Treo600



Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 3 Sayı: 651

Sisteme gir!

Merhaba Sevgili KM dostu, hoşgeldiniz!

 29 Aralık 2004 - Fincanın İçindekiler

 

 Editör'den : Kayıtsız kalmak olmazmış!...


Merhabalar,

Dün epeyce canımı sıkan, ziyadesiyle üzen bir mail aldım. Aldığım zamanki ruh halim pek iç açıcı değildi, belki ondandır, gereksiz bir tepki ile geri döndüm kendisine. Benimle ilk defa iletişim kurmak gereğini hissettiğini söyleyen bir sadık kahveciden geliyordu mesaj. "Sunduğunuz tüm güzelliklere ve gösterdiğiniz üstün çabaya rağmen, Güney Asya'daki korkunç depreme kayıtsız kalmanızı çok yadırgadım. Bunun yerine Semra Hanımdan bahsetmenizi esefle karşılıyor ve sizi kınıyorum" diyordu. Kendim neden kayıtsız kaldığımı bildiğimden, bunu herkesin bilmesi gerekirmiş gibi tepki verdim. Cevap gelmedi. Belki o da üzüldü bilmiyorum. Ben kendi patavatsızlığım için özür diliyorum kendisinden. Ona biraz sert anlattım ama size anlatırken sakin olmaya çalışacağım söz. Benimki bilinçli bir seçimdi. Bir bütün gün o berbat görüntüleri izledikten sonra, böyle bir felakete kayıtsız kalmak kolay mı? Hepiniz gibi bende kahroldum. Ama size bir mola keyfi vermeye çalışırken, felaket tellallığı yapmak istemedim. Çünkü biliyorum yazmaya başlasam, laf dönüp dolaşıp İstanbul'a, olası bir depreme kadar gelecekti. Ben kolay yolu seçtim. Ona hiç olmazsa Kahve Molası'nda saksı muamelesi yapıp yok saymak istedim. Hepsi bu, başka nedenler aramak doğru değil. Gene de verdiğim rahatsızlıktan dolayı özür dilerim.

Bu gece benim internet gidip gidip geliyor. Hazır sağlamken ben bu işi bitireyim diyorum. Pikapta bir Bob Dylan klasiği var, Sara. İyi dinlemeler. Esenkalın.

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

9 Mesaj/Yorum var. Mesaj/Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

ÖzlemÖzdemir

 Ucundan Kenarından : Özlem Özdemir


   Eğer Bir Gün

Eğer birgün;

Her gün kalktığınız yataktan, küfrettiğiniz saatten, bugün erken yatacağım sözünden, baktığınız aynadan, ne giyineceğinizi bir türlü bulamadığınız ağzına kadar dolu dolaptan, kızarmış kepekli ekmeğin kokusundan, asansörde sigara içen saygısıza rastlama stresinden, kuaförde sizden önce gelmiş, bekleyen insan görmekten, geç gelen servisten, trafikten, yağmurdan, radyoda ezberletilmek amaçlı çalan şarkılardan, her sabah günaydın demek zorunda kaldığınız insanlardan, yetişmeniz gereken yerlerden, hazırlamak zorunda olduğunuz raporlardan, katılmak zorunda olduğunuz toplantılardan, gitmek istemediğiniz randevulardan, cevap vermek istemediğiniz telefonlardan, anlamlı-anlamsız sorulardan, erken kararan havadan, seyrettirilmek zorunda bırakılan dizilerden, geç başlayan filmlerden, kısacık gelen hafta sonlarından uzaklaşıp....

Her gün, her rengin binlerce tonuna bakmaktan yorulan gözlerinizi,
İyisinin kötüsünün müzik olarak adlandırıldığı ritmin, trafiğin, insanların, radyonun, televizyonun, telefonun gürültüsünden yorulmuş kulaklarınızı,
Duyduğunuz her bilgiyi kaydetmeye çalıştığınız ve artık söz geçiremediğiniz beyninizi,
Her sabah, daha kendini yenilemeden yerinden kaldırmaya çalıştığınız bedeninizi,
Yarı egzoz, yarı karbonmonoksit dolmuş ciğerlerinizi,
Tattığı sebzenin, meyvenin orjinal tadını unutan damağınızı.....
Ödüllendirmek isterseniz.....
Gözlerinizi sadece iki renge odaklayabileceğiniz bir yer var çok yakınımızda.
Tunus.
Sadece iki kelime ile anlatmak gerekirse mavi ve beyaz. Bu kadar yalın, bu kadar basit, bu kadar kolay ve bu kadar huzur dolu.

Adeta ağzı açık kalmış kocaman bir kutu mavi boyanın devrildiği bembeyaz bir kağıt Tunus. Ve kağıdın her yerine dağılmış mavi damlacıklar. Kimi kapı olmuş, kimi pencere.
Bembeyaz evlerin arasında, taş sokaklarda yürürken, yol boyunca sıralı Turunç ağaçları arasında içinize çektiğiniz havanın tertemiz, nemli kokusu ile ciğerlerinizin durulandığını hissine kapılmamanız mümkün değil.
Hayranlıkla kaydetmeye çalıştığım bu tabloda kulağıma gelen sokak satıcılarının sesleri ve Türk olduğumuzu öğrendikleri zaman verdikleri tepkiler muhteşem bir fon oluşturuyor. Hemen hemen herkesin diyecek bir sözü var Türk olduğumuzu öğrendiklerinde. Kimi Atatürk diyor, kimi İstanbul, kimi Mustafa Sandal, kimi Hasan Şaş, kimi de Galatasaray, ama hepsi gülerek, hepsi içtenlikle.
Yıllar boyu Kartaca, Roma, Bizans ve hatta Osmanlı beylerine direnmiş olan halk, zaferlerden ziyade, çektiği çilelerle yazılmış tarihinin ruhlarına işlemesine izin vermemiş. Kulağımıza gelen ezgileri de yüzleri gibi kıpır kıpır, neşe dolu, insanın içini ısıtan cinsten.
Ve,
Denizin üstünde bir restoranda, üstüne üstlük benim gibi dolunay tutkunu bir insana denk gelen bir dolunay gecesinde, pekçoğunu ilk kez tattığım deniz mahsullerini yerken, aklımdan geçen tek şey, buranın hemcinsinizle keşfedilip ziyan edilmeyecek kadar egzotik ve romantik bir yer olduğu idi. Kendinize bir ödül verin ve Tunus'u ziyaret edin. Emin olun kendinizi çok iyi hissedeceksiniz.

Özlem Özdemir
oozdemir@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
              9 Kahveci oy vermiş.
8 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

Çağatay Acar

 Deniz Kokusu : Çağatay Acar


  "Bizim çocuklarımız" kaçıncı ligde?

