalnızlığın baş döndürücü ağırlığı altında...
Sen yalnızlığı bilir misin, söyledi mi hiç adını sana?
Ama sen bilme yine de. Bazen bilmemek bilmekten daha kolay gelir insana. Mor sabahlar yüzüne değmeden dalarsın uykuya. Gece yarısı girdabı dolanmaz boynuna çarşaf çarşaf. Ne yağmurlar değer yanaklarına, ne fırtınalara yenilip alabora olur yüreğin.
Yalnızlıkla tanıştığım tarihe denk gelir aşkın tükenişi. Bir soru, bir cevap oyunu o zamanlar da kalktı gösterimden. Şimdiler de ne seyirci telaşım var artık, ne de bulunacak konu başlıklarım konuşulması gereken.
Defalarca yanımdan kovduğum, sonra yatağıma aldığım yalnızlığım, sadık bir sevgili gibi yine koynumda. Ne bir sitem ne de bir kapris barındırmayan o büyülü cazibesiyle; her zamankinden sıcak, her zamankinden bana aç, buram buram tütüyor ocağımda.
Şimdilerde,yorgunluğum, doygunluğumdan fazla artık. Ve bazen bilmemek bilmekten iyi geliyor insana.
Nurdan Pamuk
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 8 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Kahvecigillerden : Doğan Sovuksu |
EN SEVDİĞİM DİZİ (*)
Başka biriyle evlenmeye karar vermişti. Ne yapacağımı bilmez bir halde eve ulaşmaya çalışıyordum. Ona hiçbir zaman evlenme teklif etmemiştim ama böyle bir şeyi de beklemiyordum. Evlenme teklif etmek kolaydı, ya sonrası? Düşünecek fırsatım olmamıştı hiç, düşünecektim. O herif ne zaman düşünmüştü bunları, ne çabuk...? Korkmuştum belki de reddedilmekten. Belki de teklifi ondan beklemiştim. Düşüncelerimi toparlayamıyordum. Midem bulanıyordu sadece. Ona kızamıyordum, çünkü onu seviyordum. Kendime kızamıyordum çünkü bunu yapacak enerjim yoktu. Kızdıktan sonra beni kim teskin edecekti, işte buna hiç halim kalmayabilirdi. Apartmanın kapısını itip hızla asansöre girdim. Aynaya bakıp salak salak gülümsedim. Onu sevmiyordum. Bir tür bağlılıktı bu, aşk değildi. Aynada, onun gülümsemesini 4 yıl taşıyan göz bebeklerime baktım ve onu sevdiğime karar verdim. Defalarca ayrılıp tekrar birleşmiştik, bu adam hangi arada hangi derede girmişti aramıza anlayamıyordum. Çok başarılı olduğu kesindi, onu da suçlayamıyordum. Kimseyi suçlayacak durumda bulmuyordum kendimi. Tek düşündüğüm televizyonu açıp her şeyi unutmaktı. Eve girer girmez üstümdekileri koltuğa atıp televizyonu açtım. "Yanlış İdam Sehpası" başlamak üzereydi. Tuvaletim vardı ama biliyordum ki deterjan reklamlarını sonlara koyuyorlardı ve dizinin başlaması için son 1 dakikaydı. Son bölümde Beymen ağa vurulmuştu ve kimin vurduğunu çok merak ediyordum. Son reklam sandığımdan sonraki 780 reklamdan sonra nihayet dizi başladı. Tam o anda telefon çaldı. Başkasıyla evlenmeye karar verip muhtemelen "arkadaş kalalım lütfen" diyecek olan Eda'ydı arayan:
-Merhaba canım.
-Merhaba.
-İyi misin?
-İyi değilim...
-Bak ne hissettiğini biliyorum.
-Eda bir şey rica edebilir miyim?
-Tabii ...?
-1 saat sonra konuşabilir miyiz?
-Neden?
-Ellerim şu anda boya içinde, yeni aldığım CD sehpasını boyuyorum da... Bitmek üzere. Yarım bırakırsam boya kurur ve ton farkı olur.
-Peki canım. Ararım 1 saat sonra.
-Sen arama! Ben işim biter bitmez ararım.
