Treo600



Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 3 Sayı: 645

Sisteme gir!

Merhaba Sevgili KM dostu, hoşgeldiniz!

 21 Aralık 2004 - Fincanın İçindekiler

 

 Editör'den : Kepçe kaşık meselesi!..


Fabio G.da Silva- Brezilya /9.MansiyonMerhabalar,

Cumartesi günü Ankara'da AB'ye Gireyazma Şenliklerinin tam ortasına düştüğümüzü söylemiştim. Daha dumanı tüten bir kararın her köşede tartışılır, kutlanır ya da eleştirilir olmasından daha doğal birşey olamaz. Ama bu kutlama bir bayrama dönüştürülünce insan ister istemez neler olduğunu sorgulamak istiyor. Gerçekten, medyanın %80'ine yakın bir bölümünün başarı olarak nitelendirdiği 17 Aralık kararları bayramı hakediyor muydu? Ne yazık ki, düşünen yargılayan sorgulayan beyinler konuyu tek bir tarafından değerlendirmeyi beceremiyor. Oysa ne kolay olurdu değil mi? "Ohhh aldık müzakere tarihini, makul(!?) bir zaman sonra AB'deyiz, yırttık gari." diyebilseydik ve işimize gücümüze baksaydık. Ama olmuyor işte.

Benim nacizane beyin denilen organım henüz 2 boyutlu yüzeysel düşünmeyi öğrenemedi. İlla çomakla dürtüp suyu bulandıracak, 2 boyuta bir üçüncü, dördüncü boyutu ekleyecek ve matah bir halt ettiğini sanacak. Gene öyle oldu. Konu öylesine derin, öylesine karışık ki anlayabilmek için biraz başbakan, azıcık dış işleri bakanı, çokça dış ilişkiler danışmanı olmalı. Yoksa kelimelerin yeri değiştirilerek yapılan ali cengiz oyunlarını anlayabilmek mümkün değil. Gönül almak için fiili özne, özneyi sıfat yapıyorsun, ne şiş ne kebap yanıyor. Oysa alttaki anlam aynı. Sadece zavahiri kurtarma adına yapılanlarla başarıya ulaşılmış oluyor.

Ben bu işe klasik bardak deneyini uyguluyorum aklımca. Yarısına kadar dolu bir bardağa bakıp beynimi çalıştırıyorum. Önce dolu tarafına takılıyor gözüm. Bulanıkta olsa seviyorum o yarım bardak suyu. Hükümetimiz Brüksel'e kafasında tek bir şeyle gitmişti, ne yapıp edip o müzakere tarihi denilen lanet şeyi alıp üzerindeki baskıdan kurtulmak. Başardı da. Müzakere tarihi alındı ama bundan daha önemlisi Avrupa için Türkiye'nin vazgeçilmesi güç bir potansiyel ortak olduğu ortaya çıktı. Yoksa ilk problemde ya da Recep Bey salonu terkettiğinde onlar da çeker gider ve bu iş orada biterdi. Demekki bizim henüz farkında olmadığımız veya olupta dillendiremediğimiz bazı meziyetlerimiz var. Bizi kaybetmeyi göze alamıyorlar orası belli oldu ama bizi tornadan geçirmeden kapıdan içeri sokmayacakları da ortada. Kapının önünde çamurlu ayakkabılarımızı çıkarıp girelim dediğimizde, "Olmaz öyle şey, girerken makosenler ayakta olacak." diyorlar haklı olarak. Bardağın dolu olan yarısına bakınca görünenler özetle bunlar. Avrupa için kolay vazgeçilir olmadığımızı anladık ve müzakere tarihini alıp hükümetimizin delinen botuna pençe yaptık. Güzel. Şimdi sıra geldi boş yarıya bakmaya.

16 Aralık'la 18 Aralık arasında ne gibi fark olduğuna bakmalı önce. Brüksel'e giderken elimizde tanımadığımızı sandığımız bir Güney Kıbrıs bombası ile ne zaman gireceğimiz ve hatta girip giremeyeceğimizin belli olmadığı bir AB vardı. Biz kıt beyinlilerin bile tahmin edebildiği bir kozu koca hükümetin hesaba katamadığını düşünmek bile istemem doğrusu ama diğer yandan görünen köy de kılavuz istemez. Hükümetimizin elinde bir B planı yokmuş. Tek güvenceleri Kasımpaşa'lı liderlerinin masaya vurup ortalığı dağıtmasıymış. Çok basit olarak alınan müzakere tarihine şöyle bir bakalım. Sayın başbakanımızın bizzat imzalamadığı ama iyi niyetini kirvesi Berlusconi'nin boşboğazlığı sayesinde yanlışlıkla deklare ettiği şekilde, sayın hükümetimiz Güney Kıbrıs'ı tanımayı önce Meclis'e bilahare memleketimin ahalisine anlatabilmek için zaman kazandı. Bu güvenceyi vererek ne aldı? Kocaman bir hiç. Sonu belli olmayan bir müzakere süresi. Sonunda üyelik ne var ne yok veya ya var ya yok!.. Serbest dolaşımın kalıcı değil de "gerekirse(!?) YASSAHH!" olacağının zapta geçmesi, otuz küsur müzakere maddesinin hem başında hem sonunda cem'an altmış küsur veto yetkisi olan bir ada devletin, sözde tanımamamıza rağmen kaderimizi demoklesin kılıcı gibi elinde tutmasından gayri elimizde ne var? Hiç. 3 Ekim diye alınan müzakerelere başlama tarihinin hayata geçmesi için tek şart Güney Kıbrıs'ı tek başına Kıbrıs Cumhuriyeti olarak tanımaktan geçiyor. Tek kurtuluş yolu Annan'ın pilavını yeniden kaşıklamak. Kıçını kaldırır yeniden tarafları biraraya getirir, iki tarafı da memnun edecek yeni maddeler bulur, uzlaşmayı sağlarsa ve tüm bunlar 3 Ekim öncesinde halledilirse, benim canım hükümetim de tükürdüğünü yalamadan müzakerelere başlamış olacak. Aksi? Aksini düşünmek bile istemezler.

Şu kadar laf ettik daha konunun serçe parmağını gıdıklayabildik. Henüz işin ekonomik boyutuna, bir başka dayatmaya, Ermeni soykırım iddialarına göz bile kırpamadık. Ama vaktimiz var, önümüzdeki 20-30 yıl bu konuyu tartışmak için yeter de artar. Neyse, AB'nin kapısında olmak, Avrupalı olmak, Avrupa normlarına kavuşmak, bunların hepsi harika. Bunlara kavuşmak için 20-30 değil 50 yıl çalışmaya bile değer. Ancak, Avrupalı olmayı geleceği varsayılan 15 milyar dolar uğruna istiyor olmak yanlış. O zaman birileri çıkar yukarıdaki karikatürün benzerlerini uluorta yapıp dağıtmaya başlar. Şimdi sıra memleketimin insanına Avrupalı olmanın ne anlama geldiğini anlatmaya geldi. Ertesi gün gelecek paranın hayalini kuranların gidebilecekleri de usul usul söylemelerinin tam sırası. Ha gayret, bu noktada biraz yürekli olmak gerekiyor artık.

Geçenlerde 17 yaşlarındaki bir genç delikanlıyla konuşurken Hümeyra'yı sadece "Avrupa Yakası"ndan tanıdığını duyunca çok şaşırdım. Ama düşününce hak verdim. O, Hümeyra'nın birbirinden güzel şarkılarına yetişmemişti. Şimdi bugünkü plağı o genç arkadaşım için çalıyorum. Hümeyra söylüyor, Sessiz Gemi. Hepinize güzel bir çalışma günü efendim. Hoşçakalın.

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

9 Mesaj/Yorum var. Mesaj/Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Café Azur : Suna Keleşoğlu


BUGÜN

Bugün,
Bugün gözüme daha bir hüzünlü görünen gökyüzüydü.

Her gün aynı başlamıyor. Her güne aynı başlamıyor insan. Tıpkı bugün gibi.
Günün devamında kendi kendime anlattığım öyküler çoğalıyor. Öykülerin kahramanları ile kendi öykülerinde göz göze geliyoruz.