Sessiz sedasız bir rapor açıklandı geçen haftalarda; "Unicef 2004 Dünya Çocuklarının Durumu Raporu". Medyamızda bir iki gazetenin iç sayfalarında sıkıştırılmış kısa bir paragrafla geçiştirildi bu rapor. Yüzleştirilmemiz istenmemişti gerçeklerle, her şey yolundaydı oysa; enflasyon düşmüştü, büyüyen bir ekonomiydi Türkiye. Ülkemiz yükselişe geçmişti, istikrarı yakalamıştık sonunda.

Unicef Raporu, birçok alt başlıktan oluşmaktaydı; beslenme, sağlık, eğitim, kız çocukların durumu, demografik özellikler ve ekonomik gelişme alanında 193 ülke karşılaştırmalı olarak sıralanmıştı. İnsani gelişmişlik indeksi olarak, 5 yaş altı çocukların ölüm hızı ( 5YAÖH) ana kriter olarak belirlenmişti.( 5YAÖH; her doğan bin canlı çocuk başına, 5 yaşını göremeden ölen çocukların sayısını belirtir) Çünkü 5YAÖH; GSMH, kişi başına düşen doktor sayısı, okullaşma düzeyi gibi kalkınma sürecinin girdisi niteliğindeki verileri değil, doğrudan doğruya bir sürecin sonucunu gösterir. 5YAÖH, ortalama rakamların yaratacağı yanılgılara, örneğin kişi başı GSMH rakamından daha az neden olur. Çünkü insan yapımı bir terazide zenginlerin yoksullara göre bin kat daha varlıklı olması mümkünken, doğanın kirli terazisinde bin kat daha fazla yaşama sahip olması mümkün değildir. Bir başka deyişle, varlıklı bir azınlığın, verimli bir ülkenin 5YAÖH'nı kendi başına belirleyebilmesi çok daha güçtür. Bu nedenlerle 5YAÖH, çocukların ve bir bütün olarak toplumun sağlık alanındaki durumunu yansıtmada kusursuz olmasa bile daha doğru işlev görür.

Bu temel kriter göz önüne alındığında Türkiye, 193 ülke arasında 115 ülkenin ardında kalarak, 78. oldu. Surinam, Cezayir ve Moğolistan'ın liginde yer alan Türkiye, 1000'de 42'lik 5YAÖH'ı ile Vietnam, Suriye, Arnavutluk'un da gerisinde yer aldı. Oysa uygar toplumlarda bu oran 1000' de 4 düzeylerindeydi. Komşumuz Yunanistan 1000'de 5'lik oranı ile 177. sırada yer almıştı.

Raporda yer alan göstergelerden biri olan GSMH'nın bölüşümü göz önüne alındığında Türkiye'nin gelir dağılımındaki adaletsizliği çarpıcı boyuttaydı. Türkiye'de en yoksul % 40'lık kesim toplam gelirin % 17'sini paylaşırken, en zengin % 20'lik kesim gelirin % 47'sine sahipti. Uygar dünyanın bir üyesi olan Finlandiya'da ise bu oran sırasıyla % 25'e % 35 düzeyindeydi. Düşük doğum ağırlıklı bebek (2500 gr.'dan düşük tartılı doğan) yüzdesinin % 16 düzeyinde olduğu ülkemiz, bu oranın % 12 olduğu Uganda'nın gerisindeydi.

Piyasa ekonomisi serbestliği ortamında, kayıtsızca televizyon ve radyolarda annelerin zihinlerine enjekte edilen "mama reklamları", başarıya ulaşmıştı besbelli. Çünkü raporda belirtilen rakamlara göre Dünya Sağlık Örgütü'nün ilk 6 ayda "sadece anne sütü" önerisine uyan anne-bebek nüfusu oranı %7'lere gerilemişti. Çocuklarımızın sağlıklı beslenme oranları ise oldukça dramatikti. Beş yaş altı çocuklarımızın % 8'i orta ve ağır derecede zayıf, %16'sı ise orta ve ağır derecede bodurdu.

Sağlıklı içme suyuna ulaşabilen nüfus yüzdesi % 82 düzeyindeydi, nüfusun beşte birinin kirli su içtiği bir ülkedeydik. Aşılanma oranlarımız da gelişmiş ülkelerin oldukça gerisindeydi. Çocuklarımızın hepatitB aşılanma oranı %72, verem aşısı ile bağışıklanma oranı % 77 düzeyindeydi. Oysa aşılanmayan bir çocuk dahi kalmamalıydı bu ülkede.

Sağlıktaki fırsat eşitsizliği, rapordaki verilerde çarpıcı bir şekilde ortaya konulmaktaydı. Her gün 133 çocuğun öldüğü Türkiye'de çocukların en sık ölüm nedenlerinden biri akut solunum yolu enfeksiyonlarıydı.(ASYE) ASYE'li 5 yaş altı çocuk yüzdesi % 12 'di ancak ASYE olup da tedaviye götürülen 5 yaş altı çocuk yüzdesi ise % 37 düzeyindeydi. Hasta her on çocuktan altısı doktora götürülemiyordu.

Eğitim düzeyi, raporda en kapsamlı bölümü oluşturmaktaydı.Ülkemizde erkeklerin % 93'ü okur-yazar iken, kadınlarda bu oran % 77'te kalmaktaydı. Dört kadınımızdan biri okuma yazma bilmiyordu. Oysa eğitim, kız çocuklarının ve kadınların yaşamlarını kurtarır ve iyileştirirdi. Eğitim, kadınların kendi yaşamlarını daha fazla kontrol edebilmelerini sağlar ve topluma katkıda bulunmalarını sağlayacak becerilerle donatırdı. Eğitim sayesinde kadınlar kendilerini ilgilendiren konularda kendi adlarına karar alabilirler ve ailelerini etkileyebilirlerdi. Kalkınma ve sosyal yaşamla ilgili diğer bütün olumlulukları getiren de işte bu güçtü. Kadınların yönetimlere, ailelere, toplumlara, ekonomiye ve sunulan hizmetlere katılımları ve bu alandaki gelişmeler üzerine etkili olmaları herkesin yararınaydı. Böylece kalkınma daha eşitlikçi hale gelir, aileler güçlenir, daha gelişkin hizmetlerden yararlanabilir ve çocuklar da daha sağlıklı büyüyüp gelişirlerdi. Oysa bunların hala çok uzağındaydı ülkemiz. Orta öğretime kayıt yaptıran erkek çocukların oranı % 67 iken, kız çocuklarımızda bu oran % 48'e inmekteydi. Uygar toplumun anahtarı niteliğinde olan kız çocuklarının eğitimi, Türkiye'nin önünde duran büyük bir sorunsaldı.

