Treo600



Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 3 Sayı: 637

Sisteme gir!

Merhaba Sevgili KM dostu, hoşgeldiniz!

 9 Aralık 2004 - Fincanın İçindekiler

 

 Editör'den : Kıskananlar çatlasın!..


Merhabalar,

Vallahi yalana dolana eğilip bükülmeye gerek yok. Bu Fenere can kurban can. Biliyorum şimdi her kafadan bir ses çıkacak. "Adamlar 2. takımlarıyla geldiler olummm." diyecekler mesela. Gelmeselerdi bize ne. Gelen takımın da 10 oyuncusu milliymiş diyorlar, ben onların yalancısıyım. Aslan arkadaşlarıma aynı MU'nun gençleştirilmiş takımından 4 yediklerini hatırlatmayı bir borç bilirim, hem de 3-3 lük Old Trafford resitalinden az sonra:-)) Dedik ya kıskananlar çatlasın...


Dergi duyurumla ilgili harika tepkilerinize çok teşekkürler. Bugün sizlere dergimiz içinde, yepyeni kahveci yazılarından ayrı olarak, bulunacak köşelerden birkaç örnek vermek istiyorum. Bu köşelerle ilgili çalışma yapabilecek kahvecilere kapımız herzaman açık olacak unutmayın. Dergimizde yeralacak köşelerden bazıları:
- Kahvenin Peşinde : Gezi yazılarımızı değerlendireceğimiz bir köşe.
- Sohbet Dediğin : Röportajlara yer verilecek.
- Esen Kalın : Sağlık köşesi.
- Kalbe Giden Yol : Ağzımıza layık kek, pasta börek tarifleri:-))
- Falınız Fallanmış : Astroloji köşesi.
- Bulmaca : Adı üstünde
- Sizin için denedim : Sınırı olmayan bir köşe. Aklınıza gelebilecek herşeyi deneyebilir dalganızı geçebilir yada ciddiyetinizi takınabilirsiniz. Denediğiniz neyse ona göre değişir.
- İyi haberler : Sağımız solumuz kötü haberlerle dolu, bu köşe hariç.
- Avrupa’nın kapısında : Yurt dışından şaşırtıcı haberler, ilginç tablolar köşesi. Ne kadar Avrupalıyız acaba?
- Şu faaliyete katıldım şöyleydi : Sanatsal, kültürel faaliyetler, konferanslar, turnuvalar... takılıp bizimle paylaştığınız bir köşe.
- Ruhun Gıdası : Geçmişten günümüze müzik.
- Sandıktan Çıkanlar : 3 senedir arşivlediğimiz birbirinden güzel yazılardan seçmeler.
Vee daha neler neler...

Dergi ile ilgili fasulyenin faydalarına hafta başında geleceğiz hiç merak buyurmayın:-)) Şu anda maliyeti aşağı çekme sporuyla uğraşmaktayız. Birkaç kilo verince tığ gibi karşınıza çıkacağız.

Bakalım bugün pikapta ne var? Nicoletta dan bir unutulmaz 45'lik Mamy Blue. Dinledikçe bakalım kimleri hatırlayacaksınız? Şimdilik hoşçakalın.

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

7 Mesaj/Yorum var. Mesaj/Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 ŞURALARDAN BURALARDAN : Oğuzkan Bölükbaşı


BENİM GÜZEL AVRUPAM

Allah razı olsun şu Avrupa Birliği hikayesini çıkaranlardan. Sanırım yıl 1839 tanzimat fermanı ile başlayan bir sevda. Zikredilen tarih yanlış bence, çünkü avrupa sevdası Orhan gaziniz Trakya'ya geçmesi ile yani binüçyüzlerde başlamıştır. Bu olaydan sonra bir tane Türk hatunla evlenmeyen Padişah kardeşlerimiz ha bire Hatun devşirip Müslüman edip kendilerine sultan yapmışlardır. Biz aslında Avrupa ile birinci dereceden akrabayız. Lakin fakir akraba olduğumuz için evropalı arkideşlerimiz bizi pek sevmiyorlar.

Geldik yirmibirinci yüzyıla yediyüz yıldır biz sizin akrabanııııızız diye bağırdığımız Avrupalının kapılarını bizlere açmasını bekliyoruz. 17. Aralık. 2004 günü ya bize gel oturun görüşelim diyecekler veya durun biraz daha bekleyin diyecekler, iki yanıtın bizleri oyalama süresi en az onbeş yıl olacak.

Okul çocukları ne düşünüyor acaba, tarih dersi konu orta Asya öğretmen anlatıyor, "Göktürkler öyle büyük devletti ki, hunlar çok güçlüydü dünyayı dize getirdi, kağıdı, barutu öğretti". Sonraki ders Osmanlılar öğretmen anlatıyor "Osmanlılar , Fatih, Kanuni, Yıldırım Avrupa'yıtitreten serdarlar, sultanlar".Öğrenci sorar "öğretmenim biz kimin evlatlarıyız, niye böyle kapı kapı geziyoruz" öğretmen "sus bakayım, dersini öğren" der.

"Orada bir köy var uzakta, gitmesek de gelmesek de o köy bizim köyümüzdür"e nazire okul şarkılarımızı şöyle yapabilir miyiz "orada bir Avrupa var uzakta, girmesek de çıkmasak da o bizim Avrupa'mızdır lay lay lay".

Avrupalı olmak ile Avrupa birliğine girmek arasındaki farkı anlayabiliyor muyuz acaba mesela ben Anadolulu ve Akdenizli olmaktan pek mutluyum. Yaşama bakışta da ortalama üstü Avrupalıya kırk fark atarım. Bu yazıyı okuyanların büyük bir kısmı da aynı durumdadır bence. Bu işler kimlere yarayacak veya kimlerin saltanatı yıkılacak. Televizyonları izlediğimde, gazeteleri okuduğumda AB ye balıklama atlayanlar ile de, AB ye kafadan karşı çıkanlar ile de uyuşmuyorum. Ben ne olacağım yahu. Problem bende sanıyorum, ben kendi problemimi çözerim ama bu karşıt ve yandaşların birbirini dinleme problemi zor çözüleceğe benzer. Ankara Ticaret Odası başkanı niye Avrupa Birliğine karşı anlamakta zorlanıyorum, Mehmet Ali Birant niye Avrupa Birliğine balıklama atlamamızı istiyor onu da anlamıyorum. O denli çok anlaşmaya imza atılmış ki, hangi anlaşma hangi anlaşmadan üstün bilemiyorum. Aklımın analiz ettiği bir tek şu var şu an için, tüm güç odakları statülerini korumak için çaba gösteriyorlar.

Peki, bu arada ülkemizin büyükleri her durumu düşünerek, risk analizleri yaparak B, C, D planları hazırlamışlar mıdırlar? Ümidimiz büyüklerimizin büyük düşündüğüdür, yoksa vaziyet pek iyi olmaz.

Kafam karıştı, gelin bir ekmek arası kokoreç yiyelim de devam edelim tartışmaya.

Oğuzkan Bölükbaşı
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,508,508,508,508,508,508,508,50
              6 Kahveci oy vermiş.
15 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Kahveci : Burcu Aslan


Anneee Bittiiiiiii

Yıllar önceydi. Gazetedeki yazı gözüme çarptı. "İçinizdeki psikologla görüşün. "Ampullerim birden parlayıverdi.

-Tabi ya! İçimdeki psikolog!Hemen onu bulmalıyım.