Hem başkasıyla evlenmeye karar vermişti, hem de beni en sevdiğim diziden mahrum edecekti, yuh artıktı. Tetikçi büyük ihtimalle Feşo'ydu ve onun yakalanmasını istiyordum bu bölümde. 1 hafta boyunca senaristlere boşuna mı mail atmıştım? Pislik herif karısına da çok kötü davranıyordu. Ama kadın da hak ediyordu be! 24 saat mutfakta, malikanede çalışan kadınlarla lak lak ediyordu. Tam telefonu kapatmıştım ki reklamlar başladı. Eda'yı arasa mıydım acaba diye düşünürken 5 dakikanın yeterli olmayacağına karar verdim. Tuvalete de gitmedim, dizi 1-2 dk.sonra tekrar başladı. Tahminim doğruydu. Beymen'i vuran Feşo'ydu ve suçunu itiraf etmişti. Yok Beymen Ağa onun kızını kirletmiş de...daha neler. Ulan Beymen Ağa senin sümüklü kızını ne yapacaktı? Avukat Lale Hanım, Reklamcı Begüm ve Ekstrem Sporları Uzmanı Gülse ...vs....bir sürü kız onun için yanıp tutuşurken...Tam dizi zevkimin doruğunda ve sıkışmış haldeyken tekrar reklamlar başladı. İçimde fırtınalar kopuyordu. Midemdeki asitler Eda'nın evlilik teklifine fokurdayarak isyan ediyordu. Bir an midemin içine girip erimek istedim. Ama Pazartesi ölmek için uygun bir gün değildi. Çünkü 1.5 saat sonra "İstanbul Gözyaşlarıma Ölüm Olmadan Asla Düşmez" başlayacaktı. Televizyonun sesini iyice açıp tuvalete gittim. İşimi bitirir bitirmez Beymen Ağa'nın hastane odasındaki sesini duydum. Sifonu bile çekmeden hemen oturma odasına koştum. Diziyi sevmesem o anı, "dizinin ruhumda yarattığı tüm pislikler klozetin içinde duruyordu" diye tasvir edebilirdim ama bu dizi izlediğim 18 dizi arasında en iyisiydi. Aşk, nefret, heyecan, kalite, olgunluk, acı, zenginlik, yaşlılık, yemek tarifleri, 2 köpek...daha anlatamayacağım bir sürü ince duygu bu dizideydi. Ve o anda olan oldu. Görüntü kayboldu. Büyük ihtimalle kar yağışı dijital yayından gelen kanalımı yok etmişti. Ne biçim bir ülkeydi bu? Neyse ki sotada birkaç dizi daha vardı. Hemen diğer kanallara geçiş yaptım ve biraz rahatladım. "İstanbul Gözyaşlarıma...." (offf ne uzun dizi ismiydi bu?) erken başlamıştı. (bunun için de yarın bir mail atmalıydım, bu ne ciddiyetsizlikti?) Allah vardı, fakir kızların içinden de zeki, kültürlü, bakımlı ve güzel kızlar çıkıyordu. Dila kendini ne de güzel eğitmişti, staj yaptığı şirketin genel müdürünün ona aşık olması çok doğaldı. Bu dizinin de bu yanını seviyordum, çok doğaldı. Bir keresinde eski şirketimin müdürü de mühendis kızlardan birine aşık olmuştu. Aklıma bir anda "Yanlış İdam Sehpası" geldi. Sonuna bakmak için açtığımda dizinin jenerik yazılarını gördüm. Amma da kısa sürmüştü. 2 saatlik dizilerin arasında 1 saatlik dizi de neyin nesiydi? Sakinleşmeye çalışarak yeni başlayan diziye geçtim. Orda da reklamlar başlamıştı. Tam o anda telefon tekrar çaldı.
-Eda, seni arayacaktım ?!!
-1 saat oldu, amma soğukkanlısın.
-Boya bitmedi ki...
-Sen 1 saat deyince...
Tam o anda dizi tekrar başladı. Amma kısa reklammış diye kızdım fakir kanala... Demek kimse bu diziyi izlemiyor, ben de bıraksam mı acaba diye düşünürken Eda beni telefona döndürdü.
-Alooooo. Orda biri mi var?
-Yok ya Dila , nerden çıkardın bunu?
-Eda benim adım!! Dizi mi izliyorsun yoksa?
-Yok ya ne dizisi? Bilirsin ben bu tarz şeyleri sevmem.
-Hemen boya işini bırak, elini yıka ve telefona gel, bekliyorum kapatmadan...
-Ya Edacığım arayacağım seni. Zaten canım çok sıkkın. Arayacağım kendimi toparlayıp.
(Dila bu arada bir sürü hapı midesine boşaltıyordu. İntihar etmenin sırası mıydı? Yarın senaristlere 10-15 mail atarsam kızı hayata döndürürüm diye düşündüm) Hem suçlusun, hem güçlüsün Dila, kabul et!!
-Salak! Dila sensin!! Dizi izlemeye devam et ve neden seninle evlenmediğimi düşünmeye başla bence. Çok zor değil bulmak!! Aptal!!
Telefonu suratına kapattım. Çok zor değilmiş. Dila aşıktı, senin gibi Eda değildi. Dila'ydı. Sadece zenginlerin mutlu olduğunu sandığı bir dünyada yapayalnızdı. Hapları içtikten sonra Boğaz'ı son bir kez görmek için deniz kenarına indi. (Çok fakirdi ama Bebek'te güzel bir apartmanda oturuyordu, bu biraz kafamı karıştırıyordu ama 1 günde yazılan senaryoda bundan iyisi can sağlığı diye düşündüm. Bari her an makyajlı olmasa daha doğal olmaz mıydı diye düşünürken; içimden "Amaaan ben yazsam daha mı iyi yazacaktım" diyen bir ses beni teskin etti) Dila'nın yanına bir BMW-M3 yaklaştı. Olamazdı. Genel Müdür Tolga Bey'di. Az kalsın ağlayacaktım. Telefon çaldı.
