Treo600



Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 3 Sayı: 633

Sisteme gir!

Merhaba Sevgili KM dostu, hoşgeldiniz!

 3 Aralık 2004 - Fincanın İçindekiler

 

 Editör'den : Memleketimin halleri!..


Merhabalar,

Size olur mu bilmem, bazen çok sıradan görünen olaylarla karşılaştığımda tüylerim ürperir. Aslında bu bir alarmdır. "Dikkat et gördüğünü sandığın aslında görmek istediğin, oysa kazın ayağı öyle değil." der sağ omzumdaki kuş. O zaman daha bir dikkatli bakarım gördüğümü sandığım şeye ve genellikle sonu kulakları çın çın çınlatmayla biter.

Annem ve babam Adatepe'de oturuyorlar. Tam karşılarında apartmandan hallice bir kolej, kolejin de 100 civarında öğrencisi var. Kolejin karşı köşesi ise aynı isimli bir anaokul. Orada da sanırım 25-30 kadar minik yavru var. Yani yaşları 3 ile 13 arasında değişen cem'an 130 öğrenciden söz ediyoruz. Buraya kadar herşey güzel. Ancak bir gariplik var ortada. Sabah minibüslerle gelen öğrencileri akşam dağılma vaktine kadar görmek, seslerini duymak mümkün değil. Oysa bizimkilere duvar komşusu mahalle mektebi cıvıl cıvıl. Okulun gerçek sahipleri ile ilgili türlü spekülasyonlar doğal olarak almış yürümüş. Biraz mantık yürüten herkesin varacağı nokta aslında aynı ama dün sabah gördüklerim karşısında tüylerimin dikenleşmesi bendeki şüphelerin de dağılmasına yardımcı oldu doğrusu.

Arabayı geri çevirmek üzere manevra yaparken tam anaokulu kapısının karşısına geldim ve gayri ihtiyari frene basıp durdum. Açılan kapıdan tek sıra halde 5-6 minik yavru öğretmenleri eşliğinde çıkıyordu. Pembe önlüklerinin üzerinde hepsi gene pembe sıkmabaşları ile birer lolipopa benziyordu. Başlarında bulunan hanıma takıldı gözüm, o da pembe değil ama siyah ve sıkı sarılmış bir eşarp takıyordu. 3-5 yaşlarında bu durumda olan çocukların karşı taraftaki okulun içine girdiklerinde ne hale gelebileceklerini tahmin etmek için müneccim olmaya gerek yok sanırım. Konuyu babama açtığımda beni onayladı. Tek bir sefer bile İstiklal Marşı söylediklerini duymadığını da ekledi. Bu ve benzeri durumlarla eminim pekçoğunuz karşılaşıyorsunuz ama sizlerde benim gibi sıradan görüntüler olarak yorumluyorsunuz. Oysa bunlar herzaman dediğim gibi şırınga edilmek istenen yaşam biçiminin yan etkileri. İşte beni korkutan, tüylerimi diken diken eden bu. Eminim gayri yasal hiçbir durum yoktur ortada ama minicik beyinler kimbilir nelerle dolduruluyor, kimbilir kimler düşman belletiliyordur o okulda.

Aynı paralelde, kanunda yapılan değişiklikle sevgili yüce hükümetimiz içki ruhsatı verme işini mülki amirlerden alarak belediyelere vermiş. Ruhsatı vermek, takip edip gerekirse kapatmak yetkisi artık belediyelerde. Ne var bunda demeyin. 59 il'le beraber 1774 belediye AKP'nin elinde. Bu yetkinin kendi yaşam felsefeleri doğrultusunda kullanılmayacağını kim garanti eder? Biraz düşünün bakalım!...

.....
Daha önce sözünü ettim mi hatırlamıyorum, ben 27 yıldır aynı berbere traş oluyorum. Berberim Beyoğlu'nda. Şimdilerde epeyce uzak düştüğüm için saçlarım dayanılmaz hale geldiğinde 3-5 randevuyu biraraya getirip gidiyorum Beyoğlu'na. Şu anda da papaza az kala durumlarında olduğumdan randevu toplamakla meşgulüm mesela. Herneyse, geçen ayki traş seansı öncesinde yanımda dizüstü bilgisayarım oturmuş beklerken telefonum çaldı. Başımın tatlı belası bir müşteri-arkadaşım "Abi adamın biri 17MB lık bir dosya yollamış, tüm sistem kaput, n'olur bir el at." diye yalvarıyor. "Yaw kardeşim traş oluyorum ancak 2 saat sonra müdahalede bulunabilirim." diyorum ama anlamamakta ısrarcı. "İnternet yok anam burda, nasıl bağlanayım yahu." diye biraz sesimi yükseltince yeni çırak atıldı "Abi bilgisayarın kablosuz mu?" "Hı" dedim. "O zaman aç bağlan internete" demez mi. Duymuştum ama denemek nasip olmamıştı. Peki deyip açtım bizim matbaayı "Amanın o da ne?" şıppadanak netteyim. Evde de kablosuz kullandığımdan ayarlar tamamdı zaten. Eh be dedim işte teknoloji bu. Zamanla bu sistem cep telefonları gibi kullanılır hale gelse neler olur düşünebiliyor musunuz diyerek cümleten geyiğini de yaptık. Gelgelelim dün gazeteyi açınca bir tüy dikilme hadisesi daha yaşadım. 80 yıl önceki kanuna dayandırılarak bu güzel hizmet Telekomünikasyon A.Ş. tarafından sonlandırılmış. Koç-Net ve İGDAŞ'a dava açılmış. 740 milyarlık ceza kesilmiş ve tüm ekipmana el konulmuş. Buna tek YUH yeter mi yahu? Kanuna dayandıranlara insanın dayanası geliyor ama tutmak lazım kendini. Ya bırakın Allahaşkına AB MB bizim neyimize? Biz şu içimizdeki çıbanları, taş koyucuları temizlemedikçe nemize gerek AB. Dayanamıyacağım, bir daha hepberaber YUUHHHHH!...

.....
Efendim, geçtiğimiz günlerde bir televizyon programına katılmıştım. Henüz teyidi gelmedi ama ben gene de duyurayım belki söylemedim diye kızarsınız bana. Çok büyük bir ihtimalle(?!) Pazar günü çeşitli zamanlarda Skyturk'te yayınlanacak Cafe-Net programında olacağım. İlk yayın sabah 8:20 olarak veriliyor ama gün içinde birkaç kez tekrar ediliyormuş. Hani rastlar da seyrederseniz Kahve Molası hakkında biraz bilgilenmişte olursunuz. Bir de sürpriz haberim var o programda. Duyamayanlar gelecek haftayı beklemek zorunda kalacak. Hoş pekçoğunuz tahmin etmişti zaten ya. Kahve Molası'ndan bir haber daha var. Ankaralı Kahveciler 18 Aralık gecesi Neyzen'de biraraya geliyorlar. Ayrıntılı bilgiyi pazartesi günü vereceğim. Bir aksilik olmazsa ben de orada olacağım. Ankara ve yakınlarından gelip aramıza katılmak isteyen tüm kahvecilere duyurulur.