Fazla zorlamadı. Çabucak buluştuk. "Hadi" dedim."Yap ne yapacaksan." "Çocukluğa ineceğiz" dedi. Kabul ettim. İzin verdim ki zaman geri aksın. İnsan gittiği yolu dönemeyebiliyor. Hayat karışık. Tesadüf Bey'e soralım dedik.

-Pardon, çocukluk ne tarafta?

Tesadüflere bayılırım. Hayatın en zor anlarında karşına çıkıverirler. Ah! işte bir fincan buldum. O da nesi? Küçük kız koşarak geldi, kaptı fincanı elimden. Bebekleriyle evcilik oynayacak diye düşündüm.Ama masaya koydu ve "Ey ruuhh!" diye bağırmaya başladı. Unutmuşum, bu benim küçüklüğümdü. Psikologumla oturup izlemeye karar verdik. Masada bağıra bağıra ruh çağırıyordu. Elinde tabaklarla annem içeri girdi:

-Anne bak! Ruh geldi.
-Ya evet yavrum, hadi siz (!) babanın yanına gidin. Ben de sofrayı hazırlayayım.
-Anne sana bilmece sorayım mı?
-Sor bakalım.
-Kırmızıdır, domatestir; bil bakalım bu nedir?
-(Anne şaşkın)Domates?
-Hayır değil.

Bu arada bütün kırmızı meyve ve sebzeleri sayan anne:

-Allah Allah ,neymiş bu?
-Domates,eheheh…
-Ama domatesi kaç kere söyledim, hayır dedin.
-Söylemedin. Bilemedin, mızıkçılık yapıyorsun!ühüühühü….
-Ağlayınca çok çirkin oluyorsun, ağlayacaksan odana git lütfen.
….(odaya gitti, çok geçmeden geri geldi.)
-Annee??
-Efendim
-Ağlama bitti.
-Aferin kızıma.

Onu da yolculuğumuza dahil etsek nasıl olurdu?. Psikolog pek yanaşmadı ama ben miniğin elinden tutmuştum bir kere. Pişmanlığımı fark edişim çok zaman almadı. Beraber yürüyemiyorduk , çünkü o sadece sekiyordu. Ayrıca bir yol arkadaşı olarak oldukça gevezeydi. Mesela:

-Sana masal anlatayım mı?
-Eh,anlat bakalım(desen bir türlü ,demesen bir türlü)
-Gıcırla Bıcır bir gün…
-Psikolog,bu Gıcırla Bıcır'ın maceraları bitmiyor. Buna ne diyeceksin?
-Büyüklerden masal dinlemektense, kendi uydurduklarını dinletiyor.

Hmmm…Benim seçimimdi ve akıllıcaydı.
Tam o sırada minik çekiştirerek bir yerlere götürdü bizi. Manzara epey tanıdıktı. Emziği bıraktığım gün…
Psikolog heyecanlandı. Bir şeyler bulabileceğini düşündü sanırım. O anda aklımdan psikologların çocukluğa inme hırsının magazinci ruhlarından kaynaklanıyor olabileceği geçti.
-Flaş,flaş,flaş.. Burcu emziği nasıl bıraktı?
Bu sırada evde bir sürü kadın.Yani kısırlı,börekli bir 'lojman günü'.Ve masaya yatırılan konu ciddi."Burcu'nun emziği bırakması için ne yapmalı? "Örgüsünden kafasını kaldıran teyzeden müthiş bir fikir çıkar. Emzik ucu kesilir, içine solucan yerleştirilir, evin en görünür köşesine bırakılır. Zavallı Burcu emziğe gider, gelir. Tekrar gider, tekrar gelir…

Üzüntüsünü gizlemeye çalışarak:

-Baba zaten solucan pis di mi?
-Evet kızım.
-Baba zaten solucan öggh di mi?
-Evet canım.
-Baba zaten kocaman abla oldum di mi?
-Tabii yavrum.
-Baba zaten…(Günler süren teselli ve emziğe veda..)

Miniğe içim parçalandı. Durmadan not almaya çalışan psikologa ufaklığı parka götürmeyi önerdim. O bu olayı da malzeme olarak gördüğü için geri çevirmedi. Küçük kız ise emziği solucana kaptırmıştı bir kere. Evde yapılacak ne kalmıştı ki? Tereddütsüz geldi bizimle.

O oynarken okula gidişini düşündüm.İlkokul zamanımı…
Gözlüklü bir erkek arkadaşım bile vardı. Hep saçımı çekerdi. Yani beni seviyordu(!).

Saklambaç oynardık. İlişkimiz heyecan vericiydi. Beslenmemizi birlikte yerdik. İlişkimiz romantikti. Kovalamaca oynardık. İlişkimiz yorucuydu.(O hızlı koşardı)
Bir gün çok sevdiğim suluboya fırçamı istemişti, vermiştim. Kırdı. Hem de Pelin denen o kızla şakalaşırken. Aramızdaki her şey bitmişti. Zaten erkekler şiddet yanlısıydı. Bak! nasıl da kırmıştı fırçamı. Fırçama değer vermeyen bana da değer vermezdi.Şu fırçanın haline bak!(tı) Fakat güçlüydüm.Yani gittim, anneme anlattım.Daha güzelini aldı bana. Bir daha da hiçbir erkeğe suluboya fırçamı vermedim. Asıl mesele yüreği kaptırmamakmış. Onu sonradan öğrendim.
Büyükler Dünyası'na adım atmaya heveslendiğim zamanlardı. Artık kendimi erişkin saymak istiyordum.N'apsam alırlardı beni dünyalarına? "Bir arkadaşa bakıp çıkacaktım" diye daldım içeri. Daha etrafa bakınırken olan olmuştu.Kırılmıştı kalbim. Suluboya fırçam gibi. Peki n'olcaktı? Anneme söylesem yenisini alır mıydı? Daha gelişmiş model bir sevgili bulunabilirdi. Fakat kullanılmış kalbin iadesi olmazdı.Tüm arızalarıyla bende kalacaktı.

-Baba zaten o kadar kocaman olmadım di mi?

Arkama bakmadan çıktım oradan. Anladım ki aç kalacaktım "Erişkinler'in Yeri"nde. Çünkü ben masumiyetle besleniyordum.
Kendi dünyam daha eğlenceliydi. Daha kocamandı.Daha özgürdü. Daha samimiydi. Dahası da vardı…

-Baba zaten aşkı aramaya gerek yokmuş, o bizi buluyormuş di mi?
Bunu da öğretenler oldu. Ben onu ararken yaptığım numarayı ,o beni bulduğunda yaptı. Dünyama geldi. Bir arkadaşına bakacaktı. Hala orda.

-Zamanda yolculuk yoruyor insanı psikolog!... Psikolog?...ufaklık? Eyvah! Yoklar! Gitmişler!...Peki ben?...offff!!

N'apsam? Geri mi dönsem?Annem hep "sen giderken ben dönüyordum" derdi. O da mı böyle yapmıştı?Acaba bunu herkes yapıyor muydu?Her giden döndüyse ben de döner miyim?

Hem düşündüm,hem yürüdüm. En mantıklısı çocuklukta kalmaktı, öyle yaptım. Nasılsa psikologsuz dönemeyecektim. Aslında fena değildi orası. Çabuk alıştım sayılır.



