|
|
|
27 Aralık 2004 - Fincanın İçindekiler |
Editör'den : Maruzatım var yine!... |
İyi haftalar,
Önümüzdeki birkaç hafta epeyce yoğun geçecek sanırım. Meğer hiç sanıldığı kadar kolay değilmiş bu meret. Sanalını beceriyorduk sahicisi neden zor olsunla başladık ama meğerse bürokrasi içine işlemiş bu yayıncılığın. Zamanında gözleri çok korkmuş dayamışlar nizamnameleri. Şimdi gel de çık işin içinden. Yahu buna ne gerek vardı dediğin herşeyi biraz düşününce "Ayol vallahi haklı adamcağızlar" deyip oturuyorsun. O, bu, şu derken zaman akıp gidiyor. Söz verdiğimiz zamanda çıkmak için çok çalışmalıyız çook. Velhasıl, bu aralar sizlerle fazla sohbet edemezsem beni mazur görün olur mu? Ben sizleri güzel yazılardan mahrum etmeyeceğim, sizler de beni o güzel mesajlarınızdan, dilek, öneri ve şikayetlerinizden ayrı koymayacaksınız. Anlaştık mı?
Bugün için sevgili Nurettin 2005 yılının ilk fallarımızı yollamış. Yeni yıla önünüzü görerek girmek için okumadan geçmeyin sakın. Günün şarkısında sevgili Nuri Merzi'nin yazısına eşlik edecek bir melodi var. Leonard Cohen'den "In my secret life". Hepinize yılın bu son haftasında esenlikler, yeni yıla mutlu ve başarılı girebileceğiniz günler diliyorum. Hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
Brezilya'lı Kahveci : Nuri Merzi |
ARTIK...
Artık, uzunca bir süredir, yabancı dildeki eski şarkıların sözlerini daha kolay anlayabiliyorum. Bir de baktım, o şarkıların sözlerini neredeyse tümden sökmüşüm. Şaşırdım, çünkü onları yaklaşık otuz yılı aşkın hiç dinlememiştim (öyle işte). Herhalde, dedim, içimde uyuyan Maal bana seslenmeye başladı. Melodilerini iyi kötü bildiğim şarkıların bu kez dile gelip şakır şakır konuşmaları bana çok tuhaf geldi. Maal, dedim, bana bir oyun hazırlamakta. Esas şaşırdığım, niye bu kadar beklemiş olduğuna ilişkindi (meğer Maal ile hiç alakası yokmuş). İlk, Yesterday şakıdı, sonra, Hotel California, giderek, C'était a Orly, Comme d'habitude, Sound of silence, L'été indien ve daha niceleri: A man without Love ve nihayet Johnny Guitar. Ne İngilizcem iyidir ne Fransızcam, ama şarkılar kulağıma öyle candan, sevgiyle üfleniyorlardı ki, herhalde kayıtsız kalmam mümkün değildi, ben şarkıların artık sözlerini de tam ve eksiksiz olarak algılıyordum; algılamak ne kelime, şarkılar, beni, adeta bir ayindeymişim gibi beni kendimden geçirmeye başladılar. Hayır, olup bitenlerin geçmişe yönelik bir hasretle de alakası yoktu (niye olsun ki). Ha, bu arada, yeni şarkıları anlamakta hala güçlük çekiyorum. Ama eski şarkıların güftelerini, isterseniz, size, artık, tek kelime atlamadan, yazabilirim. Ama bir de şu var, eskiden iyi kötü ıslıkla çaldığım parçaları, bundan böyle) hiç çalamıyorum. İşte böyle tuhaf bir durumu yaşarken, aklıma birden Leonard Cohen'i dinlemek geldi; neredeyse bir o eksik kalmıştı (işe bakın). Cohen, benim, zamanında sözlerini en fazla söktüğüm şarkıcı idi. Bununla beraber, şunun melodisi nasıldı yahu dediğim bir dolu şarkısı vardı, bir dolu ne demek, hemen hepsi sanki melodisizdi. Heyecanla, koştum,onun eski şarkılarını rastgele dinlemeye başladım: Suzanne, Chelsea Hotel # 2, Who by Fire, Bird on a Wire. The Partisan, Fameous Blue Raincoat....Heyhat, zamanında ne söktüysem hala oradayım, belki de gerilemişim, ama tuhaf olan şuydu ki Cohen'in şarkılarını artık çok melodik buluyordum, hatta ıslıkla çalmaya başladım onları, doğru yanlış, bilemiyorum. Gittim yeni (benim için) şarkılarını dinledim Cohen'in: In my secret Life, A Thousand Kisses Deep, Alexandria Leaving ... İlk dinlememle birlikte şarkılar benim oluyordu. Bırakın ıslıkla çalmayı, piyanoda bile çalabilirdim bu parçaları (piyano mu). Ama ya sözler; sözleri pek anlamadım, bırakın eskiden olduğu gibi bir iki kelime bir yana, neredeyse hiç. Eski şarkıları mı kazandım/kaybettim, Cohen'i mi kazandım/kaybettim ?