İs kokusuna boğulmuş bir sabahtı. Gökyüzü griydi. Yol üstündeki evin bahçesinde yanan kuru otların çıtır çıtır seslerini duyuyordum.
Mat bir sessizlikti. Havadan olsa gerek. Etraftaki ağaçların ancak güneşi görünce parladıklarını fark ettim.
Bugün gözüme daha bir hüzünlü göründü. Eksik bir cümle kurdum. Ne , kim sorularını soracak güneş de yok...
Dakikalardır soğuktan üşümüş vaziyette otobüs bekliyordum. Kadın ve adam ellerindeki pazar çantalarını sürükleyerek durağa vardıklarında, ben karşı duraktaydım. Onlar beni fark etmediler.
Sonra bir an göz göze geldik. Önce kadın, sonra adam...
Yoksa tam tersi miydi? Eminim önce kadının keskin bakışları, sonra adamın aceleci gözleri ile karşılaşmıştım.
Kadın turuncuya yakın kızıla boyalı saçlarını arkadan toplamıştı. Özensiz giyinmişti. Üzerine hayli bol gelen rengi solmuş montu ve altına geçirdiği siyah taytı ile vücudu çok orantısız duruyordu. Beline kadar değen saçlarını topladığı mor renkli toka dikkatimi çekmişti. Yüzü belirsizdi. Uzaktan seçemediğim ama renkli olduğunu düşündüğüm gözleriyle, alnında oluşan kırışıklıklardan hissettim keskin bir bakış attığını.
Durağın yanında, yol kenarında bahçesinde otlar yanan evden gelen köpeğin havlamasıydı bizi birbirimize fark ettiren.
Elindeki siyah renkli bira kutusunu aralıklarla ağzına götüren adamın gözleri sanki birşeylere acele ediyordu. Yeni bir kavgadan çıkmış gibi kızgındı suratı. Hala bitmemiş cümleleri olduğunu tahmin ettim. Elindeki kutuyu zaman zaman kadına doğru savurken, durakta bir ileri bir geri doğru hareketlerini takip edemez durumdaydım.
Onlar bitmemiş bir tartışmanın tam da ortasındayken, köpek havladı.
Bebeğim korktu, ben korkmuştum, onlar bize doğru baktılar.
Geldiklerinden beri onları izlediğimin farkına vardılar mı? Bilemiyorum.
Önce sesin geldiği yöne yöneldi bakışları. Aynı anda. Başlarını aynı anda aynı yöne çevirdiklerinde içlerindeki kavga bitmiş gibiydi.
Sonra bana doğru baktılar. Aynı anda ama iki ayrı bakış. Ben önce kadına, sonra adama baktım. Sadece bir andı. Onlar için aynı an mıydı?Bilemiyorum.
Sadece bir andı ve bitti.
Köpeğin havlaması kesildi, yoldan büyük bir gürültüyle kocaman bir kamyon geçti. Sonra birbiri ardına arabalar...
Adam, bir elindeki bira kutusunu bir o yana bir bu yana savururken, diğer elindeki sigarayı gördüm. Aynı anda sigara ve bira kutusunu sallayarak elleri ile birşeyler anlatmaya çalışıyordu şimdi. Kamyon geçerken yakmış olmalıydı sigarasını.
Kadın artık oturuyordu. Duraktaki banka oturmuş, saçlarını yan tarafa doğru atmıştı. Kadının saçları turuncuydu ve gözlerim hala mor tokadaydı.
Pazar çantalarını bankın yanına koymuşlar konuşuyorlardı Sonra kadın çantalardan birinden bir cips paketi çıkardı. Adama da ikram ettikten sonra ağır ağır yemeye başladı.
Köpek artık havlamıyordu. Bebeğim yoldan geçen arabaları seyrederken uyuyakalmıştı. Kadın ve adam tartışmalarını bitirmiş karşılıklı gülüyorlardı.
Elindeki bira kutusunu yere atan adam, sigarasını da söndürdükten sonra kadının yanına gitti. Birbirlerine bakıyorlardı. Adam hala kızgın gibiydi, kadın da her an sinirlenecek gibi duruyordu. Ellerini de hareket ettirerek konuşuyorlardı. Belki bir dakika, belki daha uzunca bir süre birbirlerine bağırdıklarını tahmin ettiğim şekilde konuştular. Sonra adam ani bir hareket yaptı. Önce kadına vuracak sandım. Yanılmıştım. Kadına sarıldı, alnından öptü ve tıpkı bir çocuk gibi kadının saçlarındaki mor renkli tokayı çıkardı. Kadın tokayı elinden almak isterken gülerek kaçmaya başladı. Kadın da peşinden koştu. En son onları durağın etrafında kaşarlarken gördüm.
Otobüsüm gelmişti, bindim ve otobüsün camından arkama baktığımda, karşı durakta bankın yanında duran iki Pazar çantasını gördüm sadece. Kadın ve adam yoktu.
Belki hala koşuyorlardı. Belki durağın arkasında öpüşüyüyorlardı. Belki durağın yanındaki ağaca tırmanmışlardı. Belki de çantaların içine saklanmışlardı....
Bilemiyorum.
Bir ana sığan bir bakışta bana bunlar kaldı.
Bir öykü değildi.
Biliyorum.
Ama zaten onlar da kendi öykülerinin kahramanlarıydılar.

Günün bitiminde tüm topladıklarımı göz kapaklarımdaki sinemada göstereceğim.
Kendi kendime anlatacağım uzun öyküler eşliğinde...

Bugün gözüme daha bir hüzünlü görünen gökyüzüydü..


SunA.K. Grasse
sunak@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
              7 Kahveci oy vermiş.
4 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Kahveci : Deniz Tepe


HAYAT DEVAM EDİYOR

Hayatın ikincisi olamıyor aslında... ama bu benim HAYAT' ımın ikinci perdesi.

Evet bildik senaryo tekrarlandığında artık olaylar kontrolden çıktı ve hikayenin ilk bölümünde anlatıldığı gibi bu aşk, evlilik, birlikte geçirilmeye karar verilen bir ömür, adına ne derseniz deyin, (çok klişe bir tabirle) adliye koridorlarında sona erdi. Çünkü madalyonun bu tarafının tahammül edemeyeceği ya da artık tahammül etmeyi reddettiği şeyler yaşanıyordu. Ama takdir edersiniz ki bu kararı vermek, klavyedeki bir kaç tuşa basarak duyguları kağıda dökmek kadar kolay olmadı. Karşımda duran sevdiğim insan, gözlerimin içine "beni yarı yolda bıraktın" dercesine bakarken arkamı dönüp gitmek hiç kolay değildi.

Peki ne yapmalıydım? Hiç bitmeyen gelgitlerle süren ve bana ciddi ciddi zarar vermeye başlayan evliliğimi sürdürmeli miydim, yoksa yeni bir hayat için kendime bir şans daha mı tanımalıydım? Tek hissettiğim derin bir uçurumdan aşağı yuvarlanmak, ara sıra tırnaklarımı toprağa geçirip biraz yukarı çıkmaya çalışıp daha sonra en beterinden dibe vurmakken nasıl sürdürebilirdim ki bu hayatı. İyi de neden sevdiğim adamın o bakışları gitmiyordu gözümün önünden. (Zaten gözümün önünden gitmeyen o bakışlar nedeniyle çok uzun bir zaman uyku problemleri yaşadım.) kimi zaman suçluluk duygularıyla boğuştum kimi zaman da keşkeler yaşadım. Keşke ona bir şans daha tanısaydım (ama o zaman kendime şans tanımamış olacağımın şimdi şimdi farkına varıyorum), keşke onu bir doktora gitmeye o zaman ikna edebilseydim (doktor ve tedavi tecrübesi ayrılığın ardından yaşandı, ama sonuçta hala ayrılık varsa ve bu satırlar yazılıyorsa, sorunun çözümlenmediğini söylememe bilmem gerek var mı).

Aslına bakarsanız arkamı dönüp gitmedim. Çünkü davanın sonuçlanmasının ardından eşimle oturup konuştuğumuz o çay bahçesinde bana bağımlılığından kurtulacağına ve beni tekrar kazanacağına dair büyük büyük sözler verdi. Bende ona her zaman destek olacağımın sözünü verdim. Ben sözümü tuttum...

