|
|
|
24 Aralık 2004 - Fincanın İçindekiler |
Editör'den : Merry Christmas Mr.Erdogan!.. |
Merhabalar,
Başlığa bak hizaya gel demeyin. Dalga geçiyorsam namerdim. Müslüman mahallesinde salyangoz satmaya da çalışmıyorum. Hiristiyan aleminin bu özel gününde yumuşak İslam modeli ile Dünyanın haklı takdirini kazanan sayın başbakanımızın böyle bir kutlamaya sıcak bakacağını düşünüyorum, o kadar. Hazır bizi davul zurnayla AB kapısında kul olmaktan da kurtarmışken Avrupalı dostlarımıza daha sıcak görünmek isteyip bu kutlamayı kendi muadillerine mutlaka yapıyordur diye düşünüyorum. Yok eğer yapmıyorsa büyük ayıp ediyor demektir, aman ha, mazallah almazlar falan nemize gerek. Derhal dikkati çekilip kankisi başta olmak üzere tüm bizi aralarına almak için çırpınan devlet büyüklerine "Merry Christmas" demelidir hatta yetmez "Çok Merry Christmas" demesi daha uygun düşer, vallahi kimse yadırgamaz samimiyetine verir. En son akşam haberlerinde izledim Belçika'nın değerli büyüğü bize olan desteğini beyan etmiş. "Türkiye bir Avrupa ülkesidir ve AB'ye girmelidir ama bunu halkımıza sormak demokrasinin gereğidir. Referanduma gidebilirz. Ayrıca Kıbrıs sorunu çözülmeden Türkiye AB'ye giremez." demiş. Kıbrıs sorunu çözülmeden adanın yarısını içine almış haberi yok herhalde. Bu desteği siz alın da... Denizin öte yakasındaki Helen milliyetçisi dostlarımızın bizi hangi gözle gördüklerini anlamak için en aşağıda verdiğim linke bir tıklayın. Trajikomik bir durum. Bir tarafta özeleştirisini yapıp kapıda yatıp kalkmacasına içeri girmek için debelenen bir millet. Eksiklerinin yetersizliklerinin farkında, girerse ya da girmeye çalışırsa kazanacaklarının da ayırdında bir millet. Öbür tarafta ise kapıya içerden sırt vermiş "Aman ha gelmesinler, gelirlerse bizi yerimizden yurdumuzdan, huzurumuzdan ederler." diyen Avrupalılar. Fransa, Avusturya, Belçika derken diğerleri de onların peşine takılıp bu işi referanduma götürürlerse bizim AB'ye girişimiz balığın kavağa çıkmasından pek farklı olmayacaktır. Ama Allahtan umut kesilmez, gün gelir o da olur.
Dergimiz için dün yaptığım çağrıya kulak veren arkadaşlarıma buradan alenen teşekkür etmek istiyorum. Hepsine tek tek geri döneceğim merak etmesinler. Ancak ben bu çağrımı yinelemek istiyorum. Dergi yayıncılığına aşina, basımından dağıtımına herhangibir noktada çalışan ya da tanıdığı olan, ilan alabilecek veya verebilecek tüm kahveci dostlarımın benimle temasa geçmesini rica ediyorum. Peşin peşin teşekkürler.
Bugün pikapta bir klasik var. Yıllarca protest müziğin kraliçesi olmuş, şu anda bile ilerlemiş yaşına rağmen aynı özelliğini ve güzelliğini sürdüren bir sanatçı, Joan Baez çalıp söylüyor, Donna Donna. Kutlayan dostların bayramını ben de kutluyor en içten duygularla "Merry Christmas My Friend" diyorum. Pırıl pırıl güzel bir haftasonu dileğiyle hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
PASTORAL EFEMER : Zeki Yıldırım |
Kör Bahçıvanların Camekân Marulları
Eğitim; en formal tanımı ile "istendik davranış değişikliği"dir. İstendik kelimesi ise kendisi ile barışık, çevresini seven, iyi duygulara sahip, değer veren, okur yazar olma gibi çok geniş bir spekturumu içermektedir. Şu yaşanan günlerde bir ergeni, yarınlara hazırlama telaşını yaşayan bir baba olarak, çocuğumun yetiştirilmesini daha çok rüzgarların esintisine bıraktığımı söylemem açık bir itiraftan öte bir yetemezliğin acı bir göstergesidir. Zavallı oğlum sabahın erken saatlerinde yaşam koşusuna katılmakta, öğle arasını bile ders çalışarak boşa geçirmemekte (!), dersten çıktıktan sonra da dershaneye koşmakta, oradan da ara sıcak olarak ta matematik, fizik, kimya vb. özel dersler almaktadır. Yazımı yazdığım yeni günün ilk saatlerinde yeni yetme oğlum sorular arasında boğuşmakla meşgul. Sabah 08.00 de dershanede olmak zorunda. Bütün bu hengâmede oğlumun sergilediği tek bir etkinlik var "soru çözmek". Beş seçeneğe ustaca yerleştirilmiş cevabı bulma koşuşu ya da en fazla doğru seçeneği bulabilme maratonu. Ne yazık ki onda, hiçbir istendik davranış değişikliğinin seyrini yani; kendisi ile barışık, çevresini seven, iyi duygulara sahip, değer veren bir insan olma yolundaki gelişimini hiç merak bile etmiyoruz. Tek merak ettiğimiz o gün kaç soru çözdüğü ve kaç neti olduğu. İstediğimiz sadece IQ temelinde, yönelim olarak bile EQ gelişimini hiçbir şekilde desteklemiyoruz. Aksine EQ gelişimi için ayıracağı zamanı kısıtlayıp, onu soru çözme zamanına ekliyoruz. Bu tür bir gelişim seyrini oğlumun arkadaşlarında ve ailelerinde görmek, yanlış yaptığımızı bile bile devam etme zorunluluğuyla bocalamış vicdanımı biraz rahatlatıyor. Oğlumun gelecek kaygılarını bir yana bırakıp bu fasit çemberi evimiz içinde kırsak bile, dershanede bu acımasız savaş fırtınası olabildiğince güçlü esmektedir. Okulunda, sınıfında, arkadaşları arasında da durum çok farklı değil. Onu yaşama ve getirilerine hiç mi hiç hazırlamıyoruz. Adeta camekân marulu gibi tamamen koruma ve gözetim altında kusursuz bir soru çözücüsü olmasına çabalıyoruz. Yarın hava kapalı olunca, kar yağınca, ortalık buz tutunca sevgili marulumuza nasıl davranması gerektiğini asla öğretmiyoruz. Bu tür bir çaba içinde bile değiliz. Son yıllarda 15 yaş üstü gençlerde görülen intihar olayları bu konuda adeta olayın ne denli vahim bir seyre ulaştığını gösteriyor. Bu konuda bir araştırma yapmadım veya okumadım ama soru çözebilmekten başka bir özellik kazanmamış çocuklar ilerleyen yıllarda en ufak çözümsüzlüklerde, en kolay kaçış yöntemine sapıyorlar gibi geliyor. Bu konuda son örnek geçen hafta gazetede okuduğum bir batı üniversitemizdeki genç bir çocuğun trajik intiharı. Başarılı, maddi sıkıntısı ve görünür hiçbir psikolojik sorunu olmayan, çevresinde hep mutlu bir insan olarak tanımlanan, oldukça yakışıklı olan delikanlı tarım ilacı içerek yaşamına son veriyor. Olayın gerisinde yeni filizlenmiş aşkın en birincil basamağı olan çıkma teklifinin olduğu düşünülüyormuş. Ne büyük kayıp. Oysa yaşamda her an neler oluyor.
