Treo600



Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 3 Sayı: 641

Sisteme gir!

Merhaba Sevgili KM dostu, hoşgeldiniz!

 15 Aralık 2004 - Fincanın İçindekiler

 

 Editör'den : Kazlara bir özür borçluyum!..


Merhabalar,

Kaz CemHay Allah iyiliğinizi versin emi! İşin tuhafı sevinsem mi üzülsem mi onu bile bilemedim. Siz çok yaşayın yahu. Dün kendimden başlayarak bize "kaz" dedim ya, bazı dostlar yorumlara bazıları da üşenmemiş direk posta kutuma postalarını koymuşlar. Ömürsünüz. Yahu beni bu kadar ciddiye almayın. Ben bize kaz dedim diye ne kanatlanır uçarız ne de aşağılık kompleksinden yerin dibine geçeriz. Amma velakin sizler haklısınız. Biz bu memleketin insanları olarak hakkını hukukunu ezelden beridir aramış, bulmuş, uğrunda çırpınmış bir milletiz. Sivil toplum örgütlerimizin örgütlenmesi yanında AİHM halt etmiştir. Göğsümüzü gere gere karakola, mahkemeye gideriz. Haklıysak hiçbirşeyden korkmayız. Adalete inancımız tamdır. Büyüklerimiz her ne yaparsa bizim iyiliğimiz için yapar, ettiklerinde hinlik aramak vatan hainliğidir, dombililiktir. Kaşıkla verilip kepçeyle alınmaz benim memleketimimde. Ahh be ahh gözünün yağını yediğimin memleketi. Aşağılık kompleksi öyle mi? Bak şimdi. İnsanını kaza benzeten ben aynı anda çıkıp "Dünyanın en erkek memleketi" desem, ki derim, bunu hangi kompleks normlara sokarsınız öğrenebililirmiyim? Uzaklardan ahkam kesmesi kolay oluyor sanırım. Oysa olan biteni canlı canlı buralarda yaşayıp görmek gerek. Hem biz kendi kendiyle en güzel gırgır geçen milletiz. Uzaklardan size kompleks olarak yansıyanlar bizim için sıradan birer adli olaydan öte birşey değil. Önemli bir noktaya daha dikkat çekmek isterim. Sevgili dostum benim sözümden alıntı yapıp "gelenekselleşmiş aşağılık kompleksi"ni örneklerken lafını "bunu soyleyenin edi ya da budu olmasi da hic bir sey degistirmez." diye bağlamış. Olmadı şimdi ama. Hadi ben uzaklarda noktalı harflerimizin olmadığını biliyorum ama ya ilk defa okuyan biri lafı "edi ya da mabadı" olarak anlarsa, çok utanırım çok. Aman ha bir yanlışlık olmasın:-))

Babam yıllarca bir büyük gazetenin "Püf Noktası" köşesinden öğrendiklerine uygun olarak yaşam sürdü, hala da sürüyor. Bundan en fazla yakınan da kardeşim olmuştur. Bana da kıs kıs gülmek kalmıştır hep. Ama yaşım ilerledikçe ben de altıncı sayfa asparagaslarına kapılıp gidiyorum galiba. Bakın bütün gün sarhoş gibi dolaştım. Neden? Çünkü, altıncı sayfada yayınlanan bir yazıda "Beyniniz için uyuyun" yazıyordu. Devamında da "20 saat uykusuz kalan bir kişi yasal alkol sınırını aşmış kişiyle aynı reaksiyonu veriyor." diyordu. İşte bu benim. Alyuvar sayısı düşüyor ve kolay hasta oluyormuşsun. Aynen ben. Kan şekeri dengesi bozulurmuş. Aynen ben, sürekli canım topitop yemek istiyor. Görme ve konuşma bozukluğu olurmuş. Aynen ben, denemesi bedava, saat 12:00 ye kadar beni arayın neler diyorum dinleyin. Kas gücü zayıflarmış. Vallahi öyle, son zamanlarda iyi güreş tutamıyorum. Unutkanlık baş gösterirmiş. Burası çetrefilli. Ben 20 saat uyuduğumda da unutuyorum. Stres hormonu salgılanırmış. İşte bu tam benim özetim. Günde 4 saat uykuyla Dr Jekyl nasıl Mr Hyde oluyor izlemesi bedava. Haydi bu gece erken bitirip 15 dakika fazla uyuyayım da stresim azalsın. Bir de güzel şarkı koyayım pikaba. Moody Blues çalıyor, Melancholy Man. Yarına kadar hoşçakalın.

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

8 Mesaj/Yorum var. Mesaj/Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

Nesrin Özyaycı

 Yansımalar : Nesrin Özyaycı


   GİZEM

Zamanı uçsuz bucaksız bir denize benzetirim hep. Zamanın bir yerine takılarak vaktini geciren insanların yaşamlarını bir geminin hareketleri gibi olduğunu düşünürüm. Herkes yaşadığı en güzel anda demirlemek ister, ama rüzgarın zamansız esişini o andan uzaklaştıklarında fark ederler. Zamanla oraları düşünüp tekrar yaşar gibi anlatırken yüzlerinde güneşi yeniden doğururlar.

Benim de demirlemek istediğim anlar oldu, ama geldiğim yer ile ulaşmak istediğim liman arasında demir atmam yasaklandı. Yol uzadıkça yaşamım kısaldı, bedenim düşüncelerimle birlikte eridi, gitti. Yaşamı da gecikerek yaşadım, dersin başını kaçıran bir öğrenci gibi, hocanın anlatmaya çalıştığı konuyu çok sonra yeni baştan kendim çalışarak ancak öğrenebildim.

Şartların etrafıma ördüğü demir parmaklıklı bir çevrede yaşıyordum. Hayatım, koşuşturmalar arasına hapsedilmişti. Toplum, işim, eşim, çocuklarım, çevrem ve gelenekler, yaşadığım çevreye demirden birer kilittiler, açılmaları olanaksız, anahtarları içinde kırılmış, açmayı hiç denemediğim, yaşadığım konumda düşünemediğim mutluluktu parmaklıkların dışı.

Alışkanlık haline gelmiş, günlük sıradan başarı hikayeleriyle kendimi avuturken, gece yarısı çalan bir telefonla, dışarıda bir yaşam olduğunu sezdim. Sürpriz bir gizemi, gece yarısı çalan bir telefonla yakalamaya çalıştım.

Salondaki saat, gecenin en sakin anını gösteriyordu, babamın, bir yılbaşı gecesi, çeyizime koymam için hediye ettiği, ceviz oymalı, Maraş işi çiçekli motiflerle süslenmiş, oyma sehpanın üzerinde duran telefona doğru ilerledim.Telefonun sesi, geceyi bölen bir kadın çığlığıydı. Perdenin aralığından içeriye sızan ay ışığı, sehpanın güzelim motifleriyle gölge oyunu oynuyordu. Babamın gözlerinde "umarım beğenirsin kızım!" dediği andaki parıltı odayı aydınlattı. "Nasıl beğenmem babacığım!" Sehpanın alındığı yılbaşı gecesi, ihtilalin olduğu yıllar, bir çok kişi gibi listede benim de adım vardı. Görevime son verilmişti. İyiyle kötünün iç içe geçtiği yaşamımın en farklı yeni yıl kutlamasıydı, iyi ve kötünün ayrıldığı anlardır yaşamımın dönüm noktaları.