Bugünkü şarkımız gene eskilerden, Mort Shuman söylüyor Brooklyn by the sea. Hepimize güneşli bir haftasonu diliyorum. Esenkalın.

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

6 Mesaj/Yorum var. Mesaj/Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 PASTORAL EFEMER : Zeki Yıldırım


KİŞİLİK

Tolstoy "İnsanoğlunun değeri bir kesirle ifade edilecek olursa; payı gerçek kişiliğini gösterir, paydası da kendisini ne zannettiğini, payda büyüdükçe kesrin değeri küçülür." diyerek, kişilik üzerinde analitik bir yaklaşım sergilemektedir.

Bizden bir yaklaşım bu çağlar ötesi yaklaşımı aratmayacak düzeydedir. Zaman: yakın bir geçmiş. Yer: kimi anlatıcıya göre Gazi Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu; kimi anlatıcıya göre O.D.T.Ü. yani verilen dersin yanında yerin pek fazlaca bir önemi kalmıyor. Öğrenciler hocalarını beklemektedir. Sınıf, öğrencilerin gürültü patırtısıyla sallanırken sert görünümlü hoca kapıda beliriyor. İçeriye kızgın bir bakış atıp kürsüye geçiyor. Tebeşirle tahtaya kocaman bir (1) rakamı çiziyor. "Bakın" diyor. "Bu, kişiliktir. Hayatta sahip olabileceğiniz en değerli şey..." Sonra (1)'in yanına bir (0) koyuyor: "Bu, başarıdır. Başarılı bir kişilik (1)'i (10) yapar". Bir (0) daha... "Bu, tecrübedir. (10) iken (100) olursunuz". Sıfırlar böyle uzayıp gidiyor; Yetenek... disiplin... sevgi... Eklenen her yeni (0)'ın kişiliği 10 kat zenginleştirdiğini anlatıyor hoca... Sonra eline silgiyi alıp en baştaki (1)'i siliyor. Geriye bir sürü sıfır kalıyor. Ve Hoca yorumu patlatıyor: "Kişiliğiniz yoksa, öbürleri hiçtir". Sınıf, mesajı alıp sessizliğe gömülüyor....

Son noktayı Gandhi'nin sonuçlarıyla koyalım.
"Söylediklerinize dikkat edin düşüncelere dönüşür...
Düşüncelerinize dikkat edin duygularınıza dönüşür...
Duygularınıza dikkat edin davranışlarınıza dönüşür...
Davranışlarınıza dikkat edin alışkanlıklarınıza dönüşür...
Alışkanlıklarınıza dikkat edin değerlerinize dönüşür...
Değerlerinize dikkat edin karakterinize dönüşür...
Karakterinize dikkat edin kaderinize dönüşür..."

Zeki Yıldırım
zekiyildirim@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,439,439,439,439,439,439,439,439,43
              7 Kahveci oy vermiş.
8 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

Leyla Ayyıldız

 YazıYorum : Leyla Ayyıldız


  VE KABARDI DENİZ!

Ve kabardı deniz,
Kabardı...

Aya çattı,
Söylendi yıldızlara...
Taştı öfkesi köpük, köpük...

Ve haykırdı deniz,
Haykırdı!

Deli dalgalarını vurdu kendi kendine,
Vurdu kendi kendine dalgalarını,
Kabardı deniz, kabardı...

Ve karardı gökyüzü,
Karardı...
Çaktı şimşeklerini...

Bağırdı deniz,
Bağırdı...

Oysa, herkes sağırdı...

Kudurdu deniz, kudurdu...

Saklandı şiirlere...
Susup, şiir oldu...

Sustu,
Şiir doğurdu...

Sustu...

Leyla Ayyıldız
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,758,758,758,758,758,758,758,758,75
              20 Kahveci oy vermiş.
14 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

Ebru Kargın

 Aklıma Estiği Gibi : Ebru Kargın


  SON ŞEHİR, AKŞAM GÖZLÜ VE PADİŞAH HAYAT...

Bu baktığım son fotoğraf albümü ve işte en güzel fotoğrafımız...
O portakal rengi kanepede, bir bacağın duruyor öylece,
Diğerini toplamış, karnına doğru çekmiş oturuyorsun...
Hemen yanı başında ben, bağdaş kurmuş oturuyorum...
Senin toplanmış bacağınla benim bağdaş bacağımın biri fena halde yapışık birbirine...

Sanki öyle doğmuşuz...
Hep böyle oturmaz mıyız, sarmaşık gibi?

Başını benden yana doğru hafifçe eğmiş,
Yüzüne de o her zamanki gülüşü yerleştirmişsin...
Her zamanki ve anlamını çok iyi bildiğim gülüşünü.
Dikkatle bakmayanın asla fark edemeyeceği, o şahane gülüşünün ağlayan yanı;
Akşam gözlerin...
Her şeyi gördüğüm ama söyleyemediğim, uçurum bakışlı akşam gözlerin...

Başlangıçta sıradan, diğerlerinden farksız, ama zamanla sıra dışı,
Sana özel bir kitap, okunması kolay gibi görünen,
Anlamak içinse bir fırın ekmeğin az geldiği kendine esir gözlerin...
Tüm bunların ardında bana düşense,
Akşam vakti bir uçurumdan yuvarlanacak gibi olmak her defasında,
Ve tam yuvarlanacakken tutunmak,
Düşmeme izin vermeyeceğini çok iyi bildiğim sana...

Benden yana doğru hafifçe eğik başın,
Sana ihtiyacım var, saçımı okşamalısın der gibi...
Artık seni gayet iyi anlayan ben, bir elimi başına koymuşum,
Parmaklarımın arasında saçların,
Başımı da omzuna dayamışım.
Bir yandan parmaklarım arasındaki saçlarınla işte buradayım diyor,
Diğer yandan da başımı dayadığım omzunla, sen lazımsın bana hem de çok diyorum,
O sessiz şarkıyla...

Ve sanırım sen bu şarkıyı biliyor ve de seviyorsun.
Her şey o sessizlik içindeki koca bir çığlık kadar belirgin biliyorsun.
Anlıyorsun...
Unutmazsın biliyorum ama, yine de söylüyorum;
Anlamanın önemi unutmamanın yanında değersiz kalıyor.