-Bak son kez arıyorum, bir daha aramayacağım. Az sonra Erdem gelecek konuşamayız.
-Erdem ha! Eda-Erdem, Erdem-Eda, ne güzel uymuş isimleriniz. Ed-Er. Bu ikili içime eder. Git bakalım kendini sevdirmeden....
-Çok komiksin ve orijinalsin!
Ekranda duygu fırtınası yaşanıyordu. Dila adama sarılıp hapları yuttuğunu söylemişti ki ben duygulanıp ağlamaya başladım.
-İyi misin, neden ağlıyorsun? Bak bunu yapmak zorundaydım, bir türlü olmuyordu, yapamadık... Seni çok seviyorum bunu biliyorsun değil mi? Sonsuza kadar da seveceğim.
-Yok ağlamıyorum, gözüme boya kaçtı.
-Çok şirinsin sen biliyor musun?
-Sen gidip evlensene Erdem'le. Arayıp da bulamadığın erdemlere sonunda kavuştun.
Yine mükemmel !! bir kelime oyunuyla onu susturmuştum.
-Oofff ya!! Sen iyi değilsin. Canının sıkıntısı esprilerini de etkiliyor.
Bu arada dizide reklam vaktiydi. Eda ile konuşurken diğer kanala zapladım. Olamazdı. "Sevgisiz Kurşun Duvarı Delemez" başlamıştı. En sevdiğim diziydi. Cebim çaldı.
-Eda ben seni arayacağım, cebim çaldı.
-Peki canım, üzülme ama tamam mı? Ve de ara beni hemen..
-Üzülmem. Ararım.
Arayan en yakın arkadaşımdı.
-Oğlum Kanal P'de "Nikahsız Düğün Olur mu " başladı. Hemen aç izle!
-Dila beni terk etti.
-Dila kim?
-Eda oğlum Eda, ne Dilası? Dizi mi izliyorsun sen?
-İzliyorum evet ne olmuş? Sen Dila dedin ondan öyle dedim! Eda niye terk etti seni?
-Başka biriyle evlenecekmiş.
-Üzüldüm ya. Neyse üzülme. Ben seni diziden sonra ararım. Bugünkü bölümde çocuğu kaçıracaklar. Tezmen ailesi ne yapacak, çok merak ediyorum.
-Ulan ben ölmüşüm sen nelerle uğraşıyorsun. Bari ben de televizyonu açıp bir şeyler izleyeyim. Görüşürüz.
"Sevgisiz Kurşun Duvarı Delemez" 'in en iyi bölümlerinden biriydi. Korkat' ın teşkilatla ilişkisini öğrenen mafya onu ölümle tehdit ediyordu, ama o gerçek bir Türk genciydi. Kaya gibi bir herifti. Allah'tan ve babasından başka kimseden korkmuyordu, onurluydu, yürekliydi, dinine bağlıydı, yalanı sevmezdi ve de tüm kadınların başını döndürüyordu. Şerefsiz mafya, sarışın savcı sevgilisini de tehdit ediyordu ama ikisi bir dağ evine kaçıp geçici bir süre mafyadan kurtulmuşlardı. Tam öpüşürlerken reklam başladı. Küfrettim. Cebimi kapattım, telefonun fişini çektim. Sifonu da unutmadım. Meyve sularını ve çerezi tepsiye koydum ve oturma odasına döndüm. Reklam devam ediyordu. Eda'yı düşündüm. Erdem'i düşündüm. İkisini de boğmak istedim. Zapping yaptım, en sevdiğim dizi başlamıştı. Sevimli Damat'ın son bölümüydü. Urfa'dan komedyen olmak için kaçıp, İstanbul'da 3.cü sınıf bir pide fırını'nda kürekçi olan Sebo'nun komik öyküsünde mutlu sona az kalmıştı. Fırının sahibinin kızıyla evleneceklerdi. Sebo için çok sevinmiştim. Reklam başlayınca zapping yapmakta gecikmedim. En sevdiğim diziyi görünce ne Dila'yı, ne Erdem'i hatırlayacak takatım kalmamıştı. "Asmalımescit'teki Seyyar Mutluluk " başlamıştı. Yaşasındı. Bu bölüm tekrardı ama olsundu. Arzu'nun üniversite harcı için tüm mahalle para toplayacaktı. İnsanlık ölmemişti. Tam o anda elektrik kesildi. Mum yaktım. Ne yapacağımı düşünürken, mum ışığında bana olduğundan büyük görünen kitaplar gözüme takıldı. Demek ki elektrik varken kitaplar görünmüyordu. Yaklaşık 2 yıldır hiçbirini elime almamıştım. Almayı da düşünmüyordum. Kitap okumak için yeterli zamanım ve konsantrasyonum yoktu. Ama Eda'yı tavlarken işe yaramışlardı, yiğidi öldür hakkını ver. Eda aklıma geldi. Cebimi açtım hemen onu aradım.