Melodi sahi ne. Söz ne. Söz, adı üstünde bir parola mı, aslında kendimizi emanet edebileceğimiz melodiye sahip olmak için. Yoksa, melodi, o eninde sonunda acı veren sözler için bir uyuşturucu mu. Ya da, melodi de sözler de bir kenara, ritimse esas, insanın zihninin formatlanması gibi birşey mi bu; aslında o zaman herşey bir kenara değil mi; sözmüş, melodiymiş. Sanmıyorum.
Birçokları gibi ben de, gençliğimde, geceleri, bir dolu şehirde, tanımadık semtlerde, geceleri, yalnız dolaştım. Yalnız ben, benzerlerim gibi ıslık çalarak değil dım-tıs dım-tıs diyerek dolaştım. Şimdileri, düşünüyorum da, hoşlandığım yerlerde, hiç dım-tıs dım-tıs dememişim. Hoşlandığım yerlerde (hiç adres almadan kendiliğinden bulurdum oraları), bencileyin etrafı takdir ederdim, diye hatırlıyorum, bu olduğu gibi kabullenmekti sanıyorum, bunun giderek oraları sahiplenmek olduğunu çıkarıyorum şimdilerde; sorsanız oraları nerelerdi diye, size işte orasıdır diye tarif edemem. İçimden gelirse, kendim, nerelerden geçtiğimi bile tam çıkaramadan, hoşlandığım yerlerde, kendim için, bugün bile, benzer yeni egzersizler edinirim. Bu tür yerlerde, hep aklımdan, burası ne kadar anlamlı bir yer, diye belli belirsiz bir şey geçerdi. O anlamın ne olduğu, sonraları, yaşananlardan çıkardı; o anlam ve o yer, zihnimde buluşurlardı. Ama bazı yerler de vardı ki, onların adresini, önceden veya sonradan yazardım kafama, cadde sokak planlarını da defterime çizerdim. Oraların, hangi şehrin neresine düştüğünü bilirdim, oraların ruhları ancak o zaman benim için bir anlam ifade ederdi. Ha, dım-tıs dediğim yerlere gelince, zihnimde oraları kendimce yeniden yapılandırırdım: birkaç basamakla inilen bir bakkal mı, orası benim için bir bar olurdu, fırın pastane, eczane manav, manav çiçekçi, kasap terzi, terzi kasap. Yıkardım birkaç bina, duruma göre bir park yapardım ya da bir meydan açardım. Daha neler neler. Dım-tıs olmadan olacak işler değildi yani bunlar.