Sarmaşık gibi dolaştığımız kanepede, bir objektife poz vermekten çok,
Bunlar bizden geri, işte aslımız hali ise tıpkı bir mühür gibi...

Sayfayı çeviriyorum artık, dakikalarca baktığım en güzel fotoğrafımıza veda ederek.

Sonraki sayfada ise yıllar evvel daha en başında çekilen fotoğrafımıza geliyorum.
Hani yıllar sonra bakınca can alıcı farkların en iyi görüldüğü fotoğraflardan birine varıyorum.

Sen ve ben ne küçükmüşüz zamanda...

Emanet tutuşmuşuz el ele,
Sanki, bu el benim değil, az sonra bırakacağım der gibi.
Gencecik bir delikanlı, tam manasıyla yeni yetme bir kız...
Aradaki yaş farkı ise belli belirsiz...

Sen her zaman yaşından daha genç göstermiştin...
Şimdiyse epey zamandır böyle olmadığını biliyor musun, bilmiyorum...

Zaman dediğimiz de bu işte,
Kim ya da ne önünde dimdik dikilebilmiş ki...

Hızla ait olduğun yıllara doğru yol alışın dikkatle seyrettiğim bir şeydi,
En önemli şeylerden biriydi sana dair...
Senin böyle bir şansın yoktu ya benden yana,
En azından bir on beş yıl beklemen gerekliydi her durumda.

Dikkatle izledim seni, hissettirmeden...
O delikanlı yüzün, olgun bir adam yüzüne dönüşmesini,
Beliren ve seni daha çekici yapan o minik çizgileri izledim...
Adımı tok bir sesle söyleyişini,
Telefonuna cevap verirken alo diyen o kendinden son derece emin,
Son derece güven ve olgunluk taşıyan sesini dinledim...
Bu gömlek bana genç kalır diyerek elinin tersiyle itişini,
Kol düğmelerini eskisi gibi, zar, futbol topu, gülen yüz olanlardan değil de,
O koca adam düğmelerinden seçişini
Ve bunu yaparken fazla da titizlenmeden, olağan bir kabulleniş halindeki seni gördüm...

Genç bir delikanlıyken bana sarılan kolların yerini,
Artık beni sarıp sarmalayan sıkıca bağrına bastıran kolların gücünü fark ettim...
Dokunuşların ağırlaştı,
En sıradanı bile değişti...
Tıpkı özel bir şarabın tadına varmak için,
Her yudumu ağzı dar etmeyecek bir özenle alıp,yavaşça yutmak
Ve ağızda bıraktığı tadın hissedilmesi zayıflayana dek yeni bir yudumu almamak gibi...
Yeni bir yudum için gerçekten hazırlanmak gibi...

Evet bana beyaz renk çok yakışıyor, doğru söyledin sevgilim.
Hayatta yeni adamla kolay kolay bir kadına sana beyaz renk çok yakışıyor demez,
Akıllarına bile gelmez,
Akıllarının takılı durduğu genç dünya halinin en iyi ifadesi, gerçekten uzak, mübalağası yüksek cümlelere neden olur.
Mümkünse en bilindik iltifatları, uygunluğu önemli bile olmadan, en can alıcı safi süs püs eden cümlelerle sunarlar...
Tıpkı sıradan bir zamanda genç bir delikanlının hediyesi, kocaman, üstünde I love you yazan, anlamsız kırmızı kalp bir yastık oluyorken,
Koca adamların hediyesinin içi tüylü, olağan üstü rahat yumuşacık bir terlik olması gibi.
Teşekkür ederim sevgilim, ayaklarım ne kadar üşür biliyorsun.
Gerçi sen de fazla iri kalp bir yastık hediye etmiştin bana yeniyken...

Sen delikanlı erkeği ardında bırakıp, olgun erkeğe varınca,
Beni de büyüttün aslında...
Yeni yetme, şımarık kızdan çok, genç bir kadın olduğumu fark ettim aslında...
Sen olmasaydın belki daha geç anlayacaktım,
Ama kaçırdıklarım için üzüleceğim de kesindi.

Daha kolay yoruluyorsun son zamanlarda...
Uyumuşsun usulca...
Seni seyre daldım yine, yine değişenleri düşünmek için.
Süzdüm yine sana ait her ayrıntıyı...

Yüzükoyun yatıyorsun, bir elin yastığın altında diğeri yüzünün yanında...
Parmaklarına bakıyorum...
Her şey gibi onlarda değişiyor işte.
Tek bir şey değişmemiş, alyansın.
Uyumadan önce saatini, çıkartıyorsun ama,
Ayansın hep aynı yerde hiç çıkmadan duruyor ya, acayip geliyor bana...
Oysa ben uyurken takamam.
Hele ki saatimi çıkarttıktan sonra, alyansımı çıkartmazlık edemem.

Asil bir adamsın sen sahiden,
Ve ben bu asalet karşısında asla bıkmayacağım bir filmi izler gibiyim.

Sabahın altısına geliyor zaman, gün aydınlanıyor ve iyice kısmışsın gözlerini...
Kapalı gözlerinden öpüyorum usulca,
Koca adam oldun diyorum içimden...
Bilmiyorsun sevgilim, kocaman oluyorsun diye hiç üzülmüyorum.
Bu kocamanlığı da sevdim üstelik.
Aslında bir defa daha sevdim seni,
Bir kişiye iki defa nasıl aşık olunurmuş öğrendim.
Dayandığım tepenin artık koca bir dağa dönüşmesini sevdim...
Kuru bir teşekkür az kalacak biliyorum, ama şimdilik yapabileceğim bu,
Teşekkür ederim.

Tamam kabul ediyorum,
Aşkını aşkına gösteremeyip, gizlice yaşayanlardanım...
Yani tüm bunları sen hiç bilmiyor olsan da,
Aslında ben en gizliden halimle yaşıyorum işte...
Gizlenmek neye gerekse...

Uyu sevgilim...
Bana en uzak olduğun mesafe üç oda öteye geçmesin yeter ki...
Yeter ki bileyim, üç oda kadar uzakta
Koridorun en sonundaki kapının ardındasın...

Uyu sevgilim...

Aşk, ne biçim şeysin sen be...
Seni öğretmeyi başarmış ne bir kitap, ne bir hayat, ne de başka bir şey var...
Her şey ve herkes kendince türküsünde...

Aşk...
Ne biçim şeysin sen be...
Ne olduğunu öğrenene dek tarifin imkansız...
Öğrendikten sonra anlatabilmek imkansız...

