|
|
|
23 Aralık 2004 - Fincanın İçindekiler |
Editör'den : KAHVE YANINDA DERGİ |
Merhabalar,
Gelin bugün biraz kendimizden söz edelim. Artık duymayan kalmadı ama yinelemekte yarar görüyorum. DERGİMİZ ÇIKIYOR!.. Evet birlikte geçirdiğimiz 3 yılın meyvalarını toplamaya 1 ay kadar bir süremiz kaldı. Gönülden destekleyerek Kahve Molası'nı yukarılara taşıyan siz dostlarımın bu "KAHVE YANINDA DERGİ'yi de baştacı edeceğinizden kuşkum yok. Epeyce zahmetli bir uğraşın altından kalkmaya çalışıyoruz. Bir yandan derginin içeriği ile ilgilenirken diğer yandan bürokratik ama gerekli işlemleri ile de uğraşmak biraz yorucu. Ama gülü seven dikenine katlanır. Hele bir elimize alıp mürekkebi koklayalım o zaman acısını çıkartırız nasılsa.
İlk duyurduğumda sanırım pek iyi dile getiremedim. Dergimizin konsepti de ilk göz ağrımız KM gibi amatör yazarlara olanak tanımayı öngörmektedir. Yani dergimiz sizlerden gelen yazılara öncelikle yer verecektir. Ancak sanal ortamda yayınla basılı dergi yayını arasında ki farklar bizleri biraz daha titiz olmaya itiyor kuşkusuz. Dergimiz için en güzel yazılarınızı bekliyorum. Sadece biraz daha dikkatli olmaya çalışmanızı öneriyorum. Yolladığınız titiz çalışmaları değerlendirmekten mutluluk duyacağım. Dergi içeriği ve edinme koşulları ile ilgili bilgileri kısa zaman sonra göreceksiniz ama bu arada parmaklarınızı klavyelerinize uzatıp ölümsüzleşecek hikayelerinizi yazmaya başlayın. Tabi şu anda okuduğunuz e-gazetemizi ihmal etmeden.
Dergi yayıncılığı yabana atılır birşey değilmiş kısa sürede anladım. Epeyce kalem iş ile boğuşmak zorunda kalıyorsunuz. Profesyonel bir ekip olmaksızın bu işlerin altından kalkmaya çalışmak daha da zor. Herşeye rağmen çıktığımız yoldan dönüş yok. Şimdi sizlerden bir ricam var. Dergi yayıncılığına aşina, basımından dağıtımına herhangibir noktada çalışan ya da tanıdığı olan, ilan alabilecek veya verebilecek tüm kahveci dostlarımın benimle temasa geçmesini rica ediyorum. Velhasıl bu konuda yardımcı olabileceğini düşünen herkese ihtiyacım var bu aralar. Gerekli ilgiyi göstereceğinizi biliyorum.
Siz bu konuyu düşünürken ben de size güzel bir şarkı ile eşlik edeyim. Belki sizi motive ederim:-)) Emerson Lake and Palmer'dan C'est La Vie. Görüşmek üzere.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
|
Rengarenk: Tuba Çiçek HEPİNİZ SALAKSINIZ |
|
Beni ayrı tutun; insan evladı salaktır!
Hiç öyle salak salak bakmayın.. Salağa da yatmayın.. Siz de en az benim kadar biliyorsunuz bu gerçeği.
Salaklık deyip geçmeyin! Cinsiyetler arasında değişik özellikler gösteren bir sıfattır.
Mesela, kadınların salaklığı tescillidir. Doğuştandır. Biraz da kasıtlı olarak, beyinlerini az kullanmaları ve saçma sapan işlere yormalarıyla ilgilidir. Belki de anatomik bir takım gerekçeleri vardır; orasını ben bilmem. (Kocam bilir diyeceğim, olmayacak..)
Erkeklerin salaklığı ise saflıktan ve aşırı özgüvenden ileri gelir. Kurnaz olamamak ve pipilerine fazla güvenmekle ilgilidir yani..
Bakış açınızı yukarıdaki önermelere göre ayar ettiğinizde yaşam denilen oyunun, genellikle 'salak kavalyeler' ve 'salak damlar'ın rol aldığı, 'salak bir şov'dan ibaret olduğunu göreceksiniz.
Hikaye, bir adet salak kavalye ile bir adet salak damın yatay pozisyonda, saçma salak devinimler yapmasıyla başlar, ki genellikle salak kavalye üstte, salak dam alttadır. (Anlayasınız diye en ilkel ve klasik metotlardan örnek veriyorum, bu kıyağımı da unutmayın..)
Derken, salak kavalyenin kavalından, salak damın damına düşen bir takım salak tohumlar, damda yuva yaparlar. Damda yuvalanan bu salak tohumlar bir gün, damdan dünyaya düşüverirler.
Damdan düşen tohumlar henüz bir bebek iken -ister kavalye olsun, ister dam- benzer salaklıkları yaparlar. Ne zaman ki konuşmaya, yürümeye ve dünyayı algılamaya başlarlar, işte o zaman şov eğlenceli bir hal alır.
Küçük salak damların rolü biraz meşakkatlidir. Çok bilmiş, cilveli, nazlı ve savunmasız roller üstlenen damların, seyircilerden iyi alkış alması için saçlarını salak salak savurmaları, süslü püslü elbiseler giymeleri, şarkı söyleyip dans etmeleri, dilli düdük olmaları ve hep ağlamaya amade bir kırılganlıkta olmaları gerekir.
Küçük salak kavalyelerin rolüyse çok basittir. Amcalarına ve teyzelerine pipilerini göstermeleri yeterlidir.
Damlar ve kavalyeler büyüdükçe salaklıkları da büyür ve değişir. Ancak bir çoğunda, bebeklikten kalma rol alışkanlıkları baki kalır. (Ki zannımca dünyayı çekilmez kılan da bu realitedir.)
Mesela damların bir çoğu, eşek kadar dam olduğu halde naz yapmaktan, zırlamaktan, kırıtmaktan ve 'savumasız salak'ı oynamaktan asla vazgeçemez. Zira, bebeklikten itibaren elde ettiği her şeyi bu role borçludur. 'Ağlamayana emzik yok'tur; o halde hiç durmadan ağlamalıdır. Bu modeller, kendi başına eczaneye gidip emzik alamayacak kadar salaktır!
Eşek kadar adam olmuş kavalyelerde baki kalan salaklığın, 'pipi göstermek' ve 'pipisine tapınmak' olduğunu söylememe gerek yok herhalde!
Peki cinsiyetler arasında değişiklik gösteren salaklıklar ortak şova nasıl yansır?
Salak, kırıtkan, cilveli, nazlı, dilli düdük ve savunmasız damlar asalak bir sülük gibi kavalyelere sırnaşıp 'savun beni, bırakma beni, kavalına kurban olayım, kolla beni, damın olayım' diye zırlarlar; salak ve pipi budalası kavalyeler de tüm bu numaraları yutarlar.
Küçük ve salak damlığı bırakıp birey olmuş bir damın şovu ilgi çekici gelmez kavalye beye.. Çünkü kendini ve pipisini iyi hissetmesi için birilerini savunması, birilerine gövde gösterisi yapması, iktidarı elinde tutması gerekmektedir. Kavalyelerin en büyük salaklığı budur.
Yazının girizgahına dönecek olursak; her ne kadar kadınların salaklıkları beyin kapasitesiyle ilgili olsa da, salak olmaya devam etmelerinin sebebi kurnazlıktır. Savunmasız ve salak kaldıkları sürece, salak erkekleri ellerinde tutmaları kolaydır.