Çağımızın en basit görünen ancak vazgeçilmezlerinden biri haline gelen araçlarından biri olan telefon bile, Türkiye'de 100 kişi başına 58 kişiye düşmekteydi. İnternetle ise % 94 oranında nüfusumuz henüz tanışamamıştı. Medenileşmenin yurdu kentlerdi ancak halen % 33 oranında nüfusumuz köyde yaşıyordu.Batı ülkelerinde ise kentli nüfus oranı %90'ların üzerindeydi.

Ekonomik gelişim rakamları geriye doğru lineer gidişi göstermekteydi. Kişi başı 2500 $ GSMH düzeyi ile Türkiye Avrupa'da en geride yer alıyordu.Ancak daha dramatik bir sonuç vardı: 1960-1990 yılları arasında Türkiye'nin kişi başı GSMH yıllık artış hızı % 1,9 iken, 1990 sonrasında yıllık artış hızı % 1,3'e gerilemişti. Enflasyon düşüyordu oysa..Günde 1 $'dan az gelirle geçinen nüfus oranı ise %2 idi.1,5 milyon insan açlıkla boğuşuyordu..Ve Türkiye, mal ve hizmet ihracının % 36'sını dış borca ödeyerek, ülkeler arasında bir rekor daha kırıyordu.

Fakat Türkiye'yi de aşan bir gerçek daha vardı ki, dünyamızın çok daha adaletsiz ve karanlık bir yere doğru gidişinin işaretini vermekteydi; 21 ülke, kişi başı GSMH oranında1990'lar boyunca sürekli gerileme kaydetmişti. Oysa böyle uzun dönem boyunca sürekli gerileme yaşayan ülkelerin sayısı 1980'li yıllarda yalnızca 4'te kalmıştı. Gelişmekte olan 54 ülkede ortalama gelir düzeyi 10 yıllık ortalama itibarıyla sürekli gerilemekte. Raporda bunun olağandışı olduğu vurgulanıyor. Bu veri dünyanın giderek mutlak yoksullar ve mutlak zenginler olarak iki kutba doğru ayrıldığına işaret ediyor.1970'de zengin ülkeler gelirlerinin binde 7'sini yardım harcamalarına ayırmayı kabul etti fakat aradan 34 yıl geçmiş olmasına rağmen G8 ülkelerinin hiçbiri bu sözlerinde durmadı ve bu hedefe ulaşmak üzere bir zaman da belirtmedi. Bunun yanı sıra, zengin ülkelerin yardım için ayırdıkları kaynakların sadece yüzde 40'ı yoksul ülkelere ulaşıyor, çoğu zaman da gecikmeyle.. 2003'te ulusal gelirinin sadece onbinde 14'ünü yardıma ayıran ABD, Irak'ın işgali için bu paranın 10 katından fazlasını harcadı. Eldeki kaynaklarla dünyamızda aç insan kalmaması şu an mümkünken, bunun gerçekleşememesinden kimler sorumlu?

Unicef raporunda merkezi hükümet harcamalarının sağlık, eğitim ve savunmaya ayrılan pay yüzdelerinde de Türkiye'nin oranları tam tersine dönmüştü. Sağlığa bütçeden ayrılan pay % 3 düzeyindeyken, savunmaya ayrılan pay % 8 düzeyindeydi.Uygar toplumlarda bu oran sağlık lehine öndeydi ve hükümetler bütçelerinin %15-20'sini vatandaşlarının sağlığı için ayırmaktaydı. Bizim gerekçelerimiz vardı tabii.. Savunma sağlıktan öncelikliydi çünkü, barut fıçısı bir coğrafyada yaşıyorduk, lisede "Milli Güvenlik" dersinde bizlere öğretildiği gibi bütün etrafımız düşmanlarımızla çevriliydi; Yunanistan, Ermenistan, Suriye, İran..Keşke bu ülkelerin gerisinde kaldığımızı açık yüreklilikle söyleyebilseydik artık. Önce insan diyebilseydik. "Barış için savaş", "barış için silahlanma" gibi sahte nedenlerin ve bahanelerin ardına gizlenmeseydik.Yalnızca Ortadoğu ve Afrika ülkelerinde görülmekteydi bu dengesiz paylaşım çünkü..

Tüm bu çarpıklıklarla yüzleşmek canımızı acıtsa da, yıllardır "Türk'üz, bütün başlardan üstün olan biziz" şarkıları söylense de, çocuklarımızın ve dolayısıyla ülkemizin hangi ligde olduğu ortadadır. Gerçeği göremeyip kabullenemeden, bu sorunların düzeltimi mümkün gözükmemektedir. Ve tüm bu çarpıklık, gerilik ve adaletsizlik, o kadar ciddi boyutlardadır ki, birkaç "vicdanlı" işadamının insafı veya bir iki sivil toplum kuruluşunun çabaları bunu düzeltmeye yetemeyecek gibi görünmektedir.

Serbest pazar ekonomisi ve özelleştirmenin çok iyi bir şey olduğu anlatılmıştı hep bizlere; komplikasyonları görmezden gelinmişti. Muhafazakardı toplumumuz zaten, tevekkülüydü, usluydu. Yoksulluğun kader olduğunu benimsemeleri de kolay oldu. Oysa bu tablodaki gerçek sorumluluğun kime ait olduğu düşünülemedi hiç. Uygar toplumlardaki "sosyal devlet" anlayışının, bu devletlerin 1.ligde yer almasını sağladığı görmezden gelindi yıllar yılı.Ve işte yadsınamayacak sonuç: İp atlayan değil, "çağ atlayan Türkiye!"

Çağatay Acar
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
              8 Kahveci oy vermiş.
9 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Kahveci : Mehmet Güneş


KARMAŞALAR

Solgun sarı sayfalarda arıyorum bulmak istediklerimi, ama daha çok yitirdiklerimle karşılaşıyorum. Eski hayatlar kütüphanesindeyim. Onca zaman, onca hırpalanmışlık, sanki dahada bir mağrur kılıyor bilgiyi. Kitaplar arasında dolaşırken hayatlar arasında dolaşıyor gibi hissediyorum kendimi. Anılar, öyküler, yaşamlar... Ne garip; öğrendikçe anlıyorumki, hiçbirşey tekrar etmiyor aslında kendini. İnsan, zaman denen o akar suda aynı anda, iki kez yıkanamıyor asla. Geçip giderken hayat ve zaman, ne kadar bilsede tutamıyor, tutunamıyor, yakalayamıyor istediklerini...

