|
|
|
8 Aralık 2004 - Fincanın İçindekiler |
Editör'den : Kahve taşmaya başladı!.. |
Merhabalar,
Son iki haftadır burnum bir büyüdü ki sormayın. Hoş sormanıza gerek yok nasılsa ben söyleyeceğim. Kahve Molası bir ilgi tırmanışı ile karşı karşıya. TV programı ile bu ayyuka çıktı. Abone sayısında çok hızlı bir artış olmasa da günlük ziyaretçi sayısı tam ikiye katlandı. Ve yeni ziyaretçiler çoklukla memnuniyetlerini bildiren mesajlar, epostalar attılar. Söyleyin bakalım benim burnum büyümesin de kiminki büyüsün? Artık KM'nin müdavimleri olup herşeyi kanıksamış kahveciler sırt sıvazlamayı kestiklerinden bu iyi geldi doğrusu:-)) Belki inanması size zor gelebilir ama şu klavyenin başına oturduğumda sanki memleketin dört bir yayına yayın yapan uydu vericisinin kumanda dairesinde hissediyorum kendimi. Söylenilen sözlerin, yapılan işlerin takdir görmesinden daha güzel birşey de bilmiyorum ben. Kiminiz epeydir bizlerlesiniz, kiminiz daha dün aramıza katıldınız, hiç farketmez. Eğer şu anda bu satırları okuyorsanız ve yarın tekrar okumaya niyetliyseniz sizler de kahveci oldunuz demektir. İşte bunu bilmek, bunu hissetmek inanın beni bir başka adam yapıyor. Şimdi belki birçoğunuz bu adam gene neler yumurtlayacak diyorsunuz. Ama durun sabredin. Büyük haberden önce ısınma turları atıyoruz. Sizlere benim gözümde Kahve Molası'nın ve yazanıyla okuyanıyla tüm kahvecilerin ne kadar değerli olduğunu anlatmaya çalışıyorum. Sizlerden gelen o güzel sırt sıvazlamaları işte benim bu duygularımı ayyuka çıkartıyor, ben de bendime sığmayıp taşıyorum. Yeter mi bu kadar? Yeter değil mi? Peki gelelim asıl habere.
TV programını sonuna kadar dayanıp seyredenler ya da sitedeki minik pencereden izleyenler öğrendiler aslında. Üçüncü yılı devirmeye az kala, bundan bir birbuçuk ay kadar önce bir korku peydahlandı bende. KM artık benim sınırlarımı zorlamaya başladı dedim. Bu işi rayına oturtmadan başıma birşey gelirse (Allah korusun yani) KM pekçok örneğinde görüldüğü gibi bu sanal dünyada bir hoş seda olarak disklerdeki yerini alacak diye korktum. Yarattığı sinerjiden ayrılmadan, daha ayakları yere basan bir yayın için kurumsallaşma şart dedik dostlarımla. O zaman bir karar aldık. Kurumsal bir kimlik altında bir başka güzelliğe daha imza atalım dedik. Sanal dünyada suya yazılan yazılar gibi varolan Kahve Molası'nı gerçek dünyaya taşıyalım istedik. Etimizi, budumuzu, cebimizi, beynimizi ve en önemlisi yüreğimizi biraraya getirdik ve yepyeni ek bir Kahve Molası sayfası daha açmaya karar verdik. Bu sayfayı pekçok yerde denendiği gibi bir kitap olarak açmak, sonra yan gelip yatmak Kahve Molası'na yakışmaz dedik. Sanal dünyada olduğu gibi, dinamik, heyecanlı ve capcanlı olmak bize yakışandır diye ekledik. Veee Kahve Molası Dergisi'ni yaratmaya karar verdik. Evet, Ocak 2005'ten itibaren, yaklaşık 110 sayfalık, sizlerin yazıları ve birbirinden değişik özel köşelerle bezeli, kütüphanenizin bir köşesinde yıllarca saklayabileceğiniz, açıp açıp tekrar okuyabileceğiniz bir dergi ile karşınızda olacağız. Dergimiz şimdilik 2 ayda bir yayınlanmak üzere planlanıyor ama unutmayın ben Kahve Molası'na, haftada bir bilemedin iki defa yayınlamak üzere başlamıştım, yani demem o ki bakarsınız şartlar bizi zorlar ve her ay masanıza, kütüphanenize misafir oluruz.
Tasarım çalışmaları bir yandan sürerken bir yandan da içerik oluşturmaya çalışıyoruz. İçerik diye eski yazıları kes yapıştır metoduyla kullanacağız sanılmasın. Tadı damağımızda kalan bazı harika yazılar tabi ki olacak ama KM Dergisi ve yazıları öncelikli ve özgün olacak. Kriterlerimiz e-gazetemize göre biraz daha sıkı olacaktır kuşkusuz ama hepinizin bu dergide yer alma, yıllar sonra yazdığınız o güzel yazıyla gurur duyma şansınız olacak. Şu anda Ocak ve Mart sayılarının içeriğini birlikte toparlıyoruz, o nedenle elimizde ne kadar çok yazı olursa o kadar iyi olur. Şimdi hepinizden KM Dergisi için en güzel yazınızı yazmanızı istiyorum. Ve belki hepinize değil ama pekçoğunuza o dergide yer alma sözü veriyorum. Sanal ortamda ki varlığımız kesintisiz sürecek. Günlük e-gazetelerimiz posta kutularınıza usulca bırakılmaya devam edecek ama bundan böyle ekrandan taşanlar için de bir özel ve çok güzel yerimiz olacak. Bugünlük sizi fazla sıkmak istemiyorum. Yarın devam etmek üzere keseyim. Ama sizlerin bu konudaki görüşlerini almak beni çok memnun edecektir unutmayın. Amacımız şu yukarıda görünen Hayat dergileri gibi birgün KM dergilerini de müzayede sitelerinde görmek. Heyt be, torunlarım çatlayacak vallahi:-))
Dergi deyip şarkımızı unuttuk sanmayın. Dün Dario Moreno söyledi bugün de gene o yıllardan bir başka unutulmaz melodiyi Sandy Posey söylüyor, "All hung up on your green eyes". Yarın görüşmek üzere hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
|
Rengarenk: Tuba Çiçek ÖDÜ ŞEYİNE KARIŞANLARA İTHAFEN.. |
|
Mutsuz musunuz?
Tatminsiz misiniz?
Sıradan mısınız?
Kayıtsız mısınız?
Aciz, nötr, hevessiz, coşkusuz, tatsız, tuzsuz...
... kısacası DEPRESİF misiniz?
E müstehak size!
Kalabalıklara kızıp: "Alep top olmuş vesselam" diyoruz ya, bence 'top'lara haksızlık ediyoruz. Bu günden itibaren yeni bir 'toplu küfür cümlesi' öneriyorum size:
ALEM GÜVENLİK MANYAAAA OLMUŞ, MİRİM!
Güvenli bir mahallede oturup, güvenli bir işte çalışıp, güvenilir biriyle evlenip, güvenli seks yapıp, güvenilir insanlarla takılıp, güvenilir markaların ürünlerini tüketip mutlu olmayı mı umuyorsunuz?
Aferin size! Aynen devam edin.
Ancak, sakın ha sonradan orada burada karşıma çıkıp da: "Boğuluyorum bu renksizliğin içinde! Kafese tıkılmış gibiyim, hayatım çok sıkıcı, zart zurt..." diye zırlamayın. Tepelerim!