Birlikte doktora gittik. Doktorumuzun önerisiyle Adsız Alkolikler (bağımlılıkla uzaktan-yakından veya dolaylı-direkt ilgisi olan herkesin çok iyi bildiği gönüllük esasına dayalı olarak çalışan, ayıklıklarını sürdüren alkoliklerin birbirlerine destek sağladığı bir grup) grubunun toplantılarına katıldık. Katıldığım toplantının etkisi ben de hıçkıra hıçkıra ağlamak olmuştu. Çünkü farketmiştim ki benimle benzer şeyler yaşayan bir çok insan vardı. Yaşadıklarını anlatıyorlardı ve hepsi gözleriyle "seni anlıyoruz" diyorlardı. Ve birilerinin beni anlıyor olması duygusuna çok yabancıydım. Çünkü ben hayatımı hep insanlardan saklamıştım. Otomatik bir şekilde eşimin bağımlılığını saklamaya çalışıyordum. Bunun için uzun uzun düşünerek senaryolar hazırlıyordum. Her zaman kullanıma hazır bir mutluluk maskem vardı ve sıklıkla da kullanıyordum. Yeter ki kimse sevdiğim için kötü bir şey düşünmesin. (aslında hala zaman zaman o mutluluk maskesini kullandığım olur. İnsanların acımı görmesinler diye... ama artık yavaş yavaş paylaşmayı öğrenmeye başladım. Baksanıza oturmuş yaşadıklarımı anlatıyorum :)

Alkolik eşleri ve alkolik çocukları içinde çeşitli kollar oluşturan Adsız Alkolikler grubu bana destek vermek için gerçek anlamda çaba göstermişti. Ne acıdır ki bana destek vermek isteyen o insanlardan aklımda kalan tek şey onlarla ilk tanıştığım gün toplantı bittiğinde grubun bir binanın 4.katında bulunan asansörsüz apartman dairesinden merdivenlerle aşağı inerken, dizlerimin hayatımda hiç yaşamadığım bir şekilde titremesiydi. Sinirlerimin boşalması anlamına geldiğini sandığım bu titreme nedeniyle o merdivenleri ancak bir kaç kişinin yardımıyla inebilmiştim(o binanın yakınından geçerken ürpermekten kendimi alamam.). Orada tanıştığım ve 7-8 senedir ayık olan ve kendini hala alkolik olarak gören insanları düşündüğümde alkolizm adı verilen bu hastalığın boyutlarının ciddiyetini daha iyi anlamıştım. Çünkü tam iyileşme diye bir şey yoktu ve ciddi kayışlar yaşanabiliyordu. Sözün özü şu ki biz (yani eski eşim ve ben) alkolle savaşımızda yenik düşmüştük. (ama bu bizim hikayemiz, elbette ki bu savaştan galip çıkan pek çok insan var. Onlardan biri olduğumu söyleyebilmeyi isterdim...)

Sonraki günler yenik, kırgın ve umutsuzdu. Yenilmiştim, çünkü bir çok insan bu evliliğe karşı çıkmıştı ve şimdi onların dedikleri olmuştu. Kırgındım, çünkü çok güvendiğim aşkım beni yanıltmıştı. Umutsuzdum, çünkü bir daha hiç bir insanı onu sevdiğim gibi sevebileceğime inanmıyordum. Sadece uyumak istiyordum ama onu da başaramıyordum. Gözlerimi sıkı sıkı kapattıktan sonra açıp, kendimi evimde bulmak istiyordum. Gece ve gündüz her an bir kabus yaşıyordum.

Bir gün bu kabustan uyandım. Acı çekerek büyümüştüm galiba. Anladım ki bir birlikteliği sürdürebilmek için aşk gerekliydi ama, yeterli değildi. O zaman yapılması gereken HAYAT'a devam etmekti. Ve aynen bunu yapıyorum. Eğitimli, meslek sahibi, genç bir kadın olarak yeni hayatıma devam ediyorum. Yaklaşık 1 yıldır eşimle görüşmüyorum. Onsuzluğa alışacağım günü bekliyorum. Ama artık daha güçlüyüm (tam da dibe vurduğumu zannederken şu anda geldiğim noktadan mutluluk duyuyorum). Belki de "gerçek ben"i anlamamı sağlayan bir yaşantıydı anlattıklarım.

Bugün yaşadıklarıma baktığımda sanki buzlu bir camın ardını seyreder gibiyim. Hala bir yerlerde kanayan bir yara var. Ama artık, benim sebep olmadığım mutsuzlukların acısını çekmemek için direniyorum. Belki gün gelecek hayatıma başka birinin girmesine izin de vereceğim. (ve bir gün mutlaka anne olacağım. Annesiyle ve tabii ki kendisiyle de gurur duyması için de elimden geleni yapacağım)

İlk defa yaşantılarımı insanlarla paylaşmak yolunda bir adım attım. Her zaman duygularımı kağıda dökmeyi sevdim ama paylaşmayı hiç denememiştim. Aslına bakarsınız bundan keyif de aldım. Umarım devamını da getirebilirim.

HAYAT'ı için savaşan herkesin bir gün gerçekten mutluluğa ulaşacağına tüm kalbimle inanıyorum ve herkesin de ulaşmasını diliyorum.

Bana bir mutluluk söyleyin ki, acı karşılığında elde edilmiş olmasın.
MARGERET OLİPHANT


Deniz Tepe
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,369,369,369,369,369,369,369,369,36
              11 Kahveci oy vermiş.
15 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Kahveci : Alparslan Zengin


...ben seni daha sonra ararım

"Tamam ben seni daha sonra ararım."

Hepsi bu muydu yani? Bunca zaman içine atıp bir türlü kusmak istediğim kelimeler bunlar mıydı? Ne kadar basitmiş oysa. İnsanın istemediği bir şeyi ifade etmesi hiç de zannedildiği kadar zor değilmiş demek ki?

...
Yine mi yani? İnsanların alışkanlıklarını bir an olsun dahi rafa kaldırması bu mı imkansız? Öyle azıcık bir zaman diliminde dahi bırakmayacak mı bu kasvetli hava hikayelerimin yakasını? Ne olur sanki bir kez de şöyle hafif ironi esintileri olsa daha yeni ısınmaya başlamış bir yazar adayının yeteneğini sınadığı şu kırık dökük kelime ormanında?Piştikten sonra zaten her istediğinde tıpış tıpış gelecekti;o zaman ister istemez yapacağı bir şeyi neden şimdi severek yapmıyordu sanki bu hain mizahi hava? Yoksa geleceğin öcünü şimdiden mi alıyordu? Kimbilir?..

Haksızlık ediyorum belki de. Beceriksizliğimin -ya da tecrübesizliğimin - sonuçlarını görmezlikten gelmek işime geliyor da ondan almak istemiyorum suçu kendi üzerime almayı.

Bir an yolculuk hiç bitmesin istedim.Başım öylece kalsın,otobüs camına dayalı;hiç kalkmak ihtiyacı duymayayım koltuğumdan.

Şu şarkılar da hiç bitmesin.Hayret hiç sevmezdim oysa bu tarz müziği.(Neler oluyor bana,aşık mı oluyorum ne?) Ama olsun, yolculuğun hatrına buna da razıyım.Hem reklamlardan iyidir.En azından çekip almıyor insanı niye olduğu bilinmeyen kasvet havasından reklam müsveddeleri gibi.

Yavaş yavaş anlıyorum neden yolculuğun bitmesini istemediğimi.Sistemli düşününce bayağı çalıştırıyor insan kafasını ya...Tek sebep -aslında en önemlisi demek daha doğru çünkü oturuş şeklimin verdiği rahatlıktan da vazgeçmeye pek niyetli değilim açıkcası- kendimi huzurlu hissettiğim zaman dilimlerinin hep yolculuk yaptığım anlara denk gelmesi olsa gerek.

Mantıksız da değil hani.Kendimi bildim bileli kalıcı olacağım hiçbir yerde huzur bulamadım ki şimdi gittiğim yerde bulayım.Hoş başıma bela olacak hiçbirşey de yok ama bu kadarı yeterli mi insanın gönlünce bir yaşam sürdürmesine?

Gene dağıttım ya...Ne olur sanki şöyle ağız tadınca duraksamaksızın sebep-sonuç ilişkisi kuracak şpekilde eleştirel düşünebilsem?Neyse ne demiştim en son?

Huzur demiştim galiba,bir de kalıcı olacağım yerler falan...-Ya rabbi sen aklımı koru yine başlıyorum-Kalıcı olacağım hiçbir yerde rahata eremediğim gibi kalıcı olan hiçbir düşüncede de huzur bulamıyorum anlaşılan.kim bilir?