Babamın, ben artık özgürleşmeye başladığımı hissediyorum demesinin, ne anlama geldiğini bir daha mı düşünmeliyim (ona sorsam, aynı şeyi tekrarlayacaktır). Ya şu rap'çiler; burada olan biten peki ne (oğlumun anlattıklarından da bir şeyler çıkarmağa çalışıyorum, pek yapamıyorum; arkada hoş bir melodi, önde ondan bağımsız, sanki biraz sonra ölecekmişsine (sinirden) hızlı hızlı memnuniyetsizce söylenen birtakım sözler; melodi ve sözlerin bu kadar ilgisiz olduğu şarkılar dinlememiştim). Her neyse, herkes gibi ben de, iyi kötü bu kadar şarkı dinledim, müziğin neden bu kadar insanı tahrik ettiğini (harekete geçirdiğini) bir türlü, tam olarak, çıkaramadım. İsyansız bir özgürlük mümkün mü; bu o mu. Başkalarını istismar etmeden kendimize yer açmak, bu mümkün mü. Müzik bunu mu yapıyor. Bir tür özgürlük mü müzik. Özgürlük aslında sahi ne. Serbest olmakla, hür olmakla alakası yok gibime geliyor. Bu özümüzün gür olması değil mi (hangi dilde bu var, bilen söylesin); bu gür içeriği hayata geçirmek değil mi; öz, bir pınardan başka ne olabilir. Yoksa, müzik, insanlara örnek bir projeyi yaşama imkanı mı veriyor. Bir takım şifreler aracılığıyla, belli bir zemin üstünde, bir ritim, uyum içinde, bir anlam oluşturma etkinliği mi müzik. Müziğin diğer sanatlardan bir farkı da, etkinlik bittiğinde, şekil olarak elde hiçbir şeyin kalmaması mı; sanki, doğmuş ve ölmüş ve uyum içinde bir anlam doğrultusunda yaşamış notaların, bize yaşattırdıkları zihnimizde kalan . Müzik, terörizme bulaşmadan gerçekleştirilmiş bir özgürlük mücadelesi desem bunu benimseyebilirim; ne bir yalan ne de bir dolan. Çünkü bir takım sesler doğuyor, ölüyor, doğuyor ölüyor, bunu temaşa ediyorsunuz. Hiçbir günahınız yok üstelik. Hele bir de hemencecik melodilere sahip olup sözleri anlıyorsanız ne mutlu size; şefkat ve şehvet gibi iki kurşun askeri de istediğiniz gibi yönetiyorsunuz demektir. Bu iyi.
Nuri Merzi
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 8 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Beyaz Düşler : Sabiha Rana KuRAn ^^ Yaşar^^ ken |
|
İlk kitaplardan olan,
KuRAn ı okuyup, anlamaya çalışırken,
Anladıklarımla,
^^YAŞAR ^^ gibi yaparken..! ! ? ?
Çocukluğumda
Bizim mahallede
Rahmetli çiçek kalpli,
Bir ''YAŞARİYE'' ablam vardı..
Onun karşı komşusuydu YAŞAR ağbi..
İki aynı isimli,
İki ayrı komşu..
YAŞARİYE abla ve
Fırıncı YAŞAR ağbim....
Döner, döner
Sonra da Konya'ya geldim derdi..
Bizim mahalleli de
Kafayı yediğini
Sonrasında da döne döne,
Mekkeye gittiğini söylediler...
Mahalleliden ve Meleklerden duyduğuma göre,
Sonra ne dönmüş,
Ne de görülmüş...
Komşu oldular belki yine..
YAŞARİYE ablam çay demlemiş...
Camdan bakıyor,
Küpeli çiçekleriyle...
YAŞAR ağbi de şöyle bir dönmüş..
Ya Konya, ya Medine belki de
Döne döne dönmeyen,
YAŞAR ağbim ve
Ne Melek komşumuzdun sen
YAŞARİYE ablam..
Dua çiçeklerim ebedi cennetinizle...
Düşlerim düşündüklerimle var olmaya çalışıyorum..
Sonuç: çingene sabişlik, cehennemlik..
Melekler yüreğinizden öpsün..
Sabiha Rana http://www.sabiharana.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 7 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Ters Köşe : Mehtap Akdeniz Kezban Avro'pada. |
|
Zincirleme yazı diye ben buna derim. Kahve Molası'nda son günlerde çıkan biribirinden alakasız anı yazılarının zincirine bu yazıyı da takıverin okuduktan sonra.
Bizim arap Beyhan, Teyzuş Ferda'nın mailinden yazı çıkarıp; yazısında ayak üstü yazdığı senaryosunun arasında ("Sevgili Edi Kahve Molası'na yazacağım ama konu bulamıyorum" diyen tembel yazar arkadaşlarıma duyurulur) diye birilerine atıfta bulunca, doğrudan üstüme alındım. Tembellikten vazgeçip, ıvır zıvır konularla köşeleri tutan gazete köşe yazarlarından bir eksiğim olmadığına da iyice kanaat getirdikten sonra; Beyhan'nın 'İstanbul'da turist olmanın dayanılmaz enayiliği' içerikli yazısı üstüne bir misilleme anımı yazmaya karar vedim. İster Beyhan'nın Sarıyer'inin, ister Nadya'nın Almanya'sının sonuna ekleyin beni
O yıl...