Geçenlerde uğradı psikolog.Ufaklık geleceğe koşuyormuş, ele avuca sığmıyormuş, biraz zorlanıyormuş tabi.Geri çağırır gibi oldu, gitmek istemedim. Çocukluk bölümü eğlenceliydi; hem sekseği de epey geliştirdim. Minik derseniz, o zaten hiç değişmedi.Yaşça büyük görünen bir bedende etrafındakileri çıldırtıyor sıpa!Sizleri uyarayım diye fotoğrafını yayınlayayım istemiştim. Ama bulunduğum bölümde elimdekilerin hepsi buna benziyor. Büyümüş halini çıkartabilirsiniz umarım.

Psikologa da kızmıyorum artık. En kötü terapi böyle olsun!

Anneeeeee Bittiiiiiiiiiiii……

Burcu Aslan
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,939,939,939,939,939,939,939,939,939,93
              15 Kahveci oy vermiş.
17 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

Kemal Türkmen

 Soluk'lu Sohbetler : Kemal Türkmen


  Soluk'lu Sohbetler -1-

Antalya bu sabah olağanüstü güzel, mor dağların zirvelerindeki karlar sıcak güneş altında denizin mavilikleri üzerinden ışıyor.
Lara ormanlarında kumlar arasında yürüyüp ardından kaynar bir duş ve olağanüstü güzel bir kahvaltı sonrasının mutluluğunu yaşıyorum. Kimse keyfimi kaçıramaz.
Bahçem, evim olağanüstü sessiz, sevgili kedim Soluk camdan uzanan bir güneş parçası altında güzellikleri dinlemekle meşgul.
Tüm bu sessizliğe karşın içimde ki benliğim sanki hapismişçesine geçmişten bir şarkı mırıldanıyor .
Israrla ve durmaksızın...

“Düşen bir yaprak görürsen
Beni hatırla demiştim,
Biliyorsun seni ben, sonbaharda sevmiştim,
Her sonbahar gelişinde,
Sarı sarı yapraklarla, kuru dallar arasında
Sen gelirsin aklıma.”


Müzik ilginç bir şekilde akla ve duygunun en üst katlarına seslenir.
Belki de bu nedenle sanat olarak kabul ediliyor.
Seslerin akıl üzerinde böylesi bir güç kurması duyularımızı böylesine içine alarak büyüleme olarak niteleyeceğimiz bir durum yaratması hep ilgimi çekmiştir.
Şimdi de sanki bir duyu sarhoşluğu içerisindeyim. Düşünce bütünlüğümün ve akıl dediğim şeylerin çok ötelerinde gezinebiliyorum.

“Metafizik diliyle yaşam düşlerden beslenen bir başka düştür, kendini var gösteren bir yokluktur, doğrulanabilir gerçekliğin , Mutlak varlığın ;sonsuz kaosun , boş ve geçici yadsınmasıdır.
Yaşam mutlak varlığın varlığını göstermek istediği , kendi kendine acı veren varlığın acısını dindirmek için öne sürdüğü bir tasarımdır, kendi düzensizliğine karşı çıkardığı düzenli bir düştür “ (tragedyanın ölümü)

Ölüm varoluşu değil yaşamı sona erdirir.
Yaşamdaki varoluş ölümden sonraki varoluşu hiçlik olarak algılar.

Böylesi bir düşünceye inanabilmek olasımı ?
Acaba içimdeki benin, bu güzel sonbahar şarkısını söylemesini neden engelleyemiyorum.
Neden böylesi duyguları salt müzik ve erotizm anında duyumsuyorum ?
Yaşam gerçekten bir fiyasko mu ?
Soluk, şaşkın bakışlarıyla beni süzüyor.

Kemal Türkmen
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
              3 Kahveci oy vermiş.
3 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Kahveci : Mehmet Everest


MONDO ve KOAN

Zen yaşam biçeminde ustadan kalfaya bir aktarım yolu...

Zen'in öğretmeye çalıştığı şey çevremize, olaylara, olgulara, bütün alışkanlıkların, koşullanmaların, ön yargıların ve art niyetlerin üzerinden sanki ilk defa görüyormuş, ilk defa rastlıyormuşuz gibi, heyecanla, şaşarak, yeni doğmuş bir çocuğun koşullanmamış bakışlarıyla... hatta bu bile değil. Budistlerin sık sık kullandıkları bir deyimle söyleyecek olursak "doğmamış zihnimizle" (1) bakmayı, görmeyi öğrenmek. Görenle görülen ikiliğinin ötesine geçerek gerçeği görmekle de yetinmeyip, gerçeği yaşamayı öğrenmek... Bu, aynı zamanda çok ihtiyacımız olan kıvancı da taşıyan bir yaşamı algılama şeklidir.

Nasıl başaracağız bu olağandışı şeyi?
Bunun için zihnimizin şimdiye kadar kullanageldiğimiz küçük bir bölümünün yerine tümünü devreye sokmak gerekli. Şimdiye kadar sorgulamaksızın kabul ettiğimiz tüm düalite kavramlarını, tüm ikici bakış açısını bir tarafa bırakıp, iç görüyü, sezgiyi, bilgeliği (prajna) uyandırarak elbette. Zen ayrıntılarla değil, işin özü, esasıyla uğraşır

Descartes, zihnimizdeki tüm bilgileri akılcı açıdan kılı kırk yararak eleştirip, incelemiş, gerçeğe dayanak yapacak bir nokta ararken, üzüm sepetine benzettiği zihnimizi ayıklaya ayıklaya boşaltmış. Bize ait olmayanları ayıklayan bir sufi misali. Sufi geriye kalanın sadece Tanrı olduğunu söylerken, Descartes, ortada düşünmeyi sürdüren bir zihin görmüş. Böylece "düşünüyorum, öyleyse bir varlığım olmalı" ( Cogito ergo sum ) diyerek gerçeği üzerine yerleştirebileceği bir kaide bulmuş. Bir anlamda tümden gelip, gerisin geri tekrar tüme vararak insanı şöyle bir taramış.

Fakat işte burada zen eleştirel yaklaşımı devreye giriyor. Zen'in eleştirisine akılcı, mantıklı hiçbir çözüm direnemiyor... Batılı anlayışın "tamam, işte bu!" dediği yerde güneş bir kez daha Doğu'dan doğuyor... "Düşünüyorum, o halde varım" Ama, varlık nedir? sorusu halen ortada durup durmakta, etrafına utangaç gülücükler atmakta. İkici bakışla bakılırsa, varlığın arkasında saklanan şey yokluk (sunya) olacaktır, yoklukta varlık demek olmuyormu? Göreceli anlayışı, mutlak anlayışa transfer ettiğimizde böyle bir sonuç çıkacaktır orta yere.

Bu tür kurgusal tartışmalarla ne kadar da Zen'den, Zen öğretisinden uzaklaşmış oluyoruz. Zen'in asıl karşı çıktığı şey; böyle bilgiççe tartışmalardır zaten... Her şeyden önce konunun girişinde bir yana bırakmak gereğinden bahsedilen "yargı yeteneğimizle" mutlak bir çözüme ulaşamayacağımızı iyice anlamalıyız.

Genç bir keşiş T'ang soyu döneminin en ünlü ustalarından Chao-chou'ya Zen öğretisi konusunda aydınlanmak istediğini söylemiş. Usta buna karşılık;
- Kahvaltı ettin mi? Diye sormuş.
- Ettim usta. Yanıtını alınca da Chao-chou :
- Öyleyse, git kaplarını yıka. Diye öğüt vermiş. Bu söyleşi üzerine de genç keşiş Zen gerçeğine uyanmış (2).