- Eda, sen nasıl yaparsın bunu bana ya?
-Merhaba, ne haber? Biz de Erdem'le oturmuş dizi izliyorduk. Senin de sevdiğin bir dizi var şu anda, "Emret Patlıcanım"
-Dizi mi? Yuh ya!! Nasıl yaparsın bunu ya? dedim ve tekrar ağlamaya başladım. Çünkü elektrik kesikti ve televizyonu açma imkanım yoktu. En sevdiğim diziydi ve bu yüzden ağlamamı durduramıyordum.
-Ağlama canım ya, sonra konuşuruz, üzülme olur mu?
-Kim bu ? Kim arıyor Eda? Kötü bir şey mi oldu?(gerzeğin sesi de kendisi gibi iğrençti)
-Yo yo canım, önemli bir şey değil.
-Önemli değilmiş! Siz dizi izleyip öpüşün orada , benim durumum hiç önemli değil.
Elektrik kendini özletmeden geri gelmişti. Hemen televizyonu açtım. "Huzur Veren Pabuçlar" başlamıştı. Huzura ihtiyacım vardı ve kapatmam gerekiyordu.
-Neyse ben kapatıyorum. Seni de asla affetmeyeceğim!
-Kim bu ya? Kim bu salak? Kız gibi ağlıyor bir de...
-Canım konuşuruz sonra, kendine iyi bak.
-Konuşmayacağız.
Telefonu kapattım. Tam en sevdiğim diziyi izlemek üzereyken elektrik yine kesildi. Hiç küfretmedim. Biraz daha çerez koydum kaseye. Elma suyunu tazeledim.
Büyük mumlarımdan birini yaktım ve...bu yazıyı yazdım..........
(*) TV izlemede günde 3.5 saatle dünya ikincisi olan Türkiye, dizi filmlerle birlikte 4 saat ortalamayla 1. sıradaki ABD'yi yakaladı
Kaynak: http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=132102
Doğan Sovuksu
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 15 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Ben seninle...
Ben, sevginle buldum kendimi...
Ben, sevginle buldum kalbimi...Kalbime düştüğünde ateşin, anladım varlığımın anlamını.
Seni sevmek, beni tanımak demekmiş.
Yeni gördüm; gözlerimin parladığını, tenimin ışıldadığını, dudaklarımın hep tebessümle kıvrıldığını...
Yeni hissettim kalbimin nasıl anlamlı ve hızlı attığını.
Seni tanımak, seninle dolmak benimle bütünleşmek demekmiş aslında.
Hep seni beklemişim meğer..
Seni aramış bu gözler, seni bulma umuduyla çarpmış bu kalp.
Ve gördü göz seni...
Aradığını bulma sevinciyle perdelendi.
Ve buldu kalp seni...
Sevmek, hep sevmek için hazır, umutlu.
Ve sen;
Ne bu gözlerin,
Ne bu kalbin,
Ne de kavuşma umuduyla gülen bu yüzün sana ait olduğunu biliyorsun.
Belki de hiç anlamayacak, öğrenmeyeceksin...
Ve sana ait olana;
Hiç sahip olamamanın iç huzursuzluğuyla
İçinde bir şeyler hep eksik,
Yaşayıp, gideceksin...