Bilmem kaç sene önce, bir reklam fliminin post production işlemleri için üç kişilik bir ekip olarak, Londra'ya doğru yola çıkmıştık. Elimizde birer küçük çanta ve metal flim kutularımız ile ne iş yaptığımızı Atatürk Havaalanı görevlilerine anlatmaya bile gerek yoktu. 'x-ray ışınları flimlerimize zarar verir, biz yandan geçiverelim' dediğimizde Türk görevliler, bize hak vermişler ve uçağa kenardan sorunsuz binivermiştik. Finnarikikakari bir aprona inip, alanda onca yükümüzle sürünmeyelim diye British Airways ile uçmuştuk. Firmanın son kullanma tarihi dolmuş hostesleri ile yaptığımız yolculuk bitmek üzereydi ki... 'Londra'ya hoşgeldiniz böcekler' dediklerini duyar gibi olduk. Onlar üstümüze böcek parfümü sıkarken, ben de bir sonraki uçuşuma onlara hediye olarak bir kutu Teşvikiyeli hamam böceği havyarı getirmeye and içmiştim.
İngiliz gümrük görevlilerine ellerimizdeki filmlerin ne işe yaradığını anlatmamız çok kısa sürdü. Hemen anladılar(!) ancak, x-rayden geçirirsek bozulabilirler kısmını anlatmamız hayli zor oldu.
On günden fazla kalacağımız için daha ekonomik olur düşüncesiyle, şehrin ortasında küçük bir daire kiralamıştık. Yırtık pırtık koltuklar; nuhun ebesinden kalma mutfak gereçleri; adam başı birer tabak, çatal, kaşık, bardak; bir kutu tereyağı ve olsa olsa burada mütemadiyen at tepişmiş dedirtecek kadar iğrenç kokan iki çift kişilik yatak. E, biz şimdilik üç, ertesi gün itibariyle dört kişiyiz? Nassı yani? Dört kişi geliyoruz diye, çiftleşmek mi zorundayız yani Avrupada? Seks büyüğün, koltuk küçüğündür şeklinde bu meseleyi de çözdük..
Sorun çıkarmayacağız ya... Çıkarmıyoruz işte!..
Ertesi sabah...
Studyoda işleri yoluna koyduktan sonra verdiğimiz tereyağlı ekmek molasında Avrupa sokakları ile ilgili ilk uyarımızı aldık. 'Aman üstünüzde değerli bir takı olmasın. Çıkarın o kolyeleri, mazallah yürürken boynunuza asılıp çalarlar!' Giden altın olsun be koçum, bu arada boyun kopmuş onu düşünen yok.
Bizim ülkemizdeki studyolardan geceli gündüzlü çıkamazken burada herşeyin ve en önemlisi mesainin dakik olması Londra'da çalışmanın en güzel tarafıydı... Ancak son gün bu bayıldığımız kural 15 dakikalık bir mesai için bize bir gün fazladan kalmaya mal olunca, 'gözünün yağını yiyeyim memleketimin mesaisiz çalışanının' dedirtmedi değil. Sorun çıkarmadık, bir gün daha kaldık.
Öbürsü gün...
İşler yolunda gidiyor. Biraz gezmek için vakit, Londra'nın dar sokakları, barları, cafeleri ve butikleri var. Yanımızda gelirken gümrükten geçirebildiğimiz para ile bu sokaklarda daha fazla idare edemeyeceğimizi anladık. Bir tabak omletin yanında yediğimiz koca bir Avrupai kazıktan sonra, prodüksiyon için öngördüğümüz parayı bir an önce Londra'ya transfer etmenin yararlı olacağı konusunda hemfikir olduk.. Ve Türkiye'ye haber saldık.
- Bize Toplam bütçe'deki Londra ayağını havale edin hemen!