Çok zaman sayısız batık gemi ediyorsun gönül derinlerinde...
Acı kalıyorsun en kötü karabasan gecelerinde...

Şans istiyor seni öğrenmek...
İşte o zaman yok senden padişahı...
Ama her zaman ihtimalsin işte,
En büyük imparatorlukların bile yıkılabileceğini delicesine hissettiren o siyah yanın,
En padişah anında bile omuz mesafesi duruyor hayata...
Seni sen yapan bu halin mi ?
Ve bu halde de senin adın aşk mı oluyor ?
Konuş padişahım...


Ebru Kargın
ekargin@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,179,179,179,179,179,179,179,179,17
              12 Kahveci oy vermiş.
9 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

Seda Demirel

 Pratisyen Kahveci : Seda Demirel


  KRAL MİNOS'UN SALYANGOZU -IV-

Ve evet….
Daidalos ve oğlu İkarus labirentin göbeğinde kalakaldılar. Birbirleri haricinde gördükleri tek şey tepelerinden geçen kuşlardı… Daidalos istediği kadar düşünüp taşınsa da labirentin planları hakkında tek bir şey bile anımsayamadı. Sırtüstü yatıp onları seyrederek günlerini geçirmeye başlamıştı.
"Ben ki denizlerin ilk yelkenini açıp suyun üstünde uçmayı başardım, bu labirentten de bir çıkış noktası elbette bulacağım…" Daidalos kafasından bu cümleyi geçirip duruyordu. Bu düşünce ile hayaller alemine gidiyor daha sonra uyandığında da kendini yine labirentin tam göbeğinde buluyordu. İşin en kötü yanı bu yalnızlık sırasında iç hesaplaşmasını da bastıramıyordu. Zavallı Perdiks'i Acropol'den aşağı ittiği gün aklına geldikçe içini sıkıntılar basıyordu. Onca ününe ve başarısına rağmen Girit'te bir labirentte kısılıp kaldığı için kendini affedemiyordu. Hırslı ve tutku dolu yapısı onu en olmadık başarılı ve yüksek mertebelerden almış en olmadık sıkıntılı, dar ve mutsuz zamanlara taşımıştı…

".. Hay, lanet olasıca hayvan!..."

Yattığı yerden doğrulup kafasına bulaşan sıcak kuş pisliğinden kurtulmaya çalıştı. Yerdeki kuş tüylerinden bir avuç alıp kafasına sürttü. Bu hayvanların tüylerinden de pisliklerinden de gına gelmişti. Avucundaki tüylere bakarken bir an durdu. Yüzündeki ifade yakın plan çekimde pek bir ablak gözükse dahi, göz bebeklerinin içine dikkatle bakılınca kafasında dönüp duran tilkileri seçmek mümkündü.

İçinden "Hey yavrum heeey!.. Olay budur!.." diyerek ayağa fırladı. Labirentin köşelerini süsleyen mumlara baktı. Yüzünde daha da geniş bir gülümseme belirdi. Labirentten çıkış biletleri avucundaydı… Tüylerin alt kısmının düz üst kısmının ise bombeli olduğunu fark etmişti. Avucuna üflediğinde düz duran tüylerin uçtuğunu ters duran tüylerin uçamadığını gördü. Durum bu kadar basitti işte!... Girit'ten uçarak kaçacaklardı. Daidalos hemen oğlu İkarus'a labirentte bulduğu bütün tüyleri ve mumları toplayıp kendine getirmesini buyurdu. Bu kuş tüylerini toplayıp bal mumu ile birleştirerek kendisi ve oğlu İkarus için kanatlar yapmaya başladı.

Nihayet kanatların bittiği gün oğlu İkarus'u karşısına aldı. İkarus hem uçacağı hem de artık bu labirentten kurtulacağı için çok heyecanlıydı. Yine de dikkatle babasını dinlemeye çalıştı.

"Bu kanatlar ile adadan ayrılabilmemiz için bir müddet denize çok yakın uçmamız gerekecek. Kanatlarının suya değmemesine dikkat et, çünkü kanatların suya değerse ağırlaşır ve sen de uçamazsın. Sakın çok fazla yükseğe de çıkma güneş kanatları yapıştırmak için kullandığım mumu eritebilir. Sen en iyisi sadece beni takip et, olur mu?"

İkarus son derece genç ve yakışıklıydı. Ne yazık ki kendisine babasından geçen genetik miras bu yakışıklılık ve babasındaki hırs ve ihtirastan ibaretti. Açıkçası çok zeki bir tip sayılmazdı. Beklenen zaman geldi ve baba-oğul Girit halkının çığlık çığlığa bağıran sesleri ve Kral Minos'un da şaşkınlıktan küçük dilini yutmuş tıkanmış kalmış bakışları arasında havalandılar. Havalanmak ve uçmak muhteşem bir duyguydu elbette. Daidalos bir yandan uçuyor bir yandan da "kendi kendisine hayran olmadan" edemiyordu. Oğlu İkarus'u kontrol etmek için arkasına döndüğünde artık çok geçti. İkarus uçmanın verdiği heyecan ve sarhoşluk içinde güneşe daha da yakın olmayı ve bu dünya üzerinde ne varsa-buna babası da dahil-hepsine tepeden bakmayı ve hepsinden çok daha yükseklerde olmayı kafaya takmıştı. Sesini oğlu İkarus'a ulaştıramayan biçar Daidalos acı içinde onu seyretmeye başladı;
Oğlu İkarus'un kanatlarının eriyen balmumu nedeniyle yavaş yavaş dağıldığını, tüy tüy aşağıya indiğini, İkarus'un aşağıya doğru düşmeye başladığını… En son olarak da suya çakıldığını… Sadece seyredebildi…
(Suya çakıldığı yere bir çarpı koyun çünkü bu hazin olaydan bin yıllar sonrasında yunanlılar işte bu çok önemli noktaya tatile gelinebilsin diye bir ada yapıvermişler. Olayın içinde bir Bizans oyunu olup olmadığını bilmiyorum ama adanın ismi de İcaria koyuvermişler. Bilginize… )
İkarus'un suyun yüzeyine çarpmasındandan hemen önce önünden bir kekliğin geçtiği de sıkça anlatılır. Hatta bu kekliğin bir yandan kahkaha atarken bir yandan da "son uçan iyi uçar; alma mazlumun testeresini çıkar metre metre; dost başa düşman kanada bakar; sev seni seveni boğa olsa da, sevme seni sevmeyeni kral olsa da…" gibi cümleler kuran bizim Perdiks olduğu da söylenceye girmiştir. Daha sonra bu cümlelerden esinlendiğini tahmin ettiğim Schopenhauer; "tarihin öğrettiği tek ders şudur; eadem, sed aliter *" gibi bir cümle kurup kendisi şahsen cebren ve hile ile tarihe geçmiştir… Neyse…

Nerede kalmıştık?