Tuğba Çamlıbel
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 7 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
BİŞEY
Ziyan oluveriyor en çelimsiz günlerde yalnızlık ve sabaha kadar uyuyan mum ışığı güneşe dans etmeye uğraşıyor. Çünkü en bıkkınsal yanı iklimlerin birbirlerine naz yapması aslında. Olabilir yada olmayabilir;işte Sheakspeare sadece bununla hatırlanıyor artık. Düşün ki;artık alt katın demirlerine tırmanarak pencereden sana duyamayacağın kadar yüksek sesle şarkılar söylemem bile kar etmiyor. "a" bile saygıdan şapkasını çıkarıyor senden bahsederken ve sen hala benden yansıyan ışıkla görüyorsun çiçeklerin rengini. Oldum olası,olabileceğim zamanları yakalamaya çalışmamın nedeni bile unutulmuş seninle yaşadığım sarı sayfaların arasında. Çünkü ben hala ne zaman baksam gökyüzüne en mutlu çocukların, en güzel günlerini not ediyorum,zamanı geldiğinde pişmanlıklarını hatırlatmak adına. Güneşin görünen kısmıdır aslında pişmanlıkları gevrek insanların mutluluğu. Çünkü ben ne zaman ki hala;seni sevmeye kalksam,tüyü devedikeni,ve terlemiş bıyıkları ertesi günlere gark çocuklar Express trenlere haşhaşlı çörek kıvamında yaşam kırıntıları dökerler. Ayranları bıyıklarındaki terle tuzlanarak. Aslında baktığımın deniz oluşu mecazi olan. Gördüğüm kıvam,teninin can yakıcı gevrekliğinin ta kendisi olduğunda,ne gördüğüm deniz nede tuzsuz ayranım heves edipte girmiyor cümlelerimin en anlatımını bozmaya çalıştığım ideolojilerine. Cümlelerimin hiçbirinde görünenin ötesinde değil aslında laf kalabalığı. Ben sadece girebildiğim her kalabalıktan seni seçememeye uğraşıyorum aslında. Gözlerini kaçırmanı her ne kadar anlamaya çalışsam da kalabalığa yansıyor bakışlarının dile kolay gözümsenişi. Bakabilmeyi yaşamak adına verdiğim tüm cevap niteliği gümrükte takılmış sözcükler isyanda. Ve isyan alabildiğine özürlü bu gece,çünkü gece bile unutmuş adını ve her türlü saplantısına iyelik ekleri koyarak kanıksamış yada en azından uğraşmış tüm yeni mutluluklara. Mutlu olmanın nüfus memurlarıyla hiçbir alakası olmadığı gibi sevmenin de ne halt yemenin Arapça yalnızlıkları olduğunu anlamak;ne sana nede bana yükler kutupları buz tutmuş sevda zamanlarını. Önemli olan ne demeye getirdiğimi anlamaktan ziyade,ziyade olsun zamanlarını yakalayabilmek her gün gittiğin esnafsal lokantaların. Çünkü çocuk olabilmek için çocukluğunu çok iyi hatırlamak yetmiyor insana. Nedenini kendi içimde soyutladığım tüm ay tutulmaları aslında sadece senin adına yalnızlıklar yükseltiyor bana,Marmara gibi arabulucu içtenliklerde bile. Ve bir sonraki cümlede,sana kendimden daha yakın olduğumu söylemek ve aslında içimdeki tüm pazarlama stratejilerini kapı dışarı etmek,bundan önceki tüm kopuk cümlelerin bağlacı olabilecek kadar adice aslında. Fakat yinede göz ucuyla da olsa seni doyumsayabilmek ve ruhumu en arkası yarın kuşaklarının içine ve yaşlı teyzelerin ağzındaki "vah yavrum evladım" sakızlarına çevirmek... Çünkü sen nerede karşıma çıksan ben yanımdan geçip ardına bile bakmayan hayali kokun olmak için yaşarım. Ve sadece yastığımda saklıdır sana olan tüm tabiatım. Çünkü en çocuk sezgilerimi yaşarım bana bakışındaki ironide ve en saf sözcüklerimi şehirlerarası yollarda kalan aküsü bitmiş arabalara yollarım. Neyi neden yaptığımdan ziyade,işaret ettiğime bakılmasıdır beni en gerintili sabahlarda gazete okumaktan soğutan. Çünkü gösterilendir yalan ve ben ne ikinci sınıf tanımlara,nede sınıfını geçemediğinden bisiklete hasret teşbihlere hayat eklerim,yanımda olduğunu yazımsadığım her uykusuzlukta. Dilinin ucundadır hayat ve eti senin kemiği ise sokak köpeklerine ziyafet zamanlar yaşatır,dünya sanılan sahtecilikte. Yer'in yüzü olsaydı zaten izin vermezdi beni kesme şeker kılığında kıtlama sevgine. İşte bu yüzden ki sevda ne olduğu belirli ve fazlasıyla yerli malı,yurdun malı,herkes elinden geldiğince kanatmalı bişeydir. Çünkü her neşeli şarkının arasındaki "kanamalı bir hasta", seni hala umarsız, fütursuz, nedensiz, sensiz, bensiz, sessiz, sedasız, olumsuz ve olumsuzluk ekini bile fazlasıyla sizli-bizli seviyor olmamdır. Çünkü her uzun cümlenin içindeki önemli virgülleri atarak yaşanabilir ancak böylesi günlerde ve uzun olmalarının nedeni hala seni sevmemi anlamamanı ummaktan başka bir şey değildir aslında. Umulmakla yüklü soyutluklarımda,bildiğim tüm değerleri oyuna sokmamın nedeni de budur aslında ve hatta belkide. Çünkü her kanamalı hasta seninle fosillenme sevdalısıdır ve ben olsam olsam gereksizce kurduğum tüm ikilemelerde ar damarı arsızlıkla kavrulmuş bir ölüyüm, kanı kimbilir hangi kutlamalara şampanya kıvamında. Kullandığım tüm imgelerin içinde olmanı sağlamak adına değil Türkçe'yi seçmem,bilakis senin Orta Asya'dan dolayı uzun boylu olmamandan dolaylı seni dudak hareketlerime nedenselleştirmem.