Bu genç insanın trajik sonuna benzer birçok olayı irdeleyebiliriz. Bizim gibi ailelerin ve kurumların çabalarıyla bütünüyle ortaya çıkardığımız yarışmacı eğitimimimiz ve bunun üzerine istemesekte, her gün koyduğumuz yeni tuğlalar, marullarımızı yalnızlıklarına ve çözümsüzlüklerine daha fazla hapsediyor. Yarışmayı tamamlayamayan, yarı yolda tökezleyenleri gördükçe sadece üzülüyoruz. Suçu tamamen eğitim sistemine yıkıp ve bu gerekçenin ardına saklanıp, vicdanlarımızı rahatlatıyoruz. Kendi çocuğumuzun tökezlememesi için dualar ediyoruz. Onları, yaşama ve sorunlarına hazırlamıyoruz. Kurduğumuz ışıltılı camekânlar içinde yetiştirmeye devam ediyoruz.
Yazıyı gerçekten yaşanmış ve bir istendik davranış değişikliği sergileyen Tanzanyalı atlet John Stephen Akhwari'nin, Mexico'daki 1968 Olimpiyatları'nda tarihe geçen mücadelesi ile sonuçlandırmak istiyorum. Alıntı yazı "Hava kararmaktadır" cümlesi ile başlamaktadır. Maraton yarışı sonuçlanalı bir saati geçmiştir. Stadyum neredeyse boşalmıştır. Stadyumun temizlikçileri yavaş yavaş etrafı toparlamaya bile başlamıştır. Tam o şırada stadyumun giriş kapışından bir siyahi atlet gözükür. Atletin gözü bitirme ipini aramaktadır. Koşma ile yürüme arası bir şey, seke seke ilerlemektedir. Sonunda atlet bitirme ipini göğüsler. Böylece geçer. Ama bu Tanzanyalı atletin tarihe geçmesine asıl neden, yarışı en son bitiren atlet olması değil, ipi göğüsledikten sonraki sözleri olmuştur. Bu Tanzanyalı atlet yarış sırasında bir kaza geçirmiş ve yaralanmıştır. Tedavisi yapılmıştır, ama bacağı hâlâ kanamaktadır. Stadyumda kalan küçük bir kalabalık bu atleti alkışlarlar. Bir kısmı takdirle alkışlamaktadır, bir kısmı da adamın yaralı bacağını görmediklerinden, belki de dalga geçerek alkışlamaktadır. Bu alkışlamada belki de, ""Akşam-ı şerifler hayrolsun! Nerelerdeydiniz mirim?"" türünden bir sorgulama bile vardır. Maraton koşusunu yazacak bir-iki gazeteci daha stadyumdan ayrılmamıştır. ""Neredeydiniz mirim?"" sorusunu bu gazeteciler daha bir usturuplu sorarlar : -Yarışı kazanma şansınızı kaybetmiştiniz. Neden ille de yarışı bitirmek için bu kadar kendinizi zorladınız? Bu soruya Tanzanyalı atlete çok şaşırır; ama sonunda cevabını verir : -Beni ülkem buraya sadece yarışa başlayayım, en önlerde olup derece alayım diye değil, yarışı bitireyim diye yolladı.
Zeki Yıldırım
zekiyildirim@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 9 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Aklıma Estiği Gibi : Ebru Kargın GİTMEYE SEVDALI... |
|
Kocaman kocaman şehirler bıraktık biz ardımızda,
Nice caddeler, sokaklar, daracık kapılar...
Sığamadık hiç birine;
Hiç biri kocaman değildi sanki, birinden diğerine hep aynı derdin peşinden gittik.
Hepsine bir neden verdik kendimizce...
En son hatırladığımızsa, "en güzel şehir, seni çok sevdim ama gitmeliydim" oldu hep...
Bu da bir nedendi, bize göre bir neden...
Nedenlerimiz bitmedi hiç,
Bizim gibilerin nedenleri hiç bitmezdi zaten.
Gerçek nedeni hiç düşünmeden, kıyısına köşesine değmeden,
Bir neden buluverirdi yine bizim gibiler...
Ve bizim gibileri anlamayanlar, bizim gibi olmayanlar,
Bize bir isim bulmuştu çok zaman önce; gitmek sevdalısıydık...
Nedeni su götürmese de gitmek sevdalısıydık biz.
Aslında hiç merak etmediğimiz, kıyısına köşesine değmek istemediğimiz,
Gerçek nedeni onlar isim yapmışlardı bize...
Biz kendimizi aklı başında sanıyorken, anlam veremediklerimiz,
Gerçeğimizi isim yapmışlardı işte...
Gitmek sevdalısıydık, nedenimiz de adımız da buydu...
Elimde koca bir harita sermişim yere,
O dikkat çekici fosforlu yeşil kalemle yuvarlak yapıyorum,
Kocaman şehirlerin adını çevreleyen.
Hayatımı ucuna dayadığımı hissettiğim o fosforlu yeşil kalemle yuvarlıyorum etrafını....
Her birinde kendimi yuvarlıyorum içine yeniden,
Her birinde gitmek sevdalısı olduğumu hatırlıyorum...
Ne çok fosforlu yeşil yuvarlak var şimdi...
Birinden diğerine koşarcasına gittiğim şehirlerimin,
Arasındaki yol çizgilerini yine bu fosforlu kalemle çiziyorum.
Çizgi üstüne çizgi çiziyorum, bitmiyor bir türlü...
Yorulup bırakıyorum...
Harita fosforlu yeşilden yuvarlak ve çizgi dolu şimdi...
Kalemle çizmek bile bu kadar yorucu öyle mi ?
Gitmek sevdalısı olmak bu kadar yorucu değildi halbuki...