Telefon olanca telaşıyla çalıyordu, kimdi acaba? Bir sıkıntı kapladı içimi, bir sorun olmalıydı!
"Alo,alo. Buyurun , kimi aramıştınız?"
"......."
"Alo,alo,alo…"

Gecenin bu saatinde birilerinin ya soğuk bir şaka yaptığını yada yanlış bir numara çevirdiğini, sesimi tanımayınca da telefonu kapattığını düşündüm. Rahatladım biraz, herkesin başına gelen olağan yanlış numara durumlarından biri olmalıydı. Sesimi dinledi, tanımayınca kapattı, hatta bir telefon sapığı da olabilirdi, hani telefon sapıkları aşinalığımız ve duyumlarımız hep olmuştur ya. Perdeyi açarak ay ışığını içeri davet edecektim ki vazgeçtim. Bir anda kendimi telkin ederek rahatlatmaya çalıştığım düşüncelerimin yerine huzurumu kaçıran meraklı sorular aldı. Kimdi acaba?

Birkaç gün sonra işyerimde bir cevapsız arama daha, üstelik odam kodlanmıştı;
"Alo,alo."
"......."
"Alo, alo."
"........."
Telefonda hışırtılar geliyordu, bu anlaşılmaz hışırtılar çıldırtıyordu beni, ama sakin olmalıydım. Zaten günlük hayat sinir sistemimi yeterince yıpratıyordu, bir de bu tip anlaşılmaz durumlara kendimi sokarak bunaltmamalıydım. Bu tip şeyler herkesin başına gelebilir, gibi avutucu sözlerle avunmağa çalıştım.

Buğulu, sert, derinlerden gelen meçhul bir nefes alış veriş sesi vardı telefonda. Adını, gerçek kimliğini tanımadığım bu şahıs sanki bir şeylerin arayışındaydı. Yalnızlığını paylaşacağı bir numara mı arıyordu? Yalnızlık denen o deryadan sıyrılmak için mi yapıyordu? Belki de tanıdığım biriydi.

Hayır hayır tanıdığım biri neden böyle bir şey yapsın ki? Hani içimi huzursuz eden bir merak yok ta değildi. Bir akşamüzeri kızım aradı:
"Anne sen mi aradın evi?" dedi.
"Hayır kızım."
"Biri aradı kapattı, konuşmadı, sadece sesimi dinledi."
"Takma kafana, önemsizdir, olabilir bu tip durumlar," diye telefonu kapattım, ama merak iyice beynimi bulandırmıştı. Neden? Nasıl? Soruları kafamı allak bullak ettiler.

İşyerimde, başka bir gün, bu kez dahili hatlardan biri çalıyordu, kaldırdım ahizeyi, ilginç, gene aynı senaryo ..
"Alo, alo, sesimi duyuyor musun? Alo, alo."
"......."
Telefonu kapadım, adını söylemeye cesaret edemeyen bir yalnızdı kanımca. Son günlerde zaman zaman netten cep telefonuma numarasız mesajlar gelmeye başlamıştı, bu durumdan rahatsız değildim diyemem, ama telefon numarası da bir insanın ulaşılabileceği en kolay bilgiydi ne de olsa. Kafamı iyice kurcalamağa başlamış, içimde derin bir merak uyandırmıştı bu sessiz telefonlar. Düşüncelerimde fırtınaları estiriyordu. Beni geçmişim ve geleceğim arasında kendimi sorgulamama sebep veren bu meçhul kişi kimdi? Ne istiyordu? Sınırlarımı aşan yansımalar, yapılanmalar yaşatıyordu tüm benliğimde. Bilemediğim, tanımadığım gölge gibi, kimden olduğunu anlayamadığım maillerle şaşkına dönüyordum. Konuştuğum her erkekten şüphelenmeğe başlamıştım, bana "merhaba" diyen her adama, "Bu mu acaba?" demekten kendimi alamıyordum. Bu, dev nicklerle mail atan meçhul adamın yaşam alanıma girmesini engelleyemiyor, yaşamımda büyük bir yer kaplamasına karşı koyamıyordum. Bilgisayarımı açtığımda aldığım mailler beni içimdeki çocukla karşılıyordu adeta, hani, için içinde hoşuma gitmiyor değildi, sinir bozucu bir hoşnutluk duyuyordum bu maillerden.

Sonra ki günlerde oturdum ve kendi web sitemi yapmaya başladım. Kendimden parçalar katarak, eksilerek, kendimi keşfedemeden. "Gizem," dedim içimden, gizemli olmalı yaptığım. Yaşam bu: senaryolar, güzel hayaller, dostluklar, kır çiçekleriyle dolu bir yoldan gelerek içimdeki çocuğu aradım. Gerçek yaşamımın dışında güzel, sırça bir kümes yarattım. Yaşam, bana çok maskeler kullandırmıştı, ne kadar sınırlandığımı anlamak bile güç geliyordu bana.

Bu gün bir sessiz telefon daha geldi. Belki de dahili hattımı iptal edip, bana gelen telefonlara önce sekreterim cevap verirse, beni arayanların kim olduğunu böylece öğrenmiş olurum, diye düşündüm. Evet evet bu iyi bir fikirdi, Ayça' ya bunu hemen söylemeli ve bunu yapmalıydım. Ayça'nın odasına gittim, kapıyı çaldım, içeriden anlayamadığım bir ses geldi. Açtım kapıyı, masanın kenarında, köşeye sinmiş bizim hizmetli Ahmet'in 7-8 yaşlarındaki çocuğu karşımda duruyordu. Yaşamın uçurum insanlarına uyguladığı ağır şartlar bu insanları yaşadığı yaştan büyük gösteriyordu. Yüzündeki korku gözbebeklerine, suçüstü yakalanmış bir katil gibi yansımıştı. Masadaki kalemliği devirmiş, hızla toplamaya çalıştığı kalemlerin bir bölümü elinde, öylece donup bana bakıyordu. Gözleri, cılız ve esmer yüzünün ortasında beyaz iki nokta gibi parlıyordu. Rüzgara direnen bir fidan gibi titriyordu. İçim acıdı bir an, sadece gülümsedim ve çıktım odadan. Koridorda karşılaştığım sekreterime gerekeni söyledikten sonra odama kapandım. Sırtımdaki yükü yere indirmiş bir hamal gibi derin bir nefes aldım, biraz rahatlamıştım, ama düşünceler peşimi bırakmıyordu. Son günlerde yaşadıklarım beni duygusallaştırmıştı. Küçücük şeylere üzülmeğe başlamıştım deminki olayda olduğu gibi.