Erkeklerin salaklıklarıysa savunmasız kadınların ağlarında debelenirken, kendilerini 'süpermen' sanmalarıdır.
Bundan sonra hikaye şöyle devam eder...
Savunmasız ve kurnaz dam salaklığı, dırdırı, kıskançlığı ve bin bir çeşit duygu sömürüsü ile süpermeni canından bezdirir. Süpermenimizin hayatı zindana döner ve haliyle konacak başka damlar arar.. Bulur da...
Süpermeninin elinden uçtuğunu farkeden kurnaz dam, elindeki bütün ajitasyon kozlarını oynar ve süpermeni tekrar yuvaya bağlar. Her şeye razıdır.. Süpermenin başka damlara konmasına bile.. Yeter ki eninde sonunda ona dönsün, onu korusundur..
Eh ilişkinin bu minvalde seyretmesi süpermen için de bulunmaz nimettir. Bir eli çaresiz ve savunmasız damda, diğer eli uzanabileceği her damda... Evde ona muhtaç ve onu her haliyle kabul eden salak bir dam; dışarda ise evdeki damdan şikayet edip zırlayacağı, onda bulamayacağı şeyleri bulabileceği milyonlarca çeşit dam...
Salaklar şovu bu şekilde sürerken; salak damlar süpermeni kapar, salak süpermen de sahte zafer sarhoşluklarıyla damdan dama koşar..
Hikayenin gerçek mağduruysa güçlü damlardır.
Peki şovun galibi kimdir?
Kim olacak; depresyon tabii!
Onca salaklıktan sonra kim, ne kazanabilir ki?
Amaaaaan, el alemin sağlaklığı beni niye gerdiyse. Herkes layığını yaşasın, bana ne..
Benimki de ayrı bir salaklık işte!
Tuba ÇİÇEK tuba@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 14 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Arap Kahvesi : Beyhan Duffey Klavuz Karga, Yolunacak Kazlar ve Yağlı Kazık |
|
Geçenlerde bizim Kahve Molası yazarlarının ortak kullandığı posta kutusuna bir mail düstu. Molamızın en biricik TeyZuS’u, Ferda’dan geldi bu mail. Baştan sona şaşkınlık, hayret içinde okuduğum mail yıllar önce başımdan geçen bir olayı hatırlattı bana.
Ilık bir kış akşamıydı. Günlerden de Cumartesi. Eşimin Galatasaray Lisesi’nden öğretmen arkadaşları telefon edip, dışarda yemek yeme önerisinde bulundular. Televizyonsuz evimizde boş boş oturup kedimiz Sürpriz’in koltuklarımızı harap eden tırnaklarını keserek hayvana işkence edeceğimize, dışarda yemek teklifine balıklama atladık. Biz Harbiye ile Dolapdere arasında sınır olan ve hangi muhtarlığa bağlı olduğuna bir türlü karar verilemeyen Küçükbayır Sokak’ta oturuyoruz. Arkadaşlarımız da, yabancı oldukları için evin kirası birden iki katına çıkan o meşhur semt Nişantası’nda oturuyorlar. Yürüme mesafesiyle aramız (yürüyüş hızınıza bağlı olarak) on ila yirmi dakika arasında değişiyor. Onlar gelinceye kadar biz de hazırlanıp süslendik. Karşı komşumuz “Çingen Ahmet”in uyuz ve aç iti Kahpe’ye görünmeden mahalleye girmeyi başarıp zile bastıklarında, biz de tam kapıdan çıkmak üzereydik.
Nereye gidelim? Kim bilebilir bu sorunun cevabını. Elbette içlerinde tek Türk ve tırışkadan İstanbullu(!) olarak, ben. Ohom…kem…küm.. şey!!… Sarıyer de balık yiyebiliriz mesela, diye bir fikir attım ortaya. (Bir kaç hafta önce rehber arkadaşım Nedime Avusturalya’lı bir gurup yaşlı turist kafilesini götürmüştü oralara da ondan biliyorum Sarıyer’de balık yeneceğini !). Kabul ettiler. Peki Taksim’den Sarıyer’e nasıl gidilir? Bunu ben dahil hiçbirimiz bilmiyoruz. Ama onlar benim yolu bilmediğimi bilmiyorlar elbet. Yahu ben Harbiye’de otororom. Harbiye’de Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nde çalışırım. Sinema’ya Beyoğlu’na giderim. Alışverişe de Şişli’deki Tansaş’a falan. Bu bölgeden yalnızca ablama, Kartal’a gitmek üzere uzaklaşıyorum. O da yılda bir, bilemedin iki. Ben İstanbul’da kaybolmaktan çok korkarım. Gerçekten böyle bir fobim var. Bu şehirde bilmediğim yere hiçbir maksatla gitmem. Gideceksem de mutlaka birileriyle giderim. Benim İstanbulumun sınırları bu kadar. İstanbul’un merkezinde oturup, İstanbul’un çevresini kitaplardan, dergilerden, televizyon programlarından ya da sabahlara kadar scrabblle oynadığımız arkadaş evlerindeki sohbetlerden bilirim.
Yol iz bilmeyen bir İstanbullu(!) olarak betim benzim atmaya rengim sararıp solmaya başlamışken Frank araya girdi ve, “hadi şurdan taksi çevirelim, ortaklaşa öderiz” dedi. Hay gözünü seveyim lüksün be. Sarıyer’e gitmek için Taksim’den hangi otobüse bineceğini bilmeyen sonradan İstanbullu biri olarak rezil olmak da vardı serde.
İkinci taksiye bizi takip etmesini söyleyerek düştük yola. Ben klavuz olarak öndeki taksideyim. Şoför yolu bilmediğimizi anlayıp da bize şehir turu attırmasın diye “Sarıyer’deki balık lokantalarının olduğu yere abiciğim” dedim bilir bilir. Şoförün dikizden şöyle bir bakıp yüzlerimize manalı manalı basını sallayıp, dudaklarını büzüştürmesinin sebebeni Sarıyer dönüşünde pekala anlamış olacaktım! Az buçuk gittikten sonra şoför ve yolcu muhabbeti şoför tarafından başlatıldı. Yanında oturan eşime “İstanbullu musunuz kardeş » ? diye sordu. Eşim anlamadığını belirtir şekilde kafasını sallayınca adam bir daha yineledi sorusunu. Bu sefer de cevap alamayınca dikizden bana dönüp,. « Arkadaş akraz* mı abla » ? Baştan yemin etmiştim konuşmamaya ama şimdi gel de cevap verme. Bu her seferinde böyle oluyor. Eşim Türkçe bilmediğinden meraklı gözler hemen bana dönüyor, “Abla abi nereli?” Bir seferinde de Beşiktaş’da yol ortasında güpegündüz cüzdanım çalınmıştı. Beşiktaş Polis Karakolu’na gittik. Ben içinde üçte ikisi evimizin kirası olan maaşımı çaldırmış olmanın açısıyla salya sümük ağlarken, görevli polis memurunun “arkadaşınız hangi milletten?” sorusuna sinirden “Japon” diye cevap vermiştim. Adam da saf saf “Vay bee… hiç de Japonlara benzemiyor” demişti. Ah yurdum insanı!
Fransız kardeşim. Arkadaşlar Fransız. “Bonjur mösyö, bonjur madam” dedi sırıtarak. Sonra da direksiyondaki sağ elini bırakıp, parmaklarını bir noktada büzerek, “İstanbul güzel, rakı, şiş kebap, torkış lokum çok güzel” diye yol boyu eşimle sohbet ettiler!