Yazının başlığında ki "ustadan kalfaya" sözü işte bunu açıklıyor, ustanın öyle bir sözü ile aydınlanabilmek için temelde belli bir disiplini almış olmak gereklidir, en azından düzenli meditasyon yapan, Zen öğretisinde akılla-mantıkla bir yere varılamayacağı gerçeğini hiç olmazsa sezmeye başlamış biri olmalıdır, işte o nedenle çırak yerine, kalfa dedik.

Zen öğretisinin bütün güçlüğü işte burada. Öyle mantıklı laflarla, anlamlı açıklamalarla beylik örneklerle Zen gerçeğinin iletilmek, aktarılmak olanağı yok. Zen ustaları bu iletişimi sağlamak için, bize akılcı yoldan baktığımız zaman oldukça yadırgatıcı gelen sorulu yanıtlı MONDO adı verilen söyleşi yöntemini uygulamışlar.

Mondo; genelde ustayla öğrencisi arasında, bazan da ustalar arasında gelişen ve ustanın olaylara, evrene bakış açısını, içsel algılayışını çok çarpıcı; mantıksal açıdan çelişkilerle dolu bir şekilde ortaya koyan ve hazır hale gelmiş olan öğrencinin (kalfanın) kurgulu zihninde köklü bir değişim yaşamasını, tümden bir dönüşümü amaçlayan bir söz ya da davranışın açığa çıkmasıdır. Mondonun yapmaya çalıştığı şey; mondoyu duyanda da benzer bir iç yaşantı oluşturacak iletişimi sağlamaktır. Zen gerçeğine gözleri açmaya çalışmaktır.

Bir gün Pai-chang, ustası Ma-tsu'yu görmeye gitmiş, birlikte kırda dolaşmaya çıkmışlar. O arada havada bir yaban kazları sürüsü belirince, usta Ma-tsu sorar :
- Nedir bunlar?
- Yaban kazlarılar ustam.
- Nereye uçuyor bunlar?
- Uzaklara uçuyorlar.
Bu cevap üzerine Ma-tsu, öğrencisi Pai-chang'ın burnunu yakalar ve olabildiği kadar şiddetle sıkmaya başlar, canı çok acıyan Pai-chang
- Ay ay ay diye bağırarak çırpınırken,
- Uzaklara uçuyorlar dedin, oysa bunlar en baştan dünya kurulalı beri buradalar... diyerek zaman-uzay boyutunda aşkın bir gerçekliği, Zen gerçekliğini öğrencisinin zihninde oluşturarak, ona zen algılayışını aktarıvermiş.

Bu sorulu yanıtlı aktarım yolunda konular birbirinden çok farklı olabileceği gibi, ustanın kişiliği ile de farklılıklar artacaktır, fakat tüm Mondo'ların ortak özelliği; mantıklı bir anlaşılabilme ve açıklanabilmelerinin olmayışıdır. Zihnin kendini güvende hissettiği küçük anlayış yetisi açılmadan mondolardaki derin anlamın farkına varılabilmesi de mümkün olamayacaktır.

Ancak varlığımızın tümüyle çözümleyip özümleyebileceğimiz mondo'nun kabuğunu akıl ve mantık hiçbir türlü delip geçemeyecektir. Mantığın kısır ve katı kurallarını terkedip, zihnimizi bağımsızlaştırmadan, özgür bir zihine ulaşmadan Zen gerçeğine, Mondo'yla ulaşmak mümkün değildir.

Usta Chao-chou'ya bir keşiş sorar,
- Bodhi Dharma niçin kendi ülkesini bırakıp Çin'e geldi?
- Avluda servi ağacı. Yanıtını verir Chao-chou... (3)

Bu yanıttan anlaşılan odur ki ; keşişin hiçde bir anlamı olmayan, işe yaramaz sorusuna verilecek herhangi bir cevap keşişin salt, mutlak gerçekliğe uyanmasını sağlayamayacaktır, oysa salt gerçeklik sonsuz şimdinin yaşandığının farkına varılmasındadır... (karuna) şimdi her şeyden önemlidir, nefesi şimdi alıyor... şimdi nefesi veriyorsun... şimdi var olan "avluda servi ağacıdır..."

Gözlerimizin önünde apaçık, adeta kabak gibi açık halde duran Zen gerçekliği nasıl bir şeydir ki öyle kolayca algılanamamaktadır?... Nedir buna engel olan gizemli ! güç?... Bu, bizim kurgulu zihnimizden başka bir şey değildir. Dış dünyaya sadece 5 duyusuyla açılan insanın, duyularının farkına vardığı ayrıntılara, beyninin kurgularla dolu oluşu yüzünden kendini kapatıp, bir türlü bu algı kapılarından gelenlerin tam olarak farkına varamamasıdır. Hemen her normal sanılan insanda görülen bir içe kapanıştır bu, aslında bir tür zararsız delilik de denebilir bu içe dönük ve kendi sanılar dünyasında yaşamanın adına... Herkes böyle olduğu için "delilik" adı konamamaktadır belki de...

Sung soyu döneminin Konfiçyus'çu şair ve devlet adamı Huang-shan-ku ünlü usta Hui-t'ang'a başvurup Zen öğretisini kendisine vermesini istemiş. Hui-t'ang demiş ki.

- Konfiçyus'çu metinlerde senin de çok iyi bildiğin bir bölüm var. İşte Zen'in öğretisi o bölümün içindeki sözlerdedir. Ve o bölümde ki Konfiçyus'un söylediği varsayılan sözleri hatırlatmış. "Sevgili öğrencilerim, sizlerden saklayacağım hiçbir şeyim yok" Bu sözleri dikkatle dinleyen Huang-shan-ku'nun aklı iyice karışmış. Hatta ustanın ustalığını gizliden gizliye kendince sorgular hale gelmiş. Ustaya bu sözlerine karşılık kendince bazı şeyler söylemeye kalkışınca usta onu
- Hayır, hayır. Diyerek susturup konuşturmamış.

Birkaç gün sonra ikisi kırlarda huzurlu bir gezintiye çıkmışlar. Yabani defneler baştan başa çiçek içindeymiş, o buruk defne çiçeği kokusu her yanı sarıyormuş. Hui-t'ang :
- Kokuları duyuyor musun. Diye sormuş.
- Evet. Diye yanıt alınca da;
- Senden saklayacak hiçbir şeyim yok. Demiş. Bu söz de Huang-shan-ku'yu satoriye götürmeye yetmiş.

Zihin yeterince hazır hale gelmişse Mondo'nun yarattığı akıl dışı şimşek, yada kıvılcım demek daha doğru olacak, toptan bir dönüşümü başlatacaktır. Bunun ne olması gerektiği usta tarafından, ustanın kişiliğine de uygun olacak şekilde aniden keşfedilir ve en uygun, öğrencinin en hazır olduğu anda düğmeye basılır... zen gerçeği denilen şey o kadar apaçık ki, onu mantıklı bir biçimde açıklamaya çalıştıkça onun üstünü de örtmüş oluyoruz, işte bu nedenle usta onu öğrencisine buldurmaya çalışır... Hatta usta yardımcı olacak yerde ona ek zorluklar çıkararak kurgulu zihnin iyice karışmasını sağlar... alışıldık zihinsel düzen iyice bir karışmalı ki kendiliğinden Zen gerçekliğine açık hale gelsin. Öğrencinin satori yaşamaya hazır olması, onun düzenli Zen meditasyonu olan zazen'i yapıyor olmasına bağlıdır, yarım saat oturarak, 5-6 dakika ise gezinerek (Kinhin), yapılabildiği kadar zazen yapılmalı her gün, mümkünse gün doğarken ve batarken tercih edilmeli, doğayla uyanıp doğayla beraber uykuya çekilmek gibi.