Hayat garipliklerle dolu. Anladım diyoruzya çoğu zaman. Yanlış. En zor şeymiş meğer anlamak. Bilgi değil, bilgelikmiş önemli olan. Doğduğu yerde ölen, hiç eğitim görmeyen, elektiriği, motoru ve kağıdı bilmeyen ama iyiyi, kötüyü bilen, doğruyu yanlıştan ayırt eden, çirkinliği, güzelliği görebilen insanlar tanıdım. Aralarında gözleri görmeyen ama her şeyi bilenlerde vardı:
'' güzelliğin on para etmez / şu bendeki aşk olmasa / eğlenecek köşk bulamam / gönlümdeki taht olmasa / kim okurdu, kim yazardı / bu düğümü kim çözerdi / koyun kurt ile gezerdi / fikir başka başka olmasa.....'
Ve anladım şimdi: yaşam kavga değil, çoğu zaman kabullenmekten geçiyor.
Ama insan neyi,ne zaman yapacağını konusunda karar vermek ve bu kararlarında yanılmamak zorunda olduğu gibi bir hatanın içine düşüyor. Ya da her yanılgı için bir bedel ödemek zorundaymış gibi hissediyor. Çünlü insanı korkutarak yönetmeye alışan düzen öyle diyor. Böyle olunca hiç düşünmeden bedel ödemeyede hazır olabiliyor insan.Aklını kilitliyor ya da akıl hiç gerekmiyor alışkanlıklar karşısında. Kalbini saran sarhoşlukları,aklını alıp götüren zamanı dizginleyemiyor insan. Oysa nasıl yaşarsan öyle düşünüyorsun,nasııl ölmek istiyorsan öyle ölüyorsun ve ne kadar umutluysan,inançlıysan o kadar başarılı oluyorsun.
İşin ilginç yanı, olayları ve insanları anlamamın onları kabullenmem anlamına geldiğini daha yeni öğreniyor olmam.

Tıpkı insanların beni anlamalarının kabullenmeleri anlamına gelmediği gibi. Çok şaşırdım. İyi yürekli olmanın, yardım sever olmanın, iyi insan olmaya çalışmanın yetmediğini yeni öğrendim. Çelişki hayatın dokusunda yok. Çelişki aklın bencilliğinde var. Uğruna kavga ettiğiniz,her şeyinizi değiştirdiğiniz kavramlar, insanlar ve verdiğiniz kavgadan korkuyor, sonuçlarına inanmıyor. Yerleşik olanın,eski tadların huzur veren dünyasında kalarak, kendini sıradanlaştırmaktan yana olabiliyor büyük çoğunlıuk. Sıradanlık kötü değil asla.Ama doğanın enerjisine,hayatın dinamiğine, insanın gelişimine aykırı.Sorunda bu galiba....
Benim hayatta aradığım şey bir büyü. Saflıkla,bilgeliğin karışımı. Ama her güzel şey gibi onunda korkutan yanları var. Belkide her insan bir kez çarpılıyor o büyüye. Ama zamanında anlayamamaktan veya anlatamamaktan yalnız kalıyor ve yalnızlık ne acıdırki paylaşılamıyor.....

Sakın bilmediğimi sanmayın, hayat güzeldir. Hele sevdiklerinizle birlikte. Umut ona ulaşmada bir mesafedir. Ne yaşarsanız yaşayın sonuç değişmez; Hayat güzeldir. Tıpkı ölüm gibi. Benim ölümle kastım cenaze töreni değil yada mezarlıklar. Hayat bir sonsuzluk. Kimse ölmüyor aslında. Benim kastım olmamak. Yağmurları, çiçekleri, kokuları bir daha duyamamak. Bu nedenle hiç bir sorunum yok hayatla. Sorunum korkular ve kaygılarına teslim olup, hayatla bütünleşemeyen insanlar.

Atlılar atlılar kızıl atlılar, atları rüzgar kanatlılar , atları ruzgar kanat,atları rüzgar.. atları.. at.. rüzgar kanatlı atlilar gibi geçti hayat !

''Bir ağaç gibi kök salmış yalnızlığa,
Ne bir kuş konar dallarına nede bir yağmur damlası düşer Topraklarına.

Kendini kaç kez asmış yüreğimin darağaçlarına
kaç mahkemeler kurmuş-kaç kez bozmuş
sonraların sonunda kac kez kendini YALNIZLIĞA mahkum etmiş...
Temyiz yolları acık olmaksızın...
böle daha az incinir daha az kırılır düşücesiyle''

Mehmet Güneş
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,959,959,959,959,959,959,959,959,959,95
              21 Kahveci oy vermiş.
9 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Kahveci : Serhat Küçükkurt


İSTEMİYORUM

Artık, İstemiyorum!..

İstemiyorum gözümü her kapadığımda seni görmeyi,
Uykusuzluğuma eşlik eden kağıt kalemimi,
Seni her düşündüğümde kalbimin çırpınışını "yorgunumdur" diyerek geçiştirmeyi.

Antidepresanlara sarılıp seni unutmaya çalışırken, günlerimin birbirine girmesine neden olmanı,
Saatin kaç, günlerden ne olduğunu bilememe halini,
Sakal traşı olmayı unuttuğumu hatırlamayı,
Bayram ziyaretlerinde, annemin buğulanan bakışlarını hissetmeyi,
İstemiyorum.

İstemiyorum,
Bana çok uzak olduğunu düşünüp, hep uzağında kalacağıma defalarca yemin ettiğim aşkın sihirli esaretini.

Dengesizliğimin dengesinden,
Mutsuzluklarda bulduğum mutluluktan,
Yaşamın öğrettiği hüzünlü kahkahadan,
Yalnızlığımın gücündeki güçsüzlükten,
Hep bir şey olacakmış, hep birini beklermiş gibi yaşayıp bir şey olmayacağını bilmenin verdiği güvenden,
Mutluların yanındaki farklılığımı ayrıcalık sanmaktan,
Geçmişte mutlu anlar arama oyunundaki hilelerimden vazgeçmeyi istemiyorum.

İstemiyorum,
En sevdiğim "ben"i kıskandıracak, benden çok sevdiğim bir şeyi,
İçimi görebilenlerin seni geçmişteki biri sanmasını,
Beni istemeyebileceğini düşünerek ertelenenleri,
Hayal kırıklığı korkusuyla seni ıskalamayı,
İstemediklerimi isteyecek kadar seni sevmeyi…

Serhat Küçükkurt
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
              5 Kahveci oy vermiş.
7 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Kahveci : Bekir Gürgen


Şarap

"Özünde insan saklar.
Üzerine söylenecek söz yok, hayatın
süsü kısaca.
Lazım değildir; günden zevk almaya vesiledir.
Yudumda; toprağı, tezeği, teri, küfü, güneşi, aşkı, efkârı saklar."


Gün heveslidir. Sırtımda toparlaya bildiğim kadar çalı çırpı türkülerle halleşirken, öfkem derinlerde fırsat kollar. Bir yolu giymektir, taze bir ele varmaktır kavgası. Gün batar içime, sabaha yakınken,
"Bugün!" derim.
Bahçelerin yelleri, anızlar arasından kuruları biriktirir evin avlusuna. Kış okşar geceyi. Yarın kar günüdür. Yüzümü keser ayaz. Yaralarımı siler, besbeter kanatır içimi.
Kimsenin duyarı yok, bakar gözleri.
"Ruhsuzlar!.."