Çizmek de neyin nesi ?
Hala bilmiyorum, gitmek sevdalısı olmanın daha gerçek bir nedeni var mı bulamıyorum...
" Beni bu haritaya ve bu satırlara iten sensin,
O yüzden gözlerini iyice aç ve dikkatle oku,
Anlattıklarım şöyle dursun, aklına takıldıkça oku...
Varsın, en son gördüğün nokta bir çit olsun,
Oradan öte dünyada hayat çok başka değil yanıltma kendini,
Her zaman anlatılacak türlü hikaye ve onları sana anlatan hikaye sahipleri olacak.
Sen o çitin ardındaki dünyayı merak edip yol versen de kendine,
Başka hikayeler ve sahipleri çıkacak yine,
Ve sen yine merak edeceksin, oradan oraya gideceksin.
Sen istediğin kadar bir defalık olacağını düşüne dur, olmayacak.
Vardığın son noktada ise,
Geçtiğin şehirlerin bitmek tükenmek bilmeyen hikayeleri ve hikaye sahiplerinin,
Yola çıkmadan önce başka gibi duran hallerinin aslında başka olmadığını göreceksin.
Ve yorulmuş olmaktan daha mı değerliydi diye düşüneceksin.
Ben gitmek sevdalısıyım ya,
Bir bildiğim var elbet, o yüzden usluca anlatıyorum sana...
Şimdi söyleyeceğime çok güldüğünü biliyorum, ama yine söyleyeceğim işte;
Diğer gezegenleri bilmem,
Ama soluduğum dünya yuvarlak...
Bu, dünyanın yuvarlak oluşuna dair tüm bilinenlerden farklı olarak, bir neden daha var,
Önemli bir neden üstelik;
Yuvarlak, özellikle yuvarlak...
Herkes olduğu yerde, kendini tam ortada hissetsin diye yuvarlak.
Gitmek sevdalısı olmak bile, bunu değiştirmiyor;
Her gittiğin yerde yine aynı noktada tam ortada duruyorsun.
Her gittiğin yerde türlü hikayeler anlatacak türlü insanlar var,
Kendi yaşamının hikayesi ve kendisi...
Tıpkı seninki gibi,
Tıpkı benimki gibi..."
Gitmek sevdalısıydım ben,
Olmadık zamanların, olmadık nedenleriyle gitmeye sevdalı...
Sevda deyince aşk geliyor ya akla sadece, gülüyorum buna,
Gitmek de bir sevda gittikçe yaşanılan...
Ve bir gün,
Yeniden gitmek istiyorken birden gitmenin bir başıboşluk olduğunu,
Adınınsa özgürlük olmadığını, yorgunluğun da üstüne bindiği bir farkındalıkla anlıyorsun,
Sevdanın bittiğini duyuyorsun.
Geride, nedensiz yere terk edilmiş altı şehir varsa eğer,
Artık değil yeni bir şehir, yeni bir hikayeye merak,
Arka sokakta ne olduğunu sebepsiz yere merak etmemeye alışıyorsun.
Artık anladım,
Neden bir koltukta usluca biraz da olsa oturamıyorum,
Neden bir filmi sonuna dek izleyemiyorum.
Elime bir şey oluyor, ağrı sızı gibi bir şey değil,
Karıncalanıyor gibi sanki, tarifsiz...
Bakıyorum aslında gayet olağan duruyor,
Sırf gönlü olsun diye kollarımı bağlıyorum böyle rahat edecek biliyorum.
Geçiyor o tarif edemediğim garip şey...
Sonra daha elime yeni hakim olmuşken ayağım başlıyor, yine aynı tuhaflık,
Nereden çıktı şimdi der gibi şaşıyorum hala, ayağımın duruşunu değiştiriyorum,
Sarkıtıyorsam, topluyorum ya da bağdaş kuruyorum.
Ayağımı da ikna etmiş oluyorum.
Geçiyor...
Biraz zaman geçiyor ki boynuma bir şey oluyor gene anlamıyorum,
Ne oldu ki şimdi bilmiyorum, sağa sola çeviriyorum olmuyor,
Yan dönüp koltuğa dayıyorum başımı, rahat dursun diye...
Geçiyor...
Oturabiliyorum işte, duruyorum bir yerde...
Bir de bakıyorum ki belim...
Bu ne istiyor diye düşünmeyi kesip, anladım oturmamalıyım diyip kalkıyorum.
Gitmek sevdalısıydım ben, elim ayağım dürtüyor arada farkındayım.
Zaman oluyor hatırlatıyor, artık üstünde yeller esen sevdamı oyalıyorum geçip gidiyor.
Hiçbir şehrin o davetkar hikayesine kulak asmıyorum,
İyice alıştığım, ait olduğumu hissettiğim sokaklara, caddelere atıyorum kendimi,
Dar kapılardan geçiyorum, üstelik sığıyorum.
Artık çok iyi tanıdığım son şehri,
Alışık olmanın verdiği güvenle, terk etmeyi aklımdan bile geçirmiyorum.
Eski bir gitmeye sevdalıyım ben,
Sevdası eski ben yeni...
( Gecenin kör saatinde bunu yazmam gerektiğini hissettiren sana gerçek bir cümlem var şimdi; dostluğunu esirgemediğin ve paylaştığın için minnettarım, teşekkür ederim...)
Ebru Kargın ekargin@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 12 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen Kehribar Rengi Sonbahar |
|
Nasıl bir mevsim ise şu Sonbahar, her yörede farklı güzel sanki. Biliyorsunuz aylardır Safranbük ( Safranbolu + Karabük ) yollarında gelip gidiyorum. Ve o yolların bütün kıvrımlarıyla tanıştım neredeyse. İstanbul'dan sabaha karşı yola çıkıyorum. Günün ilk ışıklarının dağların ardından görülmeye başladığı saatlerde; genellikle Sapanca'nın etrafından dolaşmış, Adapazarı bölgesine ulaşmış oluyorum. Yolun her iki yakasındaki düz ve geniş arazilerin güneşle ilk tanıştığı saatleri de yakalayabiliyorum. Boşuna Akova demiyorlar başka bir ifade ile. Birçok zaman tatlı bir sisle karşılaşabiliyorum. Sis-pus basmadığı zamanlarda, bu düz ve geniş arazileri keyifle seyrederken, anlamına uygun olarak bir anda Düzce bölgesine erişiyorsunuz. Ve bir süre sonra da dağlar etrafınızı yavaş yavaş sarıp sarmalamaya başlıyor. Bitki örtüsünün kademe kademe değiştiğini de rahatlıkla görebiliyorsunuz. Sonbahar ile birlikte renkler çok daha güzel olmaya başlıyor çevrenizde.