Yaşamın beni hapsetmek için taktığı anlamsız sıfatları düşümdüm; başarılı, çalışkan, yaratıcı, iş kadını, araştırmacı, bir eş, anne... Bu doygunluk beni boğuyordu, boğuldukça içimdeki çocuk uyanıyordu. Yaşayamadığım çocukluğum, gençliğim, ertelediğim yaşamım canlanıyordu gözümde, geç mi kalmıştım? Anlamaya, anlatmaya, yaşamaya. Yaşadığım dramlar, trajediler, komediler o kadar çoktu ki! Yalnız, çok dublörlü yaşam sahnemde dolu dolu alkışlar ve gözyaşları arasında başkasına ait maskeli sahte bir hayatı yaşıyordum. Ben de beni arayan isimsiz kahramanımı telefonla aramaya başladım. Adresini yanlış veren, adını sanını bilmediğim o meçhul yalnızı aradım. İçimdeki çocukla ona pek çok sanal hatlar döşemiştim: arkadaşım, dostum, öğrencim, hem de kadınca duygularımı anlatacağım sırdaşım… Ruhum yapıyordu bunu. Elimi telefona uzatıp, yüreğimi beynime ulaştırarak başardım. Ancak her aradığımda telefonu ya meşgul, ya da kapalıydı. Aldığım mesajlar beni uzaklara götürüyor, derin okyanuslara kavuşturuyordu adeta. Gecenin sesi beynimde zonkluyordu. Sanki büyük bir okyanusta büyük dalgalar arasında düşüncelerimi dengelemeğe çalışarak büyük bir heyecanla sörf yapıyordum. Bir an kendimde, kendimi çoğaltarak çoklu sohbetler yapabiliyordum, yalnızlığımı daha çok sevmeye başlamıştım. Gecenin karanlığından çıkan bu meçhul şahıs bana yaşamı sorgulatmıştı ve sorguladıkça müthiş gerçeği görüyordum. Gerçeğin etkisi altında geçmişte yaşamağa başlamıştım, hayatımın bu anını geçmişe taşıyarak yeniden geçmişi bu günde yaşamaya başlamıştım. Böylece kendimle olan dostluğu yakalamıştım, kendimi daha çok sevmeğe başlamıştım. Ona daha çok yaklaştığımı hissediyordum.

Yaşamımda dalgalanmalar başlamıştı yeniden, işime, eşime, aileme farklı bir pencere açmıştım, havasız kaldığımda içime bahar kokusunu doldurduğum bir pencereydi. Bana uzun süredir gelen bu telefonları anlamaya çalışırken, yaşadığım hayatla yaşamak istediğim hayatı karşılaştırıyordum, anladığım hayat, düşlediğim yaşam, beni benden uzaklaştırıyordu. Kendimi keşfetmeye başladığımdan beri hep ağır bir işçi gibi gördüm, ama müthiş bir de bilgi tutkunu olduğumu anladım hayatın. Mum dibine ışık vermez, diye tanımladım, ama dibime hep kızgın yağlar birikti, eriyip kendimi yok etmeden bunları içimdeki çocukla erittim.

Koşan kadın, fedakar kadın, ezilen kadın, üreten kadın; yaşadığım ağır yorgunluklar altında doğmayan ve ölmeyecek olan bu çocukla yaşadığım anlar benim için çok değerliydi. Sürekli çalışma hayranlığım beni hep ağır bir yükün altında ezmişti. Anlamaya, hissetmeye başlamıştım, yaşamı daha çok sevmeğe başlamıştım.

Herkes kendi meçhul arkadaşını aramalı, dostluğu yaşamalı, sevgiyi, umudu birleştirmeli ve güzelliklere ulaşmalı, diye düşünüyordum. Her insan bir inanç yaratmalı, sevgi inancı. Dostluktan öte, içten, temiz, duygu yüklü, yoğun olmalı yaşamı, yaşadığı.

Yaşamda zıtlıkları seviyordum. Hayalden öte bir şey değildi yaptıklarım, ama içimde anlayamadığım bir şeylere karşı büyük bir heyecan da vardı. Zaman zaman ara vermek istedim bu duygu seline. Önce derin bir rahatlama duydum içimden, sonra uzun uzun düşündüm.

Günler, haftalar, derken aylar geçti. Yanlış numaralara, doğru mesajlar gönderdim. Çoğu ulaşamadı, bir yerlere takıldı kaldı. Verdiğim mola beni sıkmaya başlamıştı, hani başladığı işi bitiremeyen sorumlu yetkililer gibi. Hafızamdaki numaralardan birini aramaya karar verdim. Yapamadım, sadece bir karardan ibaret kaldı. Bende derin izler bırakan, merak uyandıran meçhul kişiyi aramak istedim. Kim olduğunu bilemediğim birini, bana mektuplar, şiirler, öyküler yazdıran, içimdeki çocuğu uyandıran birini. Dev, cüce, zıpır, uçuk, deli, belki haylaz ama aradığım çok kişilikli ve çok renkli, içimden bir çocuktu. Kimliğini bilmediğim, yüzünü tanımadığım bu yabancıyla kurduğum dostluk beni yeniden yaratmıştı. Bana yaşattıkları; acılarımı unutturan, düşündüren, teselli eden, beynimde gelinciklerle, papatyalarla, dikenlerle geniş bir bahar tarlası yaratan kekik kokulu çam ormanından yapılmış bu ilaç neydi? Sevgi miydi? Dostluk muydu? Aşk mıydı yoksa? Tutku muydu? Belki de yaşam bağlayanımdı, ya da yaşam bağım. Kendim olabilme savaşını kazandıran bir arkadaşlık mı? Alışkanlık olmayan adsız bir duygu mu? Esrarengiz, mistik, büyülü ama yaşadığım en güçlü vazgeçilmez tek gerçeğimdi. Kendimle kurduğum köprüleri anlamanın verdiği mutluluğu kimse yaşatamadı.

Eve daha yorgun gelmeğe başlamıştım. Yatağa erken giriyor, az uyuyor çok düşünüyordum. Yine böyle bir gece, telefonun sesi geceyi yırtıyordu, yataktan çıktım, salona doğru ilerlerken içimde her zaman ki gibi büyük bir umut vardı...

Evet bu sefer konuşacaktı:
"Alo, efendim,"
"...."
Kısa bir sessizlikten sonra, bir adam, sert ve anlaşılmaz bir Türkçe'yle:
"Alo," dedi.
"Kimsiniz?"
"Ben hizmetli Ahmet hocam. Bizim oğlan telefonla oynarken sizi aramış, çok özür dilerim efendim..."

Nesrin Özyaycı
http://www.nesrinozyayci.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
              4 Kahveci oy vermiş.
3 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