- 43 bin Pound... Tamamını mı?
- Evet!
- Yarın sabah elinizde efendim.
- Aferim.
Öbürsü sabah...
Sokaklarda dikkat çekici olmamak için en paspal eşortmanlarımızı giyip, sportif sırt çantasını sırtımıza takıp koyulduk banka yollarına. Banka şubesi kaldığımız eve uzak olduğu için, pis evimizin köşesindeki bankada bir hesap açtırmanın çok akıllıca olduğu konusunda da Türkçe fikir birliğine vardık. Banka kapısında içeri girdiğimizde görevliler halimize bakıp bizi bir şeye benzetemediler önce. Türkiyeden havale beklediğimizi söyledik. Adam, önce işlemlere sonrada bön bön suratımıza baktı ve 'Evet gelmiş' dedi. 'Biz onu çekiverelim', dedik. Görevli koşarak içeri girdi. Gitti gelmez, gitti gelmez... Yaklaşık bir saat sonra üç kişi olarak geri döndü..
Bizi özel bir yere aldılar. Ve başladılar mıncık mıncık 50 lik,100 lük banknotları bankoya dizmeye. Yanında da bir tomar büyük sarı zarf. Nassı yani? Bu paranın binliği yok mu brader? Hadi anlaşalım beş yüzlük olsun.. Bu ne? 'Alın Pound dağlarınızı ve ne haliniz varsa görün Londra yollarında' denir mi bu saf turiste?. Tedarikli geldiğimiz çanta, hacminin sadece on, on iki bin Pound'luk olduğunu belli edince kalanını oramıza buramıza tıkmaya başladık. Meme boşluğumuza, olmadı sırtımıza, olmadı paçalara, tamam kabul ediyorum biraz da mabadımıza doldurduk. Pantolanlar çoraba, kazaklar bele iple sıkıca bağlandı. Biz paralarımızı kendimize istiflerken, adamlar bize bön bön bakmanın ötesine geçip, birbirlerine bön bön bakmaya kadar işi vardırdılar...
E, ne yapacaktık, 43 bin bölü 50 lik şeklinde adetlediğiniz parayı acaba Avrupai kardeş? Biz büyük annelerimizden böle gördük. Siz onu bile görememişsiniz. Ayrıca da acayip hayret bir şeysiniz! Bunu da bilin.
Ay bu bankadan sıkıldık. Hemen koşarak pis evimizin köşesindeki cici bankaya gittik..
O banka....
- Biz vadesiz hesap açtırmak istiyoruz.
- Tutar?
- 43 bin Pound
- Mümkün değil
- Neden?
- 5 bin Pound'tan daha fazla hesap açmayız
- Hahahhahha.. Çok şakacısınız...Aynı zamanda da çok Avrupaisiniz...
- İmkansız...
- Peki pratik bir çözüm?, Müsteri memnuniyeti?, Kaizen?, Stres yönetimi? Performans eğitimi? Falan filan böle konseplere takılsak?
- Kanunlar böyle
- Nasıl kanunlar bunlar?
- 15 gün hakkınızda soruşturma yapılacak, paranın kaynağı araştırılacak ve siz yabancı olduğunuz için de itibarlı bir İngiliz'den kefalet gerekecek.
- Ebeme ihtiyaç yok mu? Onu da arasaydık.. Doğal sarışınım, Tatlım, biz on gün sonra ziyadesiyle bu paraları harcamış olarak burayı terk edeceğiz.
- 15 günden önce mümkün değil. Hatta bu tutarda hesap açtırmanız hiç mümkün değil.
- Bırak yaa.. Delirmiş bu... Londra'da mis gibi Türk Bankaları var. Gideriz müdüre odasında bir çay içer, memleket hasreti yapar, yatırır geçer gideriz.
- Hadi bize byeeee gülüm...
O öğlen
Telefonda konuşmadığımız Türk Bankası kalmadı. Hepsi bizden daha çaresiz ve kimsesizdi. Sonunda masanın üstü para yığını tarzında o pis evde kalakaldık.
- Kalkın gidip yemek yiyelim. On tabak omlet ısmarlarsak şu koçandan kurtuluruz mesela.