Bolu Dağı'nı genellikle sis altında geçip Gerede sapağına kadar bu inanılmaz güzel renklerin eşliğinde seyahat ediyorsunuz. Bugüne dek gördüğüm ise; bu yolculuğun en soğuk yerlerinin bu bölge olduğu. Geçen hafta arabanın içinde; ( -15 ) dereceyi, hem de saat 20:00 sularında gördüm aynı yörede. Yolculuğun en zor bölümü olan bu bölgeyi geçtiğimizde bir vadinin içinde kıvrım kıvrım dolaşmaya başlıyorsunuz. Renklerin keyifle dansını bu kıvrımlar arasında da görebiliyorsunuz. Sonra bacaları tüten Karabük çıkıyor karşınıza. Tam bir çanak adeta. Ankara'ya çok benziyor ama çok daha küçük bir çanak içinde ve etrafındaki dağlar-tepeler çok daha heybetli görünüyor.Geçenlerde; sararıp solan yaprakları görünce dayanamadım ( renklere uygun bir kıyafet seçmeyi de ihmal etmeden ) sizler için görüntüledim.
Sonbahar mevsiminde gördüğümüz gibi renkler tam bir Kehribar sarısı ve onun türevleri. Bu vesile ile Kehribar'ı araştırdığımda her derde deva olduğunu buldum neredeyse. Boğaz ve tiroid enfeksiyonları, soğuk algınlığı, astım, guatr, bronşit ve allerji tedavisi. Kehribar'ı ağrıyan yerinize koyarsanız ağrılarınız, sol elinize alırsanız elektrik yükünüz hafifler diyorlar. Depresyona da obsesyona da iyi gelir, enerjisiyle neşelenmenizi, yaşamın güzel yanlarını farketmenizi sağlar diyorlar. Bütün bunlar yetmezmiş gibi; uğur olarak para getiren bir taş olduğu ve kasalara konulduğuna da rastlanıyormuş. Şimdi harıl harıl arıyorum bir kasa, kasanın içine koydum mu bir de Kehribar taşını ..! Ne gam ne tasa ..! Ne enfeksiyon ne depresyon ne de obsesyon... Tam benlik yahu ..! Üstelik gelsin paralar, yaşamdan keyf almaya başla ve kaldır kaşını, şu Kehribar acep düşürür mü böbrek taşını ?
Bulamayanlarınız olursa benden size bir kıyak olsun, haftasonunuz neşeyle dolsun,
asesen@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 7 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
YazıYorum : Leyla Ayyıldız GOLD PUANLI AŞKLAR |
|
Önce bir hışırtı, ardından mozaikleri delen tok bir ses... İlk ses... Geleceğin bana akan ayak sesleri.... Geleceğin gelişi...
Kerem'e yöneldim. 'Evet, renklerin haykırdığı nokta orası, sesleri işitebiliyor musun? Uzun zamandır böylesi konuşan bir tabloya rastlamamıştım. Harikulade... Harikulade...'
Sergi salonuna geleli 15 dakika olmuştu. İş çıkışı Kerem'i kolundan çekiştirip buraya getirmiştim. Günlerdir beklediğim sergi sonunda açılmıştı. Herkes benim kadar beklememiş olacak ki, çok sessiz bir açılış gerçekleşiyordu. Renkler bekledikleri ilgiyi görememişcesine solmaya başlamışlardı bile...
Önce bir hışırtı, sonra tok bir ses... Önce bir hışırtı, sonra tok bir ses...Tüm salonun sessizliğini delen bir ses... Öz güvenin sesi...
Kafamı çevirdim. Tahmin ettiğim gibiydi... Topuklu bir ayakkabı... Yok, yok bu kadarını tahmin etmemiştim. Beklediğim sadece topuklu bir ayakkabıydı, muhtemelen siyah... Ancak, bu kırmızıydı. Önce bacaklarına baktım, yavaş yavaş yukarıya doğru çıktı bakışlarım... Tanrım, muhteşemdi. Salondaki tüm renkleri kıskandıracak kadar güzeldi...
-Çok güzel di mi?
-Bak şimdi Metin, anlaşalım. Biz buraya niye geldik abicim. Akşam, akşam gidip bir iki tek atmak varken, bu trafikte dünyanın öbür ucundan getirdin beni. Hiç biri yetmiyormuş gibi, şimdi de bana iki ayaklı tabloları gösterip, 'güzel di mi' diyorsun. Abi, git işine yaa... Sen tabloları entel, dantel anlat... Dinliycem söz...
-Keremmm, oğlum. Sen ömründe böyle bi şi gördün mü yaa. Bu bir sanat eseri, inanılmaz bir şey...
-Abi, bakma şöyle yaa, rezil oluyoruz. Ne oldu senin tüm modernleşmiş, törpülenmiş duygularına. Bakışların Afrika'nın balta girmemiş ormanlarındaki bir panterinki kadar parçalayıcı. Belki de bir yamyamın. Yiyeceksin kızı... İnan utanmaya başladım, bakma kıza öyle yaaa...
-Oğlum, engel olabiliyor muyum kendime? Tamam, haklısın, bakmıycam artık... Gel şuraya oturalım, soluklanalım.
.....
-Tamam, haklısın. Yaptım bi eşeklik. Çok belli ettim di mi?
-Belli etmek ne kelime, kızın bacakları birbirine dolaştı.
-Dibim düştü abi, mutlaka tanışacağım o kızla... Bana az izin ver, onun gittiği yöne gideceğim.
-Peki, sen adam olmayacaksın... Ancak, sen de bana izin ver, ben şuradan ufak yollu kaçayım. Geldiğim, geleceğim son sergi olacak bu. Anlamam zaten böyle resimlerden. Renkler dans ediyormuş, külahıma anlatın siz. Çizemedim adam gibi bi gül resmi demiyorlar da, kargacık burgacık bi şeyler işte... Ben kime anlatıyorumm yaaa, nerde bu adammm?... Gitmiş bile...
.....
-Afedersiniz.
-Sorun değil.
-Birden fark edemedim sizi. Geriye doğru aniden dönünce.......
-Yok, önemi yok... Bir şey olmadı...
-Haftalardır bekliyorum bu sergiyi. İlk gün geldiğinize göre, siz de öyle olmalı...
.....
Ve böyle başladı... O gün ne yapıp edip, onunla epey konuşup, cep telefonu numarasını aldım. Tabii ki hemen aramadım. Ertesi gün de aramadım... Üçüncü gün bir mesaj yolladım. Birkaç saat sonra yanıt geldi.