Bu satırları size yazan kardeşinizin bir zamanlar Tanrı'ya; "Ben şu andan itibaren Sen'i yok kabul ediyorum, şayet varsan... herşeye de gücün yettiğine göre, bana kendini sen tanıt" deyişi de işte bu yüzdendi... Benim kendimce anladığım Tanrı yerine "Kendisi" olanla tanışmak içindi... Tevatürden, gerçekliğe terfi ihtiyacıydı.

Kuşkusuz Mondo'nun etkinliği ansızın, beklenmedik oluşunda gizli. Bu beklenmediklik olmayınca mondo da işlevini yapamayacaktır.

Öte yandan Zen yolunu izleyen öğrencilerin sayısında ki artış nedeniyle, ustayla çırak arasındaki kişisel ilişki artık eskisi kadar sık olamamaktaydı. Bunun üzerine mondo öğretisinin özü, KOAN (adı verilen ve ustanın mantıkla açıklanamıyacak kadar anlamsız bir sorusuna öğrencinin cevap arama çabası) öğretisine verildi.

Koan eğitimi Çin'de XII yy. da Sung soyu dönemi ustaları zamanında başladı ama XIII yy. dan sonra Japonya'da giderek daha sistemli bir duruma getirildi. Koan uygulamasına bugün uygulanmakta olan son ve kesin biçimini veren Hakuin'dir (1685-1768). Altı grupta toplanan 700 kadar koan vardır. Tam bir eğitim görmüş olmak için 50 kadar koanı çözmüş olmak gerekir. Koan eğitiminin 2 amacı var. Birincisi eski ustaların öğrencileriyle birebir görüşerek uyandırdıkları Zen bilinçliliğini yapay olarak oluşturmak. İkincisi ; aynı zaman diliminde daha çok öğrenciye Zen eğitimini uygulayabilmek. Bu şekilde Zen öğretisini yaygınlaştırabilmek. Koan, öğrenciye görev olarak verildikten sonra belli zaman dilimlerinde bir araya gelen usta ve öğrenci sanzen adı verilen görüşme yapabiliyorlardı. Böylece usta daha çok öğrenciyi eğitme görevini kolayca yerine getirebiliyordu.

Koan'lara örnek vermek gerekirse, şu ünlü Koan'lardan bahsedebiliriz ;

1- Hui-neng'in kendisini yakalayıp pirlik alametlerini geri almaya gelen Ming'e söylediği ; "Kendi gerçek yüzünü, hatta seni ananla baban tohumlamadan önceki durumuyla görmeye çalış" şeklinde ki öğüdünü. (4)
2- Chao-chou'nun "Köpeklerde Buda yaratılışı varmıdır? Sorusuna verdiği "mu" (hayır, ama evet de nadiren olabilir tarzından çelişkili cevabı)
3- Gene, Chao-chou'nun "Bodhi Dharma niçin memleketinden kalkıp Çin'e geldi" sorusuna yanıt olarak söylediği "avluda servi ağacı"
4- Hakuin'in bir Çin atasözünden esinlenerek aldığı, "iki elin sesi alkıştır, bir elin sesi nasıldır?" sorusu.
5- Bir gün bir usta öğrencilerine; "Zen'de lafla anlatılacak bir şey olmadığı gibi, öğreti olarak kutsal bir şey de yoktur" dedikten sonra eklemiş, "bu sözlerimi onaylasanız da 30 sopa, onaylamasanız da 30 sopa..." Hah işte! sonunda hoca da kafayı çizdi demeyin, ama oradan kalkıp giderdim ben olsaydım, herhalde çözüm de bu olurdu... böylece en azından 30 sopa olmayacak... (annemin öğüdüdür, yemek bulursan yanaş, sopa görürsen sıvış... anacığımda az buz değil bayağı Zen ustasıymış demek ki?)
6- Bir başka (uyanık) usta, bir gün asasını kaldırıp göstererek sorar; "Buna asa derseniz çok olağan bir lakırdı etmiş olursunuz, yok asa değil derseniz de yanlış olur. Olumlu ya da olumsuz bir şey demeksizin, ona ne diyebilirsiniz? Hadi buyrun...

Kendisine çözsün diye koan verilen öğrenci, koan'ı çözeceğim diye uğraşır durur, ama koan aklın bütün atılımlarına direnir durur. En sonunda öğrenci koan'ı çözmekte aklın, mantığın hiçbir yardımının olamayacağını yavaş yavaş anlamaya başlar. Usta da öğrencinin akıl yoluyla, mantık yoluyla bir çözüm bulamayacağını iyice kafasına sokmak için elinden ne geliyorsa yapar, işin kazık tarafı bunu öğrencisine belli etmeden yapmasıdır.
Konunun burasına "çuk" diye bir ses çıkararak oturacak bir şey aklıma geldi, Halil Cibran, 34 yaşında yoksulluktan ve türlü hastalıklardan ölüp giden hassas ruhlu, Lübnan'lı bir yazar... "sizin en zayıf tarafınız, aslında en güçlü yanınızdır" demişti bir yazısında... Ustaya (Sensey) kesinkes inanıp da onun tarafından (kendi iyiliğiniz için) kazıklanmaya açık bıraktığınız -zayıf- tarafınız... bağlantısını kuruverdim şu anda... Birde, Martı kitabının yazarının, (Richard Bach) Illusions/yanılgılar adlı fantastik romanında; "You seek the problems, because you need their gifts/problemleri ararsınız, çünki onların size hediye edeceklerine ihtiyacınız var... demişti ya...

Bir Zen ustası konuyu iyi özetlemiş: "Ben Zen yolunda çalışmalara başladığımda dağlar dağ, ovalar ova gibiydi, bu yolda ilerleme kaydettiğimde baktım ki ne dağlar dağ, ne de ovalar ova gibi... Yolun sonuna geldiğimde dağlar tekrar dağ, ovalar da ova gibiydi, ama artık her şey öylesine berrak görünüyordu ki..." diyerek.

Aslında tüm bu; eskiden Mondo, sonraları Koan ile elde edilmek istenen şey, meditasyon yaparak gündelik bilinçliliğinden sıyrılıp, giderek "tam ve aşılmaz aydınlanmaya" (anuttura samyak sambodhi/ diğer adıyla nirvana) ulaşma evreleri olan satori açılımlarının yakalanmasına öğrencinin hazır hale gelmesi içindir.

Suzuki'ye göre; ustanın koanı çözmek için öğrenciye önerdiği yol, aklıyla düşünmeyi bırakıp, karnıyla düşünmeye başlamasıymış... Yani Suzuki usta şunu diyor : (ne de yalın demiş) Koan'ı varlığımızın bir parçası olan aklımızla değil, varlığımızın tamamıyla çözebiliriz...

Japonya'da Zen ekolleri iki ana temada toplanır; Rinzai (ansızın aydınlanmaya inanırlar, çünki yöntemleri buna göredir) ve Soto (yavaş yavaş aydınlanma olacak şekilde çalışmalarını dizayn etmişlerdir) Her iki ekol de bana göre doğrudur, insanların fıtratları hangisine uygunsa o ekole gitmelidir.

EKLER :

1- Yani zihnimizin bütün koşullanmalardan önceki yalın ve saf durumu. Buna çok güzel bir örnek, Zen'e çok yabancı ama satori yaşantısını hapishane de yaşamış bir Türk şairinin, Nazım Hikmet'in aşağıdaki şiirindedir.