C.Parkan Özturan

 Sahne Tozu : C.Parkan Özturan


   NERELİSİNİZ VE SANA NE

-Nerelisiniz?
-Selanikliyim
-İçinden mi?
-Hayır çok dışından.
-Rum musunuz ?
-Hayır dönmeyim.
-Ana ibne misiniz?
-Hayır lan, ne alakası var. İbne mibne yok, ibneliğin alemi yok.
-E dönmeyim dediniz?
-Evet dönmeyim ama Pürtelaş'ta oturmuyorum.
-Yani bu durumda kimlerden olmuş oluyorsunuz?
-Dönmeyim işte lan, Yahudi dönmesiyim. Aslım orası.
-Nasıl yani?
-Of... Kardeşim, hani beş asır önce İspanya'dan kovulan Yahudiler var ya, onlardanım.
-Selanik'te ne işin var senin o zaman?
-İşte bizimkiler çıkmış İspanya'dan, geze geze Selanik'e kadar gelmişler. Orayı beğenmişler, oraya yerleşmişler?
-Sen havraya mı gidiyorsun?
-Hayır...
-Camiye gitmiyorsun ya?
-Hiç birine. Hepsine küsüm.
-Olur mu canım, birine gitmek lazım.
-Evde değişik seccadelerim var, beş vakit üstünde oturup, içimden geldiği gibi, son derece türkçe Allah'ıma yalvarıyorum. Konu kapanıyor.
-Olmadı ki?
-Ne olmadı kardeşim, olmayan ne? Olsun artık ama. Giderek kabak tadı alamaya başladım.
-Allah, dedin.
-E ne var bunda? Ayıp bir şey değil ya. Allah dedim tabi.
-Sen Yahudisin, Tanrı demen lazım.
-Tamam işte, ben döndüm artık.
-Müslüman mı oldun sonra? Çok heyecanlı?
-Hayır kardeşim, hayır... Benden önce olmuşlar. Bana sormak akıllarına gelmemiş. Zaten bana sorsalar, kesin kıllık yapar ve dönmeyin derim. Ama benden bir yüzyıl önce dönmüşler.
-Kimler?
-Atalarım.
-E neden dönüyorlar?
-Osmanlının Osmansız padişahı öyle istemiş.
-Neden?
-Kıllık işte...
-Bir sebebi olmalı ama...
-Var. Bizimkiler çok çalışkanmış. Oraya yerleşince deli gibi çalışarak, giderek oranın sanat, ticaret, kültür ve yönetim işlerini ellerine geçirmişler. Hatta işin bokunu çıkarıp, Paris'ten sanatçı çağırıp, orada opera kurmuşlar. Günlük gazete çıkarmışlar, yayın evleri, fabrikalar kurmuşlar.
-E güzel.
-E güzel, değil işte.
-Neden?
-Padişah çalışkan Yahudi sevmiyor. E o zamanlar oralarda çalışkan müslümanda yok herhalde. Düşünüp taşınıp, bütün Yahudileri Müslüman yapmış.
-Yahudiler neden Müslüman olmuş, olmasalarmış.
-Olmayız deseler seve seve olacaklar. Mecburen olmuşlar işte.
-Adın ne senin?
-Parkan.
-Ne biçim isim o be? Muhtar yanlış yazdığı için mi senin adın bu. Mesela benim bir akrabam var. Adı Aliiksan. Ama muhtar öyle yazdığı için. Yoksa biz kendi aramızda Ali İhsan diyoruz.
-Hayır. Adım Parkan.
-Yahudi'ce değil mi?
-Hayır, eski türkçe.
-Osmanlıca mı?
-Osmanlıca Osmanlıca. Eski türkçe Göktürkçe Uygurca.
-Senin ki hangisi?
-Uygurca.
-Ne demek?
-Ev kuran, baba, himaye eden, yardım seven... gidiyor işte öyle.. Tam iki sayfa kadar. Benim aklımda bunlar kaldı.
-Vay be ne zengin dilmiş şu türkçe.
-Neden?
-Bak bir kelime bin anlama geliyor.
-Yamyamca daha zengin.
-Neden.
-E her şeye ugh diyorlar ve anlaşılıyorlar. Tek kelimelik bir dilleri var. Sözlüğü bile tek kelime. Artık başka soru sormazsın değil mi?
-Neden?
-Çok sıkıldım. Bak onaltı saat uçacağım ve sigara içemeyeceğim. Bunun da stresi var tabi. Çok gerginim ve çok sıkıldım. Artık başka soru sorma istersen. Senin içinde yararlı olur.
-Bence sen bütün bu anlattıklarını uyduruyorsun...

Birden nevrim dönmüş, doğru adamın gırtlağına saldırmışım. Ya da tam sıkacakken ayırmışlar. "in istemiyorum, çek aut yapıcam, defolup gidicem ulan" diye bağırmaya başlamışım. Sakinleştirdiler.

Uçağıma binip oturdum. İki dakika sonra o arıza tip, yanıma gelip oturmaz mı? Kendi kendime sakin olma telkinlerinde bulundum. Sonra da dönüp:
-Bak kardeşim, yol boyunca hiç konuşmadan gidelim, ikimiz içinde hayırlı olsu, tamam mı... dedim. Tip hostesi çağırdı ve ona şöyle dedi.
-Hostes hanım, beni başka bir yere oturtun, ben 16 saat bu ibneyle gidemem.

C.Parkan Özturan
parkan@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,208,208,208,208,208,208,208,20
              10 Kahveci oy vermiş.
8 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Şifacı Kahveci : Ayşe Nur Doksat


AYŞE ÖĞRETMEN BENİMLE EVLENMEK İSTİYOR

Ayşe Öğretmen benimle evlenmek istiyor, anne. Hiç güzel değil oysa. Niçin benimle evlenmek istiyor, anlamıyorum. Bu nedir anne?

Yoksa, bana mı öyle geliyor? Ayşe Öğretmen'in aslında benimle evlenmek gibi bir isteği yok da bana mı öyle geliyor, anne?

Kafam karışık. Sen anlıyorsun, değil mi?

"Çiyimbiyimbimbimbem" dediğimde de anlamıştın.

İşte, yine o çalıyordu. O kırmızı telefon çaldığında ben hiç yetişemiyordum. Birileri iki adımda gidip açıyor ve o güzelim "alo" sesini çıkartıyordu ağzından. Ben yapamıyordum. Bacaklarım yeterince uzun süre tutmuyordu beni ayakta.

Ve dizlerim...

Koşmaya kalksam, parçalanacaktı. Deli olacaktım, ama o zamanlar deli olmanın ne olduğunu bilmiyordum. Bilseydim olurdum.

Sen sadece bakıyordun suratıma, diğerleri "Huysuz bu ayol!" edalarıyla gerdanlarını kırarken. Oysa ben, "çiyimbiyimbimbimbem" diyordum.
Anlaşılmıyor, avaz avaz ağlıyordum. Avazımdan başka çarem yoktu.

Sen işte o kocaman hamlenle kalktın sandalyenden, "Ne huysuzu ayol, geçebilir miyim ben diyor bu adam. Anlamıyor musunuz, çiyimbiyim bimbim bem!" diye haykırdın. "Geç oğlum" diye şakıdın ardından.

O zamanlar kafam karışık değildi. Aksine, kafamın en derli toplu olduğu zamanlardı. Bunu biliyorum, çünkü süratle öğreniyordum. Kafam karışık olsaydı hiç böyle öğrenebilir miydim, anne? Biliyorum, çünkü sen de süratle öğreniyordun. Kafan karışık olsaydı hiç böyle ögrenebilir miydin, anne?

Şimdi kafam karışık. Yine öğreniyorum. Ama, şimdi öğrendiklerim o zamanlar öğrendiklerime hiç benzemiyor. Hem, artık o zamanlardaki gibi süratle de öğrenemiyorum. Sanki, tüm öğrendiklerimin tersine akıyor gibiyim.

Senin de kafan karışık. Sen de yine öğreniyorsun. Ama, şimdi öğrendiklerin o zamanlar öğrendiklerine hiç benzemiyor. Hem, artık o zamanlardaki gibi süratle de öğrenemiyorsun. Sanki, tüm öğrendiklerinin tersine akıyor gibisin, anne.

Evet anne, Ayşe Öğretmen benimle evlenmek istiyor. "Çiyimbiyimbimbimbem" dese, "evlenelim" diyeceğim ben de. Ama demiyor. Duruyor duruyor, bakıyor bakıyor, kendi içine iç çekiverip, "Geçebilir miyim ben?" diyor. Beni serseme çeviriyor. Çünkü, kendi avazıyla ağladığını ben hiç görmedim bu sınıfta, anne.

Evlenmek istemek için güzel olmak lazım. Ayşe Öğretmen hiç güzel değil, anne. Niçin benimle evlenmek istiyor, anlamıyorum. Bu nedir anne?

Yoksa, bana mı öyle geliyor? Yoksa, Ayşe Öğretmen bana başka birşey mi diyor?