Sarıyer ne güzel yermiş yahu! Gurupta çevresine şapşal turist gibi hayran hayran bakan bir ben varım. Karnımız da iyice acıktı. Lokanta önlerindeki tabelalarda yer alan yemek, balık listelerine uzun uzun baktık. Bu konuda Fransızlar insanı çıldırtacak kadar manyaktır. Önce bütün lokanta önündeki menüleri inciğine cıncığına kadar incelerler. En çok da fiyatlara bakarlar. Genelde de en ucuz olanını tercih ederler. Kendi ülkelerinde de bu böyle. Ha bu arada bu konuda ahkam kesiyormuş gibi görünmeyeyim. Bunlar benim nacizane gözlemlerim. Aksini iddia edecek arkadaşları saygı ile dinlerim.
Sarıyer’deki bütün balık lokantalarının fiyat belirtilmemiş menülerini tek tek ziyaret ettik. Sonunda açlıktan dizlerimizin bağı çözülmeye başlamışken, yerlere kırmızı halılar serilmiş olanı, binbir renk ışıklarla bezenmiş, kapısında bir fıskiye ve içinde plastik balıkların olduğu minik havuzlu ikinciyi, iki yanı yasemin ve kasımpatılarla çevrili olan bir diğerini atlayıp, nispeten daha “ucuzcu” görünenlerden birine girdik. Bu arada da birbirine bitişik bu lokantaların önündeki görevlilerin kollarımızdan kavrayıp karga tulumba bizi içeri atmalarına az kala, her seferinde ellerinden kurtulmayı başarmıştık. Karar verdiğimiz lokantanın önündeki görevli, diğerlerine “nasıl kaptım ama müşteriyi” şeklinde bakış atıp, bir elini kıçının üstüne koyup öbür eliyle de yerlere kadar eğilerek bizi içeri aldı.
Burası iki katlı bir yer. Aşşağıda yalnızca erkek grupları var bir iki masada. Garson üst katın aile yeri olduğunu belirtip bizi yukarı çıkardı. Dışardan fazlasıyla albenili duran lokantanın içi kötü bir florasan ışığıyla aydınlatılmış. Yerlerde de balık kılçıklarından, salata yapraklarına kadar ne ararsanız var.
Cam kenarına oturup boğaz manzarası eşliğinde balıklarımızı lüpletmek varken tuvalete yakın bir masaya oturtulduk. Adamın söylediğine göre pencere kenarındaki masalar reserve edilmiş. Üzerlerinde eğri büğrü elyazısıyla beyaz kağıtlar üzerindeki “reserve” yazısına rağmen biz orada olduğumuz süre boyunca kimseler gelip oturmadı o masalara. Tuvaletin keskin kokusu burun direklerimizi kırdı. Yine de iyi eğitilmiş sirk maymunları gibi hiç sesimizi çıkarmadan, kokudan şikayet etmeden oturu oturuverdik masamızda.
Menü istedik. Olmadığını söylediler. Masada tek Türkçe bilen olarak soru benden geldi; “Neleriniz var”? Adam onlarca balık adı saydı. Ben en çok balığı çocukluğumda yedim. O zamanlar Sıvas’ta oturuyorduk ve haftada en az üç kez taze hamsi yiyorduk. Hamsi boldu. Ucuzdu. Şimdiki gibi Karadeniz’de bile, kuyumcu terazisi hassaslığında ve fahiş fiyatlara satılmıyordu. Haftada üç gün evimize girdiğinden, Karadenizlileri bile kıskandıracak ve şaşırtacak kadar çok « uyduruk hamsili yemek çeşitleri » icat etmiştik. Ben en çok kuzine sobanın fırınında kızarmış hamsiyi severdim. Hiç sevmediğimse hamsili ekmekti. Benim balıktan anladığım epi topu, budur. Şimdi adam tepemde dikilmiş balık çeşitlerini sayarken ben bütün bunları hangi engin balık kültürümle olaya tamamen Fransız kalmış Fransız arkadaşlarıma çevireceğimi düşünüyordum kara kara… Birden aklıma parlak bir fikir geldi. Adama “balıkları görme şansımız olup olmadığını” sordum. Olabilirmiş. Yaşasın. Hep birlikte balıkların da aynen buzluk önünde menemen testisi gibi dizili bizler gibi yanyana dizili hallerini hayranlıkla seyre koyulduk. Ve hepimiz aynı balıkta karar kıldık. Bu ortak kararı vermemizdeki en birinci sebep de “içlerinde fiyatı en uygun balık” oluşuydu. (99’yılı itibariyle seçtiğimiz en ucuz balık tane hesabıyla 10 milyondu dikkatinizi çekerim !) İnanın hatırlamıyorum hangisiydi. Ama en küçük olanıydı. En zavalli, en masum görüneniydi. Gözleri kapalı olanlardandı. Palamut mü desem, kalamar mı desem bilmem. Öyle birşeydi iste.
Diğer siparişlerimizi vermek üzere masamıza donduk. Garson kalemi tutan elinin üstündeki yemek artığını öbür eliyle bir fiskede yere fırlattı. Asıl rengini kaybetmiş beyaz eskisi gömleğinin düğmeleri, göbeğine isyan edercesine yerinden fırladı fırlayacak gibi duruyor. Tek tek herkese siparişlerini sorup da cevapları yalnızca benden alınca malum soruya o da yenik düştü. “Arkadaşlarınız hangi ülkeden hanımefendi”? Fransızlar. Dilim tutulaydı da demez olaydım. Yine “ yolunacak kazların” düşmüş olduğuna sevinmiş olmalı ki tek tek süzdü masadakileri. Gözleri birbirine, onlarda dar alnına çok yakın, şişman, yağlı ve köşe suratlı bir genç oğlan . Efendim Fethiye’de yıllar önce bir Fransız kızla tanışmış. (Adını da bir türlü hatırlayamadı!) Arkadaşlık etmişler. Sonra kız “seni de yanıma aldıracağım” diye memleketine gitmiş. Her gün telefonlaşıyorlarmış. Evlenmeye karar vermişler. Sonra kız birden bire aramamaya başlamıs. Bizimki çok merak etmiş. Çünkü ortada bir kırgınlık falan yokmuş. Sonunda dayanamamış kızın ailesini aramış. Kendisi Türkçeden başka bir dil bilmediğinden bilen bir arkadaşına aratmış. Onlar da telefonda cevap veremeyeceklerini iki hafta sonra Türkiye’ye kendisini ziyarete geleceklerini söylemişler. Ve gerçekten de iki hafta sonra çıkıp gelmişler. Meğerse kızları (hani bu oğlana aşık olan) bir trafik kazası geçirmiş ve oölmüş. Ölmeden önce de bizim bu yağlı suratın adını sayıklıyormus. Çok üzülmüşler ve kızlarının büyük aşkı bu gençle tanışmak üzere Türkiye’ye gelmeye karar vermişler. Bunu isterse Fransa’ya götürebileceklerini söylemişler. Bu da, o yoksa ben ne yapayım Fransa’yı demis. Bak..bak…bak… Kendi rızasıyla hiç bir kızın kolay kolay “evet” demeyeceği bu köşe oğlanın iki dakikada ayaküstü yazdığı senaryoya bak. (“Sevgili Edi Kahve Molası’na yazacağım ama konu bulamıyorum” diyen tembel yazar arkadaşlarıma duyurulur). Garson bütün bunları yavşak yavşak anlatırken arada bir de “hadi çevirsene onlara” diye beni sıkıştırıp duruyordu. “şen anlat hepsini, ben bir kerede çeviririm daha kolay olur” diye ikna ettim. Bu korkunç monolog çok uzamiştı. Ben de kafa sallamaktan ve dinliyormuş gibi yapmaktan sıkılmıştım. Eşim de çok sıkılmış olmalı ki, “ne konuşuyorsun bu kadar adamla” diye sesini yükseltir gibi oldu. “Ne Fethiyesi, ne Fransası »? Zaten herkes şu kapıdan girdiğine gireceğine bin pişman, üstüne gitmedim. Lafını bitirmiş tepemde dikilen garson, hadi anlatsana diyen gözlerle yüzüme bakıyordu. Ben de biraz ortamı yumuşatmak adına aldım sazı elime. “Bu balıkların hepsi Fethiye’den geliyormus. Fethiye balıklarının tadı çok ünlüymüş. Özel dondurucusu olan tırların içinde buraya kadar canlı ulaşıyormuş çoğu. Özellikle Fransız müşteriler hayran kalıyormuş bu taptaze balıklara…..” diye sürüp giden kimsenin de ilgisini çekmeyen bir hikaye uydurdum. Garson anlamasa da anlattıklarımı sırıtarak dinlemiş, ben son noktayı koyunca da, eserini okumuş üçüncü sınıf gazino şarkıcısı gibi selam vermişti.