Koşmayacaksın peşinde, koşsan da belli etmeyeceksin... Ne diyordu bir düşünür; 'savaşta kovalayan, aşkta kaçan kazanır'... Tabii, ben de öyle yaptım.
Bu işin raconu şu; bağımlı olmayacak, bağımlı edeceksin. Nasıl mı? Hep yedeğinde birilerini bulunduracaksın, onu özlediğinde diğerini arayacaksın, ondan ilgi beklediğinde diğerinin ilgisiyle yetineceksin. Sen yedeklerle idare ederken, o seni özleyecek, hem de çok özleyecek. Sana sitemler edecek 'aramıyorsun beni' diyecek. İçin, için güleceksin. Özlesen de, 'özledim' demeyeceksin. Ne kadar sevsen de sevgiyi yavaş, yavaş eroin gibi vereceksin. Sana bağımlı olacak... Öyle, ikide bir 'seni seviyorum' demeyeceksin, yılda bir bile desen olur...
Daha önce bu kitabı yazmıştım ben. Daha önce bunu, defalarca yapmıştım. Yine böyle yapacaktım...
Ancaaakk, bu sefer öyle olmadı, bu sefer her şey tersine döndü. Sanki yazılmış bütün kitapları okumuştu, sanki erkeklerin arasındaki gizli sırları biri ona açık etmişti. Bu kız, kül yutmuyordu. Bu kıza ulaşamıyordum.
Tanrım aşk bu muydu?... Bu kül yutmaz kız, yavaş yavaş iliklerime işlemeye başladı.
Yok, yok kaçan kazanırdı. Kaçmalıydım... Evet, kaçıyordum, ama aramıyordu. Beni sevmiyor muydu?... Hala aramıyordu... Yok, yok aramamalıydım. Özlemeliydi... Özlemiyor muydu?
Sular tersine akmaya başlamıştı. Bir girdabın içine çekilmeye başlamıştım. Onsuzluğu düşünemez olmaya başlamıştım. Aşk bu muydu? Aşk; bildiğim, okuduğum tüm kitapları yeniden yazmak mıydı? Gittikçe beni derinine çeken bir bataklıktı bu... İçinde debelenmekten keyif aldığım bir bataklık... Acı çekmekten hoşlanır hale gelmeye başlamıştım. Paçayı fena halde kaptırmaya başlamıştım. Yok, yok kaçmalıydım. Ondan, aşktan her şeyden...
.......
Bir gün düşündüm;
Zaten kredi kartı ekstremiz gibi değil miydi aşklarımız? Günübirlik ilişkiler, anımsanmayan yüzler, birilerinin gidip, bir başkasının geldiği... Ekstremizdeki hatırlamadığımız harcamalar gibi yaşamıyor muyduk?...
Yaşamdan avans alıp, hoyratça harcıyorduk oysa. Kaybettiklerimiz aslında gerçek değerlerimizdi. Sahip çıkmayı unutmuştuk. Eşimize, dostumuza, aşkımıza sahip çıkmayı unutmuştuk... 'Önce ben', 'Önce ben' nidaları yükselirken sokaklarda, bir diğerimizin kıymetini bilemedik. Aslında kendimizi, benliğimizi kaybettik. Eksik ruhlar haline geldik. Kadını kadın gibi sevmeyip, sahip çıkmadık. Erkek te erkek gibi sevilmedi...
Çocukluğumuzu düşündüm sonra; bayramda alınan tek bir elbisemiz olurdu, belki iki yıl aynı duyguyla yeniymiş gibi giyerdik. Onu hep severdik... Ulaşmak zordu, zor ulaşılan tüm değerler de çok kıymetliydi. Buzdolabına muzun girdiği gün heyecandan ölürdük, yemekten sonra verilecek yarım muz için, sekiz takla atardık. Ya babalarımızın gençliğinde bir kadına dokunabilmek, ona ulaşabilmek ne demekti. Oysa her şey suni ve bol artık. Ve her şey de bir o kadar tatsız...
Ve anladım ki; bilmeden kendi geleceklerimizi iğfal ediyorduk. Çocuklarımızın geleceğini...
Bunları tam olarak ne zaman mı anlamıştım?
Kızım doğunca....
Leyla Ayyıldız
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 23 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Kahveci : Alper Kutay Erke Kadın biraz ruj, biraz çorap, biraz etek |
|
Gençlerin böyle gazete köşelerinde kalem oynatmalarına karşı olduğunu söyleyen bir dost devamla şöyle bir tespitte bulunuyordu: "Mesela, sen ne anlarsın kadınlardan, ne kadar tanıyabilirsin onları, hele bizim gibi kırk, kırbeşine gel de ondan sonra kes ahkamını" ..
Birşey söyleyeyim mi, kırkbeşine de gelsen, yüzbeşine de gelsen, bir filozofa dönüp ömrünü kadının düşünce yapısı üzerinde deneylerle geçirsen de bu muamma varlıkları çözemezsin.
Hem ben böyle bir iddiada da bulunmadım, sadece bildiklerimi gördüklerimi yazıyorum. Evet kadından anlamam ama tabiatın en vazgeçilmez unsuru olduklarını bilirim. Hangi söze, hangi eyleme ne tür bir reaksiyon göstereceklerini kestiremem ama günde on saatini giyimine, süsüne, kuaförüne ayıran bir bayanın "erkekleri baştan çıkarma yollarını" sular seller gibi ezberlediğini anlayabilirim. Ne zaman saldırıya geçip, ne zaman duygusal takılacaklarına dair bir fikre sahip değilimdir, ama en etkili silahlarının ağlamak olduğunu söyleyebilirim. Zaten bunlar kadının litaratüründe var olan şeyler. Yani uzun lafın kısası şu an kadınlar hakkında ne biliyorsam kırkıma merdiven dayadığımda da bu bilgi birikimlerime(!) yenilerinin ekleneceğini hiç sanmıyorum...
*KADIN dalgalı bir denize benzer, nasıl dalgalı bir denizde karar yoksa kadında da yoktur. Kadını anlamak, dalgalı denizde bir gemiye binmek gibidir...
*KADIN erkeğin cebinde kalmış sinema bileti gibidir... Seansına göre kıymeti artar...
*KADIN bol yağlı bir dönere benzer, çevirdikçe pişer, piştikçe çevrilir.
*KADIN yumurtaya benzer, pişirmeden soyulmaz...
*KADIN biraz ruj, biraz çorap, biraz etek, biraz mantodur, zaten geriye ne kaldı ki...
*KADIN sobaya benzer, iyi havalarda yanar, ters havalarda tüter.
*KADIN hızlı giden bir arabaya benzer, insanın başını döndürür ama, sonunda bir yerde toslar.