Ben ne yapacağım, anne?

Ya ben bir gün Ayşe Öğretmen'le evlenmek istersem? Ne olacak o zaman?

Çiyimbiyimbimbimbem de diyemem artık. O zaten demiyor.

Bekleyeceğim.

Ta ki o öpücük verene dek. Ta ki ben öpücük görene dek.

Böyle kuru kuru evlenmek istemekle olmaz ki be anne!

Önce kocaman bir öpücük gerek.

İkimiz de biliyoruz artık.

Delicesine.

Olan oldu, desene.

Ellerinden öperim hürmetle.

Beni yıkayıp yuman bunca zaman.

ANur
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
              6 Kahveci oy vermiş.
6 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Kahveci : Ömer Arda Çetinkaya


AŞK BAŞTAN KOKMUŞ

Aşk konusundaki yazılara her nedense yıllarca alerji olmuşumdur. Nedenini bilemiyorum. Sanırım herkesin aşkı ve yaşadıkları kendinedir diye düşündüğümden. Ahkam kesen yazılar, aşk profesörüymüş, kadın-erkek uzmanlarıymış gibi yazanlar kaşındırmıştır beni tatlı tatlı. Neyim eksik? Biz de yaşıyoruz, görüyoruz vs çevremizde. Üç beş kelam etsek ne olur? En fazla hiçbir şey olmaz. Aşkın ömrüyle başlamak istiyorum.

Efendim, uzmanların bu konudaki araştırmalarına göre aşkın ömrü -ki kesinlikle bilimsel(miş)- erkekler için ortalama iki buçuk, kadınlar içinse iki yılmış. Hemen muhalefet şerhimi koyuyorum!! Bu kadar yuvarlak bir ortalama ve araştırmaya göre beş yıl da olabilir, 2 ay da. Sonuçta, her şekilde araştırmanın sonucu doğrudur. Kaldı ki, normal, mantıklı, bilimsel vs bir yazı yazabiliyor olsaydım, aşkın tanımıyla başlamalıydım, değil mi? Evet öyle yapmalıydım, ben yanıtlayayım. Ama aşkın tanımını yapamıyorum ki, daha doğrusu, kime ve neye göre aşkı tanımlayabiliriz ki ömrünü biçelim.

Net dünyasında devamlı e-postalar dolaşır aşk üzerine, meşhur yazarların yazıları gezinir. Aşıksanız sabah ilk "o"nu düşünürsünüz, müzik çalar aklınızdadır "o" kişi, başınız ağrır aşıksanız yine "o"nu düşünürsünüz.... Her şekilde "o"nu düşünürüz işin sonunda. Ve yahut, sürekli "o"nu düşünmek aşık olduğunuz anlamına gelmez!! derler. Vallahi derler, inanmazsanız kurcalayın kitapçılarda kitapları vs'yi. Şu anda belgelerle konuşamıyorum, bu yazının bir çürük tarafı da bu zaten.

Evet, şimdiye kadar ne yaptım ben? Aşkın ömrü üzerine biraz geveledim, tanımlayamadım ya da öyle bir şeyler yaptım aklımca. Ne kaldı geriye? Çok şey tabii ki. Aşk olunca konu çekip çekiştirmek lazım. Hele bir de yüzeyel bahsediyorsam daha da bir atıp tutmalıyım. Aşkın ömrü nasıl uzar?

Eveeet, bence en hassas nokta burası. Öyle ya da böyle aşık olmuşuzdur ama aşkımızı nasıl zinde, taze ve ilk günkü gibi yaşatabiliriz. Böyle bir şey mümkün değil. Kızmayın hemen, az önce aşkın ömrü üzeri olan bir çalışmadan örnek vermiştim ki bu tek bir çalışma değil yeryüzünde. Sonuç olarak, mutlu aşk var mıdır, yok mudur bilemeyiz ancak sonsuz aşk yoktur diyebiliriz. Diyebilir miyiz vallahi ben de bilemiyorum. Hazır sazı elime almışken bir çıkarım yapayım dedim. Nasılsa pek çok kişi onaylayacak beni, aşk acısı yaşamış olan ve yahut burukluk yaşayan; pek çok taze aşık da saçmalık deyip geçecek. Sevdim cidden aşk üzerine yazma işini.

Takıldım aşkın ömrüne daha ileri gidemedim. Ne diyorduk? Aşkı uzatma, taze tutma yolları. Belli bir ısıya, koruma koşuluna gerek yok. Efendim erkekler sık sık sevdiklerini belli etsinler, çiçek alsınlar, önemsediklerini hissettirsinler, arada delikanlılığa toz kondurup aşklarının omzunu gözyaşlarıyla sulasınlar, mühim günleri asla unutmasınlar vs vs vs. Kadınlar da anlayışlı olsunlar ama çok da şımartmasınlar, tatlı sürprizler yapsınlar, yeri geldiğinde seksi olsunlar, şaşırtsınlar vs de, kadınlar için yaratıcı olamadım sanırım. Aşkın ömrünü kısaltan ya da uzatan erkekler. Baksanıza aklıma gelenler erkekler için ne kadar, kadınlar için ne kadarcık. Bu konuda, tecrübelerime dayanarak, diyebilirim ki, net olarak, kati suretle, hatta zinhar, aşkın ömrü uzunsa uzundur, kısaysa kısadır, kaderci olmak lazım. O kadar!!!

Gelelim mutlu aşk var mıdır, varsa nerededir, gören olmuş mudur? Mutlu aşk vardır!! Neden olmasın? Aşk acıtır, macıtır ama güzel olmasa neden bu kadar uğraşalım bulacağız diye? Yani, en azından salgılattığı endorfin vs iyi düzeyde olmalı ki acısına dayanılıyor ve tekrar tekrar aranıyor. Var işte mutlu aşk, hatta hepsi mutlu. Mutsuzmuş gibi görünen aşklar da algı meselesinden ibaret. Bir taraf acı çekmekten zevk alıyorsa, diğer taraf da acı çektirmekten (değişik pek çok şekilde de düşünülebilinir), sonuçta mutsuzmuş görünen aşk yolunda oluyor. Görüldüğü gibi bu işin içinden de sıyrıldım, bu son muhteşem açıklamamla. Kimine göre mutsuz olan aşk, başkasına mutlu oluyor. Yaaa, göründüğü gibi değil her şey.

Bilmem dikkat ettiniz mi? "Taraf"lar olarak bahsettim kazara aşık "taraf"lardan, kişilerden, bireylerden, hatta şahıslardan. Demek ki, bazı durumlarda aşk bir müsabaka gibi heyecanlı, çekişmeli ve faullü olabiliyor. Bu durumda aşkın ta böğründe, müsabaka seven çiftler, mutluluğu taraflar olarak da yaşayabilirler.