Bütün bu olanlara karşın akşamın keyfini çıkarmaya, sessizce karar verdik. Raki içmemiz için ısrar eden garson, (verilmiş sadakamız varmış ki rakı içmemişiz dostlar, anlayacaksınız !) aldığı cevabı beğenmemiş olacak ki, homurdanarak gitti. Hepimiz kola içecektik. Mezelerden ne alırdık ? Meze. Mezeler için de yine menemen testisi formuna girip camekanlı dolabın önünde seçim yaptık. Üç çeşit meze aldık. Garsonun süratının ekşimesinden siparişlerimizi nicelik olarak beğenmediğini anladık. Suçlu suçlu masamıza döndüğümüzde hepimizin neşesi bir kez daha kaçmıştı. Ortam sıcak, keyif alınacak bir yere benzemiyordu. Üstelik çok da pisti. Ve içeri girinceye kadar azı dişlerine kadar gördüğümüz göbekli garson sanki sülalesine küfretmişiz gibi surat yapıyordu şimdi bize. Ellerimizi masa üstünde kavuşturmuş düşünceli düşünceli, konuşmadan birbirimize bakıp gülümser gibi yapıp içeceklerimizi beklerken mezelerimiz geldi. Şimdi size abartıyormuşum gibi geliyor değil mi? Yalanım varsa arap olayım. İçinde ne olduğunu bilmediğim kırmızı renkteki mezenin içinde bulunduğu tabağın kenarları acemice, bir bezle silinmişti ve başka renkte yemek artıkları vardı. Yoğurtlu gibi görünenin içinden kıvrılmış bir kıl çıkardı Pascale. Diğer tabağa da kimse yanaşmak istemedi. Açlığımızı baştırmak için ekmek sepetine uzandık. Bir bütün ekmeğin düzenli olarak dilimlenmiş dilimleri yerine , bolca üç kısımlarının olduğu ve içi bizden başkalarının işaret parmağı yoluyla oyulmuş dilimlerden uzanıp aldık birer tane. Yanına da katık olsun diye sigara yakıp, mis gibi kızarmış balıklarımızı beklemeye koyulduk. Daha sigaralarımızı yarılamamıştık ki balıklar korkunç çirkin bir melamın tabağın içinde “pat” diye önümüze atıldı. Çatallarımızın yanına birer de bıçak istediğimizde az daha sopa yiyecektik.
Hayatımda yediğim en iğrenç balıktı. Suç güzelim balıkta değil elbet. Pişiren şahsın soyuna sopuna, sülalesine, gelmişine geçmişine hayır duaları okudum içimden. Çiğnedikçe ağzımda büyüyen lokmaları böğürerek dışarı atmamak için kendimi zor tutuyordum. Mutsuzluk ve keyifsizlikle geçirdiğimiz dakikalardı sanki boğazımıza dizilip de bizi aynı masada birbirine küskün kılan. Bütün tadımız kaçmıştı. Balıkları da biraz tırtıklayıp olduğu gibi bıraktık. Hadi hesabı isteyelim diye aramızda konuşurken içeceklerimiz geldi ! Onlar için bir beş dakika kadar daha oturduk.
Bütün bu olanların arasında yanımızda yöremizde olup biten de unutulacak, konuşulmayacak cinsten değil. Yanımızdaki masaya göbekli , kravatlı iki kel adam iki de sonradan sarışın, boya küpüne düşmüş kadın oturdu. Kadınların zorlama kahkahaları bugün bile kulaklarımda. Adamlar da garson her gelişinde, sözümona kimseye çaktırmadan ama göstere göstere, ellerine para sıkıştırıyorlar. Garsonların biri gidiyor biri geliyor. İçkiler, mezeler, meyveler, balıklar gırla…. Masayı öyle bir donattılar ki, biz baktıkça aç midelerimiz guruldamakta, ağzımızın suları akmakta. Biz de böylesi bir servisi haketmemek için ne gibi bir yanlışlık yapmıştık acaba?
Karşımızdaki masaya bir kadın oturdu. Baştan aşağı siyahlara bürünmüş, eski moda giyinmiş şık bir hanımdı. Buruş buruş olmuş yüzünü kocaman kenarlıklı siyah şapkası kapatıyordu. Tırnakları abartılı derecede uzundu. Hatta o kadar ki avuç içlerine doğru kıvrılmıştı. Üstünde de çırlak pembe bir oje.. Garsonlar « hoşgeldiniz » deyip uzaklaştılar yanından. Sipariş falan vermeden uzun süre tek başına oturdu kadın.
Başka bir masaya üç çocuğuyla bir adam gelip oturdu. O da ilk oturuşta garsonun eline para sıkıştırdı. Onların da masaları donatıldı. Fonda o güne kadar hiç duymadığım, dinlemediğim bir müzik türü çalıyordu. Cıyak cıyak bir kadın sesi kulaklarımızı tırmalıyordu.
Yalnız başına oturan kadın yerinden kalkıp iki kadın ve adamın olduğu masaya gitti. Adamların birinden bir sigara aldı. Mahmur bakışlarını hiç bozmadan adamın sigarasını yakmasını bekledi. Sonra baş uçuyla selam verip masasına yöneldi. Sigarasını tablaya bırakıp önündeki servis tabağını aldı ve yine yanlarına gitti. Diğer adamın tabağından yarım bir balık parçasını eliyle alıp kendi tabağına koydu. Neredeyse bitmiş meze tabaklarından birini de aldı ve tekrar kendi masasına yöneldi. Aldıklarını bırakıp bu sefer de çocuklarıyla yemek yiyen adamın masasına yöneldi. Küçük oğlanın hiç dokunmadığı salata tabağını, hafifçe başını eğip, çocuğa gülümseyerek alıp uzaklaştı. Masasına geçerken bizim oldukça “sefil” görünüşlü masamıza yanaşıp, üstten ve beğenmemiş bir bakış attı. Sonra da bu topladıklarını oturup bir güzel yedi. Bizim ağzımız açık kalmıştı. Kadının bu davranışına ne garsonlardan ne de müşterilerden hiçbir tepki gelmemişti. Buraya sürekli geldiği ve daimi müşterilerin de kadını tanıdığı için ses çıkarmadığı ve garsonların da bu olayı artık kanıksadıkları fikrine varmıştık.