Belki de bu huzursuzluk yazdıklarıma hükmeden şu mel'un melankolinin sebebi.
Kim bilir?Bu güne kadar kim neyi bilmiş ki?.. .

Alparslan Zengin
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 7,677,677,677,677,677,677,677,67
              3 Kahveci oy vermiş.
5 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Kahveci : Belgin Eryavuz


GİZEM DOLU SIRLARIN GERÇEK SAHİPLERİ-ERKEKLER!

Karmakarışık dünyalarını kendilerine bile kolay açıklayamayan, karşı cinse karşı her zaman ve koşulda güçlü olduklarını hissettirmek zorunda kalan, bazen çocuk, bazen yılların deneyimine sahipmişcesine bilge, bazen kaba, bazen kendilerinden umulmayacak kadar kibar, bazen beyefendi, bazen aşırı ısrarcı, çoğu zaman sabırlı, bir o kadar da anlayışlı, bazen hassas, zaman zaman duygusallığını kalın ve erişilmez duvarlar ardına saklayan, seven ve her daim sevilmeyi bekleyen erkekler...

Hiç anlayamadıklarını ısrarla savundukları kadınların vazgeçemediği sır dolu erkekler. Hep bir şeylerin arayışı peşinde koşan, elde ettikleri ile asla yetinmeyen hırslı, bir o kadar da rahat erkekler. Zaman zaman kendi iç dünyalarındaki karmaşık yapıdan kaçmak isteyen, ağlamaktan ve ağlarken görülmekten hiç haz etmeyen erkekler.

Üstlendikleri rolün en iyisini yapabilmek adına delicesine savaş veren, yardımseverliğini ulu orta göstermekten çekinen, zaman zaman sevgilerini göstermenin hiç de gerekli olmadığını savunan erkekler.

Kendi bildikleri doğruları ısrarla kabule uğraşan, o doğrular dışında başka doğru olmadığına gözü kapalı inanan, kendilerine inanmayanlara tepkilerini çeşitli yollarla gösteren erkekler.

Gözlerinin en derininde bir yerlerde, her zaman ışıltılar saklı, yürekleri dünyayı içine sığdıracak ölçüde geniş, arkadaşları için canlarını verecek ölçüde vefalı, sevdikleri uğruna ölümü göze alacak kadar korkusuz erkekler.

Sevgiyi, nefreti, aşkı, karasevdayı, kini kısacası tüm duyguları yüreklerinin en derininden hisseden, yaşayan ve yaşatan erkekler. Büründükleri sır dolu kılıfın ardında, aslında çok daha farklı kişiliklere sahip erkekler. Kendi iç benliklerinin açığa çıkmasından korkan, duygularını daha çok bu kılıfın ardına saklayan, yapmadıkları çoğu şeyi sahiplenerek çevreye hava atmayı seven erkekler. Yargılanmaktan, duygularının açığa çıkmasından korkan erkekler. Karşılarında anlayışlı ve sevecen kadınlar gördüklerinde onlar için dağları bile deviren erkekler.

Anlaşılmadıklarını, yeterince sevilmediklerini hissettiklerinde kendi dünyalarına saklanan, konuşmaktansa iç hesaplaşmalarla boğuşmayı tercih eden erkekler. Çoğu zaman öfkelerine hakim olamayan, karşılarındaki hassas varlıkların kırılıp incinebileceklerini düşünemeyen erkekler.

Siz bir verdiniz mi, karşılığında binlercesini vermeye hazır, en duygusal anlarımızda bizi omuzlarında ağırlayacak kadar düşünceli, karamsarlığımızı yok edecek ölçüde nüktedan erkekler.

Her zaman ve her koşulda en önde olmayı bekleyen, ikinciliklere asla tahammül edemeyen, hırslarını hep doruklarda yaşayan, bazen de bencil erkekler.

Gözyaşlarına asla dayanamayan, iyi niyet ve güzelliklere aynı ölçülerde karşılık verecek şekilde duyarlı erkekler. Kendi iç dünyalarında fırtınalar kopsa da bunu göstermekten bucak bucak kaçan erkekler. Heyecanı, adrenalini, macerayı seven, yaşayacakları tek bir macera için her şeylerini feda edebilen korkusuz erkekler. Kurdukları hayal dünyalarında da gerçek hayatlarında olduğu gibi mutlu olabildiklerini iddia eden erkekler.

Hayallerini gerçekleştirmek için yaşam boyu mücadeleden yılmayan erkekler. Hobileri ve tutkuları için her şeyi göze alan, itirazlara asla tahammül edemeyen erkekler.

Özgür olmayı her daim isteyen, yasaklara, kıskançlıklara asla taviz vermeyen erkekler. Kendi kıskançlıklarını sevgiye ve ilgiye, kadınların kıskançlıklarını ise bencilliğe yorumlayan erkekler. Yaşadıkları tartışmalardan ve kavgalardan her zaman zaferle çıktıklarına inanan, yaşları ilerlese de çocuk dünyalarından bir türlü kurtulamayan erkekler.

Bir kuş misali sadece avuç içinizde olmayı kabul ederken istedikleri anda uçabileceklerini bildiklerinde size sıkı sıkıya bağlı; sahiplenip özgürlüklerini kısıtladığınızda ise kaçmak için her yolu deneyen erkekler. Zaman zaman melek olup bize cennetin yollarını açan; kimi zaman şeytan olup hayatımızı cehenneme çeviren erkekler.

Onların gizemli hayatları öylesine sırlarla doludur ki, derinlere daldıkça daha neler bulunur kimbilir. Her biri o yada bu şekilde, ucundan kıyısından bu özellikleri bünyesinde taşır. O nedenle karşısına çıkan her erkek kadınları şaşırtmıştır ve şaşırtmaya devam edecektir yıllarca. Tıpkı kadınların erkekleri sürekli şaşırtması gibi. Kesişen yollarınızda ruh ikizlerinizi yakalamanız, sevmeniz ve sevilmeniz dileği ile...

Belgin Eryavuz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
              5 Kahveci oy vermiş.
7 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Kahveci : Halil Demir


Genetiği Değiştirilmiş Ürünler

Uzunca bir zamandır sofralarımızı, sağlığımızı, geleceğimizi tehdit eden bir hayalet dolaşıyor etrafta. Güzel yurdumun insanları, yeni bir tehlikeyle daha uğraşmak zorunda kalacak. Bu konu hakkında konuşulmaya başlandı başlanmasına da erken mi oldu geç mi? Genetiği değiştirilmiş ürünler konusu ülke gündemimizde batı ülkelerinden sonra yer bulmaya başladı. Ne tuhaftır ki yine diğer önemli konularda olduğu gibi bunun üzerinde de sadece bazı sivil toplum kuruluşları, duyarlı bilim adamları ve çok az bilinçli vatandaşlar durmaktadır.

-Genetiği değiştirilmiş organizma (GDO) nedir?
Genetiği değiştirilmiş organizmaları açıklamadan önce genleri tanımak gerekir. Genler; yaşamın yapı taşlarını oluşturan, binlerce proteini taşıyan ve bakteriden insanlara miras kalmış tasarımlardır. Gen, içinde bulunduğu hücre veya organizmada özel bir etkisi olan, kuşaktan kuşağa yada hücreden hücreye geçen kalıtımsal ögedir. Genlerin açıklamasından sonra, şimdi de Genetiği Değiştirilmiş Organizmaları tanımlayalım. Bir canlının gen diziliminin değiştirilmesi yada ona kendi doğasında bulunmayan bambaşka bir karakter kazandırılması yolu ile elde edilen canlı organizmalara "GDO" denmektedir.

Bir canlıdan diğerine gen aktarımı, bir çeşit kesme, yapıştırma ve çoğaltma işlemi olup, genetik mühendisleri tarafından uygulanır. Aktarılacak olan gen önceden bulunduğu canlının DNA'sından kesilerek çıkarılır. Daha sonrada vektör adı verilen taşıyıcı virüs ile bu gen, DNA molekülüne yapıştırılır. Bunu bir örnekle açıklayalım: Bir bitki düşünün ve bu bitki gerçekten çok verimli ve bundan elde edilen ürünler lezzetli olsun. Ancak bazı böceklere karşı dayanıklı değil. Bu bitkinin dayanıklı olmadığı böceğe karşı kendisini koruması amacıyla bazı genler aktarılmaktadır. Yani başka bir canlıdan başka bir canlıya gen aktarılmış oluyor. Örnek verecek olursak mısır bitkisine, kurt zararına karşı bazı bakteri genleri aktarılmakta, bitki bu kurtcuklarla karşılaştığı zaman zarar görmemektedir.