Şu ana dek, aşkı tanımlar gibi yaptım, aşkın ömrünü uzattım-kısalttım, aşk ve mutluluk hakkında ahkam kestim.
Bir de yan faktörler vardır ki asla göz ardı edilemez.
Evet, boynuz meselesi. Ne kadar kaba bir tabir değil mi? Değil efendim, benim gibi hayvanları (cümleyi istediğiniz gibi vurgulayarak okuyabilirsiniz,virgülü kasten koymadım,şapşal,cahil vs demeyin) seviyorsanız, boynuz, pek şeker geyiklere, öküzlere, koçlara ait bir yapı olduğuna göre, kötü bir terim değil ama durumu nasıl anlatıyor, kim bulmuş bu zekice fikri anlayamadım. Uzun lafın kısası, aşık olan aldatır mı, boynuzlar mı? Aynı anda bir kaç kişiye aşık olunabileneceğini savunan bir grup aldatır der. "Olmaz efendim öyle şey" diyen diğer grup, "olmaz" der görüldüğü gibi. Öyle ya da böyle çok karşılaştığımız bir durum bu. Hatta "aşk üçgeni" kullanılır böyle durumlarda. Demek ki, oluyormuş, aşık adam-kadın aldatır. Biraz ondan biraz bundan tadar, karışık tabak diye bir şey yok mu? Var, afiyetle yiyoruz. Benim fikrimi sorarsanız, aşk konusunda uzman geçinen biri olarak, bana ters bu aldatma işi. Boynuz teriminden rahatsızlık duymasam da "olay" ters, "eylem" ters başlı başına. Yapana da karışmam.

Veciz bir söz ve üzerine ulvi yorumumla sonu gelmez sıkıntımıza bir son vermek istiyorum.
"Aşk her şeyi affeder mi?"
Aşk affederse affetsin, ben affetmem.

P.S.: Yazıda pek çok "vs" kullanmış olabilirim, akıcılık açısından hoş gibi görünmese de,"vs"ler, okuyanlara karşı ne kadar demokrat olduğumun göstergesidir. "vs"ler istendiği gibi yorumlanabilir.

Ömer Arda Çetinkaya
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,889,889,889,889,889,889,889,889,889,88
              8 Kahveci oy vermiş.
3 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Kahveci : Taner Doğan


TÜRKİYE ve AVRUPA BİRLİĞİ

Yıllarca bu ülkede kendimi yabancı hissettim. Yollara tükürenler, trafikteki "en uyanık benim" havasındaki sürücüler, günde beş kere abdest alıp camileri ayak kokusu içinde bırakanlar, hayat boyu ellerine kitap almayanlar, öte yandan kamuya açık tüm alanlarda buldukları her yüzeye edebi notlar düşenler, ayaklarının altında cenneti aradıkları "anne"yi ulusal küfürün tümleci yapanlarla aynı ulusun bireyi olmak hep rahatsız etti beni. Yüz yılı aşkın bir zamandır "batılı" olmaya çalışıp "batı"nın evrensel değerlerinin bu denli uzağında kalmayı başarabilmek hangi toplumbilimsel teori ile açıklanabilir? Bundan yetmiş sene önce Avrupa'lı hemcinslerini kıskandıracak toplumsal ve siyasi hakları olan kadınlarımız bugün neden kendilerine şeriatçı erkek kafaların biçtiği rolü giderek artan sayıda olmak üzere kabulleniveriyorlar?

Sorular uzayıp gidiyor. Hızla çağdaş görüntüyü terkeden ülke insanları Avrupa Birliği'ne girmeyi neden bu kadar istiyorlar? Aynı dinden oldukları halde daha Aleviler'in varlığına dayanamayan bu insanlar neden bir Hristiyan klübüne girmeye can atıyorlar?

Öte yandan kültürü, yaşama biçimi, ahlak anlayışı tamamen farklı olan bu ülkeyi Avrupa Birliği üyesi ülke vatandaşlarının istememesi son derece anlaşılır birşey değil mi? Almanya'da, Hollanda'da kırk yıldır yaşayan insanlarımız hala yaşadıkları ülkenin koşullarına uyum gösteremezken yetmişmilyonluk bir nüfusun kabullenilmesini nasıl bekliyoruz? Araplar bundan yirmi sene önce İstanbul sırtlarında arazi satın almaya başladıklarında "İstanbul Arapların eline geçiyor" manşetleri atarak bu durumu eleştiren gazeteleri unuttuk mu?

Artık ulusça kapsamlı bir özeleştiri yapma zamanımız geldi de geçiyor. "Biz kimiz?" sorusuna ortak bir yanıt verip aile ölçeğinden başlayarak tüm kurumları içerecek bir biçimde yeniden yapılanmamızı sağlayacak bir eğitim ve kültür harekatına başlanması şart olmuştur. İnançları sömüren kara sesli politikacıların peşinden gitmeyi bırakıp pusulası ulusal onur olan, çağdaş demokratik oluşumların etrafında toplanarak hızlı bir dönüşümü gerçekleştirmek tek çıkar yol olarak gözükmektedir. Tarihin kaydettiği en onurlu ve görkemli anti-emperyalist karşıkoymayı gerçekleştiren bu ulus, bencil, çıkarcı ve hırsız politikacı ve bürokratlar yüzünden yitirdiği özgüvenine yeniden kavuştuğunda zaten Avrupa Birliği'ne üye olmak bu denli yaşamsal olmaktan çıkacaktır. Aksi takdirde asla kabul edilmeyeceğimiz bir topluluğun kapısında başta ulusal onurumuz olmak üzere yavaş yavaş herşeyimizi kaybederek yıllarca bekleyeceğiz.

Taner Doğan
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
              6 Kahveci oy vermiş.
11 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

İlker Özlük

 Kahveci : İlker Özlük


  Bunun adı Derbi, tıraş bıçağı değil...

Son yıllarda en çok gelişen ve değişen olayların başında, Futbol ve camiası geliyor. Kimlerin Ne amaçla transfer edildiği, hangi maçın şaibeli olduğu, hangi Hakemin takım tuttuğu, hangi taraftarın fanatik olduğu, hangi bayrağa hizmet edildiği ve hangi spor yazarının ne dediği. Bu olayların bu kadar hızlı ve hararetli gelişimindeki sebebler ise sürekli yastık altı hikayelere dönüştürülüp ileride koz olarak kullanıldı.

Geçtiğimiz günlerde Gazetenin birinde Fenerbahçeli eski Futbolculardan Kemalettin'in ufakta olsa eskiye dönük yastık altı bir hikayesi vardı.

Kendisinin sol görüşlü biri olduğundan bahsedip bilerek ve kasıtlı olarak Futbol hayatının bitirildiğini anlatıyordu. Biraz üzgün ve yorucu bir tarzı vardı.

Üzgün olduğu yaptığı açıklamadan anlaşılıyordu. Yorgunluk ise, Kemallettinde değil camianın içersinde çözülmesi güç durumun ta kendisiydi.

Şimdi bunları bir kenara bırakalım ve gelelim yılın derbi karşılaşmasına.
Maç Federasyonun bazı istediği kuralların uygulanmadığı gerekçesiyle biraz geç başlatıldı. Daha sonra haklı olduklarını anlatan bir Basın açıklaması geldi yetkililerden. Maçı sonuna kadar izledim herkes gibi, yanımda Fenerbahçe taraftarı olan dört kişi ve Galatasaray taraftarı olan iki arkadaşım vardı. Sahada yaşanan gerginliğin suratlarına ve masamıza yansıdığını farkettiğim gibi bazı olaylara tarafsız yorumlar katarak ortamın gerginliğini azaltmak istediysemde pek başarılı olduğumu söyleyemem.

Doksan dakika normal süre ve dört dakika uzatmayla sona eren maçın galibi, haklı olarak Galatasaray'dı. Benim Fark beklediğim Maçı bazı şanssızlıklar yüzünden bir sıfırlık bir skorla kazanmasını bildi Galatasaray. Dünyanın en büyük derbilerinden birisi olarak görülen bu maçı, yönetmenin ne kadar zor olduğuna izlerken hak verdim çünkü izlemek bile çok zor bir durumdu.