Geçen yazdı yine gitme halleri doğardı sabahla.
Günü selamlayan Cevahir, delicedir. Yılanlar keserdi bağda önünü. Ölüme bakar susar. Cevabı bilirce çatar kaşlarını. Konuşur pulları kadar kelime eder. Çatal diller sözcükleri sarar usul usul.
Bir çığlık bir bağırma ile koşar, yılanları kendi muhabbetlerine bırakıp. Cevahir in arkasında birken iki, ikiyken beş olur mahallenin bebeleri.

"Mazmun şarap yılan Arap, deli Cevahir beni kap" ; dillerinde mahallenin bir ucundan diğer ucuna yırtarlar sessizliği. Öfkesi gelirdi deli kızın, taşlarla kovalardı çocukları...

Mahallenin kadınları çocuklarını Cevahir in hikâyeleriyle korkuturdu. Hatta kendileri bile inanmıştı olmayan vakalara. Gündüz yılanlarla konuşup gece çakal, baykuş olurmuş… Çocuklar, gece duydukları seslenişleri Cevahir beller, yorganın altına daha bir sokulurlardı. İnsanoğlu tez unutuyor ettiklerini. Ya günahlarına kulp takıyorlar, ellerinin kirini görmezden gelip, ya da sarhoşlar benden beter. Şu yoksula ettiklerini bir cevahir bilmez. Yoksul olan cevahir mi? Yoksa kendilerimi çokta kestiremiyorum aslında.

Babası Hâli efe. Toprağı bereket dolsun desem? Gerek yok aslında, bu topraklarda onun kabri sıkılır. Bu yüzsüzlerin toprağında. Hâli efenin, efeliği kardeşkanından gelir. Kardeşkanı bulaşmıştı avucundaki nasırlara. Kaza demek lazım. Kader olsaydı kul hatası aranmazdı olanlarda. Hâli Efe bir seksen boylarında, inceden, sıskaca biri gördüğüm kadarı. Esmerce, bulut gözlü, tok sesli bir adamcağız işte. Bileğinde bir örme kıl mahpustan kalma, birde kamburu. Cenazesini defnederken, vasiyetidir. Örme kılı ve soykaların cebinden çıkan iki at kulağını kefeni aralayıp göğsüne bastım. Elinden gelse Cevahiri de alırdı yanına. Üç ayrı hikâye, dilimin ede bildiği kadarı tek.

Hali Efe evlendiğinde daha şerbetti ömrü, herkes kadar, bilmek kadar sirkedendi ve yetim. Eskiyecek zamanları saymak düşerdi gerisi. Çocukken çokta çekmedi yetimlikten. Köyden onunla birlikte dokuz yetim daha vardı bir kısmı eşkıyanın bastığı gecelerde yetimleşen bebeler. Hali Efe ki; daha efeliği konmamıştı, göçün çocuğuydu. Ya da yetimler köyüne nüfus eklenmişti geceden. Geldiğinde konuştuğu dili kimse bilmedi. Sonraları kendide unuttu. Başka diyardandı; uzak bir diyar!... bir gece biti vermişti köyde, diğer yetimlerin arasında. Daha zayıf, daha bakımsız, daha hastalıklıydı yüzü. İsmini gezen dervişlerin birinden almış. Mübarek insanmış. Tüm köylü bir olur ummuşlar isminde. İnsanın oluru başkasına fayda getirir mi? Dervişin duaları ve zikri cennet etmezken.

Yarım bir nesil yetişti köyde, kiminin canını hastalık aldı kimininkini ecel. Yaşadı Hali ile oyunluk ortağı Feyyaz. Yetimlik muskalıdır. Bedenleri ayazın, karın, kışın, toprağın, tezeğin, güneşin ve yağmurun tadına vardı. Kardeşlikleri yoksulluktandı, azda yetimlikten. Nasipleri bağdan bahçeden kopanlar; Üleşmeye hacet yok. Çalışırlardı bir araya geldiklerinde kurtaramayacakları tarla yoktu. Sapı samanı üç gündü toru topu. Sonra gurbet aldı düşleri. Bende olan gitmeleri okudular her yaz. Başka bir memleket tozuna bulanıp mutlu olmaktı gurbetleri. Hoş zaten Hali'nin toprağı değildi bu köy, başka bir yerinde buradan farkı yoktu ezberinde.
Kıtlık günlerinin ekini mezarlıklar da parlardı. Bir kağnının arkasında güzün seslenişi gibi inceden ağıtlar çıkardı evlerden. Bağbozumundan kurtara bildikleri kadar hayat avuçlarında dolanır, eşkıyanın elde olanı heybelere elemesinden kalanla kursakları dolar, günlük bir öğünle hafta ederdi yetimler köyü. Bebelere kıyamazdı analar. En küçükler doyarken, büyüklere kefen düşerdi gecede. Hali'nin vicdanı, üleşte avuçlarına düşeni yutmaya razı gelmezdi.
"Feyyaz, diyeceğim var hele…"
dışarıda avluda akşam serinliğinde büzüşerek konuşup düşündüler çocukça belki büyükçe.
"Geceye sır!.. Ha Öyle öle gelmişiz ha böyle Hali. köyün bebeleri şimdi doymayacakta ne zaman doyacak. Ben kağnıyı koşarım sen gece ses etmeden gel arka mahleye."
Kağnıyı bir güzel sulamıştı Feyyaz, Ses etmesin diye. Geceye varınca Hali ile yola sapıp sonrada kayboldular karanlığa doyacak gibi usul. Sabaha karşı güle oynaya kağnının sesiyle köyü inlete inlete girdiler üst mahalleden. Kağnı tıka basa somun doluydu. Bir sağ tarafta yanlarında koşan çocuğun eline somun tutuşturuyor; bir teyzenin, bir ananın kucağına. Köyün avlusuna vardıklarında ekmekleri üleştirmiş sıra hesap vermeye gelmişti. Tüm yetim köy ağızlarına bakar durdular. Hali öne çıkıp
"Derviş babam rüyama bulaştı dün gece.
Ziya emminin tarlasına var. Dedi
Dualarını ve Şükürlerini eksik etmesinler Allah kısmetlerini verir dedi.
Bende gece kalkıp tarlaya vardım. Ekmekleri buldum misler kokardı ama soğudu şimdi. Bir tepe belledim avuçlarımda ilki dağılırken. Şükrettim derviş babanın ruhuna dua saldım. Sizde salın. Derviş kısmının hikmeti bizden sorulmaz ." dedi
Ve birer efelik takıldı yakalarına. Birkaç kez aynı şey yaşandı gece giderler ekmekle gelirlerdi. Yetimler köyü toktu. Yoksullar bir ekmekle zengindi bir ekmeksiz fakir. Daha bir fakir kalacaktı gece. Bir bilmecenin kıyısına bulaştıklarında yetimler, daha bir yoksul olacaktı köy.