Gözü yaşlı Daidalos'un yoluna devam etmekten başka şansı yoktu. Daidalos karaya çıkmayı başardı. Toprağına ayak bastığı kral onu hemen bağrına bastı. Daidalos gizli kalmak istediğini söyledi. Bu derece yaratıcı ve başarılı bir mucidi sadece kendisine saklamak elbette kralın da işine geliyordu. Daidalos Kral Minos'un onu takip edip bulmaya çalışacağını çok iyi biliyordu… (Kendisini hangi kralın himayesi altına aldığını size söylemeyeceğim. Bakalım aranızda merak edip bulmaya çalışacak olan var mı?)
Bir dönem sakin ve huzur içinde geçen günlerin ardından Kral Minos'un bütün dünyaya bir bilmece sormaya karar vermesiyle dananın kuyruğu koptu…
"Ben Kral Minos!.. Bütün dünyaya çözmesi için bir problem sunuyorum. Bu problemin çözümünü bulan kişiye ise çok büyük bir ödül vereceğim. Kim ki bir salyangoz kabuğunun içinden bir iplik geçirmeyi başarır ise büyük ödül onun olacak!…"

"Bak seeeen!.. Şu bilmem-nerenin kralı Filanca-Fişmanca da ne çabucak bulmacayı çözmüş-müş!…" Minos bu bulmacayı o kralın çözemeyeceğini adı kadar iyi biliyordu. Hırs ve ihtirasta Daidalos ve İkarus'tan hiçbir farkı olmayan Minos bu problemi çözenin Daidalostan başkası olamayacağını da biliyordu. Daidalos'un yerini bu cin fikirlilikle şıp diye bulmuş oldu.

İşin enteresan yanı işte o dönemlerde Zeus'un sürekli ağlayıp meme isteyen Minos'tan sıkılmaya başlamasıydı sanırım. Minos Daidalos'u ele geçirmek için harekete geçtiyse de tam olarak dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan oldu; kral Filanca-Fişmanca elinin altında uslu uslu duran bu mucidi kaptırmaya hiç niyetli değildi. Ne mi yaptı? Kral Minos'u bir güzel hamamda haşladı. Hem de hurilerin arasında.
Zeus ise olayı seyrederken tanrısal serçe parmağını bile kımıldatmadı!...
Sonu hazin bitmiş, kendisi haşlanmış olsa da bizim kültürümüzün beşiğinin tabanında Kral Minos'un ismi yazılıdır.

Bulmacayı merak ettiniz, değil mi? Salyangozun içinden iplik nasıl mı geçti?
İri boy bir karıncanın gövdesinin arka kısmına ip bağlayıp böceği salyangozun içinde yürütmek suretiyle…
Bu kadar basit yani…

* Eadem, sed aliter : Tekrar eder, ama farklı şekillerde (Schopenhauer)

Bitti…

Seda Demirel
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,898,898,898,898,898,898,898,898,89
              18 Kahveci oy vermiş.
20 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

Gülcan Talay

 Gülümse'nin Dilinden : Gülcan Talay


   Bakirliğine el değmemiş bir kumsal düşledim…

Sabah olduğunda vardığım otel, henüz uykusundan sıyrılamamıştı. Gidip bir yerlerde vakit geçirmek iyi olacaktı. Nasılsa, oda değişimine kadar oldukça uzun bir vakit beni bekletecekti.
Elimdeki küçük bavulu da peşime takarak şehri arşınlamak iyi gelebilirdi. O kadar çok methedilmiş bir tatil beldesinin, görülmemiş hiçbir noktasının kalmadan fethedilmesi şartı. Yoksa onca yolu gelip, bu güzellikleri görememek büyük bir kayıp olurdu.

Dolaşmaktan yorgun düşmüş ayaklarım sıcaktan kızışmış ve acil bir serinliğe ihtiyacı vardı.
Az sonra, peşim sıra takip eden bavulumun eşliğinde sahile doğru sürüklendim. Ardıma attığım bavulu terk edip, ayaklarımı izledim. Su çok güzeldi… Mavisi, olabildiğince mavi; enginliği, göz alabildiğince engin. Bir süre ufka devirdiğim gözlerimle sessizliğini dinledim. Nedense buralara ayakları düşmemişti teknolojik vahşetin. Ne yani; bu kadar muhteşem bir sahili fark etmemiş bir şehir mi uzanıyordu ardımda? Ne rast gele birbirine dolaşmış şezlonglar, ne de etrafa saçılmış çöpler hakimdi çıplaklığına… Ne de beş yıldızına sığınmış bir yok ediş. İlk oluştuğu gün kadar nasıl da bakir kalmıştı. İki yakasında uzanan yüksek dağlar mı engellemişti? Mümkün müydü? Sonunda "boş ver" sesi yükselen beynim uykuya yenik düştü, gözlerim ise dizlerime.

Gözümü açtığımda, sert lodos rüzgarlarıyla beli bükülmüş yaşlı çamın gölgesi düşmüştü denizin üzerine. Tıpkı, akşam üstünün loşluğu ile grileşip, dev bir kül yığınına benzeyen kumsalın bekçisi gibiydi. Kumsal göz alabildiğince uzanıyordu… Boylu boyunca. Etraftaki dağların tepeleri çıplak ve kısırdı. Etekleri ise inadına doğurgan, inadına yeşil ağaçlarla bezenmişti. Ölüm ve yaşam birbirine meydan okuyor gibiydi. Zaten doğa; baharla canlanır, büyür, yaşar ve sonra ölürdü… Ama bitmezdi. Yeni bir kızıllıkta yine yeşile dönerdi renkleri. Tıpkı bu kumsalda olduğu gibi.

Gökte; ilk yükseldiğinde bakırımsı bir rengi yansıtan ay, yükseldikçe yakıcı renginden sıyrıldı. Zaman geçtikçe kızıllığı soğudu ve buzlu bir maviliğe büründü. Dünyanın öksüz çocuğu, yine gecelik kostümünü geçirmişti üzerine. Havada bir çiviyle sabitlenmiş gibi, aynı noktada uzun süre durdu. Işığını karanlıkla lacivertte boyanmış denizin üzerine cömertçe döktü. Pırıltılar, gökkuşağından çalınıp yakamoza adanan renkleri yansıtıyordu. Kristal bir senfoniyi çalan pırıltılar.