*KADIN ofsayttan atılan bir goldür, kaleye girer fakat iptal edilir.
(Bu maddeler Süavi Süalp'e aittir)
Transferlik Kontör
Hani şu "tüfek icat oldu, mertlik bozuldu" sözünün yeni moda son versiyonu "cep telefonu icat oldu mertlik bozuldu" sözüne takıldım bir kaç gündür. Sadece bozulsa iyi, yandı, bitti, kül oldu!!!
Önceleri cep telefonumun kontörünün bu kadar çabuk bitmesine bir anlam veremiyordum! İşin aslını bu gün öğrendim, meğer kontör transferi diye birşey varmış memlekette! Yani bir arkadaşın senden habersiz, cep telefonundan kendi cep telefonuna kontur transferi edebiliyormuş!!! Yalnız bu transfer de bir gariplik var. Benim bildiğim transfer ücretini transfer eden öder, bunda transfer edilenden çıkıyor, transfer eden köşeyi dönüyor(!)
Vay kurnaz vay, vay sinsi ve hain arkadaş vay! Cep telefonumu mesaj gönderme bahanesiyle alıp kendi telefonuna konturumdan transfer etmek ha! Demek teknoloji özürlü olmak bu kadar kötü bir şey. Ne deyim sana, inşallah telefonun çekmesinde şebekesiz kalasın emi!
Çakıl
Seni düşünürken
Bir çakıl taşı ısınır içimde
Bir kuş gelir yüreğimin ucuna konar
Bir gelincik açılır ansızın
Bir gelincik sinsi sinsi kanar
Seni düşünürken
Bir erik ağacı tepeden tırnağa donanır
Deliler gibi dönmeğe başlar
Döndükçe yumak yumak çözülür
Çözüldükçe ufalır küçülür
Çekirdeği henüz süt bağlamış
Masmavi bir erik kesilir ağzımda
Dokundukça yanar dudaklarım
Seni düşünürken
Bir çakıl taşı ısınır içimde
Bedri Rahmi Eyuboğlu
Alper Kutay Erke
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 3 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Köpüklü Kahve : Müge Ünal |
Sana ithafen
Sana anlatılacak çok şey, yazılacak milyarlarca kelime, edilecek bir sürü laf, çizilecek bir sürü resim, yapılacak bir sürü heykel, senin için aşılacak bir sürü dağ, yürünecek binlerce kilometre yol var.
Eğer istersem, hele bir de deli gibi yapmayı arzu edersem, yaparım bunların hepsini, hem de nasıl yaparım. Ama sen memnun olasın, hayran kalasın, beni sevesin diye değil. Kendim için yaparım. Her yaptığımı sana ithaf eder sonra da keyfime bakarım.
Belki anlatıklarımın hepsi boş laftır ne bileyim? Yazdıklarım yalındır, boştur kelimelerin arası, üstü ve altı. Çizdiğim resimler çöpten adamdır. Yaptığım heykeller sadece çamur yığını, mermer israfı. Aştığım dağlar tepecik, gittiğim yollar ise kısacık. Sana ne... Bunlar benim için kocaman ve ben yaptım senin için. Sen istediğin için yapmadım ki... Ben senin için istedim. Hadi dur, ona ithafen bir şeyler yapayım dedim.
Hazırladım bir şiir. Okudum, senin için, en sevdiğim müzik ile. Ben çok sevdim, senin de sevebileceğini düşünüp bir de üstüne sevindim.
Pasta yaptım, en güzelinden. Süsledim ismin ile üstünü. Durdum, baktım dedim eksik var nerde nerde diye. Buldum en sevdiğim çiçek eksik üstünde. Hemen aldım koydum kremadan adının yanına. Önce uzun uzun seyrettim. Sonra kocaman bir dilim kestim. İsminin baş harfini aldım dilimime... Keyifle tattım. Senin de beğeneceğini düşündüm. Daha bir lezzetlendi lokmam bayıdıldım...
Soğuktan korusun diye atkı ördüm sana. Her ilmekte kattım sevgimi haroşaya. Sevgili atkım dedim. En sevdiğim renkleri ekledim. Her ilmekte daha bir sevdim. Sardım omuzlarıma. Baktım... Sen sarılmışsın gibi sıcacık geldi bana. Senin de beni böyle saracağın geldi aklıma. İyice ısındım o anda.
Çiçek yaptım günlerce çalıştığım raporumun üzerine. Seni düşünüyordum, en sıkıcı anda. Çok da güzel oldu. Görse çok gülerdi dedim. O hali ile dosyaladım. Daha bir çok sevdim, güldüm.
Güneşin doğuşunu seyrettim senin için... Diktim gözümü güneşi izledim dakikalarca. Görse o da hayran olurdu dedim. Biraz da izledim.
Kardam adam yaptım sana. En sevdiğin şapkayı taktım başına. Görse kıskanırdı dedim. Uzun uzun sarıldım adamıma... Daha bir sevdim.
Uzun uzun sevdim seni. Kendim için sevdim. Bilse onu sevdiğimi o da böyle severdi beni dedim. Daha da çok sevdim seni.
Sana ithaf ettim kalbimi.
Müge Ünal
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 12 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Ülkemizin içinde bulunduğu AB süreci ve beş yaşındaki oğlum.
Son günlerde beş yaşındaki oğlumun komut almadığı yönünde öğretmenlerinin yaptığı tartışma var gündemimde. Tüm bu AB değerlendirmelerinin, var mısın kampanyalarının, medyanın Tayyip'e olan desteğinin, Semra'nım faşizanlığının, döviz ve borsa durumlarının, kadın haklarının, çarşı pazar fiyatlarının, asgari ücret düzenleme komisyonlarının, yanı sıra gündem teşkil edecek bir özel durumum daha var anlayacağınız.
Tüme varım yöntemi ile eğitim sistemimizin, yalnızca yarının mirasçıları değil de bu günün ortakları da olduğu hamasi nutuklarına rağmen geldiği yerin göstergesi midir bu vaziyet bilemiyorum.
Eleştiren, kafasına yatmayanı uygulamayan, sorgulayan beyni yapısı koskoca yetişkinleri çıkmaza sokan oğlum ise durumun ciddiyetinin pek tabii ki farkında değil. Farkında olsa, örnek aldığı büyükleri yüzünden ne büyük hayal kırıklıkları ve travmalarla dolardı çocukluğu kim bilir!
Komut almayan (Emirlere uymayan ve anlamsız ve başkasına ait kuralları uygulamakta direnen) oğlumun tüm eğitim hayatı boyunca bin bir zorlukla karşılaşacağı yönünde fikir birliği eden kreş öğretmenleri ise ülke ve kent gündeminin yanı sıra oğlumun eğitim hayatının geleceği yönünde yaşadıkları derin kaygılar nedeni ile olabildiğince yorgun düşmüş durumdalar.