- Şahane fikir bence de parayı koçan koçan harcıyalım.
- Bir ev alalım. Ben yolda giderken gördüm 40 bin Pound'a süper bir tek katlı ev var.
- Yaw yemeğe nasıl gedeceğiz, parayı evde tek başına mı bırakacağız?
- Nöbetleşe birimiz evde kalalım.
- İyi fikir! hatta ilk sen kal.
Yapacak bir şey yoktu. Türkün aklı bir. Bu paranın önemli bir kısmından kurtulmamız, iş bitiminde yapacağımız tüm ödemeleri peşinen yapmakla, kalanını da Londra barlarında afiyetle yemekle mümkündü. Üstelik İstanbul'daki patronumuz havaleyi erken yaptırdığımız için bize kızmış ve inşallah sorun olmaz diye de fırçalı bir temenni yollamıştı. İşin kötüsü ertesi sabah da Londra'ya geliyordu. Paranın erken transferinde ısrarcı olan prodüksiyon şirketi yusuf yusuf vaziyette, Avrupa'yı dize getirecek yatırımsal çözüm peşinde koşuyordu.
Allahım bize akıl fikir ver, para içinde delireceğiz bu yaban ellerde...
- Bütçeyi çıkar, burada yapacağımız ödemelere bir bakalım.
- Hesaba göre yönetmen, studyo, ses, müzik toplam 32 bin Pound.
- Ev sahibi ve organizatöründe parasını ödedik mi süper. Adam başı 2 biner Pound falan kalır bize, onu da herkes bir yerinde(!) saklar artık.
- Oldu bu iş. Hadi eve dönelim, paraları alıp yönetmen ve studyo ödemesini yapalım.
Tekrar en süslü eşofmanlarımızı sıkıca giyip, ödeme yapılacak kişilere göre meblağları ayırıp, şahsiyetin mana ve önemine uygun yerlerimize paraları yerleştirdik(!). Benim sırt çantası da tepeleme Pound dolu vaziyette yola koyulduk. Studyoya vardığımızda beni paranın heyacanından daha fazla heyecanlandıran bir konuğum bekliyordu. Uzun zamandır Londra'daydı ve gözüm parada pulda değil, onun ışıl ışıl gözlerindeydi.
- Bana bak ne diyeceğim, burada sokaklar tekin değil, sakın fazla para taşıma yanında.
- Yok be tatlım çok bişi yok.
- 50 Pound'tan fazla taşıma sakın. İsterlerse de hemen ver.
- Hepsi hepsi bu kadar yaw taşıdığım paranın...
Önce çantanın içini sonrada dolgun dekoltemi gösterdim. İri gözleri yerinden birkaç saniyeliğine çıkıp geri girdikten sonra para dağıtımına başladık. Yönetmen ve kameramanları hiç sorun çıkarmadı sağolsunlar. İhtimal Türkiye'ye sık gelip gittiklerindendir. Türk Birliği'ne alınmışlar besbelli.
Ama ya studyo öyle mi ya? Bön Bön Avrupalı.
- Alamayız
- Fiyat teklifiniz kadarını peşin ödeyeceğiz işte. Bütçede oynama olursa giderken hesaplaşırız.Oki doki?
- Fatura kesmeden alamayız..
- Kesin o zaman..
- İş bitmeden fatura kesemeyiz
- Bitti farzetin yaw...
Ay ölecem yine o bön bakış.. Bu bakıştan sonra olay kilitlenir artık bunu öğrendik.
Bilmem kaç saat Allahın Avrupalısına dert anlatmaya çalıştık. Müdürleri, genel müdürleri, avukatları, sigortacıları derken olayı memleket meselesi yaptılar. (Sanırsın para koçanını Avrupa Birliği'ne alacaklar. Bizim görüşmelerin niye uzadığını anlayın işte dermişim) Fatura kesemeyeceklerini, faturasız giriş yapamayacaklarını ama kasalarında emanete alabileceklerini söylediler.. Oh! Diyerek derin aldığımız nefesi veremeden oracıkta ölecektik. Avrupalının gariban kasası sadece 10 bin Pound'a kadar sigortalıymış!!!!