Mamsa emminin kızı Kajad'a, efelik takılalı Hali Efeye, daha yeşil bakardı. Bu kısmını uzatmaya hacet yok. Gece dokunuşlar yazdı avuçlara. Öpüşün adı bilmece çözdü dillerinde. Bilmeden bilerek seviştiler. Yıldızlardan utanıp, gizle yıkadılar tenlerini. Evlendiler. Uğursuz güne içler sıkıldı;
"Somun duâ lamaya gideriz" dedi, helâlaştı. Kajad'a anlam veremese de somun duâ lamak bulaşıp öpüş kondurdu boynuna Hali'nin. Geceye gömüldüler tek öküzün kağnısı Hali ve Feyyaz .. Sabah gülen gözler yıkıldı boş kağnıyla. Hali öfkeli, öküzü ittirip kaktırır daha. Feyyaz kanla bir tebessüm yüzünde yatar kağnıda. Gizlerini ele verir bir yetimin çıkan canı. Jandarma gelir Hali Efe kardeşinin toprağını daha örtmeden.

Jandarma kışlasından ekmek soyarlarmış gece gidip. Feyyazı vurmuş nöbetçilerden biri. Hâli karanlığı yormuş feyyaz sırtında. Efeliğin sonu şehitlikmiş toprak şehidi değil, ekmek ya da yetim şehitliği bizimki. Sonrası bir mezar daha yetim köyde.

"Devletin askerini doyuranda biz değimliyiz hâkim emmi. Köyden çıkan mahsulü daha üleşmeden kışlanın önüne yığa verirdik. Her yıl erler bizim buğdayımızla silah tutmaz mı? Alacaklı olmak ayıptır yüzümüz kızarır. Bu güz yetim doyurmak, çocuk doyurmak daha sevaptır, Hâkim emmi. Daha üçtü, beşti, mezarlarımız. Bu güz ekin oldu. Tahtalarının yaşı sekizi i bulmaz şimdiki mezarların. Kışlaya asker çıkmazdı bu köyden, ben somunları getirmeseydim. Her biri tok her biri güçlü kuvvetli 5 yetim saldık hükümete. Şimdi benden dik dururlar nöbetlerini. Devletin ekmeğini, halka vermeyi suç belletmediler hiç. Bellettikleri vicdandı. Yanımdaki bebe yarın aç kalacakken canımızı alacak kurşuna heves daha şerbetli, daha keskindi kaleminizden. Şimdi eskidim hâkim emmi. Bizim açlığımız paraya pula toprağa değil, soyka somuna. Üç bebe aç yatacak yere bir can sererim tok yatarlar. Benim edebildiğimi, sizin kaleminiz dahi etmez. Kalemin vicdanı et kan değil ki yansın. En fazla onun özü bizi yakar hâkim emmi……

Umduğu başka ildi. Gitmeyi tarasa da eskimenin adı mahpustu. Günün kıydığı nikâhta yetimdi. Birkaç duvardı gününün varlığı. Ve onlar dahi onun değildi, kiraydı. Üzerlerine bırakacağı bir kaç çizik bile eskiyecek, zaman onlarda yenik düşecek, başka çizgiler örtecekti gölgelerini, Silikleşip toz olacaktı. Bir parmak toz çok değerli. Onlarca hikâyenin artığı. Onlarca düşün artığı; üzerine çizilebilecek olan tek bir umut ihtiyaç. Sırtını örten başka bir mahpusun ceketi. Ter kokardı birazda kabir.

Hâli eskimişti, daha eskiyecekti güne. Rüyalarına Feyyaz batardı. Gününe, Kajad ekerdi voltanın yeri aşınsa. Bilmezdi gökte yeşeren yıldızı. Yıldız daha parlamayı öğrenmeden yenikti. Ya da şavkını görmezdi insan tohumu, geceye ağıt yağardı.

Beş sene; hâlâ yabancıydı duvarlar. Hiç gülmemişlerdi yüzüne ve sarıydı, tütün kokuyorlardı. Kireç boyardı sarıların üstünü. Yine bahar geldi deyip izlerdi dördü, sessizce oturup döşeğin üzerine. Farklı yüzler arardı kirecin lekelerinde; Şuradaki çıkıntılar nede çok benzerdi Kajad'a. Kardandı teni. Koynunda uyurken nede sıcaktı, dili dilinde erirken, utanırdı kızarırdı yanakları. Sevişme ertesi yüzünü Hali'nin döşüne basar koklardı. Sevdanın adı yarımdı dilinde. Kâh düşü bölerdi özlem kâh kelimeleri. Yinede yetimdi Hali den daha yetim.

Köyde doğan çocuklara isimi dervişler üflerdi kulaklarına. Dervişler beklenirdi. Yetimler köyü yoldan içerdeydi. Seyrek gelirdi yabancılar köye; dervişlerde.

Cevahir in doğduğu yıl kıtlık bitmiş! Mahsul bire on beş, bire yirmi vermiş. Mahpus ikiye bir verirken; İsme ihtiyacı olduğunda beşinci yaşına basmış. Derviş geldiğinde babasını istemiş, isme razı gelmesi için. Babasına haber gidip gelmeye üç ay geçmiş. Hali efe mahpusta isme, şaşkın kafa sallamış sevdalarının saçlarından örme bilekliği koklamaya çalışırken. Güne daha öfkeli bakar olmuş derin gözleri daha derinlerde düşünür. Bir bebenin resmini aramış, kirecin sararan lekelerinde, sevdasının kucağında, kâh eteğinde süzülen entarisi bahar bir kız. Gece, uyku arası açar gözlerini, bileğindeki örmeyi yoklar, hala inanmazdan bilerek öpermiş bilekliği. Mahpustan çıktığında hala ekmeğin tozunu silkemedi üstünden. Bir cinayeti vurdu güneş yüze. Hâlâ o gün gibi parlıyordu teninde. Beterler şehri; anlamadan dillerini kıyafetlerini bir caddeler yuttu hali efeyi. Cevahir ise on dördüne basmış o yıl.

Hali efenin cebinde paha eden bir şey hiç olmamış, paranın yüzü mahpusta bildiği iki at kulağı, biri boz diğeri kara bir çift kulak işte. Onlarda karın doyurmadan sessiz otururlar cebinde. Köye varana değin açlık bilmiş. Yoksulmuş ve cebbarmış günler. Evden giderken de yoksuldu geldiğinde de.