Oysa benim beş yaşındaki minicik elleri, masum bakışları, uyurken hala odaya yaydığı bebek kokusu, kocaman hayal dünyası ve duyguları ve üstüne üstlük de şimdiden bir kişiliği olan oğlum, bir koyun misali tüm yasaklara, tüm emirlere kayıtsız şartsız uysaydı ne de kolay olurdu tüm yaşamımız değil mi! Ve yakın gelecekte eğitim hayatı da tehlikeye girmezdi bu durumda.
"Ezberle" derlerdi, nedenini bilmeden ezberlerdi. "Git" derlerdi, giderdi. "Sus" derlerdi susardı. Hiçbir sorun ve kaygı yaşamazdı. Kendimi bildim bileli gittiğim okullarda, kendi yaşamımı emdiğim, sistemin gerektirdiği biçimde çocuk yaşımdan beri sürüklendiğim yerlerde gözümü açtığımda yok oluş sürecimin, benliğimin erimekte olduğu hayretle gördüğüm, sorgulamadan boyun eğmiş olduğum saçmalıkların hesaplaşmalarını yaşadığım gerçeği ile yeni yeni yoğrulmaya başlayan ben bile tüm bu farkındalıkları 30'lu yaşlarımda hissediyorken, oğlumun komut almamasından duyduğum gizli onura da değinmeden edemeyeceğim.
En azından, toplumun kendisine yüklediği rollerin altında ezileceği yaşlarda, bu benlik sorgulamasını yaşamayacak olmasından da mutsuz değilim açıkçası.
"Demek ki; doğru yapmışım." diyorum bazen. Demek ki o'nun , benim gibi yitik yılları olmayacak, pişmanlıkları bu denli açı vermeyecek günün birinde…. Demek ki, koyun yetiştirmekte fikir birliği etmiş bazı (!) eğitimcilerin egolarından koruyabilmişim can parçamı.
Kendi çizdiği güneşin rengini kendi belirleyebilen, kendi kıyafetlerini kendi seçebilen, yaşadığı evin yalnızca anne ve babasına değil kendine de ait olduğunun savunmasını kendi mantığı ile doğru bir biçimde yapabilen oğlumu komut almadığı için kutlayamam, biliyorum. Kutlasam da bunu anlayamaz sanırım henüz. Ama onunla bu nedenle gizli gizli gurur duyduğumu da inkar edemem.
Ülkemizin içerisinde bulunduğu AB sürecinde oğlumun bu tutumu ve kişiliği nasıl değerlendirilir, bilemiyorum. Yani bu süreç oğlumun koyunlaştırılma sürecine ne gibi katkılarda bulunur. Bunu zamanla ve yaşayarak göreceğiz.
Özge Kaya
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 5 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 5.034 kahveciye doğru yola çıkmıştır.
Yukarı
|
Dört duvar odam
Öyle miskin miskin duruyor köşesinde
Duvarlarım gibi sessiz...
Pofidik koltuğum...
sence...
bir koltuk da en az bir yatak kadar
hissedebilir mi yokluğunu?
Peki ya sen hiç kendi kendine konuşan
yatak gördün mü?
Bütün gece seni sorgulayan
uykularını kaçırtan?
ve artık hiçbir askısını kullandırtmayan bir dolap
ve hala sen kokan kazaklar, gömlekler...
düşünebilir misin ki onlar bile küskün...
ya şu radyoma ne oluyor ki...
sanki hep de kolluyor vuracağı zamanı
her daim pusuda...
hele bu halı... var ya bu halı...
ayaklarının hiç basmadığı...
ona ne oluyor ki?
Peki ya bu mor perdelerim
Reddeden açılmayı...ışığa, güneşe, güne uyanışı...
Hepsi el birliği etmiş
Suskun ve küskün
İyi be...Yıkılın bari üstüme duvarlar...
Yıkılın ki...
Tahribatın hakkını verelim...
Bari faili meçhul bir cinayetten gidelim...
Mehmet Güneş
Yukarı
|
Amaninnn iyi dağıldık!..
Yukarı
|
ANKARA EKİN TİYATROSU 15 YAŞINDA!
13 Aralık gecesi yapılacak olan Emret Bakanım (Helikopter) adlı oyunumun galası için Ankara'ya gittim...Gerçi söz konusu oyunu geçtiğimiz ay Çorlu turnesinde izlemiştim ancak, Ankara Ekin Tiyatrosu'nun kuruluşunun l5 inci yılına rastlaması nedeniyle tiyatronun kurucusu Sevgili Faruk Güvenç'in ısrarlı çağrısı karşısında gitmemem düşünülemezdi. Çünkü söz konusu kutlamayı çok önemsiyordu Faruk...Nasıl önemsemesin ki? 13 Aralık l989 günü kuruluşunu gerçekleştirdiği Ankara Ekin Tiyatrosu, bütün güçlüklere karşın tam on beş yıl kesintisiz olarak sürdürmeyi başarmıştı sanat yaşamını.. Özel tiyatroların nasıl bir savaşım verdiğini bilen bizim gibi insanlar, bunun ne kadar önemli olduğunun ayırdındayız kuşkusuz...
Ankara Ekin Tiyatrosu bu on beş yıl içinde l8'i Türk yazarlarına ait olmak üzere 24 oyun sergiledi... Hangi koşullarda mı? Her yılın en az 90 gününü turnelerle Anadolu'da geçirerek, toplam l350 eder gün sayısı bu on beş yılda..Bu on beş yıl içinde yaklaşık 4000 kez perde açtı... Yaz-kış, yağmur-çamur demeden, en güç koşullarda Orhan Asena, Erhan Gökgücü, Aziz Nesin, Tuncer Cücenoğlu, Haluk Işık, Dario Fo vb. bir çok yazarın oyunları sahnelendi Ankara'da ve Türkiye'nin en uzak köşelerinde...