Frank Furedi 'Korku Kültürü' adlı kitabında: "Günümüzde risk alma korkusu, kahramanı değil kurbanı alkışlayan bir toplum yarattı" diyor. Buyurun burada yakın! Üstelik tam da bizim toplumun mizacına uygun bir tavır bu.
Hem bir paranoyak gibi, hiçbir risk almadan, düzenini bozmadan, tutkularının peşinden gitmeden yaşa; hem de es kaza mağdur felan olursan şefkatle kucaklan ve bu mağduriyetten fazla zarar görmeden kurtulursan da alkışlan!
Yok yaa!
Hayatı boyunca hiç hataya düşmemiş, hiç salaklık yapmamış (çünkü riske girmemiş), kendisini kimseye kullandırtmamış, hiç kazık yememiş, aşk acısı çekmemiş (çünkü riskli ilişkiler yaşamamış), düzenli, huzurlu, sağlıklı yaşamış (çünkü riskten uzak durmuş); sözün kısası, koşmadan, tökezlemeden hayatını idame ettiren insanları alkışlayanların sayısı çok olabilir... Hatta, onları örnek alanların sayısı da çok olabilir..
Hayırlı işler dilerim onlara, steril ortamlarda yayılmaya devam etsinler!
Bu köşe varlığını koruduğu sürece, bu köşenin yazarı eline geçirdiği her fırsatta, 'güvenlik manyakları'nı kepaze etmeye ve yazılarında malzeme olarak kullanmaya devam edecektir; ilgililere duyurulur.
Sonra tutup da bana: "Senin yazıların keyifle okunuyor ama uygulanabilirliği yok. Üstelik beni ve benim gibileri yazılarına malzeme yapıp, aşağılamaktan vazgeçmelisin.." diye zırlamayın..
Bazıları, haklarında yazı yazılmayı hak eder.
Ve o bazıları ısrarla "Sakın beni yazılarına malzeme etme!" der..
Niyeymiş?
Yaptığının çok doğru, en bi doğru olduğuna inanıyorsan, niçin çekiniyorsun konu mankeni olmaktan?
"Herkes senin kadar cesur olamıyor işte.."
Sözüm ona egomu okşayarak beni kandıracak!
"Ah evet, kimse benim kadar cesur değil.. Ben bir kahramanım.. Korkaklar da derdine yansın" deyip susacağımı sanıyorsanız, size nanik yapacağım!
Elbette köyün delisinin diline düşmeyi kimse istemez!
Ama köyün delisinin her dediğinin doğru olduğunu da bilirsiniz, değil mi?
Madem ki yaşamınızın dizginlerini elinize alamayacak kadar cesur olmadığınızı kabul ediyorsunuz; o zaman hayatınızın tekdüzeliğinden ve köyün delisinin diline düşmekten şikayet etmeyin.
Etmeyin ki, ben de: "Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu?" demeyeyim hakkınızda..
Bu köyün delisi benim!
İtirazı olan muhtara dilekçe versin!
Tuba ÇİÇEK tuba@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 12 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Sahne Tozu : C.Parkan Özturan EVET REBEKA BEN SERSERİYİM! |
|
Şükrü getirip önüme attı Aylak Adam'ı. Kaç gün oldu. Öylece bakıştık kitapla. Kaç gündür elimi sürmedim. Biraz şaşkınım aslında. Aylak Adam'ı okuduğumda, yirmili yaşlarıma girmiş miydim? Sanırım. İçimden "bu kitap sinema" dedim. Oturup biraz çalıştım da. Ama sonunu göremediğim işlerden çabuk vazgeçiyorum. Benim en büyük hatalarımdan biridir bu. Yaz işte senaryosunu, koy rafa. Arada bir biraz daha bak. Ekler yap çıkar. Gün ola harman ola. Birgün çekilesi tutar. Yok yapmam da yapmam. Niyeyse?
Birde "halk anlamaz abicim" küskünlüğü var bende. Yapımcıya götürsem ben böyle bir senaryoyu, kafadan bana söyleyeceği şey bu. İşin garibi halk anlıyor da, kalın bağırsaktaki tıkanıklığı yaratanlar yapımcılar. Onlar anlamıyorlar. Bu yüzden ben türk yapımcı tanımıyorum. Onların alayı, para koyandır. Hatta parayı koyan oldukları için, her şeyi bildiklerini sanmak gibi birde küstahlıkları vardır. Onlar yazardır, oyuncudur, yönetmendir, assolistir. Onlar her şeydir. Halbuki herkeste bilir, onlar hiçbir şey olamadıkları için, fakat zengin oldukları için, yapımcıdırlar. Binlerce işte çalıştım, ama hayatımda iki projeden çok zevk aldım. Biri oynadı bitti, "Hiçbir Yerde", diğeri de martta gösterilecek olan "Pardon". Her şey çok iyiydi ama filmleri film kılmanın ilk adımı yapımcılar. "Hiç Bir Yerde" filminin yapımcısı Zeynep Özbatur'du. O filimi yaptıktan sonra bir daha hiç film çekmedi. Belki de garibimin yapımcılığı bitti. Öyledir çünkü... Türkiye'de iyi olarak ne yaparsanız, bir daha ayağa kalkamaz hale gelirsiniz. Diğerinin yapımcısı da Sinan Çetin. İşte o da, tiyatroya geldiğinde orkestra çukuruna ayaklarını dayamamsı gerektiğini öğrenince kısmen yapımcı olacak.
Bilmem ne paşa konağının mutfak kapısının önündeyiz. Donuyoruz. Ne çay, ne de sigara emişimiz bizi kurtarmayacak çok belli. Titreyişlerimiz, heyecandan mı soğuktan mı karar veremedik. Ama bütün titremelerimize rağmen ne kadar hızlı konuşuyoruz. Uçmuşuz yani.
-Nasıl ya? Sen ne diyorsun abi?
-Valla abi. Ben bu yüzden girdim bu işlere? Bu işlerden para kazanıp, iki tır alıcam, Sonra Anadolu'da köy köy dolaşıp, tiyatro yapıcam.
Şükrü aylağın önde gideni. Çocukken girmiş konservatuara. Flütçü olacakken vazgeçmiş, bale okumaya başlamış, o da sarmadı, şan opera okudu, olmadı tiyatro bölümüne geçti. Öğrenciyken galiba, bizde Hayrola Karyola oyununda saksofon çaldı. Saksofon çalmayı biliyordu ama saksofonu yoktu, Ferhan abim ona saksofon aldı. Büyüyünce şehir tiyatrolarında genel sanat yönetmeni oldu. Tam kurumu adam edecekti, bunu anladılar ve hemen görevden aldılar.
-Yahu bu şirket senin mi? Bu dizi senin şirketinin mi?
-Evet abi, delirdim "Hayali" şirket kurdum... Bu arada Hayali olan sadece şirketin adı.
-E abi, Ömer Seyfettin'le başlamışsın, devam etsene türk romanlarına.
-Öyle yapıcam zaten.
Beni delirten bir yığın roman ve yazar saydı. Bir ara:
-Bana bak Halit Ziya'nın Mai ve Siyahı'nı yapmazsan öldürürüm.
-O da var listede... Oğlum Aylak Adam'ı bile yapıcam. Artık türk aydının kendiyle hesaplaşması gerek.