Bu gün Pazar,
Bu gün beni ilk defa güneşe çıkardılar.
Ve ben ömrümde ilk defa gökyüzünün bu kadar benden uzak
Bu kadar mavi
Bu kadar geniş olduğuna şaşarak
Kımıldamadan durdum.
Sonra saygıyla toprağa oturdum,
Dayadım sırtımı duvara.
Bu anda ne düşmek dalgalara,
Bu anda ne kavga, ne hürriyet, ne karım.
Toprak, güneş ve ben...
Bahtiyarım...

2- D. T. Suzuki, Essays in Zen Buddism, First Series, Sf. 238
3- Yukarıda ki eser, Sf. 93
4- Edip Harabî'nin bir nefesindeki dörtlükte ki gibi...

Yok iken Adem'le Havva alemde
Hak ile Hak idik sırrı müphemde
Bir gecelik mihman kaldık Meryem'de
Hazreti İsa'nın öz babasıyız...

Şiri'nin devriyesinden alınan bir kıta da şöyledir;

Gâhı nebî gâhı velî göründüm
Gâhı uslu gâhı deli göründüm
Gâhı Ahmet gâhı Ali göründüm
Kimse bilmez sırrım Kallaşidim ben

( John Kingsley Birge, The Bektashi Order of Dervishes, Sf. 120-125)

Ayrıca İlhan Güngören kardeşimin Zen üzerine yazdığı tüm doyumsuz eserleri (Sensey'imin büyük oğlu Ömer Güngören tarafından varlığını sürdüren "Yol" Yayınlarınca bu eserler piyasada satılmaktadır) onunla yaptığımız söyleşileri, beni yerlere yatıran sohbetleri ve kendi Zen meşgalelerim arasında yaşadığım sayısız satoriler ve Makyolar (yanıltıcı görüntü ve duyumsamalar) vs. lerde bu yazıya sığdırılmaya çalışıldı.

Bu kadar lâkırdı ile sizleri Zen yaşam biçiminden iyice uzaklaştırdım, dilerim kesinlikle yanlış yapması olasılığı olmayan en büyük ustanın; kendi doğanızın yolunu izlersiniz...

Mehmet Everest
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
              3 Kahveci oy vermiş.
4 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Kahveci : Nizamettin Korucu


KİMLER GELDİ, KİMLER GEÇTİ.

Kimler geldi, kimler geçti. Aklımın kestiği tarihten bugüne şu son çeyrek asırda. Devlet adamları, politikacılar, siyasetçiler, yazarlar, gazeteciler, şairler, edebiyatçılar, sinema, tiyatro, müzik sanatçıları, ressamlar, hatipler. Birer birer gözümün önünden akıp gidiyor silüetleri. Kimisi çocukluk yıllarımın, bazısı gençliğe adım attığım senelerin kahramanlarıydı. Bir kısmına kızar, bir çoğunu severdim. Lakin kahramanlarımın yeri başkaydı bende. Hiç unutmam, daha ilk okul dört yahut beşinci sınıf da iken saçlarımı ve kaşlarımı bir büyük devlet adamımıza benzetmeye çalışırdım. Cüneyt Arkın’ın Yılmaz Güney’in filmlerini kaçırmamaya çalışırdık, Arı sinemasında. O dönemlerimizde, tüm mahalleli çoluk çocuk hep birlikte sinemaya giderdik. 2,5 lira balkon, iki lira koltuktu. 50 kuruşta teşrifatçı bahşişiydi. Bizi sinemanın en ön deki koltuklarına oturturdu. Güya bu bir özellik di. Yıllar sonra anladım ön koltukların ucuzluğunu. Zira ne zordu koskoca perdede, küçük başlarımızla film seyretmek.

Sonra 1974 senesinde ilk banttan yayınla haftada üç gün TRT televizyonu yayına başlamıştı şehrimizde. Cumartesi akşamlarını iple çekerdik. Televizyonda Türk sineması oynardı. Evimizin bulunduğu sokakta, sadece iki evde vardı televizyon. “ Bacı “ diye hitap ettiğimiz İlhame teyzenin evinde toplanırdık, büyük, küçük, yaşlı, ihtiyar. Oda lambası söndürülürdü. Sadece TV’nin azalıp çoğalan siyah beyaz, gri ışıkları ile aydınlanırdı orta yer ve yüzlerimiz. Almanya’daki akrabadan hediye gelen televizyon, odanın en mütena yerinde kuruluydu. Tam karşısında biz küçükler, kimimiz yerde bağdaş kurarak, bazılarımızda diz üstü oturarak büyük bir hazla seyre dalardık filimi. İntizamlı bir sıra halinde dizilirdik yan yana. Bir arkamızda bizden biraz daha yaşça büyükler, onlarında arka tarafında, büyükler otururdu, “mahat” larda. Sırtlarını halı yastıklara vermiş halde sessizce Türk sinemasını seyre dalarlardı. İçli, acıklı filimde, büyüklerden ağlayanları görürdüm, arkaya baktığımda. Kimisi burunlarını çekerken, mendilin ucuyla da gözlerinden süzülen yaşları silerlerdi, aceleyle. Filimde esas oğlanın esas kızı yanağından öptüğü sahnelerde veya öper gibi göründüğü yerlerde, “ Tövbe estağfurullah “ seslerini mırıltı halinde işitirdim. Derken, odayı terk eden yaşlılar olurdu. Şimdi bunlar gerilerde kaldı. Bütün aile en olur olmaz sahneleri tınmadan seyreder oldu.

Ne kahramanlarımız vardı sevdiğimiz. Kadınlı erkekli sinema sanatçıları. Hangi birini sayayım şimdi bilmiyorum. Muzaffer Tema’lar, İzzet Günay’lar, Hüseyin Baradan’lar, Göksal Ersoy’lar, Türkan Şoray’lar, Filiz Akınlar ve daha niceleri. Düşünürümde şimdi bu insanlar neredeler. Kimisi göçüp gitti bu dünyadan sessiz sedasız. Bazı zamanlar onların trajik hayat hikayelerini dinledik, seyrettik radyolarda TV’lerde. İş adamı olanlarını duyduk, yapa yalnız kalanlarını işittik. Hasta, bitap, biçare görüntüler yansıdı ekranlardan, onlardan geriye kalan. Bazılarından da hiç haber yok. Öldüler mi, yaşıyorlar mı? Ne soran var, ne anlatan, ne hatırlayan var, ne haber veren. Oysa onlar bizim kahramanlarımızdı, çocuk gönüllerimizde Körpe dimağlarımızda. Sanal dünyada sessiz hıçkırıklarıydılar, genç kızların ve erkeklerin. Masum sevgilerin, habersiz muhataplarıydılar. Her insan bir alemdir. Onlar alemin bildiği alemdiler. Bu yüzdendir onları anışım.

Bizde eskimeyen, kaybolmayan en önemli meşhurlarımız galiba politikacılarımız olsa gerek. Hemen hepsi vefatlarına kadar sahneden kaybolmadılar, göz önünden ayrılmadılar. Onlarla ilgili hatıralarımız eskimedi bu yüzden. Yıllar öncesine ait resimlerini, çekimlerini görünce anladık eskiyle bugünün farkını. Yaşayanlar şimdi sırtları bombeleşmiş, yüzleri buruşmuş ve kırışmış, saçları dökük ve ağarmış haldeler. Oysa ne fırtınalar estirirlerdi o zamanlar. Hiç unutmam o kalabalık, heyecanlı mitingleri. Coşkulu kalabalıkları, inanmış gençlerin vecdini, bağırmaktan kısılan sesleri, parmak parmak boyun damarlarını unutmam. Dava gençliği, ağabeylerimizdi onlar. Siyasette menfaatler değil, fikirler yarışırdı, serde vatan sevdası yatardı en samimisinden. Fikirler yürek kokardı buram buram. Bir sam yeli esti, aldı götürdü çoğunu. Azını duyamaz olduk artık.