-Genetiği değiştirilmiş organizmalar hayatımıza nasıl girmiştir?
Bitkisel üretimde 20. yüzyılda verim artışı gerekçesiyle uygulanan suni gübreler ve kimyasallarla zararlı kontrolü, toprak, su ve hava kirliliğini de beraberinde getirmiştir. Yoğun tarımda kullanılan ilaç ve suni gübreler her geçen yıl toprağı daha da verimsizleştirmiş, toprağın verimi düştükçe çiftçi her geçen yıl daha da fazla ilaç ve gübre kullanmaya yönelmiştir. Gübreye alışan bitkiler daha fazla gübre istemiş, ilaçlara karşı bağımlılık kazanan böcekleri öldürebilmek için daha zehirli kimyasal maddelere gereksinim duyulmuştur. Bu şekilde artan verimin bedeli sadece çevre kirliliği ile kalmamış, kullanılan ilaç ve gübreler canlılıların bağışıklık sistemlerini etkilemiş ve sağlık problemlerine yol açmıştır. Dışardan yapılan bu müdahaleler yetersiz kalmaya başlayınca, canlıların genleri ile oynanmaya başlanmıştır. Gen aktarımı yoluyla yabani otlar, zararlı böcek ve hastalıklara dayanıklı ürünler elde edilmiş, insanlar böylece genleri ile oynanmış ürünlerle tanışmıştır. Başlangıçta hastalık ve zararlılara dayanıklı olduğu için tek tip ürün yetiştirmeye ikna edilen çiftçiler, her yıl kısır tohumlar almaya ve bu tohumlardan elde edilen bitkilerin büyüyüp gelişmesi için gerekli ilaçları kullanmaya bağımlı hale gelmişlerdir.

Tarımda en çok üzerinde çalışılan konular, hastalıklara ve zararlılara karşı, yabancı ot ilaçlarına karşı dayanıklılık, meyve olgunlaşma sürecinin değiştirilmesi, raf ve depolama ömrünün uzatılması ve aromanın arttırılmasıdır. Bu gen aktarma teknolojisinin en başarılı olduğu bitkiler domates, mısır, soya fasulyesi, pamuk, tütün, ayçiçeği ve kolzadır. Bu alanda en fazla üretim ve çalışma yapan ülkeler ABD, Arjantin, Kanada ve Çin'dir.

Bu konunun önemi, üzerinde düşünüldükçe ortaya çıkmaktadır. Evrende devam eden yaşam bir bütün olup, canlı organizmalar milyonlarca yıl boyunca değişerek günümüze kadar gelmişlerdir. İnsanlığın yaşam ihtiyaçlarının kaynağı olan bu zenginlik, ekoloji içerisinde dengeli bir alış-veriş ve etkileşim içerisinde gelişerek çeşitlenmiştir. Bu değişim doğal koşullarda meydana gelmektedir. Bu değişim doğal olmayan yollarla belli noktalarda hızlandırılırsa ne olur? Sonucu hepiniz tahmin edebilirsiniz. Doğal dengenin bozulması...Örneğin ülkemiz biyolojik zenginlik bakımından çok avantajlıdır. Türkiye'deki 11 bin bitki türünden alt sınıflandırma birimleriyle birlikte yaklaşık 3700'ü dünyanın başka hiçbir yerinde bulunmamaktadır. Bu zenginlik genlerin aktarılması ile bozulacaktır. Tür zenginliklerimiz genlerle oynanarak değiştirilecek ve azaltılacaktır.

-Genetikleri ile oynanmış ürünler sağlığımızı nasıl etkiler?
Uzmanlara kulak verecek olursak; antibiyotiklere karşı dayanıklılık oluşabilmekte, gıda olarak değerlendirilmesi durumunda insan ve hayvanda toksik yada alerjik etki yapabilmektedir. Doğrudan bünyeye alım durumunda mikroorganizmalarla birleşme ihtimali vardır. Örneğin mısırı biz sadece kaynamış mısır olarak tüketmiyoruz. Bu kıymetli ürün un, nişasta, cips, tatlandırıcı, mısır yağı ve diğer alanlarda yaygın olarak kullanılmaktadır.

Genetiği değiştirilmiş ürünlerin oluşturduğu sağlık riskleri doğrulayan bilimsel araştırmalara her geçen gün bir yenisi daha eklenmektedir. Buna bir örnek verebiliriz. Soya fasulyesine aktarılan Brezilya fındığı geni, bu soya fasulyesini tüketen kişilerde alerjiye neden olmaktadır. Çünkü aynı kişilerde bu fındıkta alerji yapmaktadır. Rowett Enstitüsü'nde çalışan Arpad Pusztaria'nın son deneyleri, genetiği değiştirilmiş ürünlerle ilgili yeni kuşkular ortaya çıkarmıştır. Sözü edilen çalışmada, genetik yapısı değiştirilmiş patateslerin fareler için toksik olduğu, bağışıklık sisteminde bozukluklar, viral enfeksiyonlar gibi birçok etkileri olduğu ortaya çıkmıştır. Buna karşın genetiği değiştirilmemiş patateslerle beslenen farelerin gayet sağlıklı olarak bulunmuştur. Bu duruma gen transferinin neden olduğu tespit edilmiştir.

-Genetiği değiştirilmiş organizmaların ekonomiye ve üretime etkisi ne olabilir?
Genetik yapısı değiştirilen ürünlerin ekonomik olarak getirdiği en büyük sakıncalardan biri bu ürünlerin patent hakkının tüm dünyada birkaç çok uluslu şirketin elinde olmasıdır. Çiftçi bu şirketlerin tohumların her yıl almak zorunda kalmakta, paralarda belli kaynaklara akmaktadır. Bu GDO'lu bitkilerden elde edilen yeni tohumları çiftçilerin tekrar tarlalarına ekme hakkı bulunmamaktadır.

-Türkiye'de durum nedir?
GDO'lu tohum Türkiye'de yasaklanmış olsa da, bu tip ürünlerin ithalatının kontrolü yok ve girişler sadece beyana dayanmaktadır. Herhangi bir yasal düzenleme olmadığı için GDO içeren ürünlerin piyasada satılma riski oldukça yüksektir. Bilmeden ister istemez alma durumunda kalacağımız ürünler içeriğinde mısır ve soya ürünü bulunan yan ürünlerdir. Çünkü Türkiye mısır ve soya ithalatının büyük bir bölümünü, GDO'lu üretimin en büyük pay sahibi olan ABD ve Arjantin'den yapmaktadır.

Tarımda çok yararlı teknolojik bir gelişme olan Biyoteknoloji'ye karşı olmak mümkün değildir. Ancak yöneticilerimiz başta olmak üzere, her zaman olduğundan daha duyarlı davranarak, bu gelişmelere kapılarımızı kapatmadan en büyük oranda yararlanma gayreti içinde olmalıyız.