-Bak onu ben yazmazsam vururum seni.
-Al abi...
Böyle başladı her şey. Kendi sahnemin çekimini beklerken, soğuktan donarak. Delirdim. Sevindim, çocuk oldum.
Çok seviyorum bu romanı. Çok seviyorum yazmayı. Çok seviyorum oynamayı. Bu yeni bir iş. Kaç ay sonra motor denir bilmiyorum. Ama içime bir korku girdi. Ya beceremezsem? Korkuyorum. Ya da daha kötüsü, iyi çıkarılmış bir işten sonra, tam motor denecekken, çok alakasız bir nedenden dolayı, iş durdurulursa... O zaman sinema filimi olarak yazıp, kalın bağırsaktaki, tıkanıklığı açmak için dolaşacağım. Olur mu bilmiyorum. Olmalı? Çünkü Yusuf Atılgan gibi bir yazar varken, Bukowski'nin Beyoğlu'nda seksek oynaması ağrıma gidiyor.
Niye taktım bu bağırsak konusuna? Belki de Erol abim (Günaydın) rektum kanseri olduğu için. Çok seviyorum bu nalet ihtiyarı. Sinir, aksi, ama çok komik ve bir o kadarda sevimli. Olur mu? Olur. Erol abi de oluyor. Artık perdelerimizi açtığımızda arkasından o çıkmıyor. Rasim oynamaya başladı onun yerine. Rasim'in rollerini de ben. Oyun sırasında su içmeye, çişe gitmeye vaktim yok.
Erol abinin eşi Güneş abla da kanserdi. Basın aramış, kanser olmuşsunuz doğru mu Erol bey, şeklinde abuş bir soru sormuş, o da cevaben, evet karımı kıskandım demiş. Bence karısını kıskanması çok iyi... Ya uzun yıllar birlikte çalıştığı, kadim dostu İsmet Ay'ı kıskansaydı. Allah korusun.
Erol abi de bir aylak adam. Çoğumuz yalnız yalnız insanlarız ve kısmen de aylağız. Ya ben?... Hayır ben aylak değilim, ben serseriyim. Önce sokak çocuğu olduğumu sanıyordum, sonra baktım ki, ben serseriymişim meğer. Çok mutlu oldum, kendime geldim, nefes aldım.
Rebeka nickli bir arkadaş şöyle demiş benim için. "Bu adam tam bir serseri, ama n'apiyim seviyorum". Hayatımda aldığım en güzel hediyelerden biriydi. Islık çalan gecenin içinde ben yoksam, zaten hiç yokum.
C.Parkan Özturan
parkan@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 14 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
BİR MAHALLEYİ KIRMIZIYA BOYAMAK
"Kurtuluş Caddesi" adı verilen bu cadde, fakir ve zengin mahallelerinin çelişkilerini ortadan kaldırmak istercesine, bu iki farklı yerleşmenin sınırında yer alır. İki mahalle de Antakya'nın eski mahalleleri olarak bilinir. Kurtuluş Caddesi ise, eski mahallelilerin gördüğü en görkemli ve büyük cadde sayılabilir. Kendi dünyaları içinde yaşamaya o kadar alışmışlardır ki, belki de dışarısı onlar için bir şey ifade etmiyordur. Buraya dışarıdan gelen bir insan da, gerek gezmek için, gerek ziyaret için olsun, hemen kendini buralıymış gibi hisseder ve bu küçük yerleşmeyi rahatlıkla kendine koca bir dünya haline getirebilir. Herkeste farklı izlenimler bırakan bir yapıya sahiptir cadde. Birinin kulağına sakin bir vals melodisi, diğerinin aklına siyah beyaz bir sanat fotoğrafı yerleşir. Yetmişli yıllardan kalma taksilerin sıra sıra geçişi, birbirlerini hiç tanımayan kişilerin bayramlaşmalarıyla birlikte içinde bulunulan zamanı unutturacak türdendir. Caddeden geçen mobiletlerse hep aynı manzarayı gözler önüne serer: Ağabey mobileti büyük bir çabayla dengede tutmaya çalışırken arkasında oturan küçük kardeşi etrafı büyük bir heyecanla seyrediyordur. Mobiletin yavaşlığından dolayı yüzlerine çapan hafif rüzgar, onlara büyük bir macera sevinci verir. Caddenin iki tarafında en az elli tane doktor muayenehanesi vardır. Hatta insanın kimi zaman burada her okuyan kişinin doktor olduğu izlenimine kapıldığı bile olur. Akşamlarıysa terk edilmiş izlenimi veren caddede kedilerin serenatları dinlenir. Yerdeki su birikintilerinden yansıyan turuncu ve loş ışık, üzerlerine zamanında sprey boyayla yazılmış, paslı ve kirli dükkan kepenklerini aydınlatır.
Bu caddeye en uyumlu olanlar fakir mahallesindekilerdir. Çünkü onların hem başka bir yere çıkacakları yoktur, hem de bu caddeye ve mahallelerine sahip çıkmayı benimsemişlerdir. Bu insanların dünyada başka benzerlerinin olmadığı söylenir. İnsancıl tavırları beş dakikalığına bile görülmüş olsa, herkesi etkilemeye yeter. Fakat asıl üzerinde durulması gereken nokta, hoşgörüleridir. Bu mahalleyle ilgili olan gerçeklerden biri de, Hıristiyan ve Müslümanların yıllardır birbirlerinden hiçbir sıkıntı çekmeden yaşamış olmalarıdır. Cumaları camiye gidilir, pazarları kiliseye. Önce Ramazan Bayramı kutlanır, ardından Paskalya. Ve çok ilginçtir ki, bu alışılmışın dışındaki durum onların hiç dikkatlerini çekmemiştir. Çünkü kendi düzenlerini kurmuş olmalarının hafifliği içindedirler. Aralarında tutucu düşünenler de olabilir, fakat bu kişilerin sayıları oldukça azdır. Peki bu fakir mahallesinin görüntüsü nasıldır? Kelimenin tam anlamıyla fakirdir! Fakat Kurtuluş Caddesinin iki tarafında bulunan mahalleler arasındaki çelişki, mahallenin kendisi içinde de ortaya çıkmıştır. Evet, görüntüsü dağınık kiremitleri ve televizyon antenleriyle bir çöplüğü andırıyor olsa da, insanın bakmaya doyamayacağı sanatsal bir görüntü de vardır bu yerleşmede. Aynı insanları gibi, mahalle de zaman kavramını düşünmüyordur artık. Yetmişli yıllarda kalmıştır ikisi de...
Öncelikle mahallenin en zahmet verici ve sinir bozucu olan yapısından başlamak isterim anlatmaya. Sokağın tam ortasına oyulmuş olan su oluğu, çocukların çoğu zaman top oynamalarına ve bisiklete binmelerine engel olduğu için, pek sevilmez. Sürekli kaçan topların mahallenin öbür ucuna kadar yuvarlanmasına sebep olduğu için, çocuklar arasında bir oyunbozan konumundadır. Özellikle çocukluğun bu kadar önemsendiği ve sahip çıkıldığı bir mahallede, böyle bir yapının sevilmemesi de çok normaldir. Mahalledeki daha pek çok şey, aynı zamanda orada oturan insanları da anlatır. Bir göz gezdirmeyle, buradaki insanlarda güvenin hat safhada olduğu kolaylıkla anlaşılabilir. Herhalde kapı ya da pencerelerin kapalı kalmalarının büyük bir ayıp olarak karşılanmasından olacak, her evin mutlaka kapı ya da penceresi açıktır. Korkuya yer yoktur. Son olarak detaycılık. Hemen hemen her evde ay çiçek yağı bidonuna ekilmiş bir çiçeğin bulunması mahalledekilerin detaycı ve duyarlı olduklarının bir göstergesidir.