Hayatın orta yerinde,olabilecek en dibi belirli ve hatta fazlasıyla umutla dolu kuyularda aramak ne kadar hata sayılabilir ki,seni yazımsayabilmek adına. Yaşım vurup yüzüm sürerek beslediğim sevdalarımı paket yaptırıp, bana sadece ederini sunduğun zamanların,gözlerinin görmemezliğe müstesna durumsallaşmasıyla kavrulması, seni anlatamamaya uğraştığım ve sırf bunun adına devireyazdığım cümlelerimin bitmek bilmemesi ile ilintili oluşundan mıdır? Yoksa senden önceler gibi asla bulunamayacak çözümler yaratmaya mı çalışıyorum?
Aslında önemi olmamalı olan önceler değil düşlemelerim fakat günü gelipte düşelediğim her gedikten sana muktedir sevdalar toplarsam, işte o gündür ki inatla uyumadığım tüm gecelerimden soyutlarım adına biriktirdiğim tüm kavramları. Zaten retorik adına biriktiririm karma liselerde büyüttüğüm kavramlarımı. Hayatın en gerçek kısmı içinde senin barındığın cümlelerse eğer, bileyazdığım tüm sözcükleri anlamsız sakıncalara gark etmem,yaşımın yarısı kadar normal sayılabilir aslında.
İmgeli harikalar kumpanyasından bugüne geçiştirilmiş tüm sevdaları seninle yüklesem en olası meçhul faillerime,yine de arası açılmış, arkası kimbilir ne zamanlarıma jön türk kıvamında sancısal boşluklarıma ilaç olamam. Zor olan seni sen diye imgelemek aslında en başı bozuk sensizliklerde. Nasıl bir harika yerine yenisini koymadan klasikleşir ki? Zamanın buhransal donukluğunda,sokak lambası sönüklüğünde şiirler besliyorum sana inat ve ne zaman ki yüreğimle tanıştırsam seni gözle görülmeyene ulaşıyor güneş. Hangi coğrafi terim imgelenmedi acaba bugüne kadar? Belki debisi yüksek nehirler bile çaresizdir lirizm sevdalısı çıt kırıldımlara. Zor olanın ne olduğunu bilme saplantısıdır belkide zorlaştıran hayatı. Hangi bakışın açısı aynıdır ki sabahları susmak bilmeden cıvıldayan kuşlara özenirken. Kavunun yanına peynir koymadan yemezdi büyük babam. Peynire dokunduğunu bilmem üstelik bir kez olsun. İnsanların saplantılarını saplantıya dönüştürmek obsesizmin yepyeni bir boyutu olsa gerek. En gereklisi hayatın engerek zehiriyse eğer bir o kadarda kanamalı olmalıdır retorik. Çünkü hangi duyargalarımın nelere benzeştiğini bilmemektir en acı tarafı bu aşkın. Belkide ilk kez cümlelerimi devirenin sen oluşu aslında görünen rahatlık. Ekspresyonist sevdalar yaşamak istemem seninle, senin devrimci ruhundan ziyade benim devrik gönüllülüğümden aslında.
Ne zaman sonu belirsiz sevdalara girişsem yeni paragraflar açmak istiyorum hayatımda ve en klişe imgeyi kullanmak hayat adına tutarsızlık kokuyor her satırımda. Cinaslı sevdalar besliyorum sana her yeni paragrafta ve her cinas yeni sayfalar attırıyor çöpe. Çünkü aksine her yazamayanın ben sadece seni yazabilme ihtimalimi buruşturup atıyorum çöpe. İşte bu yüzden fazlasıyla metan yüklü yüreğim seninle. Çünkü yeni oluşturduğum her kasnak ilmek ilmek sevda okutuyor seni gösterebildiğim herkese ve seni gören herkes aşık oluyor seni sevişime. Çünkü ilk kez görebiliyor herkes var olmanın ne demek olduğunu...
Tufan Bora
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 4 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Tribüne kadın gerek!
Al işte bak gene oldu!
Pazar gecesi eve geldim yorgun argın, televizyonda kanallar arasında öyle bir gezineyim derken bi' de ne göreyim! Masal girizgahı gibi gelişti yazı ama ne pireler tellal olacak, ne de ben ninemin beşiğini tıngır mıgır sallayacağım şimdi...
İnönü Stadı'nda bir taraftar öldürülmüş haberi ile sarsıldım!... Daha önce de olmuştu, hele bir tanesini çok iyi hatırlıyorum; Sultantepe'den dolaylı bir ahbabın oğluydu maç çıkışı öldürülen ve travması aylarca sürmüştü güzelim mahallede...
Bu seferki 16 yaşında... Adı Cihat'mış... Soyadı Aktaş... Lise öğrencisiymiş... Adanalı'ymış... Beşiktaş ile Çaykur Rizespor karşılaşmasının devre arasında kapalı tribünde kavga çıkmış.. Bu sırada biri, Cihat'ın kalbine bir, göbeğine iki bıçak darbesi ile girişmiş... Cihat hastaneye kaldırılmış. 16 yıllık ya da gün cinsinden ifade edersek; 5840 günlük yaşamı Taksim'de bir hastanede noktalanmış... Özeti bu...