Yanındaki arkadaşlarının gerginliği falan filan derken yere bardak düşse ortalık kırılıp dökülecekmiş gibiydi. Küfürlerin havalarda uçuştuğu ve dostluğun bir an olsun gelmeye korktuğu ortamın bu kadar gerilmesinin sebebi neydi. Maç sonunda bir açıklama yapan Fenerbahçe başkanı haklı olarak üzgün ve bir o kadar sinirliydi. Kendisine küfür edildiğini söyleyen Başkan Sanki Futbol Federasyonuna mesaj gönderir gibiydi. Maçın başlatılmasına da itaraz eden Başkan, madem ki belli kurallara uyulması gerekiyor bunu bu maçı oynatmayarak uygulamaları gerekiyordu dedi ve ekledi; bak bir daha böyle olacak mı diye. Başkan Türkiye'nin damarından yakalamış olayı "salladıracaksın meydanda bak bakalım bir daha yapacaklarmı aynı şeyi" gibi bir ifadeye benzer bir ifade ile konuşan Sayın Aziz Yıldırım'a tabiki bir çok destek geldi kendi taraftarlarından, ki gayet normal bir durum bu.

Hakemi yerden yere vuranlar mı istersin daha bir çok yorum.

İşin aslı liderliğin zor olduğunu herkes çok iyi bilir. Liderlik Hem taraftarına hemde Karşı Takımın taraftarına kendini çok iyi göstermektir. ve bunun iyi veya kötü sonuçlarına da katlanmaktır. daha sonra gerektiği gibi hareket etmektir, ama hiç bir ayrıntıyı kaçırmamak kaydı ile.

Gelelim Aziz Yıldırımın şahsına edilen küfüre. Bu olay çok çirkin ve yapılmaması, yapılsada acilen önlenmesi gereken bir durum. İşte maçı durdurmak için gerekli bir sorun. Futbol terörüne dur diyebilmek içinde iyi bir başlangıç olurdu maçın bu nedenle iptal olması. Ama Başkan Başka bir sorunun olduğundan bahsediyor. Oysa kendisi çok iyi biliyor ki Küfürleşmeyle başlayan bir çok ölümlü kavgalar yaşanıyor bu ülkede. Ben şimdi ikinci yarıda devamı oynanacak olan derbide başkanın bu yaptığı açıklamalardan sonra sorun yaşanmayacağına inanmıyorum. Taraftar galyana geldi bir kere.

Hakemin Kötü yönettiğini ifade olarak kullanmak bile sahada yediği küfürlere sebebiyet veriyor. demek ki Liderlik gerçekten çok zor birşey. benim yakınıda küfürleşen Arkadaşlarım olduğu düşünülürse Başkanlara daha çok küfür edilir bu ülkede.

Birde olayı körükleyen Spor yazarları, Hergün yeni bir açıklama yaparak şiddetli tartışmalara sahne olan proğramlarda olayın cılkını çıkartıyorlar.

Yasal olarak Galatasaray Taraftarının Ceza görmesi gereken bir duruma verilecek ceza bulamayan Spor yazarları, Bir çok insanıda etki altında bırakıyorlar. Eğer Futbol yargı işlemleri Görevini aksatıyorsa bunun üzerine gidilir ve yasal evrak üzerine işlenir, Öyle mahalle kavgasıyla insanlarıda galyana getirip yakınımızdaki dostlarımızı da etki altında bırakmak Terörün kendiliğinden yaşanmasına sebeb olur.

Bu konuları tartışırken yıkıcı olmak yerine yapıcı olmak önemlidir. Daha çok Derbi izleyecek insanlara iyi örnekler verilmelidir. gerekli olan kaynaşmaya öncülük yapılmalıdır. Maç izlerken sonuç değil oynanan futbol merak edilmelidir. ve her türlü rekabet en tatlı seviyeye indirilmelidir. Para ikinci Plana atılmalıdır. Futbolculara verilecek pirimler kendi Taraftarı içersinde Zor durumda olan insanlara dağıtılmalıdır. Parayla şımaran ve ve insanlara iyi örnek olamayan Futbolculara ceza verilmelidir. Bu iş rant değil, Ulusun eğlencesidir. Bu yüzden İnsanların kandırılmaması çok önemlidir. Gerginliğe acilen engel olunup Futbol terörünün önüne geçilmelidir. O yüzden İyi Lider çok önemlidir. kalın sağlıcakla...

İlker Özlük
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 7,787,787,787,787,787,787,787,78
              9 Kahveci oy vermiş.
6 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, aşağıdaki adresten tek tıklamayla zevkle okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın... Ayrıca bugünden itibaren duygu ve görüşlerinizi yorum olarak yazabilirsiniz.
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_1.asp

Devamı yok. BİTTİ

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Bu romanı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,588,588,588,588,588,588,588,588,58
              444 Kahveci oy vermiş.
58261 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Dost Meclisi



Fotoğraf: Şeref Bilgi

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
Kahve Molası bugün 4.967 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

Yukarı

 

 Tadımlık Şiirler


___ H a p i s ___

Bir yalnızlık senden artakalan,
İpsiz sapsız bir karanlık,
Acımasız kör delikler.
Yalnızlığımı yokluğunla saran,
Gözlerimle ördüğüm hapishaneler.

Sesler geliyor uzaklarıma,
Tek başınalık korkusuyla,
Sessizlik sarhoşluğuyla,
Bir kara siluet yansıyor aynalarıma,
İçimi kemiren aşkın başıboşluğuyla.

Çanlar çalındı uzak tepelerde,
Yokluğuna isyan edercesine,
Gecenin bir vaktiydi gittiğin,
Bir vakit döner belki geri,
Ayrılık denen kahpe dönence.

Sessizliğim gülümsemene,
Yalnızlığım sevgine,
Gözlerim gözlerine,
Ellerim ellerine,
Kalbim kalbine,
Ben sana,
Hapis.

Gülcan Talay

Yukarı

 

 Biraz Gülümseyin




Batman'in yeni versiyonunda epeyce bir tasarrufa gidilmiş!..

Yukarı

 

 Kıraathane Panosu


DiKKAT DiKKAT!!!
Kahve Molası olarak İlik bağışı kampanyalarını gönülden destekliyoruz. Ancak ilk başvuruda verilen kan sorunun çözümü için yeterli değildir. İlik nakli nispeten kolay bir operasyon olmasına rağmen, verici gönüllüye çağrı yapıldığında vazgeçilebilmektedir. Bu da ihtiyaç sahibi hasta üzerinde çok daha derin hayal kırıklıkları yaratmaktadır. Eğer kendinizden emin değilseniz bu kampanyaya katılmayı erteleyebilirsiniz.
Toplu müracaatlara öncelik tanındığından olabildiğince gönüllü kahveci biraraya gelebilirsek KM olarak bir bağış kampanyası gerçekleştirebiliriz. Aşağıda Kemik İliği Bankası'nın bu konuda ki açıklamasını okuyabilirsiniz.



09 / 12 / 2004 itibari ile ulaştığımız gönüllü verici sayısı 857 olmuştur.