Çatışmalar ve sorunlarsa yine hep kendi aralarındadır, bunların çözümü de yine kendilerinde aranmalıdır. Önce sokaktan edinilen izlenimlerle, büyük tutkulara ve ideallere sahip iki insanı ele alalım... Kişilik olarak birbirlerinden çok ayrı olmalarına rağmen ikisinin de amaçları, kendi hayatları içerisinde kalın bir çerçeve içine alınmıştır. Bunlardan biri, mahallede aynı zamanda "serseri" adıyla da anılan İsmail'dir. Mahallenin dar sokaklarında bu on sekiz yaşındaki çocuktan kalan pek çok ize rastlanır. Ona kısaca "mahallenin kırmızı rengi" de diyebiliriz. Dikkat çekmeyi seven, biraz uçuk ve aklına koyduğu şeyin o anda hemen olmasını isteyen ve bunun için çabalamaktan hoşlanan biridir. Ayrıca tam bir aşıktır. Hatta belki de mahallede yaşamanın verdiği etkileşimle biraz da arabesk bir aşkın temellerini atmaktadır. Bir gün canına tak edip sevdiği kıza bir türlü ulaşamadığını anladığındaysa, hırsından ne yapacağını bilememiş ve gecenin bir vakti kırmızı sprey boyayı alıp bütün mahalleyi onun hakkındaki düşünceleriyle doldurmuştur. Sabah olup da mahalle sakinleri bu mesajları birer birer gördüklerindeyse, bu çocuğun asla akıllanmayacağını kesin olarak anlamışlar, ve içten içe olanlara gülmüşlerdir. Sokaklarda kalan kırmızı renkler de işte o gece İsmail'den kalan izlerdir...
İsmail'in bu sevimli çaresizliğinin arkasındaki nedenden bahsedelim biraz da. Yeşim, bu çaresizliğin diğer adıdır da diyebiliriz. Hıristiyan ailelerden birinin on altı yaşındaki kızıdır. Sürekli günlük tutmak gibi bir takıntıya sahip olan bu kızın günlerce odasına kapanıp bir şeyler karaladığı da bütün mahalle sakinleri tarafından bilinir. Yazmaya olan bu merakı onun gittiği her yeri anında gözlemleyebilmesine dayanır. Bir eve gitti mi, o evin koltuklarının biçiminden duvara asılan tablonun çerçevesinin rengine kadar derin bir incelemesini yapar. Bu sayede mahalledeki insanları en az gören kişi olduğu halde, aynı zamanda en çok tanıyan kişi de odur. İşte bu yüzden İsmail'in ona karşı hissettiklerinin farkına varamaması şaşılacak bir durumdur. Fakat İsmail'in mahalleyi kırmızıya boyadığı gecenin sabahında, o da artık bunu öğrenmek zorunda kalmıştır. Bu olayı büyük bir soğukkanlılıkla karşılamış ama diğerleri gibi içinden kıs kıs gülmeden de edememiştir. O andan itibaren mahallede sadece İsmail'i iyi tanımadığını anlayıp onu incelemeye başlamıştır. Yeşim'in İsmail'e karşı ne hissettiğini ancak onun yazmış olduğu günlükten öğrenebiliriz, çünkü bunu hal ve davranışlarından anlamak olanaksızdır. Çünkü soğukkanlılığıyla düşüncelerini kapatmakta üstüne yoktur.
İsmail'den başka bu büyük tutkulara sahip olan diğer insansa ünlü muhtar adayı Remzi Bey'dir. İçten olan gülümsemesinin ardına sakladığı muzip yüzü görmemek imkansızdır. Her fırsatta muhtar olmak için oy toplamaya çalışan bu adamın eşi de tam bir dedikoducudur. Beyin yıkama gücü en üst düzeyde olan bu kadın, mahallenin bütün kadınlarına önce sevimli bir tavır takınıp ardından gizliden gizliye eşi için oy almaya çalışan bir işbirlikçiyi oynar. İkisi de hayli zeki olmakla beraber karışan işlerin arasından süzülmeyi de çok iyi bilirler. Sokaklardaki kendini beğenmiş gülümsemesiyle duran adamın çektirmiş olduğu solmuş fotoğraflar ve altında "muhtar adayı" yazan afişler de işte bu Remzi Bey'e aittir. Mahalleyse onların yapmaya çalıştığı kurnazlıkları aslında yutmaz, ama Remzi Bey'in azmini ve bu işe verdiği emeği karşılıksız bırakmak istemedikleri için ona oy verirler.
Mahallelerden hiç eksik olmayan unutulmaz öğe bu mahallede de vardır. İnsanlar ona Ahmet değil, "Deli Ahmet" demeyi tercih ederler. Bu sevimli deli ilk başta görenlere ürkütücü gözükür, fakat aslında iyi niyetinden başka korkulacak pek fazla şeyi yoktur. Ama iyi niyetinden kesinlikle korkmak gerekir!.. Deli Ahmet'e Kurtuluş Caddesi'nde daha çok rastlanır. Özellikle de Terzi Salih'in dükkanının önünde. İnsanlar Deli Ahmet'i pek dikkate almazlar; hatta zaman zaman onunla şakalaştıkları da olur. Ama aslında insan onu karşısına alıp konuştuğunda, ettiği laflar tuhaf ve anlaşılmaz karşılansa da, aslında onun akıllı bir deli olduğunu fark eder. Terzi Salih de Deli Ahmet'in asıl yüzünü keşfetmiş bir adamdır. Saatlerce dükkanda sinek avlayacağına, can sıkıntısından Deli Ahmet ile dertleşmeyi yeğler. İnsanlar genelde bu ikilinin sohbetlerine pek tanık olmamışlardır, fakat ikisinin bu durumu onlar tarafından da garipsenmiştir. Terzi Salih daha açık fikirli biri olmakla beraber, Yeşim'in de babasıdır. Yeşim'e o küçükken yazmayı tembihleyen ve onun yazmaya olan ilk hevesini kazanmasını sağlayan da odur. Büyük oğlu Tuna'ya bu fikri malesef aşılayamamıştır, çünkü on dokuz yaşındaki kabına sığmayan bu gençteki enerji, kız kardeşi gibi oturup yazmakla atılabilecek bir enerji değildir. Gezmeyi seven eğlenceli bir insandır Tuna. Deli Ahmet'le babasından sonra en çok iletişim kuran da odur. Ara sıra babasının dükkanına uğrarken Deli Ahmet'le tanışma imkanı bulmuş ve onunla felsefi ve derin konular hakkında sohbet etmeye başlamıştır. Sonuç olarak, mobiletle gezmeyi seven dinamik delikanlı; mezurası sürekli boynunda olan, gözlüklü ve açık fikirlere sahip olan terzi ve üstü başı yırtık, pislik içindeki deli mahallenin unutulmaz ve gülümsenesi karelerinden birini oluşturur.