* * * *
Başta Sayın Ecevit'ler olmak üzere, eski Kültür Bakanı Istemihan Talay, eğitimci Hüseyin Hüsnü Tekışık, hep hayranlık ve saygı duyduğum Imren Aykut, Uluç Gürkan, Nurettin Sözen, Mustafa Gazalcı, Yekta Güngör Özden, Atila Sav, eğitimci dostumMehmet Açıktan, A.Ü.D.T.C Fakültesi Lehçe Bölümü'nden dostum Doç Dr. Neşe Yüce, bu tiyatroya katkılarını hiç esirgemeyen Devlet Tiyatrosu'ndan dostlarım Mine Acar, Murat Atak, Adnan Başer ve benzeri kişilerin katıldığı görkemli gecede hazin olan durum, Devlet Tiyatroları Genel Müdür Yardımcısı olmasına rağmen, bütün gücüyle bu tiyatronun yaşaması için çaba gösteren dostlarımdan Sabri Özmener'in sahneye çıkıp, artık tiyatronun kapanacağı gerçeğini açıklaması oldu... Gerekçe mi? Belli değil mi? Ekonomik durum... Tiyatronun, kirasını ödemekte güçlük çekmesi nedeniyle Mahkeme kararıyla bu ay sonunda Merkezden çıkartılacak olması... Yani l Ocak 2005 tarihinde yeni yıla bir eksik tiyatroyla gireceğiz... Ne acıklı bir durum...
İlk ağızda ödenmesi gereken paraya gelince yalnızca l50 milyar lira...
Yani İstanbul'da Beşiktaş'ta bir daire parası...
Oysa bir mezbelelikten bir Kültür Merkezi yapmayı başarmıştır Faruk dostumuz... Gene bir şıklık yaparak her koltuğa tiyatroya emeği geçen tiyatrocuların adlarını da vermiştir... Parası olsaydı aksatır mıydı kirasını? Üstelik Faruk o kadar titizdir ki para işlerinde, kendi örneğimi vererek bu savımı açıklamakta yarar var galiba...
Oyunumu ilk kez geçen sezon oynamaya başladılar...Oyun sahnelenmeye başlandığında kendisine : "Özel tiyatroların sıkıntılarını biliyorum Faruk... Telif için kendini zorlama... Borçlarını bitirdikten sonra yollarsın..Gönderemesen de canın sağ olsun.. Önemli olan tiyatronun yaşamasıdır...." dememe karşın titizlikle her hafta sonunda göndermiştir telifimi... Işte böyle yazarına, telif hakkına saygılı bir arkadaştır Faruk Güvenç...
* * * *
Bu tiyatro yaşamalıdır....
Çünkü Parlamentoların sustuğu anlarda bile tiyatrolar muhalefet görevlerini yapıp susmazlar. Onlar da susmak zorunda kalırlarsa, daha mı eksiksiz olacaktır bu ülkede her şey...
Çözümü de kolay görünüyor bu işin bana...
Salonun koltuk sayısı sanırım 300 ...
Öncelikle yazarların özel tiyatrolara sahip çıkması gerektiğinin bilinciyle ben bu koltuklardan bir tanesini 2 milyar Türk lirası verip satın alıyorum bu satırları yazdığım sırada... Ve Faruk'un hesabına, bu parayı gönderiyorum hemen şimdi.
Zaten o gece başta Hüseyin Hüsnü Tekışık, eşi ve kendisi için 5 milyar Türk lirası verip iki koltuğu satın alarak başlatmıştı kampanyayı... Birkaç milletvekili de aynı şeyi yaptı o gece...
CHP ve DSP yetkilileri ise gereğini yapacaklarını müjdelediler gene o gece...
* * * *
Ciddi kuruluşları, siyasileri, sivil toplum örgütlerini ve halkımızı Ekin Kültür Merkezi'nden ay sonuna kadar, gecikmeden birer koltuk almaya çağırıyorum...
Yok mu 70 milyonluk bir ülkede önemli bir özel tiyatronun yaşaması için birer koltuk alacak 250-300 kişi?
Benim inancım, halkımızın tiyatrosuna sahip çıkacağı yönündedir...
Bakalım hep birlikte göreceğiz bunu...
Tuncer CÜCENOĞLU
tcucenoglu@yahoo.com
Yukarı
|
İşe Yarar Kısayollar - Şef Garson : Akın Ceylan Yamağı : Ayşe Nur Gedik |
http://www.e-grammes.gr/turkman.htm AB'ye girmeye çalışırken merak ettiklerimizden biri de onların bizi ne gözle gördüğüdür. Mesela Yunanistan'da belli bir kesimde üyeliğimizin nasıl algılandığına güzel bir örnek isterseniz bu linke gidin mutlaka. İnsanın görünce "Ahh keşkem" diyesi geliyor vallahi:-))
http://www.buddybearsinistanbul.com/default.asp Bir dostumun hatırlatmasıyla İstanbul'daki güzel bir etkinliği atladığımı farkettim. Oysa gözlerimle görüp, ellerimle de ellemiştim. Evet belki birçoğunuz gördü ama görmeyenlerin mutlaka gitmesi gereken bir festival var İstanbul Tepebaşı'nda. "HOŞGÖRÜ FESTİVALİ" Birbirinden güzel ayıcıkları görmek aralarında yapılan etkinliklere katılmak için tutun çocuklarınızın elinden ve gidin mutlaka. Ayıcıkları önceden incelemek isterseniz buyrun size adresi.
http://www.odtumd.org.tr/etkinlik/40yil/sevgidamlalari/info.htm
Sevgili Ahmet Kemal Üner'in önderliğinde hazırlanan bir değerli CD çalışmasına gidiyor bu link. ODTÜ Mezunlar Derneği'nin burs çalışmalarına katkıda bulunmak üzere hazırlanan bu CD için bakın ne diyorlar; "Derneğimizin 40. yıl projelerinden biri de, 1965'lerden günümüze, üniversite yıllarımızda popüler olmuş, hepimizin sevdiği, mırıldandığı "sevgi" temalı şarkılardan oluşan CD projesidir. CD projemize yapacağınız katkıyla da gerçekleştirmek istediğimiz hedefe erişmemizi ve burs fonumuzun yaygın tanıtımını sağlayacaksınız." Nostaljik şarkılardan oluşmuş bu CD'yi hayırlı bir iş için edinmek isteyeceksiniz umarım.
Orda bir Erciş var uzakta http://www.ercis.net ...Bu sitedeki amaç, Erciş'in ve Ercişli’nin tanıtımına katkıda bulunmak. Anadolu kentlerinin içinde bir çok tarihi ve kültürü zengin kentler mevcut. O kentler zaten biliniyor ve ziyaretçi çekiyordur. Erciş bu kentler arasinda hakikaten kendisini ortaya çıkartamamış, bazi nedenlerden dolayı ihmal edilmiş bir kent...
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
Star Downloader Free 1.44 [1622 KB] 98/2k/XP FREE
http://stardownloader.swmirror.com/sdfree.exe Yükleme hızınızı dörde katlayacak bir program. Ücretsiz olması da cabası. Son derece güvenli bir kullanım olanağı sağlıyor. Özellikle dial-up kullanıcılarının elinin altında olması gerekli bir yardımcı program.
Yukarı
|
|
|
|
|
|