Beyoğlu’nda bir yerde çay içmek üzere anlaşıp hesabı ödeyip bir an evvel kalkmak için garsonu çağırdık. « Hemen » deyip aşağı indi garson. İki dakika sonra adisyonu bir tabak içinde kürdanlar eşliğinde masaya bırakıp uzaklaştı. Ne yemiştik ki kürdana ihtiyaç duyalım ?! Adisyon elden ele dolaşıp en sonunda bilirkişi olarak benim elime ulaşti. Herkes çok şaşkındı. Sıfır enflasyonuna uğramış rakamları görünce benim de gözlerim yuvalarından fırladı. Emin olmak için rakamları sağdan sola doğru bir daha saydım. Birler, onlar, yüzler, binler, onbinler, yüzbinler, milyonlar, on milyonlar, yüzmilyonlar, milyarlar….. Burda bitti. Milyarlar hanesinde yani. Bir kaç kez daha saydım. Sonuç ayni. Yediklerimizi tekrar hesap ettik. Balıklar onar milyondu. Kolalar da on milyon olsa, mezeler de on milyonar olsa, on milyon da tip olsa. Altı kişilik masadan 160 milyona kalkabilmemiz gerekiyordu ki bu bile korkunç fahiş fiyat. Hadi bizden öncekiler tarafından tırtıklanmış ekmeklere de on milyon diyelim. 170 milyon. Üç ayrı garson ziyaret etti masamızı. Diğer ikisine de onar milyon verelim. 190 milyon. Hadi bütün bunları iki katına çıkaralım 380 milyon. Bunu da beğenmedik üç kat yapalım. 570 milyon. Yahu nereye gelmişiz biz böyle ? Garsonu çağırdım. Hesapta bir yanlışlık olduğunu, tekrar kontrol etmelerini rica ettim. “Olabilir hanımefendi. Arkadaşın gözünden kaçmış olabilir”, deyip kibarca, gitti. Biz inanamaz gözlerle birbirimize bakip, mutlaka bir yanlış anlaşılma olduğunu tartışırken, garson yağlı göbeğini sallaya sallaya yine göründu. “Haklısınız, bir yanlışlık olmuş. Kusura bakmayın”. Benim yüreğime şu serpilmişti. Derin bir oh çekip Fransız kardeşlerimin yüzüne baktım. Bakın yalnızca bir yanlışlık. Her yerde olabilir değil mi? Bizim insanımız bunu yapmaz. Bilirdiniz zaten bir daha görmüş oldunuz şimdi. Faturaya baktım. Az daha bayılacaktim. 750 milyona düşmüştü! Yine şaşırdık. Tartıştık. Bu sefer sinirlendik. Garsona yine seslendik. Garson da sinirlenmişti. Faturayı alıp yine aşağı indi. İki dakika sonra gelip, bir yanlışlık olmadığını belirterek önümüze bıraktı. Ben tutara itiraz ettiğimizi, bize yediklerimizin fiyatını ayrıntılı olarak bildirir bir belge sunmalarını istedim. Yine aşağı indi. Yediklerimizi alt alta sıralayip, onun da altına bir çizgi çekip 750 milyon yazdıkları kağıdı getirip yine önümüze koydu. Garsonla aramızda Türkçe ve Fransızca itirazlar yükseldi. Çevredeki masalardan da bizi izliyorlardı. O uzun tırnaklı kadın sigarasını içerken aşağılayan gözlerle bize bakıyordu. Özellikle de sesi en çok çıkan benim yüzüme. Artık aptal yerine konduğumuzu düşünüp pılımızı pırtımızı toplayıp aşağı indik.
Kasadaki adam hesaba itiraz hakkımız olmadığını ödememiz gerektiğini söyledi. Onunla ağız dalaşımız sürerken dışardan başka bir adam geldi. Kelli felli. Hani şu pantolonunun belinde tabanca taşıması muhtemel tiplerden. Yanında da iki adet çamyarması ayı. Adam alabildiğince kaba, « Ödeyeceksiniz. Yemişsiniz işte. Fatura burada. Ödemezseniz buradan çıkamazsınız » diye tehdit etti. Artık canımızdan korkmaya başlamıştık. Olan bitene öfkelenip de sinirlerine hakim olamayan eşimin ayaklarını yerden kesilmiş gördüm bir ara. Yarma ayılardan birinin kolları arasında debeleniyordu. Çevremizi sarmış adamlar zorla herbirimizin cüzdanlarını çıkarttırdılar. Elimizden alıp neyimiz var neyimiz yoksa ortaya döktüler. Taksime dönecek kadar taksi parasını cebimize koyup geri kalanın hepsini aldılar. Tehditkar bakışlarıyla bizi kapıya kadar yolcu ettiler. Paramızla rezil olduğumuz yetmiyormuş gibi bir de suçlu yerine konmuş, kıçımıza tekme yemediğimiz kalmıştı. Güzel bir balık değil ama kazıkların en yağlısını yemiştik o akşam.
Bu olaydan sonra başımıza gelenlerin benim suçum olduğunu düşünüp çok üzüldüm. Çünkü fikir benden çıkmıştı. Atalar yine yanılmamıştı, klavuzu karga olanın burnu boktan çıkmamıştı. Ben o günden sonra bir daha hiç gitmedim Sarıyer’e. Diğerleri de o yılın sonunda ülkelerine dönüp bir daha gelmediler Türkiye’ye…
Aklımın bir tarafında unutulmaya yüz tutmuş, hatırlamak istemediğim kötü bir anıydı bu. Bugünkü aklım olsa şikayet ederdim onları. Ama kimi kime şikayet edecektim ki? Şehir eşkıyalarıydı bunlar. Bir iki kişi de değiller üstelik. Biri yaparken öbürü izliyor, çünkü az sonra o da aynı şeyleri yapacak kendi ağına düşürdüğüne. Onun için değil mıdır ki aval aval dolaşanları lokantalarından içeri sokmak için canla başla çabalıyorlar. Onlar ki bu hikayenin sonunu daha baştan biliyorlar. Çünkü onlar bu şehrin senaryosu önceden yazılmış filminin baş aktörleri. Yaptıklarının hesabını soracak kimse olmadığından da eşkıyalık saltanatlarının keyfini sürüyorlar.
Bir sonraki yazıda buluşuncaya kadar Sarıyer civarından uzak durun..
Sevgi ve dostlukla kalın.
Akraz : Sağır ve dilsiz kimseler için kullanılan yöresel bir terim.
Beyhan DUFFEY - Cidde / Suudi Arabistan duffey@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 8 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
ŞURALARDAN BURALARDAN : Oğuzkan Bölükbaşı |
BAŞARDIK(MI), AVRUPA'NIN YENİ YILDIZI(MI)YIZ, BU ÇOK ÖNEMLİ(Mİ)
Geçmişi İslamcı bir Başbakanın hükümeti, Türkiye'yi iki yılda AB için müzakere masasına oturur hale getirdi. Öncelikle bu çelişkili çabayı tebrik ederim. Niçin bu kadar gayret ve istek gösterildi Avrupa ile birlik kurmak için, bu halen sayın Başbakan'ın tabanı tarafından bile anlaşılmış değil. O nedenle benim anlamamı bekleyemezsiniz. Ben bu gürültüde karambole giden ve uyutulan durumları yakalamaya çalışıyorum.