Ver ver kurtulamıyoruz.. Aynı mantıkla ses ve müzik ödemelerini de yapamıyorduk hiç şüphesiz.
- Senin kıçında kaç Pound kaldı?
- 8 bin.
- Senin
- 6 bin
- Allahım sen sabır ver! Evdeki paraları da hesaplarsak 23 bin Pound'luk fırça yiyeceğiz yarın sabah patrondan.
- Eve gidelim. Kusucam.
......
Günler geceleri, geceler günleri para yeme telaşı içinde kovaladı. Sonunda İstanbul'a beş parasız dönmeyi başardık...
Avrupa Birliğine gireceğimizin falan olmadığı şu günlerde, ekonomik olarak zorunlu; kültürel anlamda sorunlu bulduğum konuya ters bakışım belkide çok şahsi biliyorum. Avrupalıların benim ülkemde bana; onların ülkelerinde benim onlara 'Bön bön' bakışımızdan kaynaklanıyor bütün tersliğim. Belki de Avro'nun kurallarına kişisel uyum sürecimdeki saflığımdan kalma korkularıma...
Dün gece...
Beyhan arkadaşımız bir sonraki yazıda buluşana kadar Sarıyer ve civarından uzak durun demişti ama onu dinlemedim. İstanbul Boğazı'nda Sarıyer' e komşu bir meyhaneden 'Avro'nun izzeti nefsine' kadeh kaldırdım.
Bir sonraki yazıda buluşuncaya kadar Avro'ya girmeden Sarıyer civarına yakın durun.
RRB ve nane likörü yanında Türk Kahvesi sadece ve sadece Avropa'da bir tabak omlet fiyatına. Sorun çıkarmayan Kezban da yanında bedava...
Mehtap Akdeniz
mehtap@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 16 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
BİR FİLİZLİK RİCA
Merhaba hamfendi! iyi günler,
Müsait misiniz, yeriniz var mı iki yağmur sığınsam?
Dakikalarınızdan alabilir miyim saatiniz varsa?
Buyrun, çay içelim beraber,ben kıtlama, ya siz?
İsterseniz kırk yıllık hatırlıktan için; siz bilirsiniz!
Çoktandır tanışmamıştık sizinle..
Ben de az yabancı değilim hani..
Sol yanınız dolusunuz, gördüğüm kadar..
Dalgınlığınızdan anladım; başınız da eğik..
Benimse,fark etmişsinizdir; omuzlarım ağır çeker.
Şey,
ya,mümkünse,hani uygunsa,
önümüz kış malum,affınıza sığınaraktan,
hatıralarınızdan alabilir miyim, benimki fazla değil..
Mahzuru yoksa: bedelsiz!
İlkbaharlar çoğun eksik bende..deneme,daha çok eskiz,
Yazları deseniz, arada bir kuytu pansiyonlarda ekstradan kitap ve uyku almışım..
Dahası, herkesle aynı;
dere tepe deniz gitmiş,dönmüşüm hep..
Demem o ki,müsaade buyurursanız,
esas ricam,
sonbaharınızdan alsam?
Ya,
Her sonbahar o kadar çok hüzün çalıştım,
Yetiştirecek o kadar çok telaş vardı ki,
Ya başlayamadım, ya yarım kaldı adımlar..
Gördüğünüz gibi, bakın, her sonbaharımın
yarısı benim, olmayanı; kadınlar!
Yo, hayır,
istemem hepsini zaten.. Hayatınızı, kalbinizi, geleceğinizi ..felan filan..
Çok gelir bana rica ederim; mevsimlerimi aşar benim!
Size baştan başlayamam, ikindisindeyim ömrün, artık biraz geç..
Yalnız,
şu eylüle bir başlangıç alsam; Aysun'u geç, Zeynep, Lena, Özlem, Nuran fark etmez,
-Çok romandan, hikayeden öğrendim bittabi, şaşırmayınız! Kadınsa, özlemle duran; terk etmez!-
Biliyorum,
birine başlarsam, eksik kalmayacağım hiçbirinden!
Siz bilirsiniz bunu, zenginsiniz de..
Günlüğünüzden belli, ne kadar da çoksunuz!..
Gülüşünüzü hatıra bellerim yokluğunuzda, inanın!