Olayın ardından Beşiktaş'ın Kulüp Başkanı Yıldırım Demirören, tüm yöneticileri Ümraniye'deki tesislerde toplantıya çağırmış; ne fayda!
***
Cihat'ın anası geldi haberi duyar duymaz aklıma... Ölsün diye mi yolladı oğlunu İstanbul'a? Bilseydi, onu İstanbul'a taşıyan otobüsün tekerlerine başını koymaz mıydı? Şimdi "Abooov, yandı ciğerim, gitti Cihatım!" diye yangına düşeceğini bilse, oğluşunun bütün ayakkabılarını yakmaz mıydı, giyemesin de ölüme yürüyemesin diye?
Her 15 günde bir tribündedir benim yerim... Şükrü Saraçoğlu'nda maraton üst tribünde hep aynı koltukta seyrederim maçları... İki yıldır böyle.. Sol çaprazımda bir kadın vardır; benim gibi Fenerbahçe'nin her maçına gelen... Gözümle severim onu, tribüne yakıştırırım... Bilirim ben de yakışırım... Lig Tv'nin meşhur yönetmeni Musa Çözen, kameramanlarına stadı tarattırır; onu da bilirim, güzel kadın görüntüsü arar. "Görüntüden" değil, "harbiden" kadına ihtiyacı vardır oysa oraların. Potansiyel kavga yatağı trübünlerde, adam bile öldürülürken, ben çevremdekilere küfür dahi ettirmem! Adam olan utanır zaten. Hep "anaya, bacıya ve avrada" sövülür erkekler tarafından ve ben onlara derim ki, "Dişi organa değil, erkek uzvuna sövün..." Ya da, "Anaları yerine babalarıyla süsleyin cinsel fantezilerinizi!"
Trübüne acilen kadın gerek!
Bir kere kadın, erkek kadar kolay ve "haybeden" can alamaz; çünki o doğurandır... Kadın, karnındaki yaratığın etinden et koparmasına razı gelerek onu doğururken akıttığı kanı göze alır hayatta bir tek, başka kana dayanamaz. "Dişe diş, kana kan" düsturu erkek kavgalarında söylenir; kadın en çok "saç saça, baş başa" girişir, hepsi bu...
Lafın özü, Cihat'a yazık oldu... Futbola, Beşiktaş tribünlerine, pazar gecesi Taksim İlkyardım Hastanesi'nde acil nöbeti tutan doktorlara, size, bana, tüm futbolseverlere yazık oldu... Ama en çok Cihat'ın annesine... Kavruldu kadın biliyorum... Korlar içinde tutuşup, tesbih böcekleri kadar minnacık kaldı...
Bana düşen, başımı gökyüzüne çevirip, şimşeklerle süslü bu soğuk Kasım gecesinde gözlerimi sımsıkı yumup o kadına yağmurlu bir "bacı tesellisi" yollamak oldu. bir de tribünlerde daha çok kadın görmek isteği...
Banu Yıldız
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 4.412 kahveciye doğru yola çıkmıştır.
Yukarı
|
COCO
Adı neden böyleydi bilinmez
Yirmibeş ya da otuz yaşlarında
Belki daha da genç, hiç göstermez
Hırpani, saçıbaşı birbirine karışmış
Kir topağı, ne dediği anlaşılmaz, arsız küfürbaz
Sessizliğin içindeki gürültüydü o
Coco diyorlardı adına
Asıl adını kimse bilmez
'Lacivert bir geceydi, zemheride
Bir çocuk sesi...Ağlamaklı
Israrlı, zalim bir uyku gözlerinde
Isınmıyor bir türlü elleri'
Birbirine sarılmış külden
Üç çeset olarak bulundukları
O lanet o inatçı kızılkıyamet kış geçesine kadar
Söylediler yalnızlık türkülerine
Kederden ve acıdan firar etmiş
Bilinçlerinden kopup gelen çatlak sesleriyle
Küfür ve alay karşısında verilen
Bir parça ekmekle
Bazen de en kötüsü
Daracık , ıssız ve karanlık sokaklarda
Üç kuruşa el yordamıyla yapılan düzüşmelerle
Yaşamaya ve yaşatmaya çalıştı
Yarım aklıyla
Kendisine bakan iki çift kara gözü
Biri kızı biri anası
Terketmişti şerefsiz kocası
'Uç uç kelebek
Demir, çivi çer- çöp topla bana
Yaşam dediğin iki ucu boklu değnek
Bırak parlasın güneş
Teneke kanatlarında....'