Eşsiz güzelliğine büyülenmiş gibi sabit bakan gözlerim, daha ileriyi de görebilmek adına öne atıldı. Bedenim gözlerimi izledi. Ebedi sonsuzluk bu olsa gerekti… Dünyanın yüzölçümünü ve bitiş noktasını bilmeme rağmen. Gözlerimin denizin üzerine doğru sürüklediği bedenim, ayaklarını suya düşürdü. Ilık bir sarhoşluk parmak uçlarımdan beynime akın etti. Kollarım çırpınmak için derin bir arzu duyduğunda, bedenime yenik düşen beynim savaşmaktan kaçmış, bedenimin suya girişine kayıtsız kalmıştı. Yüzdüm, yüzdüm… Yüzmeyi bile bilmezken. Sarhoşluğumdan ayıldığımda mideme nüfuz etmiş tuzlu su elbet genzimi yakacaktı... Umursamadım.

Kıyıya uzandığımda vücudumu kaplayan derin huzur, dudaklarımın uzun zamandır hasret kaldığı bir tebessümü hediye etti dişlerimin çerçevesine. Başımı daha da geri atıp, ayla dans eden yıldızlara dilekler adadım. Bir melodi çalıyordu kulaklarımda. Daha önce duymadığım, adını koyamadığım bir melodi. İnce sesli bir keman, kadife sesli bir piyano, bam teline vuran bir saz…Ve tamburun tok sesi. Dans etmek için yerden yükseldiğimde, ayaklarım sanki kumsaldan arınmış, uçuyordu eşsiz güzelliğinde.
Saatler birbirini kovaladığında, ardıma attığım bavulum aklıma düşmüş, artık gitme vaktimin geldiğini hatırlatmıştı. Böylesi bir güzelliğe ihanet edip, teknolojinin göbeğine gitmemi emreden bir hatırlayış. Oysa bakir çıplaklığına bürünmek, sonsuzluğu koynunda yaşamak istiyordum. Beynim kayıtsızlığından sıyrılmış, ısrarlarına ısrar katmış, yenilmemek üzere savaşa başlamıştı. Pes etmek bu kez bedenime biçilmiş bir kaftandı… Çıplaklığımı sardı, gözlerimi üzerinden çekti ve üç kilometre ötedeki şehre attı…

Gülcan Talay
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,888,888,888,888,888,888,888,888,88
              8 Kahveci oy vermiş.
6 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

İlker Özlük

 Kahveci : İlker Özlük


  Yaşamak, bir ağaç gibi…

Ağaç dendiğinde akla gelen ilk şey gölgedir, serinliktir, Sonbahar ve yakacak odundur. Ormanı oluşturan tek ve hür canlıdır. Doğanın en önemli hayat kaynaklarındandır anlayacağınız kadarıyla. Fakat her geçtiğimiz gün yok olmaya doğru hızlı adımlarla ilerliyor. İlgisizlik, bilgisizlik ve saygısızlık yüzünden sürekli ağaç katliamı yapılıyor ülkemizde.

İnsanlar aç ve açıkta kalınca soğuk kış aylarında biraz olsun ısınmak için kırıp döküyorlar güzelim ormanları. Ama ne ağacın, nede muhtaç olan insan oğlunun hiç suçu yok bu işte. Doğanın dengesi bu, doğada insanoğlunun ihtiyaç duyabileceği her şey mevcuttur. Ve kullanım hakkı bazı yasalar ve yasaklar çerçevesi dışında insanın kendi iradesi ve ihtiyacıdır.

Peki yok olmaya yüz tutmuş ormanları nasıl kurtarabiliriz?.. Fidan dikerek, koruyup kollayarak, veya çoğunluk sağlayıp sürekli teşvikle Bu konuda ilçemiz biraz duyarlı gibi gözüküyor. Etrafımız yeşillikler içinde mavi yeşil karışımı İznik gölünü çevrelerken göz zevkimizde yeni doğmuş bebeğinkiler gibi parlak ve dinlemiş oluyor. Yani insan göl kıyısında oturduğu zaman “gözümüz gönlümüz” açılıyor diyesi geliyor. Birde Gürle dağı, sivri kayaya çıkana dek doğa sporlarından nasibini almış bir yorgunluğu çok kolay unutturacak denli güzel bir seyir alanı. Fakat araba ile çıkılmaya başlandığından beri benim hoşuma gitmiyor. Çünkü yarın bugün hiçbir özelliği kalmayıp yangınından, arsa talanı ve kaçak yapılanmalarına kadar her şey mevcut olacaktır.

Yeniköy, maşatlık olarak bilinen ve radar denilen yere kadar çam ağaçlarının arasında yapılan yolculuğun değmeyin keyfine, hele birde hava güzel ve güneş tüm inadıyla doğuyorsa ve sende hala yürüyorsan, enerjini yanında yürüdüğün çam ağaçlarına borçlusun. Evet, dikkat ve ilgi sonucu kendini ayakta tutmayı başaran iki üç örneklik yer. Fakat yeterli değil bana göre ilçemizde daha çok ağaç dikilip manzara yapılacak yer var. Hele birde şimdi ki hava kirliliğini biliyorlar ve inadına yapıyorlarmış gibi önlem almıyorlar.

Kirlilikle ağaçlandırmanın ne gibi ortak bir yanı var demeyin, eğer ki kirli havanın yok ettiği oksijeni karşılayacak ağaçlık alan olmazsa işimiz zor. Her halde zeytin ağaçlarına güveniyorlar veya zayıf yetersiz akasyalara. Aslında bunlarla ilgili birde türkü var ama neyse… Diyorum şu kalenin etrafı dahil olmak üzere, Fındıklı ve Hamzalı altlarına, yani Nadıra kadar belirli aralıklarla meşe fidanı dikilse ve bunlar, yarın bugün yapılacak toplu konutlarında yanlarına kadar indirilse hem görüntü hem de sağlık bakımından iyi olmaz mı?, hem sonra meşe ağacı en fazla oksijen üreten ağaçlardan biridir. Benim meşe dediğime bakmayın, palamut veya kestanede olabilir. Yani orman yaratılacak yerler boş boş duruyor. Şehir merkezinin bazı yerlerine de bu uygulama yapılabilir. Doğanın tahribatına son verelim ve bu konu üzerinde duralım. Ağaç fidanı ile ilgi çalışmaları olan inanların birbirleri ile iletişim içersinde olmaları gerekiyor. Tabi ki bu gönüllülük gerektiren bir durum.

Fakat her kes iştirak etmelidir. Kurtaracak fazla bir şey kalmadığında, ağaç gölgesinde oturup şöyle rahat rahat dinlenmek isteyeceksin ama iş işten geçmiş olacak bu yüzden, bu gibi çevre ve doğayı ilgilendiren konularla herkesin ilgilenmesi gerekiyor.