Şimdilerde futbol maçları da olmasa coşku ile bağıran, heyecanla hoplayan, sevgi ile ağlayan gençlere hasret kalacaktık. Allah rahmet etsin Necip Fazıl’ın : “ Tribünlerde on binler; “ GOOLL ! yerine, OL ! diye bağırsalar neler olur “ sözünü yazmadan edemeyeceğim.

Futbol dedim de aklıma geldi, Nerede Sabri Dino’lar, Cemil Turan’lar, Metin Oktay’lar, Lefter’ler. Çok şükür bir Fatih Terim, Turgay Şeren, Ankara gücü kaptanı; eski Beşiktaşlı Ziya Doğan var, sesi duyulan, resmi görülenlerden. Bizim takımlarımızda ecnebi isimler olmazdı eskiden. Şimdilerde yabancı takımlarla yapılan maçlarda bir iki Türk ismi de duymasam takımları karıştırıyorum, hangisi bizim ki diye. Bu da benim futbol kültürümün eksikliğinden olsa gerek.

Çok şey değişti. Değerler, insanlar, heyecanlar, sevgiler değişti. Bir genç kıza ait gördüğü birkaç saç teline methiyeler düzen, şiirler yazan, şarkılar besteleyen gençliğe ben yetişemedim. Lakin sevdiğini görünce yüreği hop diye yerinden kopan, gece yarılarında uykusundan uyanıp ağlayanlarını işittim. Sevdaların saygınlığını, vefa bir semt ismi olarak anılmazdı. Çok değil dostlar daha 25 – 30 yıl önceydi bunlar. Hayat mektebi, “ İnsan “ mezunları verirdi. Şimdilerde bu okuldan sınıfta kalanlar ne kadar da çok. Eskinin ihtiyarlarının ceplerinde koca çaput mendiller vardı. Yerlere tükürmezlerdi onlar. Allah rahmet etsin vefat edenlerine, çoğunu bir çeşme başında, mendillerini kendileri yıkarken görürdüm. O insanlar çıkınlarında, gündüz yerine akşam götürürlerdi, meyveleri evlerine. Olur ki alamayan olur, görüp mahzun olmasınlar diye.

Öyle adsız kahramanlar vardı ki içlerinde. Hangi birini sayayım. Onlar nevi şahsına münhasırdılar. Hiç unutmam; Daha ilk okula gitmeyen küçücük bir çocuktum. Birkaç kapı ötede komşumuz “ Möhdo” nine vardı. Yaşı seksenlere varmış, bir “ Paşa” hanımdı. Toprak evimizin avlusunda kadınlar arasında bir rüya tabirinde “ ölüm “ ün bahsi geçmişti. O göğsünü gererek, sağ elini kalbinin üzerine vurarak, yaşından beklenmeyen, gür ve tok bir sesle, aynen şunu söylemişti:

“ Hazırım ! Gelsin Hz. Azrail. Rabbime kavuşmaya hazırım.” İşte böyle dostlar, ölüme hazır olduğunu söyleyecek kaç insan var, şimdi aramızda. Hepimizin bitmemiş işleri, görülecek nice hesapları vardır kim bilir.

Mahallemizde “ Ehmo “ amcayı nasıl unutabilirim. Baba ve babacan. Şimdiki “ babalara ” benzemezdi O. Ya dükkancı “Hacı Mamılı” yi. Belki 100 yaşındaydı. İster paramız olsun ister olmasın, 40 kuruşa, içi bal dolu keçi boynuzuyla doldururdu, kağıt keseyi, parasızlara mert avuçlarıyla verirdi sakınmadan.

Dostlar bu hikaye burada bitmez, daha neler var anlatacağım sizlere. Onlarda bir dahaki sefere inşallah. Kalın sağlıcakla.

Nizamettin Korucu
http://www.erzurumrehberi.net
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
              5 Kahveci oy vermiş.
4 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

İlker Özlük

 Kahveci : İlker Özlük


  AKŞAMIN ÜSTÜNDE...

Akşamın üstünde yürüyorum. Elimde sarhoş bir mektup okudukça sızıyor cümleleri. Sadece gözlerin parlıyor yüreğimde, bir kuğuyu okuyorum sonra, kanatlarını çırpıyor berrak sulara, ben okudukça ağarlaşıyor ben okudukça sızıyor hayatın temizliğinde, bir çoban geziyor sürü sürü, kavalı ile, kanlı canlı canları ile, okudukça duruyor yavaşlıyor tüm heyecanı, uyukluyor kavalının sesi, sızan bir gölgenin canlı bedenine yaslıyor kendine, sonra bir yaprak kımıldıyor dalında, okudukça düşüyor ağır ağır, bir lodosa bir poyraza vura vura keseliyor rüzgarı, bir yanı düşüyor bir yanı yeşil, toprak kokuyor hala okudukça sızıyor mis gibi toprakta. Elimde sarhoş bir mektup, hayatın en renkli yerinde, bal olan bal arıları gibi okudukça sızıyor hepsi, sonra kelebekler çıkıyor içinden, her biri ayrı renk okudukça sızıyorlar aynı zamanın içine rengarenk, içinde bir bahar gelin gibi geziyor. Okudukça önce duvağını sonra kendini seriyor papatyalar gibi, ağır ağır sızıyor hayatın kokusuna, içinde aşktan kalma mevsim dolaşıyor her yüreğe vura vura, aşktan kalma güller dökülüyor her bir yanaktan, her bir söz üşütüyor bedenleri, okudukça titriyor hepsi, okudukça sızıyor kapatıyor elleri ile yüzünü. Gözlerin parlıyor içinde, sesin tane tane yayılıyor, dudağında hüzünlü bir şarkı kendini ıslıklıyor, saçların dolanıyor rüzgarın içine, içinde biri el ele kucaklıyor güneşi, rüyaların roman oluyor. Sonra okudukça sızıyorsun mektubun en sıcak ve yeni yanmış köşesine. Tam beni anlatıyor ki bende sızıyorum senin yanıklığına. Akşamın üstünde yürüyorum. Çocukluğum geliyor koşarak, bana yetişmek için derin derin nefes alıyor sadece, bağı çözülüyor dizlerinin, bir düşüyor akşamdan, bir kalkıyor sabahtan, tatlı olan tatlı şeker gibi, cebinde bir resim seni çiziyor hala. Tıpkı balıkçı teknelerinin boyası gibi. Akşamın üstünde büyüyorum. Aslında üşüyorum içimde bir rüzgar seni savuruyor, yarım yamalak bir aşkın serseri bakışları gibi.

Bir masal gibi büyüyorum küçük bir çocuğun gecesinde, büyüyorum sana kadar.