1. Avrupa birliğine üyelik için başvurup birlik içindeki bazı devletleri tanımamanız mümkün mü? Cevap evet ise çok komik bir durum ortaya çıkıyor, cevap tabii ki hayır o halde Güney Kıbrıs'ı tanıma konusundaki dayatmadan kurulduk Türkiye istediğini aldı demek te çok komik. Zaten metinde Ekim 2005 e kadar bu durumun Türkiye'nin Kıbrıs'ı tanıması ile sonuçlanması gerektiği aksi taktirde görüşmelerin başlamayacağı belirtiliyor. Kamu oyuna sonucu zafer diye sunmanın ne alemi var? Durum ayan beyan ortada.
2. Türkiye'de yaşayan altmışbeşmilyon insanın tamamı AB yanlısı mı? Televizyonlarda başkaları görünmüyor. Sadece ATO başkanı Sinan Aygün var sanki aleyhte olan.
3. Önümüzdeki onbeş yıl içinde gayri safi milli hasılamız AB ye girme şartlarını karşılayacak şekilde artacak mı? Bu konuda Türkiye'nin planı nedir?
4. 17. Aralıkta Türkiye ile birlikte gündeme gelen, Hırvatistan, Bulgaristan ve Romanya'ya sürülen şartlar ile bizimkiler arasındaki belirgin farklılıklar nelerdir?
5. Bir AB üyesi bile veto etse birliğe girmek mümkün değil, o halde onbeş yıl Kıbrıs Ve Yunanistan'ın nazını mı çekeceğiz?
6. Türkiye'nin üyeliğini halkına soracak olan Fransa ve Avusturya halklarına hediye falan gönderelim mi?
7. Müzakerelerde Fransa Ermeni soykırımı saçmalığını dayatırsa ne yapacağız?( sözle bunu gösteriyor)
Sıralamakla bitmez sorular ve endişeler.bu işin en yaralı yanı halkını, insanını adam yerine koyan devlet anlayışı için adımlar atılacak olmasıdır. Ama biz çok duygusalız ya, yarın müzakerelerde akla gelmedik engeller çıktığında benim güzel halkım "boş ver insan hakkını" da diyebilir, çünkü benim sevgili halkımın sözüdür" sallandıracaksın beş on kişiyi" ile başlayan sözler.
Beni en çok üzen nedir biliyor musunuz, tarihte bize öğretilen şanlı milletin şanlı aydınlarının televizyonlarda , gazetelerde daha başlangıç adımı atılmış bir durumun, çoğu da bizi üzecek konuları içeren bir durumun, ve hatta ucu açık bir durumun zafermiş gibi gösterilmesi. Halk yıllarca boş ve gerçek dışı hayallerle oyalandı, şimdi yine aynı umutların pumpalandığı bir noktadayız. Aradan birkaç yıl geçtiğinde işsizlik çözülmediğinde, refah artmadığında ne söyleyecek politikacı bu halka.?
Ankara belediye başkanı Başbakanı karşılamak için halkı belediye otobüsleri ile bedava taşıdı, bu hortumculuk değil mi, benim paramla halkı bedava taşımaya ne hakkı var. Versin parasını cebinden taşıtsın, yağcılığa niye bizi alet ediyor, halk içinden gelirse gider başbakanını karşılar. Acaba şüpheleri mi vardı.
Ayrıca bu ülkenin seveni kadar haini de çoktur, çok dikkatli olunması gereken bir döneme giriyoruz. İlk örneğini Leyla Zana ve arkadaşlarının Kıbrıs'taki Türkler ile Türkiyeli Kürtlerin durumunu karşılaştıran ilanlarında gördük. Bunların arkası gelecektir.
Ahmet Altan, babası ve kardeşleri şunu benden daha iyi biliyorlardır mutlaka, kanunla karakter ve davranışlar değiştirilmez, kanunla Avrupalı veya Amerikalı olunmaz, tüm olumlu ve olumsuz değişimlerin yolu refahtan, yani ekonomiden geçer. Yoksulluk medeniyet yaratmaz, medeniyetlerin kölesi olur.
Bu millet yıllarca kurtarıcılarla uyutuldu, hatta bir söz vardır" Allah bizi kurtarıcılardan kurtarsın" şeklinde. Avrupa Birliği yeni kurtarıcı, bakalım ne olacak. Bir türlü kendimiz olamadık yanarım yanarım ona yanarım.
Sevgiyle kalın.
Oğuzkan Bölükbaşı
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 14 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
İTİRAZ
Kendin dahil herkesten gizlemelerle yaşadığın bu hayat senin mi? Ya bu çöplükteki hedefler, üzerinde böcekler gezinen bu hayaller de mi senin? Bu kaçamak sevinçler, kendinden kaçırdığın?? Sevinmeyi yasaklamışsın kendine, ya sevilmek? Buna da var mı bir itirazın?
Dışarıda güneş doğuyor var mı bir itirazın? Çocuklar neşe içinde oynuyorlar sokakta.Bir anne yaramaz oğluna sesleniyor, yemeğe çağırıyor.Ve onlar, havada bir saadet tortusuyla, emeklerini, direnmişliklerini gülüşlerle yoğurarak tuz niyetine katıyorlar çorbalarına.Yontulmamış hayalleri var çocuklarının, üzerinde sigara söndürülmemiş umutları.Pastadan ne kadar payları varsa almak niyetindeler.Hayatı en az pasta kadar sevmekteler.
Her adımında acı bir gerçeğe çarpıp yıkılmak zor olsa gerek.Her mevsimi bahar yapma çabanda başına doluların yağması…Her kestirme ve doğru yolu seçme çabanda bir çıkmaz sokağa çıkmak…Başka bir elin yaptığına inandırmaya çalışsan da kendini, aslında sendin o. Geçit vermiyordun kendine, sınırlarını kendin çiziyordun.Mevsimse hep kış, yerler hep buzlu…
Düşmek, en kolay eylemdi bu yolda yapılabilecek.Ve sen, bir şekilde kalkacağını bal gibi biliyordun. Düşmenin tadını da seviyordun üstelik.
İçinde sen kurutmazsan kurumayacak bir nehir vardı,bunu da biliyordun. Bildiklerini küçümsüyordun. Bilmediğin, büyüklüğün önemsizliğiydi.Çünkü büyüklük değişirdi etrafındakilere göre.Etrafını değiştirmekse yalnız senin elindeydi.
Gözlerinle ayı doğuracak gibi bakardın.Bir çift ay belirecek sanırdı insan dikkatle baksa gözbebeklerine.Kendini yansıtmak istediğin birçok yerden yalnızca biriydi ya gözlerin, becermezdin onda da.Tıkanır kalırdı, damla pıhtılaşırdı o noktada. Kan damlayacak sanılırdı gözlerinden, parmak uçlarındansa zehri kederin.Ama hep, hep bir noktada kalırdı her şey.Bilemedi kimse neydi o noktanın ruh dilinde karşılığı.Söylemezdin, hoş söylemek istesen de yapamazdın.Bilmiyordun çünkü sen de.
Zamanın hiçbir önemi olmadığına dair teorilere inandırmaya çalışsan da kendini, durmadan saatine bakardın.Sanki hep, bir şeyi kaçırabilirim korkusuyla yaşıyordun.Oysa zaman, varsın aksındı.Hatta çok kez, daha çabuk daha çabuk aksındı.Çok kez yalvarmadın mı bunun için? Ve her yalvarış bir tiksinmeydi kendine.Eğreti duruyordun hayatın üzerinde, oysa kum saati ne kadar da güzel görünüyordu göze.