Halk İçinde Muteber Bir Nesne Yok Devlet Gibi
Olmaya Devlet Cihanda Bir Nefes Sıhhat Gibi
Kanuni Sultan Süleyman


Halil Demir
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
              3 Kahveci oy vermiş.
5 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Kahveci : Tufan Bora


GİTME

- Gitme...
- Olmaz...Olmamalı yada.
- Neden?
- Eyleme ihtiyacım var benimde. Bana sadece gitme diyorsun. Peki sonrası...
- Çözebiliriz belki...
- Çözmek için bağlı olmak gerekmiyor mu?
- ...ne diyebilirim ki daha. İstediğin neyse onu yap o halde. Gerçekten gitmek istiyor musun?
- Bilmiyorum,kafam karışık. Sadece bir şey yapmalı olduğumu biliyorum.
- Tamam!... Bir şey yap o zaman. Kal mesela.
- Ben...yapamam. Ben seninle çok yalnız hissediyorum kendimi.
- Yalnızlık biriyle yaşadığın zaman güzel değil midir zaten?
- Hazır değilim böylesine,üzgünüm.
- Üzgün müsün?... Neden?
- Herhangi bir şeyden dolayı değil üzgünlüğüm. Bu benim mesleğim belki de. Ben sadece üzgünüm...
- Yapma bana bunu n'olur. Ne eksiğim var diğerlerinden.
- Diğerleri kim?
- Benden sonra seni yaşayacak olanlar.
- Senden öncekilerden ne fazlan vardı?
- Ben...bilmiyorum. Hakikaten yok muydu hiçbir fark...
- Kıyaslamadım hiç. Vardır herhalde. Umurumda olduğunu yada seni eksiklerin yüzünden suçladığımı falan düşünmüyorsun umarım.
- Peki neden gidiyorsun?
- Çünkü bir şey,herhangi bir şey yapmaya ihtiyacım var. Çünkü boğuldum artık seni sevmekten. Belki de beni sevmenden yoruldum. Beni seven birini sevmek fikri saçma geldi bana hep.
- Bu benden önce yaşadıklarınla alakalı bir şey sanırım. Ben sadece senin hesaplaşmalarına bahane konumunda durmak istemiyorum ama. Bunu bana yapmaya hakkın yok en azından.
- Hakkım yok mu? Peki senin nereden hakkın oluyor beni bu derece sevmeye? Birden hayatın herhangi bir yerinden çıkıp hayatıma giriyorsun,tüm değerlerimin ayarıyla oynayarak bana hayatın var olduğunu gösteriyorsun. Yıllarca acılarımla beslediğim anlamsızlığı tanımadan bana sevginin ne demek olduğunu hatırlatıyorsun. Ayrıca en önemlisi,kendimi bildim bileli reddettiğim kendimle barıştırmaya uğraşıyorsun. Bir an için düşün sadece,sen tüm bunlar için kendine nereden hak buluyorsun da bana hakkım olmadığını söyleyebiliyorsun?
- Bulandırma beynimi n'olur. Bu söylediklerin için ayrılmayı düşünüyor musun sen sahiden?
- Bilmiyorum,ne düşündüğümü bilmiyorum. Sadece bir şeyler yapmak zorunda olduğumu düşünüyorum. İşte bu yüzden gidiyorum.
- Şuna kaçıyorsun diyelim istersen.
- Ne istersen onu diyelim. Fark etmez benim adıma. Kendim hakkında bildiklerimin çokluğu,onları bilmemeye zorluyor beni.
- Kendinden kaçmak için beni neden kullanıyorsun ki?
- Çünkü seni gördükçe kendimi hatırlıyorum ve bir şekilde gerçek olmaya uğraşıyorum seninle. Özümde varolan başrol figüran oluyor senin yanındayken ve sen tüm ödüllere layık oluyorsun karşımda.
- Bir şeyi atlıyorsun sanırım. Ben sen varoldukça en iyi olabiliyorum. Benim başrolüm Romeo'dan farksız. Juliette olmadan anlamsızım.
- Gereksiz yere Sheakspeare anmasaydık keşke. Anıştırma hakkı diye bir şey yaratmayalım durduk yere.
- Anıştırmadan ziyade teşbih seninle yaşadığım ve ben ancak sen mutlu olabildiğinde özneyim cümlelerimde.
- Bana uzatmaları oynuyoruz gibi görünüyor.
- Kim önde?
- Ben değilim sanırım ama sen ben öndeymişim gibi baskı kuruyorsun.
- Yine baskı kurduğum şarkısı mı?
- Bunu kötü niyetle söylememiştim. Ben alıştım artık ama sen hala kabullenemedin baskıcı olduğunu.
- Kötü niyetle söylememiş olmanın ne önemi var ki? Sonuçta söylediğin kötü bir şey. Nasıl kabullenebilirim ki?
- Kabul etmezsen önüne geçemezsin. Kötü bir özellikle yaşamak istediğini sanmıyorum. Senin yaptığında bir nevi kaçmak olsa gerek.
- Belki...ama ben seni etkileyecek bir şeyden kaçmıyorum.
- Kendinden kaçıyorsun işte. Aynı durum bu. Beni en çok anlaması gerekensin ama bebeği olmayan gözlerle bakıyorsun suratıma.
- Ama...benim sana ihtiyacım var. Ben sana yaşıyorum sadece,sana yaşatmak için tüm ilgi alanlarım. Hayatla mevcut tek bağım...sın.
- Duraklamanın nedeni beni yerleştirdiğin yeri fark etmen sanırım. Benimle olduğun için mi hayata bağlısın;yoksa hayata bağlanmak için mi benimlesin?
- Yumurta-tavuk paradoksuna sokma beni şimdi. Her ne şekilde olursa olsun ben bu düzenle mutluyum.
- Peki ya ben?
- Nasıl yani sen mutsuz musun?
- Bilmem,sen hiç düşünmedin mi?
- Düşündüm tabiiki. Neden mutsuz olasın ki?
- Bak bir şeyi hep atlıyorsun. Sadece sen mutlu olduğun için mutlu olmamı bekliyorsun benden. Birey olmaktan uzaklaştırıyorsun beni,üstüne birde kendimi sevmem gerektiğini söylüyorsun. Kendimi sevmem için bireysel bazda bir hayata ihtiyacım yok mu sence?
- Elbette var...ama her an birlikte değiliz ki. Ben işteyken bütün gün yalnızsın mesela.
- Sen işteyken bende işteyim. Anlatamıyorum sanırım,kendimle vakit geçirmeye ihtiyacım var.
- Anlatabiliyorsun sanırım...ama ben anlamamaya çalışıyorum. Peki ne yapabilirim?
- Hiçbir şey işte!... Bunu anlatmaya çalışıyorum aslında. Senin yapabileceğin hiçbir şey yok. Olmamalıda zaten. Kendimi bulabilmem gerek benim sadece.
- Tamam...anlıyorum da;kendini neden uzaklarda arama telaşındasın? Bana bakmayı denesene. Ben sadece seni bildim ve kendime ihtiyaç bile duymadım.
- Zaten öyle yaşadık bu zamana kadar. Ayakta durabilmek için hep birbirimizi kullandık.
- Kullanmak fiili yakışmadı buraya.
- Neden? Hiçbir zararı yok bence,hatta gayet şık durdu o cümlede. Bu kötü bir şey değil ki;sevgi,sevdiğini kullanabilme gücüyle paraleldir. Kullanıldığın sürece yaşadığını hissedersin ve çok daha güçlü savaşırsın hayatla.
- Kolay kabul edilir değil bu söylediğin ama haklı olabilirsin. Fakat kabul edemiyorum bir türlü kendini bulabilmek için benden uzaklaşmanı. Ben nasıl buldum seninleyken?
- Bulabildin mi? Kimsin sen?
- Ben...senin sevgilinim mesela.
- Yani benim sevgilim olman dışında başka bir kimliğin yok mu? Neyiz biz anlat bakalım. Hangimiz erkek,hangimiz kadın mesela?
- Bunun ne önemi var ki? Sonuçta insan değil miyiz? Sevginin cinsiyete ihtiyacı olur mu?
- Trivia olma başıma akşam vakti. Biz kendimizi unuttuk diyorum,sen edebi akım başlatmaya uğraşıyorsun. Senden kopamıyorum diyorum,sen birlikte ölelim diyorsun. Zamanlamayı Şener Şen-Müjde Ar ikilisinden daha iyi yapamayız üstelik.
- Biraz önce teşbihime laf edene bakın hele. Arabeske anıştırdın olmadık yerde. Kopamadığının bende farkındayım ama sen hala kabul etmemeye uğraşıyorsun. Sana istediğini yapmanı söylemiştim bu konuşmanın başında. Meğer istediğin oturup çözebilmek adına platform oluşturmakmış.
- Kırıcı olmaya başlamasaydın keşke.
- Neden kırıcı olayım ki? İnsanlar neden kendi gizli planları yüzüne vurulduğunda kırılır?
- Gizli plan nedir ya? Enigmayı'da kırarsın sen bunun üstüne.
- Ya gayet güzel anladın ne dediğimi. Her sözcüğü tartarak kullanamam ki. İlişkilerde alışkanlık denen şey burada beni yanlış anlamamaya çalışmak işte.
- İlişkilerde alışkanlık denen şey senin soktuğun lafları sineye çekmek mi bay bilmiş?
- Evet...belki;bende senin soktuklarını sineye çekersem,evet.
- Bazen var ya...
- Şşşt...n'olur devam etme bu cümleye. Ben "bazen" ile başladığın cümleler duymak istemiyorum senden.
- Niye ki? Neden önyargıyla yaklaşıyorsun söyleyebileceklerime. Daha ne diyeceğimi bilmeden ne bu savunma güdüsü?
- Ne diyeceğini bilmiyorum ama şimdiye kadar böyle başladığın cümlelerin nasıl bittiğini biliyorum.
- Nasıl bitiyor bay bilmiş ötesi?
- Genelde sağlam laflar sokup beni delirtiyorsun ve anlamsızca bir saat falan tartışıp sevişerek her türlü sorunu unutuyoruz.
- Hayırdır...aseksüel falan mı oldun?
- Yok yavrucum. Sadece bir saat tartışma geleneği rahatsız ediyor beni.
- Senin hipotezine bakacak olsaydık şimdi yatakta pozisyon değiştirmeliydik. Çünkü yaklaşık bir saattir tartışıyoruz ama daha ne sende nede bende herhangi bir tahrik unsuru söz konusu değil.
- Nasıl yani? Biz bir saattir tartışıyor muyuz?
- Haberin yok muydu? Bilseydim farkında olmadığını hiç karıştırmazdım seni bu tartışmaya. Üzgünüm...
- Yine mi üzgünsün. Senin mesai saatleri fazla ağır galiba. Senelik izin falan var mı bu meslekte?
- Yok senelik izin falan. Meslektaşlarımdan kötü durumdayım üstelik. Onlarda senin gibi mandater patron yok.
- Bu mandater lafı yeni galiba. Ben pek sevmedim ama üstünde duruşunu. Biraz daha dar kesim olsa iyi olurdu.
- Daraltma beni akşam vakti n'olur.
- Bu akşam vaktide iyi yapıştı ağzına. Zaman kavramı kullanmak zorunda mı insan herhangi bir şeye tartışırken?
- Aslında değil ama ben mesai saatimin dolmasını beklediğimden dakika saymaya başladım. Neyse ki ilkokulda 60'a kadar saymayı öğrettiler.
- Ne güzelmiş işte,daha ne bekliyorsun eğitim sisteminden. Bana ilkokulda sadece öğretmenime aşık olmayı öğretmişlerdi.
- Oldun mu bari?
- Olamadım maalesef,kurul kararıyla geçirdiler.
- Boşuna dememiş atalarımız ağaç yaşken meselesini.
- O bahsettiğin atalarımızın çoğunun ünlü filozoflar olduğunu biliyor musun?
- Sen şimdi bunu bana söylemek için mi araştırdın?
- Evet...bunun nesi kötü?
- Öğretmen olsana sen. Pedofil falan...
- 1-1 olduk,tamam artık kırılma konusunda eşitlendiğimize göre şu konuyu kapatabilir miyiz lütfen?
- Neden kırılma konusu dedin de kırma konusu demedin? Nasıl;zormuş değil mi kabullenmek bazı şeyleri?
- Zoru başarmak adına değil mi peki insanın tüm çabası?
- İyide ne kadar uğraşıyoruz buna,önemli olan bu değil mi?
- Bu tekil şahıs ekleriyle yapılabilecek bir şey değil ki. Ben kabullenmeye uğraştıkça sen "bak,zormuş" masalları okudukça olmaz bu iş tabiiki.
- Yine çıktın suyun üstüne ya. Sen ne zaman uğraştın hatalarını kabullenmeye ya.
- Hatalarımı kabullenmem gerekmiyor benim. Kabullenirsem düzeltmeye uğraşamam. Ben hatalarım oldukça insanım,sadece bunu kabul ediyorum ben. Her hatamı kabul edersem aynı senin gibi kaçmaktan başka çarem kalmaz. Oysa ben kaçmıyorum sadece görmezden geliyorum.
- Öyle saçmaladın ki nasıl toparlayacağını merak ediyorum.
- Bende...
- Son cümleyi söylemeseydin bir şeye benzerdi belki.
- Nesi varmış son cümlenin.
- Hatalarını görmezden gelirsen asla düzeltmeye uğraşamazsın. İş bu halde,sen ya düzeltmeye uğraşıyorum diye kendini kandırıyorsun yada görmezden gelebildiğini sanıyorsun.
- Sen hangisini tercih ederdin?
- Son cümleyi söylememeyi.
- İşin kolayına kaçıyorsun. Keşkelere boğuyorsun hayatı. İnsanın mutlu olabilmesi için literatürden keşkeyi atmak yeter belkide.
- Sen pişman değil misin son cümleye?
- Hayır!...neden pişman olayım ki? Hata yapmak olağandır. Yapmasaydım,etmeseydim demekle hiçbir şey değişmez. Kafadır karışır,mükemmel çalışan kafa bilmiyorum ben. Dolayısıyla sözcükler ve cümlelerde girebilir birbirine,bu son derece doğal.
- KAOS!...
- Germe beni. İlla herhangi bir teoreme girmek zorunda mı düşüncelerim? Kendi teoremlerini oluşturamaz mı insan?
- Her insan filozof mudur?
- Bir çoğu farkında olmasa bile sanırım evet. Farkında olmayanlar başkalarının paradigmalarına sığınıyor. Hatta aralarında dünya görüşü dünyayı görmemek olanları bile var.
- Deli miyiz biz? Nerelere çektik konuyu.
- Konu mu?... Ben unuttum nereden başladığımızı.
- Ben gidiyorum...
- Gitme...
- Olmaz...olmamalı yada.
- Neden?...