Kalbinizin sadakası olsun, şöyle en samimiyetinizden,
Bi öpüş lütfetseniz!
Turan Bozkurt
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 14 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Meriç Fotoğraf: Recep Pehlivanlar <#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 5.034 kahveciye doğru yola çıkmıştır.
Yukarı
|
ANNEMLE
Çocuk olmak nedir
Bilir misin anne?
İki tentene bir kanavice
Temizlemek evi dip köşe
Düşünme bunları sen
Nasılsa büyürüm ben
Senin tarihinde bir halkayım ben
Bir de babama bu kadar benzemesem
Yalnız sevgi çocukları değil
Tecavüz çocukları da babalarına benziyor anne!
Ay başakta
Başak anne evinde
İstenmemişliğin binlerce izi
Çarkı felekte yolun yarısı
Çıktığımdan beri içinden
Verilmeyenin beklentisi
Üzerimde babamdan kalan içerleme
Belki bir gün beni de kendini de
Affedebelirsin anne!
Sırma Yıldız
Yukarı
|
Kardeşim sen üstte olacaksın motor diil!..
Yukarı
|
İşe Yarar Kısayollar - Şef Garson : Akın Ceylan Yamağı : Ayşe Nur Gedik |
http://www.e-grammes.gr/turkman.htm AB'ye girmeye çalışırken merak ettiklerimizden biri de onların bizi ne gözle gördüğüdür. Mesela Yunanistan'da belli bir kesimde üyeliğimizin nasıl algılandığına güzel bir örnek isterseniz bu linke gidin mutlaka. İnsanın görünce "Ahh keşkem" diyesi geliyor vallahi:-))
http://www.buddybearsinistanbul.com/default.asp Bir dostumun hatırlatmasıyla İstanbul'daki güzel bir etkinliği atladığımı farkettim. Oysa gözlerimle görüp, ellerimle de ellemiştim. Evet belki birçoğunuz gördü ama görmeyenlerin mutlaka gitmesi gereken bir festival var İstanbul Tepebaşı'nda. "HOŞGÖRÜ FESTİVALİ" Birbirinden güzel ayıcıkları görmek aralarında yapılan etkinliklere katılmak için tutun çocuklarınızın elinden ve gidin mutlaka. Ayıcıkları önceden incelemek isterseniz buyrun size adresi.
http://www.odtumd.org.tr/etkinlik/40yil/sevgidamlalari/info.htm
Sevgili Ahmet Kemal Üner'in önderliğinde hazırlanan bir değerli CD çalışmasına gidiyor bu link. ODTÜ Mezunlar Derneği'nin burs çalışmalarına katkıda bulunmak üzere hazırlanan bu CD için bakın ne diyorlar; "Derneğimizin 40. yıl projelerinden biri de, 1965'lerden günümüze, üniversite yıllarımızda popüler olmuş, hepimizin sevdiği, mırıldandığı "sevgi" temalı şarkılardan oluşan CD projesidir. CD projemize yapacağınız katkıyla da gerçekleştirmek istediğimiz hedefe erişmemizi ve burs fonumuzun yaygın tanıtımını sağlayacaksınız." Nostaljik şarkılardan oluşmuş bu CD'yi hayırlı bir iş için edinmek isteyeceksiniz umarım.
Orda bir Erciş var uzakta http://www.ercis.net ...Bu sitedeki amaç, Erciş'in ve Ercişli’nin tanıtımına katkıda bulunmak. Anadolu kentlerinin içinde bir çok tarihi ve kültürü zengin kentler mevcut. O kentler zaten biliniyor ve ziyaretçi çekiyordur. Erciş bu kentler arasinda hakikaten kendisini ortaya çıkartamamış, bazi nedenlerden dolayı ihmal edilmiş bir kent...
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
Star Downloader Free 1.44 [1622 KB] 98/2k/XP FREE
http://stardownloader.swmirror.com/sdfree.exe Yükleme hızınızı dörde katlayacak bir program. Ücretsiz olması da cabası. Son derece güvenli bir kullanım olanağı sağlıyor. Özellikle dial-up kullanıcılarının elinin altında olması gerekli bir yardımcı program.
Yukarı
|
|
|
|
|
|