Bir yerlerde bırakıp kendini, kasıtlı bir unutma yaratıp zihninde…"Sormayın boşuna, unuttum gitti kendimi o sokakta.Bir yerlerde karşılaşmasak bari…"
Kaç yaşıma gelsem de çocuğum der gibiydi ellerin.Hep küçük,hep bembeyaz.Kısacık tırnakların ve annenden kaçırıp kaçırıp sürmüşsün gibi duran kırmızı ojelerin.Süs, yabancı dururdu sende.Bir tanışıklığı olmayıp da, mecburiyetten yan yana duran iki insan kadar uyum olabilirdi ancak aranızda.Sen hep ürkek bakardın ona,sana değerse sanki kırılacaktı özünde biriktirdiğin değerli bir taş.Belki de buydu kendine değer biçsen gözeteceğin tek şey; doğallık.
Sessiz sakin yürüyorsun diyelim sokakta, bilmezdi kimse aslında ayakkabılarını fırlatmışsın koşuyorsun bir yere.Belki bir deniz kenarındasın,az sonra suya değecek ayakların. Belki cam kırıkları var yerde, her adımda kanıyorsun.Bilmiyorlar hiçbirşeyi…
Tüm bunlar olurken,sana aldırmadan dönüyor dünya.Var mı bir itirazın?
İsteklerini bir kutuya koyup kaldırmak üzeresin.
"Demek bir insan çok istese yapamayacağı hiçbir şey yokmuş.Demek insan üstün yaratıkmış.Demek en iyisini o bilirmiş her şeyin.
En iyisini o bilirmiş yalanın.
En iyisini o bilirmiş ikiyüzlülüğün.
En iyisini o bilirmiş katilliğin…"
Ve hiçbir şey olmamış gibi ellerinden eldivenlerini çıkartıp,hijyenik bir şekilde batırıp dünyayı, günaydın diyorlar birbirlerine."Günaydın" lar saklıyor sanki günahları.Gülümsemeler, yapay sevimlikiler saklıyor günahları.
İtiraz edeceksen bir bak etrafına, kimi kime şikayet edeceksin?
Sen hep,iğnenin olmadığı yerde bir iğne bul batır kendine.Kendi canını acıt.Varsın senin canın olsun yanan.Katil olacaksan da kendinin katili ol.Savaştığın da seviştiğin de kendindi zaten.Biliyordun, sana en çok zarar verebilecek şeyin yine kendin olduğunu.Korkun da kendindendi,umudun da.Hiç yoktan umut yaratabilirdin,canın çektiğinde.
Sen bir kez değil çok kez yaşıyorsun her şeyi.Tekrar tekrar izlenen filmler gibi.
Sen en çok, "sen olma" eylemini pekiştiriyorsun,ne kadar kaçsan da.
Ben…
Bense kendime en çok "sen" diye hitab etmeyi seviyorum. Bu sebepten fark etmesen de bu yaşattığın "sen", "ben" sin. "Ben" oluyorsun…
Betül Yegül
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 2 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Kahveci : Mete Kaynaroğlu |
Tutkudur bazen bir sözcük…
Elimin altında bilgisayarın tuşları…. Masamın üzerinde, dağılmış edebiyat dergileri. Bir yazı dizisinin devamını getireceğim. Olmuyor.
Lanet olsun!... olmuyor.
Neden bazen okumak isteğinden bu kadar uzaklaşıyorum?... bilmiyorum. Belki de bozkır şehrine gelen bu bahar aylarından, belki de yorgunluktan belki de; ben bittim ondan.
Tat vermiyor bazen yazılanların içerdiği şeyler. Ayağa kalktım evimin penceresinden dışarı sokağa baktım. Harikulade güzel bir hanım, kot pantolonunu çekmiş altına, siyah renkte bir de kazak giymiş üstüne ve ikisi arasında bel kısmı bir miktar açılmış, teni görünüyor. Bense onu seyrediyorum.
Bir an… duramadım yerimde, ayrıldım pencerenin dibinden attım kendimi sokağa…
Amaçsız ve avare dolaşmanın da böyle güzelliği varmış, unutmuşum.
Sonra ayaklarım beni kırk yıllık bizim mahallenin meyhanesine götürdü. Kapısını ayağımla ittim. İçeri girdim ve meyhanenin o bildik kokusunu hissettim.
Garson bana ben garsona baktım. Gülümsedim. Ona dudaklarımla bir öpücük yaptım sonra da başımla bir işaret yaparak masayı gösterdim. Getir hadi gibisinden. O da bana gülümsedi, bir baş işareti de o yaptı ve bir duble rakı ile bir şişe soğuk suyu kapıp geldi. Biliyorum birazdan cacığı da getirir.
Cebimden not defteri ile kurşun kalemimi, pantolonumun cebinden de yarım kalmış silgiyi çıkardım masanın üzerine koydum. İkisine de bir müddet öylece baktım.
Kalemimi aldım ve not defterimin yeni açtığım beyaz sayfasına sadece bir sözcük yazdım. Gönlüm… nerden aklıma geldi bu sözcük bunu düşünmüyorum bile ama bu sözcük içimden ta derinlerden geldi bunu biliyorum.
Sonra arkasından başka sözcükler dökülmeye başladı;
Gönlüm…
Giden sürünün ardından bakan
yaralı göçmen kuş gibi
Ağlamasını bilmez…
Derin iç çekişleriyle
ve hafif bir esintiyle
Avunan gönlüm.
Bunları yazınca, bir tür huzura kavuştuğumu fark ettim. Sonra yavaşça bardaktaki rakının içine suyu koydum. Alkolün, içindeki anasondan dolayı beyazlaşmasını seyrettim. Bir yudum aldım ve bir nefes.
Rahatlamıştım.
Mete Kaynaroğlu
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 2 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 5.034 kahveciye doğru yola çıkmıştır.
Yukarı
|
Sürgün Hikayesi
Sürgünlerden arta kaldı bize
Bu mülteci bakışlar
Gidenin ardından ağlar gibi
Uçurtmasının ipi kopmuş çocuk
Bir kadın gibi
Sevmediğine sevda-lanmış
Bir adam
Vardiya değiştiriyor bu bakışlarda
Aynı kadın
Aynı bakışların söküklerini dikiyor
İplik iğneye
iğne tene geçiyor
bakışlar gibi yakıyor canı
sonra aynı mülteci
....memleketini özlüyor
Bakıyor ta uzak
Ağlıyor sonra çocuk
Yüreği uçurtmanın kuyruğuna takılıp gitmiş
Sürgünde kadın
Sürgünde adam
Çocuk
mülteci bakıyor
Uçup giden uçurtmaya...
Onur Aksakaloğlu
Yukarı
|
ANKARA EKİN TİYATROSU 15 YAŞINDA!
13 Aralık gecesi yapılacak olan Emret Bakanım (Helikopter) adlı oyunumun galası için Ankara'ya gittim...Gerçi söz konusu oyunu geçtiğimiz ay Çorlu turnesinde izlemiştim ancak, Ankara Ekin Tiyatrosu'nun kuruluşunun l5 inci yılına rastlaması nedeniyle tiyatronun kurucusu Sevgili Faruk Güvenç'in ısrarlı çağrısı karşısında gitmemem düşünülemezdi. Çünkü söz konusu kutlamayı çok önemsiyordu Faruk...Nasıl önemsemesin ki? 13 Aralık l989 günü kuruluşunu gerçekleştirdiği Ankara Ekin Tiyatrosu, bütün güçlüklere karşın tam on beş yıl kesintisiz olarak sürdürmeyi başarmıştı sanat yaşamını.. Özel tiyatroların nasıl bir savaşım verdiğini bilen bizim gibi insanlar, bunun ne kadar önemli olduğunun ayırdındayız kuşkusuz...