Yine Kurtuluş Caddesi üzerinde; düzensiz, göz yoran bir görünüşe sahip olmak ile muhteşem bir sanat fotoğrafı karesi arasında kalmış bir başka yer de oranın erkekleri tarafından aranılan kahvesidir. Burasıyla bilindik kahveler arasındaki tezatın hemen fark edilmesi, kahvenin de caddeye uyum sağlandığını sanki bize anlatmak ister. İçeride duvara sabitlenmiş camdan bir raf ve bu rafın içinde de adeta eskitilmeye bırakılmış ciltli kitaplar vardır. Küçük tüplerin üzerindeki gaz lambaları ve açık maviye boyanmış duvarlar da bu bütünlüğü tamamlar. Oradaki insanlar arasında görmüş geçirmiş, o kahvede yıllarca oturduğu ve orayı sık sık ziyaret ettiği her halinden belli olan bir dede vardır. Çevresindekiler tarafından saygı görmekle birlikte, insanlar üzerinde bıraktığı etki, insanların onu gözlerinde daha da büyütmelerini sağlar. Kahvede oturan herkes bu dedenin ağzından çıkacak olan sözcükleri bütün dikkatlerini vererek, ciğer bekleyen kediler gibi beklerler. Bu önemli kişiden başka hiçbir şey yapmaksızın, sadece yeri geldiğinde konuşulan konularla ilgili fikir belirten kişiler vardır. Bu insanlar konuların içine ustalıkla girme yeteneklerine sahiptirler ve fikir beyanlarından sonra ise başka hiçbir yerde alamayacakları kadar keyif alırlar. Kendi halinde olan insan sayısı da fazladır. Bulmaca çözenler ve kendi aralarında usulca iskambil oynayanlar da bu gruba girer. Buraya genellikle hafta sonları iskambil oynamak için bir marangozla bir çiçekçi gelir. Marangoz Mehmet Bey ile çiçekçi Ziya Bey.
Mehmet Bey ile Ziya Bey kardeş oldukları için eşleri ve çocuklarıyla birlikte aynı evde yaşar. Eski fakir mahallesinin en alımlı ve büyük evinde yedi kişi büyük bir uyum içinde geçinir. Mehmet Bey'in eşi Ayla Hanım, kaldıkları tarihi evin bütün temizliğini ve bakımını üstlenmiştir; Ziya Bey'in eşi Fatma Hanım da ona yardım eder. Ayla Hanım'ın hayatta en çok değer verdiği kişi, oğlu Metin'dir. Ona gelecek her türlü zarardan kendini sorumlu tutar ve hayatını bu dokuz yaşındaki çocuğu büyütmeye adamıştır. Fatma Hanım'ın da on yaşında Emin isminde bir oğlu vardır. Emin, daha katı kurallarla yetiştirilmiştir. Son olarak, Metin Bey ile Ziya Bey'in annesi Kadriye Hanım vardır. Evdeki duvara asılmış siyah beyaz olan bütün fotoğraflar ona ve gençliğine aittir. Eşini kaybetmeden öncesine kadar evde sadece ikisi oturmuştur. Şimdiyse geriye eşiyle bu tarihi evden kalan antikaları durmaktadır. Evdekiler tarafından karşılanan en büyük olay Antakya'ya gelen yerli ve yabancı turistlerin eski evleri görmek amacıyla bu evi gezmek istemeleridir. Ayla Hanım bütün misafirperverliğiyle onları içeri davet eder ve onlara hep çay ikram eder. Bu tarihi eve gelen herkes büyülenmiş bir şekilde çıkar. Girişteki nar ağacından kapının üstündeki renkli vitraylara kadar her şey mükemmeldir. Evdeki Kadriye Hanım'ın antikaları da burayı bütün gerçekliğiyle canlandırır. Evde iç sorunlar yaşanmıyor olsa da, elbette bu büyük ve tarihi ev dışarıdakiler tarafından kıskanılır. Bunun dışında iki kardeşin çiçekçilik ve marangozluktan kazandıkları para bu evin ihtiyaçlarını karşılamaya zar zor yetiyordur. Yine de aile, evin giriş kapısında yazan tarihi yazılardan hoşnut görünüyor olacaklar ki, para meselesini pek dert etmiyorlardır. Ettikleri zamansa, bütün dertler Mehmet Bey tarafından Deli Ahmet'e anlatılır ve bu durum onun biraz olsun rahatlamasına yardımcı olur.
Yine Kurtuluş Caddesi üzerinde; sefaletten kurtulma ümidiyle kurulmuş bir saatçi dükkanına rastlanır. Dükkana yıllarını vermiş olan Yusuf Bey, hala sefaletten kurtulma arzusu ile çalışmaktadır. Dört, yedi ve on yaşlarındaki çocuklarını ve kendi annesini tek başına rahat ettirebilme çabası içindedir. Fakat onun içindeki asıl sefalet, eşinin ölümüdür. Kurtuluş Caddesi'nde bulunan elli doktor muayenehanesine de, işte bu yüzden lanet okur. Bu kadar olanak varken eşinin aniden kurtarılama haberinin gelmesi, onda yıkıcı bir hasar bırakmıştır. En küçük olaydan bile anında haberdar olan mahallelilerin, bu büyük ve üzücü haberi duyduklarında birleşmeleri insanda hayranlık oluşturacak cinstendir.
Şimdi de biraz uzaklara gidelim. Daha doğrusu mahallenin dışında kalan tepelik yere. St. Peters Kilisesi'nin bulunduğu bu küçük tepe, sabahtan akşama kadar çocukların iniş çıkışlarıyla hareket bulur. Çevre köylerden gelen çocuklar, ziyarete gelen turistlere rehberlik yaparlar. Hıristiyanlık konusunda engin bir bilgiye sahip olan bu çocukların tek amacı bahşiş almaktır. Bayramları tertemiz giyinip işlerini daha bir zevkli hale getirirler. Bazen çikolata ve şeker alıp daha bir mutlu olurlar. Çünkü asıl gönüllerinden geçen ailelerinin yönlendirmeleri sonucu ellerine geçecek olan para değil, onlara çocukluklarını sonuna kadar kullanma hakkına sahip olduklarını hatırlatan şekerlemelerdir. Fakat içlerinden biri hiçbir çıkar gözetmeksizin, rehberlik görevini severek yapar. On iki yaşında, fakat dokuz yaşındaymış gibi gösteren Mahmut. İleride ne olmak istediğini soran yerli turistlere cevabı "Burada rehberlik yapmaya devam etmek istiyorum"dur. Hayat biçimleri gerçekten değişiktir bu çocukların. İki saat yürüme mesafesinde bulunan köylerinden her gün buraya gelmek üzere yola çıkarlar ve akşam dönerler. Meryem Ana ve Paskalya kutlamaları onlara göre güzel birer masaldır. Güneşin kızarıp batmasını tepeden seyretmedense asla evlerine dönmezler.
Mahallede yaşanan her şeyin sokakta mutlaka izi bulunur. Muhtar afişleri, mobiletler, kiliseler, ay çiçek yağı bidonlarına ekilmiş çiçekler, televizyon antenleri, paslı dükkan kepenkleri, yetmişli yıllardan kalma taksiler, su oluğu ve çocuklar... Birinin, dikkatleri bu sevimli mahalleye çekmesi şart olmuştu artık. Orada bulunan her şey; aslında "her şey"den o kadar ayrı ki; "İyi ki kırmızıya boyamışsın şu mahalleyi İsmail !" demekten kendini alamıyor insan...