Tufan Bora
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,759,759,759,759,759,759,759,759,759,75
              4 Kahveci oy vermiş.
7 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, aşağıdaki adresten tek tıklamayla zevkle okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın... Ayrıca bugünden itibaren duygu ve görüşlerinizi yorum olarak yazabilirsiniz.
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_1.asp

Devamı yok. BİTTİ

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Bu romanı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,578,578,578,578,578,578,578,578,57
              445 Kahveci oy vermiş.
58261 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Dost Meclisi


Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
Kahve Molası bugün 5.013 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

Yukarı

 

 Tadımlık Şiirler


KİMDİ O (NEDEN)

Kimse onun hakkında
Konuşmazdı.
Tek kelime eden yok
Bütün kadınlara, küçük kızlara
Ana der
Aradığında onu bulamazsınız
O istediğinde çıkar ortaya
Kapına gelir
ANA diye seslenir
Ve aldığı, senden istediği
Sadece ama sadece
Küçük bir dilim ekmek
Ve yanında katıktır...
Bu ya bir parça peynir,
Yada domates olur
İkisini birden almaz
Israrlarına da aldırmaz
Eğer çok ısrar edersen
Aldığı ekmeği bırakır
Sessizce gider.
Bilirsinki o o gün açtır
Başka kapıya gitmez
Sessizce bir köşeye çekilir
Çağırman bir işe yaramaz

Herkes onun Anasıdır
Yaşı on yada altmış fark etmez
Kimbilir belkide
Ana kucağını hiç tatmamıştır
Sevgiyi gözlerde
Ana dediklerinde arar
Peki ya kimdir o
Ailesi var mıdır
Ya bir zamanlar sevdiği
Neden kimse sahiplenmez onu
Neden kadınlara ANA diye seslenirde
Erkeklerin hepsine BABA diye değil..
Neden.....

Yasemin Duman

Yukarı

 

 Biraz Gülümseyin




Önemli olan çalışıyor olması!..

Yukarı

 

 Kıraathane Panosu



ANKARA EKİN TİYATROSU 15 YAŞINDA!

13 Aralık gecesi yapılacak olan Emret Bakanım (Helikopter) adlı oyunumun galası için Ankara'ya gittim...Gerçi söz konusu oyunu geçtiğimiz ay Çorlu turnesinde izlemiştim ancak, Ankara Ekin Tiyatrosu'nun kuruluşunun l5 inci yılına rastlaması nedeniyle tiyatronun kurucusu Sevgili Faruk Güvenç'in ısrarlı çağrısı karşısında gitmemem düşünülemezdi. Çünkü söz konusu kutlamayı çok önemsiyordu Faruk...Nasıl önemsemesin ki? 13 Aralık l989 günü kuruluşunu gerçekleştirdiği Ankara Ekin Tiyatrosu, bütün güçlüklere karşın tam on beş yıl kesintisiz olarak sürdürmeyi başarmıştı sanat yaşamını.. Özel tiyatroların nasıl bir savaşım verdiğini bilen bizim gibi insanlar, bunun ne kadar önemli olduğunun ayırdındayız kuşkusuz...