Ankara Ekin Tiyatrosu bu on beş yıl içinde l8'i Türk yazarlarına ait olmak üzere 24 oyun sergiledi... Hangi koşullarda mı? Her yılın en az 90 gününü turnelerle Anadolu'da geçirerek, toplam l350 eder gün sayısı bu on beş yılda..Bu on beş yıl içinde yaklaşık 4000 kez perde açtı... Yaz-kış, yağmur-çamur demeden, en güç koşullarda Orhan Asena, Erhan Gökgücü, Aziz Nesin, Tuncer Cücenoğlu, Haluk Işık, Dario Fo vb. bir çok yazarın oyunları sahnelendi Ankara'da ve Türkiye'nin en uzak köşelerinde...
* * * *
Başta Sayın Ecevit'ler olmak üzere, eski Kültür Bakanı Istemihan Talay, eğitimci Hüseyin Hüsnü Tekışık, hep hayranlık ve saygı duyduğum Imren Aykut, Uluç Gürkan, Nurettin Sözen, Mustafa Gazalcı, Yekta Güngör Özden, Atila Sav, eğitimci dostumMehmet Açıktan, A.Ü.D.T.C Fakültesi Lehçe Bölümü'nden dostum Doç Dr. Neşe Yüce, bu tiyatroya katkılarını hiç esirgemeyen Devlet Tiyatrosu'ndan dostlarım Mine Acar, Murat Atak, Adnan Başer ve benzeri kişilerin katıldığı görkemli gecede hazin olan durum, Devlet Tiyatroları Genel Müdür Yardımcısı olmasına rağmen, bütün gücüyle bu tiyatronun yaşaması için çaba gösteren dostlarımdan Sabri Özmener'in sahneye çıkıp, artık tiyatronun kapanacağı gerçeğini açıklaması oldu... Gerekçe mi? Belli değil mi? Ekonomik durum... Tiyatronun, kirasını ödemekte güçlük çekmesi nedeniyle Mahkeme kararıyla bu ay sonunda Merkezden çıkartılacak olması... Yani l Ocak 2005 tarihinde yeni yıla bir eksik tiyatroyla gireceğiz... Ne acıklı bir durum...
İlk ağızda ödenmesi gereken paraya gelince yalnızca l50 milyar lira...
Yani İstanbul'da Beşiktaş'ta bir daire parası...
Oysa bir mezbelelikten bir Kültür Merkezi yapmayı başarmıştır Faruk dostumuz... Gene bir şıklık yaparak her koltuğa tiyatroya emeği geçen tiyatrocuların adlarını da vermiştir... Parası olsaydı aksatır mıydı kirasını? Üstelik Faruk o kadar titizdir ki para işlerinde, kendi örneğimi vererek bu savımı açıklamakta yarar var galiba...
Oyunumu ilk kez geçen sezon oynamaya başladılar...Oyun sahnelenmeye başlandığında kendisine : "Özel tiyatroların sıkıntılarını biliyorum Faruk... Telif için kendini zorlama... Borçlarını bitirdikten sonra yollarsın..Gönderemesen de canın sağ olsun.. Önemli olan tiyatronun yaşamasıdır...." dememe karşın titizlikle her hafta sonunda göndermiştir telifimi... Işte böyle yazarına, telif hakkına saygılı bir arkadaştır Faruk Güvenç...
* * * *
Bu tiyatro yaşamalıdır....
Çünkü Parlamentoların sustuğu anlarda bile tiyatrolar muhalefet görevlerini yapıp susmazlar. Onlar da susmak zorunda kalırlarsa, daha mı eksiksiz olacaktır bu ülkede her şey...
Çözümü de kolay görünüyor bu işin bana...
Salonun koltuk sayısı sanırım 300 ...
Öncelikle yazarların özel tiyatrolara sahip çıkması gerektiğinin bilinciyle ben bu koltuklardan bir tanesini 2 milyar Türk lirası verip satın alıyorum bu satırları yazdığım sırada... Ve Faruk'un hesabına, bu parayı gönderiyorum hemen şimdi.
Zaten o gece başta Hüseyin Hüsnü Tekışık, eşi ve kendisi için 5 milyar Türk lirası verip iki koltuğu satın alarak başlatmıştı kampanyayı... Birkaç milletvekili de aynı şeyi yaptı o gece...
CHP ve DSP yetkilileri ise gereğini yapacaklarını müjdelediler gene o gece...
* * * *
Ciddi kuruluşları, siyasileri, sivil toplum örgütlerini ve halkımızı Ekin Kültür Merkezi'nden ay sonuna kadar, gecikmeden birer koltuk almaya çağırıyorum...
Yok mu 70 milyonluk bir ülkede önemli bir özel tiyatronun yaşaması için birer koltuk alacak 250-300 kişi?
Benim inancım, halkımızın tiyatrosuna sahip çıkacağı yönündedir...
Bakalım hep birlikte göreceğiz bunu...
Tuncer CÜCENOĞLU
tcucenoglu@yahoo.com
Yukarı
|
İşe Yarar Kısayollar - Şef Garson : Akın Ceylan Yamağı : Ayşe Nur Gedik |
http://european-convention.eu.int/docs/Treaty/850TR.pdf AB'ye ömrümüz vefa ederde girersek uymak zorunda kalacağımız bir Anayasası var. 253 sayfalık bu anayasanın yetkililerce Türkçeye çevrilmiş halini bu adreste bulabilirsinzi. Fırsat buldukça karıştırmakta yarar var.
İnternet üzerinden şahsi eşyalarınızı satmak veya 2. el ürün almak için http://www.sahibinden.com web sayfasını kullanmanızı tavsiye edebilirim. Herhangibir ücret ödemeden üye olup her türlü ilan ve alışveriş için gönül rahatlığıyla kullanabilirsiniz. Ama ne olursa olsun iyi bir tüketici olarak temkinli davranmayı sakın ihmal etmeyin.
Flash animasyonlar konusunda http://www.animaturk.com/ web sayfasını tavsiye edebilirim. Web sayfalarının tamamen tanıdık ve Tükçe olması sizler için bir avantaj. Eğlencelik oyunlar, filmler ve e-kart'lar için bu kısayolu tıklayabilirsiniz.
Orda bir Erciş var uzakta http://www.ercis.net ...Bu sitedeki amaç, Erciş'in ve Ercişli’nin tanıtımına katkıda bulunmak. Anadolu kentlerinin içinde bir çok tarihi ve kültürü zengin kentler mevcut. O kentler zaten biliniyor ve ziyaretçi çekiyordur. Erciş bu kentler arasinda hakikaten kendisini ortaya çıkartamamış, bazi nedenlerden dolayı ihmal edilmiş bir kent...
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
Star Downloader Free 1.44 [1622 KB] 98/2k/XP FREE
http://stardownloader.swmirror.com/sdfree.exe Yükleme hızınızı dörde katlayacak bir program. Ücretsiz olması da cabası. Son derece güvenli bir kullanım olanağı sağlıyor. Özellikle dial-up kullanıcılarının elinin altında olması gerekli bir yardımcı program.
Yukarı
|
|
|
|
|
|