Duygu Ergun
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 5 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
İzlemek mi seyretmek mi?
Öztürkçenin çokca tartışıldığı yetmişli yıllarda yukarıdaki başlıkta yer alan iki sözcük birbirinin yerine kullanılır olmuştu. Oysa bana hep izlemek seyretmekten daha bilinçli, daha entellektüel bir eylem gibi gelmiştir. İzleme eyleminin düşünme ve yorumlama gibi beyinsel faaliyetleri de içeren bilinçli bir tercih olduğunu düşünürken, seyretmeyi ise bizim seçimimiz ve irademiz dışında gözümüzün önünde yer alan bir olay, görüntü, eylem ya da etkinliğe beynimizi işin içine katmadan bakmak olarak değerlendirmişimdir.
Son zamanlarda Dünya'da olan bitene bakınca bu iki sözcük geldi yine aklıma. Örneğin Gürcistan'da başarı ile denenen ve Ukrayna'da bugünlerde yeniden sahneye konan bir oyun var. Demokratik yöntemle seçim kazanan politikacıları antidemokratik olduğu su götürmez bir yöntemle ama sivil itaatsizlik gibi yıllarca antidemokratik yönetimlere karşı sosyalist ve ilericilerin başvurduğu bir yolla daha koltuklarına oturamadan alaşağı etme oyunu bunun adı. Uluslararası sermayenin (örneğin Soros'un adı sıklıkla anılıyor bu sivil darbelerde) istemediği bir güç, bir ülkenin ya da bölgenin yönetimine ne gelebiliyor ne de seçilebiliyor yeni düzende.
Ülkemizde de işler yolunda gibi gözükürken bir gün bir kitap uçtu ve bütün hayatımız değişti. Ardından kerameti kendinden menkul Derviş Baba geldi. Yine işler yoluna gider gibi gözükür ya da gösterilirken bugünlerde sapasağlam ortalıkta dolaşan zamanın Başbakan'ı Ecevit neredeyse yatalak oldu. Yine o günlerin birinde, söyledi mi söyletildi mi bilinmez, Bahçeli 3 Kasım deyiverdi. Meclis çoğunluğu olan ve esas itibarıyla bugün de izlenen ekonomik politikanın aynısını yürüten hükümet dağılıverdi. Ne MHP, ne ANAP ne DSP kaldı bir anda politika sahnesinde. Kendimizi birdenbire kubbe miğferli, minare süngülü ümmet ordusunun başkomutanı Tayyip'in idaresinde buluverdik.
Şimdi söyleyin bakalım ülkenin aydınları, düşünürleri olan biteni izliyor mu seyrediyor mu?
Taner Doğan
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 5 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
KONTRA MİZANA : Tamer Soysal |
MEDENİYETLER TARİHİNDE BİR BÜYÜK SIR: PİRİ REİS VE HARİTALARI-III
Piri Reis'in Ölümünün 470. Yıldönümü Anısına Saygı ve Dua ile...
2.3.1. Piri Reis Haritaları Üzerinde Araştırmalar
Piri Reis haritalarını bulan Topkapı Sarayı Milli Müzeler Müdürü Halil Edhem Eldem, bu haritadan İstanbul'da bulunan Prof. Paul Kahle adlı Alman oryantaliste bahsetmiştir. Prof. Paul Kahne 1929'dan itibaren bu haritalar üzerinde çalışmış ve tetkik sonuçlarını 1931 yılında Leden'de toplanan 18. Doğu Bilimleri Kongresi ile bilim çevrelerine sunmuştur. Daha sonra Ankara'ya kadar ulaşan haritanın ünü, Atatürk ve tarihçiler tarafından incelenmiş ve Atatürk'ün özel ilgi ve emirleri ile devlet matbaasında tıpkı basımı yapılarak çoğaltılmıştır. Berlin Üniversitesi Profesörlerinden Adolf Dissman, 1933 tarihinde yayınladığı kitabında, Piri Reis'e ait olan bu haritalardan geniş şekilde bahsetmiştir. 1952 yılında ABD'nde bu haritalar üzerinde incelemeler başladı. M.I. Walters adlı mühendis harita uzmanı Arlington Mallery'i de yardıma çağırdı. Uzun bir çalışmadan sonra şaşırtıcı bir sonuçla karşılaşıldı. Piri Reis haritasını bir küre üzerine izdüşüm şeklinde çizen Mallery, haritanın tamamen doğru olduğunu gördü. Haritayı çizen Dünya'nın şeklini tam olarak biliyordu. O dönem için bunun imkansız olduğunu düşünen araştırmacılar Amerikan Deniz Kuvvetleri Hidrografi Bölümü'ne başvurdular. Haritalar burada küre geometrisine göre yapılmış son dünya haritalarıyla yeniden karşılaştırıldı ve tamamıyla doğru çıktı. 1956'de Georgetown Üniversitesi Piri Reis Haritası üzerine bir açık oturum düzenledi. Toplantıya Prof. Charles Hapgood ve Matematikçi Richard Strachan gibi dönemin ünlü bilim adamları da katıldı. Massachusetts Teknoloji Enstitüsü'nde çalışan Richard Strachan haritaların çizilmesi için yüksek seviyede Matematik bilgisinin olması gerektiği sonucuna vardı. Bu haritaların çizilmesinde "küresel trigonemetri" bilinmesinin gerekli olduğu belirtildi ancak o tarihlerde bunun bilinmediği aşikar. Sonraki yıllarda uydudan çekilen fotoğraflarla haritalar karşılaştırıldı, şaşırtıcı şekilde benzerlik vardı. Amerika'ya ve Antarktika'ya bizzat gitmesi imkansız olan Piri Reis, 1500'lü yıllarda bu haritaları nasıl çizmişti? Hangi teknolojiyi kullanmıştı?
Piri Reis haritaları ile ilgili araştırma yapanlardan biriside 1981 doğumlu Metin Soylu.. Metin Soylu Milli Eğitim Bakanlığı'nın verdiği destek ile "Piri Reis Haritalarının Sırrı"nı ortaya çıkarmak amacıyla çalışmalara başladığını belirtiyor. Metin Soylu'nun araştırmaları sonucu yayınladığı "Piri Reis Haritasının Sırrı" adlı kitapta konu ile ilgili bilgiler yer alıyor. Metin Soylu'yu ilginç kılan ise onun Piri Reis'in günümüze ulaşmış harita parçalarını "Nirengi Sistemi" yardımıyla tamamlamaya çalışması. Buna esas olarak ise Piri Reis haritasında yer alan Atlas Okyanusundaki büyük ve küçük yuvarlakları almıştır. Bu iki yuvarlak şekil arasında 44 derecelik bir açı olduğunu ölçen Metin Soylu'ya göre aynı yuvarlaklar içindeki küçük yuvarlak ile büyük yuvarlak arasındaki açı ise 22.5 derecedir. Daha sonra Metin Soylu bilgisayarlar aracılığıyla bu temel açılara bağlı kalarak haritaları "projeksiyon" yöntemi ile 8.5 ay süren çalışmaları sonunda tamamlamıştır. Ve sonuçta çarpıcı bir sonuç ile karşılaşmıştır: "Dünya'nın şekli Geoid değil; Onaltıgen!" Araştırma sonuçlarını Metin Soylu Kasım 1999'da NASA'ya da göndermiştir. Metin Soylu Dünya'nın aslında onaltıgen olduğunu ancak uzaktan bakıldığında "geoid" şeklinde göründüğünü belirtmektedir. Uydudan çekilen fotoğraflarda Dünya'nın şeklinin "geoid" yani "küre" şeklinde olmasının da bu yüzden olduğunu iddia ediyor. Henüz Metin Soylu'nun araştırmaları hakkında ciddi olarak bilimsel yorumlar yapılmış değil. Ayrıca Metin Soylu bu araştırma sonuçlarını Noter'e de tasdik ettirmiş.