Dedik ya yarım akıllıydı
Pazarlık bile etmez
Bazen de bedaya giderdi
Biraz aklı olaydı
Çicek neyin satardı
'Eğreti kalmış gülücükler
Çicek bozuğu suratında
Anlaşılmaz bir türkü
Dolaşır dudaklarında
Kıpkırmızı bir cığlıkta
Yaşamın taa ortasında'
Dereden
Taa cingene mahallesinden gelen bağırtıları
Yukarı mahalleye ulaştığında
Bir keyiftir alır hınzır esnafı
Kızdıracak dalga geçecekler ya
'Haydi kızdır Coco'yu
Islık çal, küfür et
Göreceksin nasıl da sinirden köpürecek
Kendini yerlere atıp, bacak arasını gösterecek '
Kirden bir yumak olsa da
Yüzüne bakılmasa da
O da bir kadındı ne de olsa
Aslına bakılırsa
Kazım amcanın kasıklarındaki ağrı
Ayşe teyzenin midesindeki bulantıydı
Sümük donduran o kış gecesine kadar
İçine de mi doğmadı be Coco
Sobayı doldurdun ölümle
Ağzına kadar
'Sıcak hem de çok sıcak ateşin kucağı
Bırak yansın, yansın da
Isıtsın heryanı
Bebeğim sütlü kahvem
Sen canımın içi
Uyan artık, bak solmakta
Kara gözlerinin ışığı'
Sobadan fırlayan sersem bir kıvılcımla
Bayram yerine döndü çingen mahallesi bir anda
Buz gibi bir uykuyla gelmişti ölüm
Nihayet birileri gördü
Gördü de seyre daldı ateşin dansını
Çapak içindeki gözleri aralandı Coco'nun
Kapıya doğru yaptı bir hamle
Ayağı dumana takıldı
Son bir çabayla sarıldı
Kızına ve anacığına
Kocaman açılmış gözler
Boşlukta asılı kaldı
Haber verdiler a ha geliyor itfaiye
Ama giremiyor bir türlü yangın yerine
A be Coco, pek bir kuytuda evin de
Kavrulmuş üç yüreği
Doldurdular torbalara
Polis amcalar kayıtlara bile geçmediler
Coco diyorlardı adına
Asıl adını kimse bilmez
'Kış ortasında tatlı bir yaz
Küçük bir çocuksun şimdi
Ver güneşe yüzünü
Omuzunda mavi kuşu
Yaramaz mı yaramaz
Coco diyorlar adına
Asıl adını kimse bilmez'
Yıldız Sırma
Editör'den Not: Dün yayınladığımız bu güzel öykü/şiir, genel istek üzerine yorumlu olarak yeniden yayınlanmaktadır.
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 9 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
İşe Yarar Kısayollar - Şef Garson : Akın Ceylan Yamağı : Ayşe Nur Gedik |
...Modelcilik uğraşısını tanıtmak, yaygınlaştırmak ve geliştirmek amacıyla, modelciler tarafından hazırlanan bu site, tüm modelcilere açıktır ve herhangi bir şekilde gelir sağlama amacı taşımamaktadır... Eğer siz de model meraklısı iseniz ve gelişmelerden haberdar olmak istiyorsanız http://www.modelci.net/index.php kısayolunu tıklayabilirsiniz.
Siz hala YTL'cileştiremediklerimizdenmisiniz? Ve hala YTL hesaplaması nasıl yapılıyor bilemeyenlerdenmisiniz? http://www.tcmb.gov.tr/ytlkampanya/test.php kısayolunda şirin bir mini test mevcut. Bu eğlenceli testi deneyerek YTL konusunda ne kadar hazırlıklı olduğunuzu anlayabilirsiniz. Bakalım yeni dönemde iyi bir tüketici olabilecekmisiniz?
...İyi yemek yaptığını iddia edenlerin, farklı sosların yapımlarını da iyi bildiklerini iddia ettiklerine, mutlaka tanık olmuşsunuzdur. Değişik sosların yapımlarını öğrendikten sonra, yeni soslar yaratmak sizlerin fantezilerine kalıyor... http://www.profilo.com.tr/ziyafet/SosyalBilgiler.asp?act=4 kısayolunu tıklayarak yazının devamını ve sossal bilgiler konusundaki yeni bilgileri bulabilirsiniz.
Yeni bir cep telefonu almak istediğinizde veya elinizdeki cep telefonunun özelliklerini merak ettiğinizde http://www.cep.gen.tr kısa yolundaki web sayfasına başvurabilirsiniz. Fiyatlara pek bakmayın :)) Ama teknik özellikleri gayet güzel toparlamışlar.
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
IrfanView 3.95 [857 KB] 98/2k/XP FREE
http://irfanview.tuwien.ac.at/iview395.exe
Çok güçlü ve kullanışlı bir grafik programı. Bilgisayarında uygun bir tane olmayanlara şiddetle tavsiye edilir. Sadece resimleri değil, video dosyalarını, flash dosyaları da rahatlıkla izleyebilir, düzenleyebilirsiniz. Herkese tavsiye edilir.
Yukarı
|
|
|
|
|
|