Bir selam etmiş kahveye derin, sert; alan olmamış şaşkın bakmış kahve hali yüzüne. Bir varmış bir yokmuş desem. Onların içinde olmayan insana masal kör kalıyor. Kajad' ı sormuş? Toprağına yüz sürme vakti; kelimeler bitmiş, anlatılanları duymadan avucunu dolduran toprağı yüzüne sürmüş. Bileğindeki örmeyi öpüp. Bir anda unuta verdiği kızını aramış gözleri. Meczuptur, biçaredir diyecek diller şahin gözlerde erimiş. Bulunup getirilmiş cevahir. Sarmaya kucaklamaya koklamaya korkmuş Hali efe. Sarılsa kaybolacak öpse eriyecek gibi durmuş karşısında. Zayıf cılız gözleri kendi gözleri gibi derin saçları annesinin saçları gibi kızılmış. Hali efe elini tutacak olmuş, kız geri çekilip Halinin içine bakar gibi daha uzağı görür gibi gözlerini gözlerine dikmiş. Bir süre baka kalıp, aklına bir şey gelmişçesine arkasını dönüp bağa koşmuş. Arkasından Hali. Bağa geldiğinde. Kızını çömelmiş bulmuş usulca ürkütmeden yanaşmış yanına. Bir yılanın başında yılana söylenir bulmuş;

"Benim babam yiğittir yılanlardan, çıyanlardan, kurttan ve kuştan korkmaz. İnciden tahtı, buluttan atı vardır. Bileğini bükecek kul yoktur memlekette. Gelirken yemiş doldurur heybesine, boncuk doldururda gelir. Zümrüt ün en pahasını takar boynuma, yakutun en kırmızısını. Sesini duyan selama durmadan kelime etmez. Her kelimesi deryadır. Kızını gelince sarmaz mı? Sarar elbet. Bir tufanla gelir, buluttan atıyla gelir, anamla beni alır sarayına götürür. Sedef kaplı tabaklardan yemekler yedirir. Bin kısrağın çektiği arabalarda gezdirir kızını. Gümüşten tarağı alır hizmetçilerinin elinden kendi kızının saçını kendi tarar. İpekli elbiseler dokutur bana…"

Hali efe kelimelerin her birinde bir adım geri çekilir. Kızını yalnız koyup bağda, efkarını boğar ormanda. Bir dal keser bir edecek kelime bulamaz kadere. Yıllarca iki yabancı gibi dururlar köyde.

Nice sonra gelmeyi tarar ecel. Uykudan önce bir kez daha öper bileğindeki saçları. Rüyaya sevdası bulaşır. Geri dönmez Hali efe… Toprağı sulanır mis kokar hali efenin. Birkaç yılan ağıt tutar birde delice Cevahir.

"Benim
babam
gümüş döşekte uyur."

Bekir Gürgen
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
              10 Kahveci oy vermiş.
11 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

İlker Özlük

 Kahveci : İlker Özlük


  Ulus ve onun acısı konuşur…

Beni vurdular. Acım, bir parça toprak gibi yaralandım, iyileştirmeyen meltemlerle, acılar ve düşlerle.
Beni vurdular hiç bitmeyen bir lanet gibi, enkaz ve sızıya bırakılan bir ev gibi. Ah, tarihin ağırlığı! İhanet ve hırsızlıkla doldum, her küçümseme büyür, her yeni üzüntü yığılır. Şahane kartal yırtar içimi ve güçlü adamlar bölerler kendi aralarında denizlerimi ve dağlarımı, ırmaklarımı ve çöllerimi, vadilerimi ve akarsularımı. Bunlar benim dertlerim büyük ve hiç bitmeyen: parçalanmış toprağımın acısı, yoksul toprağımın acısı, ihanet görmüş oğlumun acısı, kaybettiğim savaşın acısı… ( anonim, Meksika 1546) Papağanın zaferi…

Bir zamanlar sadece ‘zafer’ kelimesini bilen papağan varmış. Evet bayım, günler gelip geçmiş, o günlerden birinde bizim zavallı papağan tüneğinde dünyadan habersiz otururken, bir doğan gözlerini ona dikmiş ve onu tanrının havasından dışarı atmış. Doğanın pençeleri arasında asılı kalan zavallı yeşil şey, şikayet etmeye başlamış ama gönülden bildiği bir kelimeden başka hiçbir şey söyleyememiş. Doğanın her gagalamasından dışarıya sadece ‘zafer’ çığlığı çıkmış. Bir gaga darbesi, bir ‘zafer’, bir başka gaga darbesi, bir başka ‘zafer’. Gaga darbelerinden parçalara ayrılırken bile ‘zafer’ demeye devam etmiş. ( Jose Fernandez, 1823 ) Evet aradan yılların geçtiği, farklı bir yılda gün’e iyi başlamak hiçbir şeyi ifade etmez oldu. Sadece güzel bir kahvaltı ve iki üç bardak (Çocuksa) süt ( yetişkinse ) çay gibi küçük şeylerden mutluluk duymaya başladık. Evet küçük şeylerden mutluluk duymak güzeldir ama sorun sorunlar değil hayaller kasıtlı olarak küçültüldüyse.

Bizim hikayemizi anlatan Papağanın ‘zaferi’ nasıl bir zafer kazandığımız konusunda bir çok kişiyi eminim ki aydınlatacaktır. Ülkenin sorunları, acıları ve çileleri ardına yediğimiz her kazık ve ahlaksız teklifler bize ‘zafer’ olarak geliyor. Oysa sadece ‘zafer’ kelimesinin konuşulduğu dikkate alınırsa yok olurken dahi ‘zafer’ diyebileceğiz. Yani bizim ki Papağanın ‘zaferi’ başka hiçbir şey değil.
İçeriye girince…
Bir acemi oyuncu nasıl beceriksizse, sahnede dona kalmış dururken Nasıl fazla duyguya kapılınca bir kimse Zayıflarsa yüreği gücünden kudururken, Benimde bu korkuyla güvensizlikten işte Sevgi törenindeki duam aklımdan çıkmış, Sevginin gücü beni de paramparça etmiş de Aşkın bütün yükünü omuzlarıma yıkmış.
Öyleyse kitaplarım söylesin güzel sözler, Sussun dilli gönlümün dilsiz laf ebeleri, Onlar sevgi dilenir, ama bir çıkar bekler; Gönlün sözü, bollukta hepsinden çok ileri.
Sessiz aşk ne yazmışsa onu oku öğren,
Aşkın ince aklıdır gözlerle duyup bilen.
-shakespeare,

İşimiz pazartesi gününü, güzel, sıcak bir çay dahi olsa sakin geçirmek isteğidir. Bu yüzden iyi düşünme sanatını, siyasetin acemi oyuncularının yürekleri iyice zayıflayınca kullanırız…

Sağlıcakla kalın…

İlker Özlük
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 6,006,006,006,006,006,00
              8 Kahveci oy vermiş.
4 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, aşağıdaki adresten tek tıklamayla zevkle okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın... Ayrıca bugünden itibaren duygu ve görüşlerinizi yorum olarak yazabilirsiniz.
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_1.asp