2.3.2. Haritalarla İlgili Varsayımlar ve Görüşler
Birinci görüş
Haritaların Piri Reis'in de belirttiği üzere Kolomb'un haritalarından yararlanılarak çizildiği görüşü vardır. Kristof Kolomb 1492 ile 1504 yılları arasında Amerika'ya 4 sefer yapmış ve seferler sonunda Amerikan kıyılarının haritalarını yapmıştır. Ancak bu haritalar günümüze ulaşmamıştır. Piri Reis'in bu haritaları deniz savaşları sırasında ele geçirdiği ve haritalarını bu kaynaktan yararlanarak çizdiği belirtiliyor. Ancak Kristof Kolomb ile birlikte ikinci sefere katılan Juan De La Cosa'nın 1500 tarihli haritası, Contari'nin 1506 tarihli haritası ve Martin Waldseemüller'in 1507 tarihli haritaları günümüze ulaşmıştır. Bu haritalarda ilk kez Kuzey ve Güney Amerika Asya'dan ayrı şekilde gösterilmiştir. Ancak Piri Reis'in haritası bu haritalardan çok daha doğru ve ileridir. Ayrıca Piri Reis haritalarında Grönland ve Antarktika'da gösterilmiştir. Yine Piri Reis'in haritaları 1550 tarihinde Sebastian Münster'in ve 1604 tarihli J. Van Den'in çizdiği Dünya Haritalarından çok daha doğru ve mükemmeldir.
İkinci görüş
Piri Reis'in haritasında Antarktika kıtasının ve hatta bu kıtada bulunan dağların gösterilmesi inanılmazdır. Piri Reis bunu nasıl çizmiştir? Normal düşünce şekliyle iki ihtimal var: Birincisi bu tarihe kadar bu yerler bazı haritalarda tespit edilmişti. Piri Reis bunlardan faydalandı. İkincisi ise Piri Reis haritaları o gün değil bu gün çizildi.
İlk ihtimali değerlendirirsek; jeolojik bilgiler Antarktika kıtasının buzlarla kaplanmadan önceki son halinin ancak M.Ö. 4000 yıllarında görülebildiği yönünde. Bu buzulsuz çağın ise M.Ö. 15000 ile 11000 yılları arasında başlamış olduğu tahminleri yapılıyor. Bu hesaba göre M.Ö. 15000 ile M.Ö. 4000 tarihleri arasında bu bölgenin haritalarının çizilmiş olması gerekiyor ki sonraki dönemlere bu bilgiler ulaşabilsin. Oysa bilinen ilk uygarlıklar M.Ö. 3000'lerde kuruldu. Piri Reis haritası günümüzde de çizilmemiştir. Piri Reis haritaları'nın incelenmesinden ve tarihi bilgilerden bunun 1500'lü yıllarda çizildiği açıktır.
Üçüncü görüş
Araştırmalar Piri Reis haritalarının ancak gökyüzünden bakarak çizilebildiği görüşünü getirmiştir. Oysa o dönemin şartları düşünüldüğünde bu olanaksızdır. Piri Reis'in haritalarını kısa bir sürede tamamladığı görülmektedir. Bu kadar kısa sürede bu derece gelişmiş bir Dünya Haritasının çizilmesi düşündürücüdür.
Dördüncü görüş
Bütün bu görüşlerin düştüğü çıkmazlar dikkate alındığında alternatif tarih görüşü olarak değerlendirilebilecek "Gizemli Uygarlıklar Tezi" bir seçenek olarak kalıyor. Bu görüşün temel varsayımı uygarlıkların sıfırdan başlayıp günümüze kadar devam etmeyip çeşitli nedenlerle tufan, felaket vs. nedenlerle sona erdiği ve medeniyetin yeniden sıfır noktasına dönüp gelişim seyrine devam ettiği görüşüdür. Tufanlar dini kitaplarda yer alan bir gerçektir. Truva, Pompei, Herkülüm, Knossus, Sodom, Gomarah ve Girit adasındaki Minoan uygarlıklarının bir dönem yaşadıkları tarihsel olarak kanıtlanmıştır. Kur'an-ı Kerim'de Hicr suresinde Lut kavminin helakı anlatılır. Lut kavminin helakı Tevrat'da da yer almıştır. Yine Nuh Tufanının Kutsal Kitaplarda yer alması ve bilimsel olarak Kıtaların önceleri bitişik olduğu sonradan ayrıldığı gibi gerçekler "Gizemli Uygarlıklar Tezi" fikrinin yabana atılamayacağını göstermektedir. Bu tezin en önemli kısmına göre M.Ö. 10.000 yıllarında Dünya'da Atlantis adı verilen gelişmiş bir uygarlık vardı. Bu tarihten önceleri de "Mu Uygarlığı" denilen bir başka gelişmiş uygarlık. Bu fikir savunucularının bugün somut olarak görüşlerine delil olarak gösterdikleri üç önemli olay vardır. Bunlar Mısır Piramitlerinin geometrik ve pek çok bilim dalını ilgilendiren mucizevi özellikleri.. İkincisi Atlas Okyanusunda yer alan ve pek çok uçak ve geminin bu noktada kaybolmasına yol açan ve "Bermuda Şeytan Üçgeni" denilen gizemli yer.. Üçüncüsü ise Piri Reis'in inanılmaz haritasıdır. Bu görüş sahipleri Piri Reis haritası ve Mısır Piramitlerinin günümüzden çok daha gelişmiş teknolojilere sahip uygarlıklardan kalanlar ile yapıldığını savunurlar. Bermuda Şeytan Üçgeninin de yine bu gizemli uygarlıkları bağlantılı olduğunu düşünenler vardır.
III. Sonuç
Piri Reis 15. yüzyılda yaşamış büyük bir denizci ve coğrafya bilginidir. Piri Reis'in haritalarının ve en büyük eseri "Kitab-ı Bahriye" (Denizcilik Kitabı) adlı eserinin Padişahlar nezdinde kabul edilmesi ise Osmanlı İmparatorluğu'nun bilime verdiği önemi göstermesi açısından dikkate değerdir. Ancak haritaların ancak 1929 tarihinde tesadüfen bulunması ve Topkapı Sarayı Müzeler Müdürlüğü Baş Uzmanı Filiz Çağman'ın "Topkapı Sarayı müze olarak düzenlenirken Harem Dairesi'nde bulunmuş, Müzeler Genel Müdürü Halil Ethem Atatürk'e haritayı getirmişti. Harita'nın üzerinde haritanın örtü olarak kullanıldığını belirten yemek kırıntıları vardı." sözleri sonraki tarihlerde bu büyük esere gösterilen ilgisizliği göstermesi açısından acı vericidir. Gönül isterdi ki bu haritaların bazı parçaları değil tamamı günümüze gelebilsin ve doğru ve tatmin edici araştırmalar daha fazla ve layıkıyla yapılabilsin.. Ancak ölümünün 470. yıldönümünde bu büyük denizci ve coğrafyafyacıyı saygı ve dua ile anmak ve değerinin farkında olmak da onur vericidir. Piri Reis'in Kitab-ı Bahriye'sinden bir şiirden alıntı ile son verelim:
"Bu tafsilat yalnız Harita ilmi ile olmaz
Onun için topladım bunca kelamı,
Yazıp izah ettim bütün meramı,
Bu kitabın bir kısmını bile görsen,
Sana sığlıkları öğretir, bilesin.