Sonra, yok efendim ben duymamıştım, görmemiştim, bilmiyordum gibi bir durum söz konusudur.

Göle yapılacak tesislerinde ağaçlandırma yapısı dikkate alınıp tesislerin daha sonra inşa edilmesi gerekiyor. Yani ağaçlar, temiz havanın simgeleridir. Sizde yapılacak ağaç dikme kampanyalarına katın. Ve geleceğin gökyüzünü temiz bırakın.

Her ne kadar fabrika bacalarından zehir çıksa bile bunu inatla yapın. Kalın sağlıcakla…

İlker Özlük
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,008,008,008,008,008,008,008,00
              7 Kahveci oy vermiş.
6 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Café d'Istanbul par Mustafa Serdar Korucu


Bugün sizlerle ilk olarak Amerikan pop idollerinden Anastacia'nın kendi adını taşıyan son albümü "Anastacia"yı, ardından uzak doğu sinemasının dahi yönetmeni Kim Jee-Woon'un filmi "Karanlık Sırları" ve son olarak Oya Baydar'ın güçlü kaleminden çıkmış olan "Erguvan Kapısı"nı paylaşacağım.

ANASTACIA / ANASTACIA :

Güçlü sesi ve kendine özgü imajıyla kısa zamanda Amerikan idollerinden birine dönüşen Anastacia, kendi adını taşıyan son albümü ile karşımızda.

Sanatçılar için en önemli ilham kaynağı hayattır, kendi yaşadıklarıdır. Bütün çekilen sıkıntılar, acılar notalara dökülür bir bir kalemlerinde. En büyük terapisi de budur zaten onların. Anastacia da bunlardan biri. 2003 yılında yakalandığı göğüs kanserini kısa zaman önce yenmeyi başaran siyahi sesli sarışın sanatçı da hayranlarına yaşattığı korkuyu bir albümle telafi ediyor. Beş aylık bir sürede albümünü tamamlayarak müzikseverlerin ilgisine sunuyor.

Kendi adını taşıyan "Anastacia" sanatçının göğüs kanserine karşı verdiği mücadelenin izlerini taşıyor. Güzel sanatçı diğer albümlerinde olduğu gibi güçlü sesinde soul, pop ve rock soundları'ndan sürükleyici eşsiz bir sentez yaratıyor.

MTV'nin yeni yetenekleri ortaya çıkartmak için hazırladığı "The Cut" yarışmasında keşfedilen Anastacia ilk albümü "Not That Kind"ı 2000 yılında çıkartarak adını bütün dünyaya duyurdu. İkinci albümü "Freak of Nature" ile tek atımlık olmadığını gösteren sanatçı, müzik sektöründeki yerini sağlamlaştırdı. İki albümünün toplam satışı 10 milyona ulaştı. İki yıl sonra piyasaya sürdüğü üçüncü albümü "Anastacia" ise güzel sanatçının olgunluk dönemine ait olarak tanımlayabileceğimiz bir çalışma.

Grammy ödüllü prodüktörler tarafından hazırlanan "Anastacia" albümünün öne çıkan parçaları, "Left Outside Alone", "Sick and Tired" ve "Time".

Birbirinden güzel 12 parçanın bulunduğu albüm, Amerikan rock - soul - pop tarzlarını takip edenler için kaçırılmaz.

KARANLIK SIRLAR / A TALE OF TWO SISTERS :

Uzakdoğu sinemasının son yıllarda ilerlediği bir gerçek. Özellikle doğunun çekik gözlü insanları Batı'da korku türünde büyük başarılara imza atıyorlar. Daha önce beyazperdemize konuk olan "Halka" serisi ve "Karanlık Sular" bunlardan bazıları. "Karanlık Sırlar" ise diğer filmlere karşın sadece doğaüstü güçleri kullanmıyor. Onun yerine gerçek dünyada varolan bir insan üzerinden sağlıyor korkuyu. Üvey anne figüründen... Film, iki kızkardeşin üvey anneleriyle çekişmelerini ve bu olaylardan kaynaklanan garip olayları içeriyor...

Sumi ve Suyon annelerinin ölümünün ardından zorunlu bir ayrılık yaşamışlardır. Bu süre içerisinde üveyanneleri ise çoktan eve yerleşmiştir. Genç kızlar aylar sonra eve döndüklerinde üveyanneleriyle karşılaşırlar. Babaları, kızlarının ve eşinin arasında olan gerginliği ise görmezden gelmektedir. Halbuki iki kız kardeş ve üvey annelerinin arasındaki nefret çok daha derindir. Ve sonunda olan olur. Üvey anne, baba ve kızkardeşlerin yaşadığı evde düşmanlıktan kaynaklanan tuhaf olaylar gelişmeye başlar. Herkes bu sıradışı olayları hafızasından silmeye çalışırken dördünün hayatı da çıkmaza girecektir.

Güney Kore'nin dahi yönetmeni Kim Jee-Woon son filmi ile gerilim filmleri arasında farkını hissettiriyor. Benzersiz atmosferi ve korku ile hüzünü sentezlemesi ile benzerlerinin bir adım önüne çıkıyor.

ERGUVAN KAPISI / OYA BAYDAR :

Bir Bizans uzmanı Theo. Ailesi 6 - 7 Eylül olaylarını İstanbul'da yaşamış bir Rum. "Türkler gelmeden önce iki bin yıldan fazla süreden beri burada olan" bir ailenin çocuğu. Onun, İstanbul'un soylu rengi erguvani olan bir kapıyı, Erguvan Kapısı'nı arayışını, bu kapıyla aslında kendi özkimliğine ulaşma çabasını konu alıyor "Erguvan Kapısı". Efsane ve gerçeğin birbirine karıştığı Bizans'ın, günümüze miras kalan kapılarından herhangi biri değil o. Bu kapı bir şiire göre Hazret'in İstanbul'a girip Kutsal Bilgelik'e (Ayasofya) ulaşmak için kullanacağı geçit. Ve buna adanmış bir yaşam. Sadece adanmış olan yaşam Theo'nunki de değil. Kendini varoşlardan kurtarmaya çalışan, özgürlük için savaşan ya da savaştığına inanan insanların da savaşı, kendilerini bu uğurda feda edişleri de var kitapta. Ve daha nice irili ufaklı yaşam mücadelesi. Oya Baydar'ın güçlü kalemi sadece bir yaşamla kısıtlı kalamıyor ve bir insanın çevresinde gelişen olaylarla birlikte bir döneme ayna tutuyor. Bizleri Bizans'ın esrarlı labirentlerine giriyoruz ve bir zaman tinelinde izimizi kaybediyoruz. Bir sayfada Theo'nun peşinden Hazret'in geçtiği kapıyı arıyoruz diğer sayfada gecekondusu yıkılan, anne babası çekiştirilen bir çocukla birlikte ağlıyoruz. Ve birden kendimizi bir çatışmanın, çıkar ilişkilerinin içinde buluyoruz. "Erguvan Kapısı"nda ne isterseniz var anlayacağınız. İstanbul doğumlu Rum kökenli Amerikalısı,varoşların devrimci gençleri, eski komünistler, burjuva kızları hepsi aynı romanda buluşuyor. Eğer sizde bu zengin anlatımın tadına varmak ve payınıza düşeni almak istiyorsanız "Erguvan Kapısı"nı mutlaka okumalısınız.