Sen elim ayağım olana kadar. Akşamın üstündeyim. Yanımda gündüzden korkan her şey var, ağaçlar, çiçekler tıpkı kendi mahallesi gibi oynaşıyorlar kendi aralarında, seni beni kovalar gibi, akşamın üstündeyim. Üstümde üşüyen bir hırka, yanımda senin sıcaklığın, telaşında büyümüşüm sana kadar, uzanmışım öylece, öylece donakalmışım işte. Akşamın üstünde akşam üstü bir zamanım işte. Yanımda olması gereken kadar sen varsın işte, hiçbir evin penceresi açık değil yanımda, ben ne zaman çıksam akşam üstüne, sonunda sızıyorum işte... senin Akşam üstünde...

İlker Özlük
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
              1 Kahveci oy vermiş.
6 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, aşağıdaki adresten tek tıklamayla zevkle okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın... Ayrıca bugünden itibaren duygu ve görüşlerinizi yorum olarak yazabilirsiniz.
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_1.asp

Devamı yok. BİTTİ

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Bu romanı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,578,578,578,578,578,578,578,578,57
              445 Kahveci oy vermiş.
58261 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Dost Meclisi



Kuntis
Fotoğraf: Nur Palanduz

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
Kahve Molası bugün 4.552 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

Yukarı

 

 Tadımlık Şiirler


sen gibi...

kim bilir bu şehrin hangi dar sokaklarından birindesin?
kim bilir, bekliyor musun sende?
özlüyor musun ben kadar?
görmeyeli nasıl da büyümüş şehir
ama sen çabuk öğrenirsin
ve kaybolmazsın ben gibi...
misafirliğin kısa sürer,
bir zaman sonra
alışkanlığın olur koca şehir...

kalbimi bana geri ver artık
miyadı çoktan doldu...

bu kez ilk defa sana gelmiyorum bak!
ve görmek istemiyorum seni... heyhat!
ama belki yol notlarımdan sonuncusunu
bir güvercinin ayağına bağlarım,
belki o arar bulur seni... kim bilir...

derin bir soluk... nefessiz kalmak gibi, asıl acı olan kimseyi sevememek...
sen gibi...

Zeycan Irmak

Yukarı

 

 Biraz Gülümseyin




Şirin Obez!..

Yukarı

 

 Kıraathane Panosu


KAHVECİLER ANKARA'DA BULUŞUYOR...

Tarih: 18 Aralık 2004 Cumartesi Saat 20:00
Yer: Neyzen (Atatürk Bulvarı 211/6 Kavaklıdere (Eski Akün Sinemasından Kızılay yönüne doğru 200 m ileride, NTV Binasının altı.)
Menü:
10 çeşit serpme meze;
Ara sıcak; (hamsi tava ve hamsi köz (karışık)
Ana yemek; (Günün balığı; levrek, çupra, palamut, çinekop; o gün hangi balık gelirse ya da tavuk)
Meyve
Limitsiz içki

Fiyat: 35.000.000 TL. Nakit Ödeme. (Kredi kartı geçerli değil)

Müzik: Ney, klarnet, tumba eşliğinde yemek müziği ve TSM, Napoliten, Türkçe Pop, Grek

Neyzen'in sahibi ve şiir yorumcusu Tanju Bey şiirleriyle gecemize renk katmaya çalışacak.

Neyzen hakkında bilgi edinmek için http://www.hangibar.com/bars/barinfo.asp?barid=B355255620030708 adresinden yararlanabilirsiniz.

Katılım: Yemeğe katılma bilgisi için 16 Aralık 2004 Perşembe saat 20:00'ye kadar vaktiniz var. Bu saatten sonra ne yazık ki masa düzenlenmesi gereği başvuru kabul edilemeyecek.

Katılımcı arkadaşlar kişi sayısı belirterek, raskat380@yahoo.com ve serpil.yildiz@tubitak.gov.tr adreslerine mail yoluyla bilgi iletebilirler.

 

 İşe Yarar Kısayollar - Şef Garson : Akın Ceylan
Yamağı : Ayşe Nur Gedik


...Dünya Kemik İliği Bankası, Türkiye'ye şart koştu: 31 Arallık'a kadar 2 bin 500 yeni kan örneği bulun, maliyetini karşılarız. Ancak sayı 300'de kaldı. Gönüllü çıkmazsa Çapa Kemik İliği Bankası kapanacak. Binlerce kanserli ise ölüme terk edilecek... Ben sizlere http://www.kemik-iligi.org/ İstanbul Üniversitesi bünyesinde kurulan, İstanbul Tıp Fakültesi Kemik iliği bankası'nın web kısayolunu veriyorum. Eminim ki içimizden gönüllüler çıkacaktır. İlk önce kısayolu tıklayıp sayfayı inceleminizi tavsiye ediyorum.

İnternet'e girip te oyun oynamayan yoktur ya da çok azdır sanırım. İşte size yeni bir kısayol daha http://www.altoids.com/index.aspx?area=MIDWAYMAIN hadi bakalım yine oynamayın da görelim.

...Büyük Önder Mustafa Kemal ATATÜRK'ün naaşının Ankara'ya getirilişi sırasında ilk defa renkli (dia) olarak 20 Kasım 1938'de çekilen ve daha önce yayımlanmamış bu fotoğrafların orijinalleri Genel Müdürlüğümüzün foto-film arşivinde muhafaza edilmektedir... http://www.byegm.gov.tr/ataturk/ata-10kasim2004/ata.htm daha önceden görmemiş olanlar için bu kısayolu veriyorum.

Elektronik terazi konusunda dünya üzerinde 1 numara olan bir firmanın Türkiye distribütörü olan Batu Mümessillik'te çalışıyorum. Web sayfasını yakın bir zaman öncesinde aktif duruma getirdiğim için sizlerle paylaşmayı uygun görüyorum. http://www.batu.com.tr kısayoluna tıklayın bakalım. Belki içerik size bir anlam ifade etmeyebilir ama marketten almaya alıştığınız peynir, zeytin, vs... ürünlerin doğru tartılabilmesi için firma sahiplerinin doğru terazi kullanması gerektiğini de unutmayınız.

Yukarı

 

 Damak tadınıza uygun kahveler


Copernic Desktop Search 1.1 [2414 KB] 98/2k/XP FREE
http://download3.copernic.com/copernicdesktopsearch.exe
Bilgisayarınız için gerçek bir arama motoru istiyorsanız buyrun size en alası. Kaybettiğiniz epostaları, resimleri, yazıları veya aklınıza gelebilecek hethangibir şeyi arayıp bulmanıza yarayan çok hızlı çalışan bir program. Özellikle kalabalık bilgisayarlar için biçilmiş kaftan. Herkese tavsiye olunur. İnternette arama yapmıyor, sadece sizin bilgisayarınızı arıyor dikkatinizi çekerim.

Yukarı





Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



SON BASKI (HTML)

KAHVE YANINDA DERGi

Hoşgeldiniz
Arşivimiz
Yazarlarımız
Manilerimiz
E-Kart Servisi
Sizden Yorumlar
KÜTÜPHANE
SANAT GALERiSi
Medya
İletişim
Reklam
Gizlilik İlkeleri
Kim Bu Editör?
SON BASKI (HTML)
YILDIZ FALI
DÜNÜN
ŞARKILARI





ÖZEL DOSYALAR

ATA'MA MEKTUBUM VAR
Milenyumun Mandalı
Café d'Istanbul
KIRKYAMA
KIRK1YAMA
KIRK2YAMA
KIRK3YAMA
ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
Teröre Lanet!
Kek Tarifleri
Gezi Yazıları
Google
Web KM













Fincan almak ister misiniz?
http://kmarsiv.com/sayilar/20041209.asp
ISSN: 1303-8923
9 Aralık 2004 - ©2002/04-kmarsiv.com
istanbullife.com