Bu sığlar bazan alçalır, bazen yükselir
Bunun sebebi nedir ki sular gider gelir."
Piri Reis
Kaynakça...
Akçura Yusuf; "Piri Reis Haritası Hakkında İzahname", http://www.ttk.gov.tr/yayinlar/pirireis1.html
İnan Afet;"Piri Reis'in Hayatı ve Eserleri", Türk Tarih Kurumu Yayınları-1975
Konsol Didem; "Geçmişten Günümüze Haritacılık Tarihi" http://www.angelfire.com/rnb/haritatarihi0/haritaciliktarihi.htm
Soylu Metin; "Piri Reis Haritasının Sırrı", Metin Soylu, Ankara 2003
"Piri Reis'in Haritası", http://www.uted.org/dergi/2001/subat/subat_4.htm
"Piri Reis Map"; http://www.world-mysteries.com/sar_1.htm
"The Piri Reis Map Project"; http://www.prep.mcneese.edu/engr/engr321/preis/piri_r~1.htm
www.fenomenler.tripod.com
http://www.hermetics.org
www.bermuda-triangle.org
Bitti
Tamer Soysal tsoysal@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 9 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 4.552 kahveciye doğru yola çıkmıştır.
Yukarı
|
KIZIM'A
Ne yaşamdan arda kalan
Ne sözlerde dilde kalan
Ne gözlerde gönülde kalan
O bir tutkuydu geride kalan
Parmaklarımın ucunda bir sihirdi
Uzakla yakın arasında kaybolan
Cansız ve sönük bir ışıktı
Anılarda solan, geride kalan
Gündüzü ve geceyi aratmayan
Ama şimdi her vakit ağlatan
Yüreği parçalayan
Sessiz bir nidaydı o, geride kalan
Sevgiye uzanan ama sevgiden uzak
Sıcağa yakın ama güneşten uzak
Beyazı bilen ama ay dan uzak
O ydu kara bağlatan, geride kalan
Ne günahım ne sevabım
Acısıyla savrulan bir zelilim
Amacım yok yaşar gezerim
Hep onla hep onsuz
Geride kalan...
Sema Çevik (Tilha)
Yukarı
|
KAHVECİLER ANKARA'DA BULUŞUYOR...
Tarih: 18 Aralık 2004 Cumartesi Saat 20:00
Yer: Neyzen (Atatürk Bulvarı 211/6 Kavaklıdere (Eski Akün Sinemasından Kızılay yönüne doğru 200 m ileride, NTV Binasının altı.) Menü:
10 çeşit serpme meze;
Ara sıcak; (hamsi tava ve hamsi köz (karışık)
Ana yemek; (Günün balığı; levrek, çupra, palamut, çinekop; o gün hangi balık gelirse ya da tavuk)
Meyve
Limitsiz içki
Fiyat: 35.000.000 TL. Nakit Ödeme. (Kredi kartı geçerli değil)
Müzik: Ney, klarnet, tumba eşliğinde yemek müziği ve TSM, Napoliten, Türkçe Pop, Grek
Neyzen'in sahibi ve şiir yorumcusu Tanju Bey şiirleriyle gecemize renk katmaya çalışacak.
Neyzen hakkında bilgi edinmek için http://www.hangibar.com/bars/barinfo.asp?barid=B355255620030708
adresinden yararlanabilirsiniz.
Katılım: Yemeğe katılma bilgisi için 16 Aralık 2004 Perşembe saat 20:00'ye kadar vaktiniz var. Bu saatten sonra ne yazık ki masa düzenlenmesi gereği başvuru kabul edilemeyecek.
Katılımcı arkadaşlar kişi sayısı belirterek, raskat380@yahoo.com ve serpil.yildiz@tubitak.gov.tr adreslerine mail yoluyla bilgi iletebilirler.
|
İşe Yarar Kısayollar - Şef Garson : Akın Ceylan Yamağı : Ayşe Nur Gedik |
...Dünya Kemik İliği Bankası, Türkiye'ye şart koştu: 31 Arallık'a kadar 2 bin 500 yeni kan örneği bulun, maliyetini karşılarız. Ancak sayı 300'de kaldı. Gönüllü çıkmazsa Çapa Kemik İliği Bankası kapanacak. Binlerce kanserli ise ölüme terk edilecek... Ben sizlere http://www.kemik-iligi.org/ İstanbul Üniversitesi bünyesinde kurulan, İstanbul Tıp Fakültesi Kemik iliği bankası'nın web kısayolunu veriyorum. Eminim ki içimizden gönüllüler çıkacaktır. İlk önce kısayolu tıklayıp sayfayı inceleminizi tavsiye ediyorum.
İnternet'e girip te oyun oynamayan yoktur ya da çok azdır sanırım. İşte size yeni bir kısayol daha http://www.altoids.com/index.aspx?area=MIDWAYMAIN hadi bakalım yine oynamayın da görelim.
...Büyük Önder Mustafa Kemal ATATÜRK'ün naaşının Ankara'ya getirilişi sırasında ilk defa renkli (dia) olarak 20 Kasım 1938'de çekilen ve daha önce yayımlanmamış bu fotoğrafların orijinalleri Genel Müdürlüğümüzün foto-film arşivinde muhafaza edilmektedir... http://www.byegm.gov.tr/ataturk/ata-10kasim2004/ata.htm daha önceden görmemiş olanlar için bu kısayolu veriyorum.
Elektronik terazi konusunda dünya üzerinde 1 numara olan bir firmanın Türkiye distribütörü olan Batu Mümessillik'te çalışıyorum. Web sayfasını yakın bir zaman öncesinde aktif duruma getirdiğim için sizlerle paylaşmayı uygun görüyorum. http://www.batu.com.tr kısayoluna tıklayın bakalım. Belki içerik size bir anlam ifade etmeyebilir ama marketten almaya alıştığınız peynir, zeytin, vs... ürünlerin doğru tartılabilmesi için firma sahiplerinin doğru terazi kullanması gerektiğini de unutmayınız.
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
Copernic Desktop Search 1.1 [2414 KB] 98/2k/XP FREE
http://download3.copernic.com/copernicdesktopsearch.exe Bilgisayarınız için gerçek bir arama motoru istiyorsanız buyrun size en alası. Kaybettiğiniz epostaları, resimleri, yazıları veya aklınıza gelebilecek hethangibir şeyi arayıp bulmanıza yarayan çok hızlı çalışan bir program. Özellikle kalabalık bilgisayarlar için biçilmiş kaftan. Herkese tavsiye olunur. İnternette arama yapmıyor, sadece sizin bilgisayarınızı arıyor dikkatinizi çekerim.
Yukarı
|
|
|
|
|
|