http://www.kmarsiv.com/cafe.asp

serdar@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,109,109,109,109,109,109,109,109,10
              10 Kahveci oy vermiş.
1 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, aşağıdaki adresten tek tıklamayla zevkle okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın... Ayrıca bugünden itibaren duygu ve görüşlerinizi yorum olarak yazabilirsiniz.
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_1.asp

Devamı yok. BİTTİ

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Bu romanı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,588,588,588,588,588,588,588,588,58
              444 Kahveci oy vermiş.
58261 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Dost Meclisi


Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
Kahve Molası bugün 4.456 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

Yukarı

 

 Tadımlık Şiirler


Tual

Ana hatların mavi,
Çerçeven lacivertti,
Yalnızlığın grisi bulutların.
Sevdan ise;
Güneşten kızıl yansımalar,

Teninin rengi,
Kumsalla harmanlı,
Ayrılığın ise;
Gökyüzünde salınan kuşlar.

Umutların yeşil,
Çam ağaçları gibi,
Solmayan renklerde.
Hasretin ise;
Dalgalarda köpükler.

Hayat görkemli dağlar,
Neşe eteğindeki çiçekler,
Aşkın ise;
Hiçbir darbede yıkılmayan çınar.

Kalın fırça ile aşk,
İnce fırça ayrılık,
Ellerimle ise;
Güneşten yansıyan aydınlıklar.

Sevdan otuz çarpı otuz bir resim,
Tualine inen darbeler sesim,
Duvara sabitleyen ise;
Sende kalan gözlerim.

Gülcan Talay

Yukarı

 

 Biraz Gülümseyin




O ne be??!!..

Yukarı

 

 Kıraathane Panosu





MUDO ve AIDS Savaşım Derneği’nin
el ele verdiği proje kapsamında iş, sanat ve cemiyet hayatının ünlü kadınlarının hazırladığı tişörtler 1 Aralık Dünya AIDS Günü’nde Mudo City’lerde satışa sunuldu.
Tişörtlerin satışından elde edilecek gelir,
AIDS Savaşım Derneği’nin
Gençlik Evi”nin yapımında kullanılacak.

 

 İşe Yarar Kısayollar - Şef Garson : Akın Ceylan
Yamağı : Ayşe Nur Gedik


http://www.yazamayanyazar.com
Genç arkadaşların açıp işlettiği bir edebiyat sitesi. Sıradan bir arayüz olmasına rağmen ilginç yazılarla karşılaşmak mümkün. Genç arkadaşlarımıza destek vermek boynumuzun borcu. Bana yazdıkları mesajda KM'ye benzer bir iş yapmaya çalıştıklarını ama öğrenci oldukları için seslerini pek duyuramadıklarını söylüyorlar. Bakalım Kahve Molası onlara şans getirecek mi?

http://www.sehirtiyatrolari.com/
En son ne zaman tiyatroya gittiniz? Hangi oyun, hangi sahnede, hangi tarih ve saatte gösterimde olacak bilmek istermisiniz? Ya oyunlar, oyuncular ve hatta bilet paraları hakkında bilgi almak? Perdeler açılıyor ve sizleri bekliyor. Tiyatroları yakından takip etmek için bu sayfaları inceleyebilirsiniz.

Siz hala YTL'cileştiremediklerimizdenmisiniz? Ve hala YTL hesaplaması nasıl yapılıyor bilemeyenlerdenmisiniz? http://www.tcmb.gov.tr/ytlkampanya/test.php kısayolunda şirin bir mini test mevcut. Bu eğlenceli testi deneyerek YTL konusunda ne kadar hazırlıklı olduğunuzu anlayabilirsiniz. Bakalım yeni dönemde iyi bir tüketici olabilecekmisiniz?

...İyi yemek yaptığını iddia edenlerin, farklı sosların yapımlarını da iyi bildiklerini iddia ettiklerine, mutlaka tanık olmuşsunuzdur. Değişik sosların yapımlarını öğrendikten sonra, yeni soslar yaratmak sizlerin fantezilerine kalıyor... http://www.profilo.com.tr/ziyafet/SosyalBilgiler.asp?act=4 kısayolunu tıklayarak yazının devamını ve sossal bilgiler konusundaki yeni bilgileri bulabilirsiniz.

Yukarı

 

 Damak tadınıza uygun kahveler


PhotoFiltre 6.0.2 [1539 KB] 98/2k/XP FREE
http://photofiltre.free.fr/utils/pf-setup-en.exe
Tek kelime ile harika bir resim editörü. Amatör hatta profesyonel kullanıcıya bile hitap eden oldukça özelliği bünyesinde barındıran bir program. İnsan programı kullanmaya başlayınca böyle bir programın nasıl bedava olarak dağıtıldığına akıl sır erdiremiyor. İstisnasız herkesin bilgisayarında olması gereken bir program.

Yukarı





Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



SON BASKI (HTML)

KAHVE YANINDA DERGi

Hoşgeldiniz
Arşivimiz
Yazarlarımız
Manilerimiz
E-Kart Servisi
Sizden Yorumlar
KÜTÜPHANE
SANAT GALERiSi
Medya
İletişim
Reklam
Gizlilik İlkeleri
Kim Bu Editör?
SON BASKI (HTML)
YILDIZ FALI
DÜNÜN
ŞARKILARI





ÖZEL DOSYALAR

ATA'MA MEKTUBUM VAR
Milenyumun Mandalı
Café d'Istanbul
KIRKYAMA
KIRK1YAMA
KIRK2YAMA
KIRK3YAMA
ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
Teröre Lanet!
Kek Tarifleri
Gezi Yazıları
Google
Web KM













Fincan almak ister misiniz?
http://kmarsiv.com/sayilar/20041203.asp
ISSN: 1303-8923
3 Aralık 2004 - ©2002/04-kmarsiv.com
istanbullife.com