Devamı yok. BİTTİ

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Bu romanı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,588,588,588,588,588,588,588,588,58
              444 Kahveci oy vermiş.
58261 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Dost Meclisi



Meriç
Fotoğraf: Recep Pehlivanlar

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
Kahve Molası bugün 5.071 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

Yukarı

 

 Tadımlık Şiirler


GÜLÜN SEVDASI

Gülün sevdası dikendedir
Akan her damla kan ayrı bir sevdadır ona
Renginiyse sevdalandığı kanından alır
Gülün sevdası yürektedir,
Dikenlerin istediği tendeki değil
Yürektekidir.
Sevdalıdır;
Kana sevdalı,
Cana sevdalı,
Yüreğe sevdalı

Sen bir gülsün yürekler için,
Hoyrat bir elsin sevsa için
Kadife bir ses gibidir gözlerin,
İnce bir serzeniş olur yüreğe,
İnce bir türküdür söylenir dillerden dillere.

Kaçak sevdalar yaşatır yüreğe
Kaşla göz,
Kanla diken gibi.

Sevdalı bir gülsün
Sevdalı bir ömür
Ve sevdalı bir yürek.

He dediğin gibi
Gül güzelisin
GÜL

Kasım Demir

Yukarı

 

 Biraz Gülümseyin




Çüşünüz sayın otobüscü!..

Yukarı

 

 İşe Yarar Kısayollar - Şef Garson : Akın Ceylan
Yamağı : Ayşe Nur Gedik


http://www.buddybearsinistanbul.com/default.asp
Bir dostumun hatırlatmasıyla İstanbul'daki güzel bir etkinliği atladığımı farkettim. Oysa gözlerimle görüp, ellerimle de ellemiştim. Evet belki birçoğunuz gördü ama görmeyenlerin mutlaka gitmesi gereken bir festival var İstanbul Tepebaşı'nda. "HOŞGÖRÜ FESTİVALİ" Birbirinden güzel ayıcıkları görmek aralarında yapılan etkinliklere katılmak için tutun çocuklarınızın elinden ve gidin mutlaka. Ayıcıkları önceden incelemek isterseniz buyrun size adresi.


http://www.odtumd.org.tr/etkinlik/40yil/sevgidamlalari/info.htm
Sevgili Ahmet Kemal Üner'in önderliğinde hazırlanan bir değerli CD çalışmasına gidiyor bu link. ODTÜ Mezunlar Derneği'nin burs çalışmalarına katkıda bulunmak üzere hazırlanan bu CD için bakın ne diyorlar; "Derneğimizin 40. yıl projelerinden biri de, 1965'lerden günümüze, üniversite yıllarımızda popüler olmuş, hepimizin sevdiği, mırıldandığı "sevgi" temalı şarkılardan oluşan CD projesidir. CD projemize yapacağınız katkıyla da gerçekleştirmek istediğimiz hedefe erişmemizi ve burs fonumuzun yaygın tanıtımını sağlayacaksınız." Nostaljik şarkılardan oluşmuş bu CD'yi hayırlı bir iş için edinmek isteyeceksiniz umarım.

...24soru, binlerce kişinin aynı anda oynayabildiği bir online bilgi yarışmasıdır. Bilgisayarınıza yüklediğiniz ufacık bir program, size saatte bir tane olmak üzere gün boyunca yirmi dört adet soru sorar. Sorunun saatin hangi dakikasında geleceği önceden bilinmez. Amaç, yarışma dönemi boyunca mümkün olan en fazla soruya doğru yanıt vererek sıralamalarda yükselmektir... devamı için http://www.24soru.com/ . İyi eğlenceler.

Günlük falınız'ı merak ediyormusunuz? ...Bir süredir içinizde bir şeylerin eksik olduğu duygusuyla yaşıyorsunuz. Nedenini, bir süre önce yaşadığınız bir ayrılığa bağlamanız anlaşılır bir şey. Bu duyguya kendinizi alıştırabilir, üzüntünüzün yerini tatlı bir özlemle değiştirebilirsiniz... http://fal.tnn.net

Bilgisayarınızdaki gizlemeyi düşündüğünüz klasörler için güvenli ve tamamen ücretsiz bir program istermisiniz? İşte size Türkçe açıklamalı bir program, hem de bedava. http://www.barbar.programlari.com/ kısayolunda yapacağınız kısa bir incelemenin bilgisayarlara bakışınızı biraz olsun değiştireceğine eminim.

Siz yılbaşında sevdiklerinize, arkadaşlarınıza ve dostlarınıza e-kart göndermeyi planlıyorsanız http://ekart.draligus.com/ sizler için güzel bir alternatif olabilir.

http://www.incikutusu.com/
Sevgili kahvecilerden Zuhal'in özenle yıllardır hazırladığı ekartları ve özel sayfaları yeni yılı bahane ederek sevdiklerinize yollamak istemez misiniz? Haydi o zaman doğru İnci Kutusu'na.

Yukarı

 

 Damak tadınıza uygun kahveler


FunPhotor 2.6 [5800 KB] 2k/XP 10 günlük deneme sürümü
http://www.funphotor.com/download/download.htm
Hoş bir resim editörü. Bir paranın üzerinde kendi resminizi görmek ya da Michael Jackson olup dansetmek isterseniz, sizin için ideal. Hazır resimlerden seçebildiğiniz gibi kendi resimlerinizi üzerinde de değişiklik yapacağınız yeri işaretliyor ve diğer resimle birleştiriyorsunuz. Yaratıcılığın sınırı yok. 10 gün sonra kullanmaya devam etmek için 29 doları gözden çıkarmak gerek. Ya da:-)))

Yukarı





Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



SON BASKI (HTML)

KAHVE YANINDA DERGi

Hoşgeldiniz
Arşivimiz
Yazarlarımız
Manilerimiz
E-Kart Servisi
Sizden Yorumlar
KÜTÜPHANE
SANAT GALERiSi
Medya
İletişim
Reklam
Gizlilik İlkeleri
Kim Bu Editör?
SON BASKI (HTML)
YILDIZ FALI
DÜNÜN
ŞARKILARI





ÖZEL DOSYALAR

ATA'MA MEKTUBUM VAR
Milenyumun Mandalı
Café d'Istanbul
KIRKYAMA
KIRK1YAMA
KIRK2YAMA
KIRK3YAMA
ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
Teröre Lanet!
Kek Tarifleri
Gezi Yazıları
Google
Web KM













Fincan almak ister misiniz?
http://kmarsiv.com/sayilar/20041229.asp
ISSN: 1303-8923
29 Aralık 2004 - ©2002/04-kmarsiv.com
istanbullife.com