Kemik İliği Bankamız, yıl sonuna kadar 2500 yeni vericiyi kaydetmek amacıyla bir çalışma başlatmıştır. Bu kampanyada yapılacak olan çalışmada gönüllü vericilerden ücret istenmeyecektir. Gönüllü vericilerden toplanan kanlar kesinlikle yurtdışına gönderilmeyecek Avrupa Immunogenetik Federasyonu ( EFI) Akreditasyonlu ve Sağlık Bakanlığı onaylı doku tipleme laboratuvarımızda çalışılacaktır.
Böyle bir çalışma kemik iliği bankasındaki veri tabanını geliştirmek için yeni gönüllü vericiler bularak doku tipi testlerini yapmaktan ibarettir. Bu çalışma Türkiye Cumhuriyeti Sağlık Bakanlığı Tedavi Hizmetleri Genel Müdürlüğü bilgisi dahilinde yapılmaktadır.

Sene sonu itibariyle 2500 vericiye ulaşmamız gerektiğinden bu aşamada gruplara öncelik verilmektedir. Ancak bizim için bireysel olarakta bütün vericiler çok önemlidir. Kemik İliği Bankamıza katılan her bir yeni verici akraba dışı kemik iliği nakli bekleyen hastalara umut ışığı olmaktadır.

Halkımızın yoğun desteğine çok teşekkür ediyoruz ancak bu yoğun ilgi nedeniyle henüz tekrar dönemediğimiz ya da birşekilde bizden cevap alamayan vericilerimizden özür diliyor hastalarımız adına geçici olarak yaşadığımız bu sıkıntı nedeniyle gönüllü verici olma arzusundan vazgeçmemelerini önemle rica ediyoruz

Kemik İliği Bankası

Bağış yapmak isteyenlerin ilik@kmarsiv.com adresine kendilerine ulaşılabilecek telefon numaralarını da yazmak kaydıyla birer mesaj atmaları ve bu sütundan yapılacak duyuruları takip etmeleri yeterli olacaktır.

KAHVECİLER ANKARA'DA BULUŞUYOR...

Tarih: 18 Aralık 2004 Cumartesi Saat 20:00
Yer: Neyzen (Atatürk Bulvarı 211/6 Kavaklıdere (Eski Akün Sinemasından Kızılay yönüne doğru 200 m ileride, NTV Binasının altı.)
Menü:
10 çeşit serpme meze;
Ara sıcak; (hamsi tava ve hamsi köz (karışık)
Ana yemek; (Günün balığı; levrek, çupra, palamut, çinekop; o gün hangi balık gelirse ya da tavuk)
Meyve
Limitsiz içki

Fiyat: 35.000.000 TL. Nakit Ödeme. (Kredi kartı geçerli değil)

Müzik: Ney, klarnet, tumba eşliğinde yemek müziği ve TSM, Napoliten, Türkçe Pop, Grek

Neyzen'in sahibi ve şiir yorumcusu Tanju Bey şiirleriyle gecemize renk katmaya çalışacak.

Neyzen hakkında bilgi edinmek için http://www.hangibar.com/bars/barinfo.asp?barid=B355255620030708 adresinden yararlanabilirsiniz.

Katılım: Yemeğe katılma bilgisi için 16 Aralık 2004 Perşembe saat 20:00'ye kadar vaktiniz var. Bu saatten sonra ne yazık ki masa düzenlenmesi gereği başvuru kabul edilemeyecek.

Katılımcı arkadaşlar kişi sayısı belirterek, raskat380@yahoo.com ve serpil.yildiz@tubitak.gov.tr adreslerine mail yoluyla bilgi iletebilirler.

Yukarı

 

 İşe Yarar Kısayollar - Şef Garson : Akın Ceylan
Yamağı : Ayşe Nur Gedik


...Fernando Cortez yönetiminde Meksika'nın içlerine dogru ilerleyen ispanyollar, yarı yabani yerlilerin kahverengi çekirdekleri, taştan yapılmış tanrılarına sunduklarını ve sahiplerin bunları daha sonra tapınaklarda yediklerini gördüler. Daha sonra bu bilinmeyen ürün araştırıldı ve onun dogal kaynagı bulundu... Siz çikolatanın hikayesini biliyormusunuz. http://www.unipro.com.tr/guncel/cikolata_hikaye.htm Merak edenler için en uygun kısayol.

...Yıl 1985, Chris Van Allsburg milyonlar satıp baskı üzerine baskı yapacak olan kitabı The Polar Express'i yazdı. Yılların ardından bir klasik haline gelmiş olan kitabının aynı adlı filmi ve buna eş zamanlı olarak oyunu da piyasaya çıktı... Sadece Polar Express değil onlarca oyunla ilgili ayrıntılı olarak bilgi sahibi olmak için http://www.trgamer.com/ kısayolunu kullanabilirsiniz.

İşte size oyunla ilgili bir web sayfası daha... Bu sayfalarda okey dahil olmak üzere istediğiniz oyunu seçip istediğiniz kadar oynayabilirsiniz. Kaveci Asım abi hadi arkadaşlar, çayları tazeliyelim diye tepenize dikilmez. http://www.koaka.com/club/oyunlar/games.jsp kısayolunu bir inceleyn bakalım. Eminim bana hak vereceksiniz.

Bir tane oyun eğlence sayfası da yahoo.com adresinden yalnız dikkat edin ve yanılmayın. Kendi bilgisayarınıza indirmeye çalıştığınız oyunların sadece süreli deneme sürümü olduğunu ve süre sonunda bedel ödemeden kullanamayacağınızı bilmelisiniz. http://games.yahoo.com/ kısayolunda oyunların tamamını görebilirsiniz. Gerçekten çok şirin oyunlar ama dediğim gibi hepsi bir süre sonra para öde yoksa oynayamazsın diye söylenmeye başlıyor.

Yukarı

 

 Damak tadınıza uygun kahveler


Buddy Spy 2.1.4 [1204 KB] 98/2k/XP FREE
http://www.buddy-spy.com/files/Setup.exe
Bu programla hepinize casus olma şansı veriyorum. Yahoo Messenger kullanıcılarındansınız, arkadaşlarınızın neler karıştırmakta olduğunu merak ediyor ama messenger'i çalıştırıp afişe de olmak istemiyorsunuz. Artık bu casusluğu yapabileceksiniz. Yahoo ID'si olan herkesin kullanabileceği, arkadaşlarınızın görünmez(invisible) olsalar dahi online olup olmadıklarını anlayabileceğiniz, sohbet odasının farkına varıp baskın yapabileceğiniz bir program. Yahoo Messenger aslanlarına tavsiye olunur.

Yukarı





Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



SON BASKI (HTML)

KAHVE YANINDA DERGi

Hoşgeldiniz
Arşivimiz
Yazarlarımız
Manilerimiz
E-Kart Servisi
Sizden Yorumlar
KÜTÜPHANE
SANAT GALERiSi
Medya
İletişim
Reklam
Gizlilik İlkeleri
Kim Bu Editör?
SON BASKI (HTML)
YILDIZ FALI
DÜNÜN
ŞARKILARI





ÖZEL DOSYALAR

ATA'MA MEKTUBUM VAR
Milenyumun Mandalı
Café d'Istanbul
KIRKYAMA
KIRK1YAMA
KIRK2YAMA
KIRK3YAMA
ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
Teröre Lanet!
Kek Tarifleri
Gezi Yazıları
Google
Web KM













Fincan almak ister misiniz?
http://kmarsiv.com/sayilar/20041215.asp
ISSN: 1303-8923
15 Aralık 2004 - ©2002/04-kmarsiv.com
istanbullife.com