Ankara Ekin Tiyatrosu bu on beş yıl içinde l8'i Türk yazarlarına ait olmak üzere 24 oyun sergiledi... Hangi koşullarda mı? Her yılın en az 90 gününü turnelerle Anadolu'da geçirerek, toplam l350 eder gün sayısı bu on beş yılda..Bu on beş yıl içinde yaklaşık 4000 kez perde açtı... Yaz-kış, yağmur-çamur demeden, en güç koşullarda Orhan Asena, Erhan Gökgücü, Aziz Nesin, Tuncer Cücenoğlu, Haluk Işık, Dario Fo vb. bir çok yazarın oyunları sahnelendi Ankara'da ve Türkiye'nin en uzak köşelerinde...

* * * *

Başta Sayın Ecevit'ler olmak üzere, eski Kültür Bakanı Istemihan Talay, eğitimci Hüseyin Hüsnü Tekışık, hep hayranlık ve saygı duyduğum Imren Aykut, Uluç Gürkan, Nurettin Sözen, Mustafa Gazalcı, Yekta Güngör Özden, Atila Sav, eğitimci dostumMehmet Açıktan, A.Ü.D.T.C Fakültesi Lehçe Bölümü'nden dostum Doç Dr. Neşe Yüce, bu tiyatroya katkılarını hiç esirgemeyen Devlet Tiyatrosu'ndan dostlarım Mine Acar, Murat Atak, Adnan Başer ve benzeri kişilerin katıldığı görkemli gecede hazin olan durum, Devlet Tiyatroları Genel Müdür Yardımcısı olmasına rağmen, bütün gücüyle bu tiyatronun yaşaması için çaba gösteren dostlarımdan Sabri Özmener'in sahneye çıkıp, artık tiyatronun kapanacağı gerçeğini açıklaması oldu... Gerekçe mi? Belli değil mi? Ekonomik durum... Tiyatronun, kirasını ödemekte güçlük çekmesi nedeniyle Mahkeme kararıyla bu ay sonunda Merkezden çıkartılacak olması... Yani l Ocak 2005 tarihinde yeni yıla bir eksik tiyatroyla gireceğiz... Ne acıklı bir durum...

İlk ağızda ödenmesi gereken paraya gelince yalnızca l50 milyar lira...
Yani İstanbul'da Beşiktaş'ta bir daire parası...
Oysa bir mezbelelikten bir Kültür Merkezi yapmayı başarmıştır Faruk dostumuz... Gene bir şıklık yaparak her koltuğa tiyatroya emeği geçen tiyatrocuların adlarını da vermiştir... Parası olsaydı aksatır mıydı kirasını? Üstelik Faruk o kadar titizdir ki para işlerinde, kendi örneğimi vererek bu savımı açıklamakta yarar var galiba...

Oyunumu ilk kez geçen sezon oynamaya başladılar...Oyun sahnelenmeye başlandığında kendisine : "Özel tiyatroların sıkıntılarını biliyorum Faruk... Telif için kendini zorlama... Borçlarını bitirdikten sonra yollarsın..Gönderemesen de canın sağ olsun.. Önemli olan tiyatronun yaşamasıdır...." dememe karşın titizlikle her hafta sonunda göndermiştir telifimi... Işte böyle yazarına, telif hakkına saygılı bir arkadaştır Faruk Güvenç...

* * * *

Bu tiyatro yaşamalıdır....
Çünkü Parlamentoların sustuğu anlarda bile tiyatrolar muhalefet görevlerini yapıp susmazlar. Onlar da susmak zorunda kalırlarsa, daha mı eksiksiz olacaktır bu ülkede her şey...
Çözümü de kolay görünüyor bu işin bana...
Salonun koltuk sayısı sanırım 300 ...
Öncelikle yazarların özel tiyatrolara sahip çıkması gerektiğinin bilinciyle ben bu koltuklardan bir tanesini 2 milyar Türk lirası verip satın alıyorum bu satırları yazdığım sırada... Ve Faruk'un hesabına, bu parayı gönderiyorum hemen şimdi.
Zaten o gece başta Hüseyin Hüsnü Tekışık, eşi ve kendisi için 5 milyar Türk lirası verip iki koltuğu satın alarak başlatmıştı kampanyayı... Birkaç milletvekili de aynı şeyi yaptı o gece...
CHP ve DSP yetkilileri ise gereğini yapacaklarını müjdelediler gene o gece...

* * * *

Ciddi kuruluşları, siyasileri, sivil toplum örgütlerini ve halkımızı Ekin Kültür Merkezi'nden ay sonuna kadar, gecikmeden birer koltuk almaya çağırıyorum...

Yok mu 70 milyonluk bir ülkede önemli bir özel tiyatronun yaşaması için birer koltuk alacak 250-300 kişi?
Benim inancım, halkımızın tiyatrosuna sahip çıkacağı yönündedir...
Bakalım hep birlikte göreceğiz bunu...

Tuncer CÜCENOĞLU
tcucenoglu@yahoo.com

Yukarı

 

 İşe Yarar Kısayollar - Şef Garson : Akın Ceylan
Yamağı : Ayşe Nur Gedik


http://european-convention.eu.int/docs/Treaty/850TR.pdf
AB'ye ömrümüz vefa ederde girersek uymak zorunda kalacağımız bir Anayasası var. 253 sayfalık bu anayasanın yetkililerce Türkçeye çevrilmiş halini bu adreste bulabilirsinzi. Fırsat buldukça karıştırmakta yarar var.

İnternet üzerinden şahsi eşyalarınızı satmak veya 2. el ürün almak için http://www.sahibinden.com web sayfasını kullanmanızı tavsiye edebilirim. Herhangibir ücret ödemeden üye olup her türlü ilan ve alışveriş için gönül rahatlığıyla kullanabilirsiniz. Ama ne olursa olsun iyi bir tüketici olarak temkinli davranmayı sakın ihmal etmeyin.

Flash animasyonlar konusunda http://www.animaturk.com/ web sayfasını tavsiye edebilirim. Web sayfalarının tamamen tanıdık ve Tükçe olması sizler için bir avantaj. Eğlencelik oyunlar, filmler ve e-kart'lar için bu kısayolu tıklayabilirsiniz.

Orda bir Erciş var uzakta http://www.ercis.net ...Bu sitedeki amaç, Erciş'in ve Ercişli’nin tanıtımına katkıda bulunmak. Anadolu kentlerinin içinde bir çok tarihi ve kültürü zengin kentler mevcut. O kentler zaten biliniyor ve ziyaretçi çekiyordur. Erciş bu kentler arasinda hakikaten kendisini ortaya çıkartamamış, bazi nedenlerden dolayı ihmal edilmiş bir kent...

Yukarı

 

 Damak tadınıza uygun kahveler


cam2pc - Freeware 4.5.0 [3924 KB] 98/2k/XP FREE
ftp://ftp2.nabocorp.com/nabocorp/cam2pc-free.exe
Dijital kameranız için olmazsa olmaz programlardan biri daha. Makinadaki fotoları otomatik klasörler açarak içine yerleştiren, görerek çalışabileceğiniz çok hoş ve kolay bir program. Makinaların içinde gelen orjinal programlara harika bir alternatif.

Yukarı





Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



SON BASKI (HTML)

KAHVE YANINDA DERGi

Hoşgeldiniz
Arşivimiz
Yazarlarımız
Manilerimiz
E-Kart Servisi
Sizden Yorumlar
KÜTÜPHANE
SANAT GALERiSi
Medya
İletişim
Reklam
Gizlilik İlkeleri
Kim Bu Editör?
SON BASKI (HTML)
YILDIZ FALI
DÜNÜN
ŞARKILARI





ÖZEL DOSYALAR

ATA'MA MEKTUBUM VAR
Milenyumun Mandalı
Café d'Istanbul
KIRKYAMA
KIRK1YAMA
KIRK2YAMA
KIRK3YAMA
ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
Teröre Lanet!
Kek Tarifleri
Gezi Yazıları
Google
Web KM













Fincan almak ister misiniz?
http://kmarsiv.com/sayilar/20041221.asp
ISSN: 1303-8923
21 Aralık 2004 - ©2002/04-kmarsiv.com
istanbullife.com