Deniz Feneri



Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 3 Sayı: 664

Sisteme gir!

Merhaba Sevgili KM dostu, hoşgeldiniz!

 18 Ocak 2005 - Fincanın İçindekiler

 

 Editör'den : İYİ BAYRAMLAR!..


ABONE OL!Merhabalar,

Bayram geldi hoşgeldi. Evlenmek üzere bekleyen çiftlerin ayrılığı sona eriyor hayırlısıyla. 2 bayram arası evlenilmez demiş ya adamın biri, işte o hesap. Geçen bayram olduğu gibi bu bayram da bize gelmeyecek anlaşılan. Ne bir kuzuya tuz yalatmışlığım ne de oraya buraya giderim diye yaptığım bir planım var. İkinci günden itibaren mesai başlayacak. İlk gün kaç el öpersek kardır. Amacım servetime servet katmak değil elbette, sadece henüz göremediğim 50 ve 100 yeni liraları merak etmekteyim. El öpmekteki hassasiyetim bundandır.

Dergimiz bir merhaleyi daha başarıyla aştı. Savcılıktan olur kağıdı alıp ISSN numaralarına numara katmak üzere harekete geçti. Koskoca Cumhuriyet Savcısı abime "Şubat'ın 7'sinde çıkacağız" diye söz verdim. Çıktıktan sonra 2 nüshayı ona götürmezsem bana 1 milyar halihazırda Türk Lirası ceza vereceğini söyledi. Yalnız karizmamı o da farketmiş olacak ki, nüshalardan birinin bizzat tarafımdan imzalanarak getirilmesini rica etti. Gördüğünüz gibi sizler henüz anlamasanız da devlet baba beni anlıyor. Beni karizmatik bir Sorumlu Yazı İşleri Müdürü yapma yolunda destekliyor. Sizler de abone olarak bu desteği sürdürebilirsiniz. Bayram boyunca, bayram hediyesi olarak Kahve Molası Dergisi aboneliği hediye etmeye ne dersiniz? Eminim iyi şeyler dersiniz. Haydi o zaman göreyim sizi.

Efendim tahmin edebileceğiniz üzere bugünden itibaren 24 Ocak Pazartesi gününe kadar tatile giriyoruz. Günlük sayılarımız yerini bayram gazetelerine bırakacak. Eski sayılarımıza göz gezdirmek, dergiye abone olmak isteyenleri sitemize bekleriz. Ben buralarda olacağım merak buyurmayınız.

Bu vesile ile tüm Kahve Molası gönül dostlarının bayramını kutlar, sağlık, neşe, sevgi dolu günler dilerim.

Pikaba çok eskilerden bir güzel şarkı koyup ayrılıyorum. Marc Aryan söylüyor, İstanbul. Esenkalın.

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

16 Mesaj/Yorum var. Mesaj/Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Café Azur : Suna Keleşoğlu


Bayram Şekeri...

"Özledikçe özlemleri artar içimin,
                    bir demet papatya ile geldim.
          Avuçlarımda akide şekerlerini gizledim."

Bazı günlere kısa cümleler, bazı günlere uzun cümleler düşer. Unuttuğumuz kelimeler canlanıverir; hafızamızın derinliklerinden bir çocuğun kocaman sevinci olarak geri gelirler.
Aslında akşam her şehirde aynı yıldızlarla başlar, der öykünün bir yerinde kadın.
Belki henüz öykü bile yoktur ortada.
Gözümde canlanan bir bayram telaşı var. Bu olsa olsa bir masal olurdu.
Bir varmış, bir yokmuş,
ya da evvel zaman içinde, kalbur saman içinde,
ülkenin bir yerinde bayramlar varmış. Bayramca yaşanan.
Şimdi kaldı mı?
Bugün bayram, erken kalkın çocuklar...
Bu şarkıyı mırıldanan çocuk, yaşımla beraber benden uzaklaştı. Hem benim yaşım, hem de zamane çocuğu unutmuş bayramları.
Evde bir tatil havası. El öpülecek büyükler, bahşiş verilecek küçükler de yok.
Şimdi eski günleri hatırlamalı, şimdinin bebeğine güzel anılar bırakmalı.

Benim gibi tek çocukların bayram kalabalığı azdır.
Kocaman ahşap evimizin duvarlarında hep kendi sesim; kuzenlerimin gelmesini iple çekerdim...
Mutluluğum dayım ve ailesinin gelişi ile ikiye katlanırdı. Ellerim, benden küçük kuzenlerimin avuç içlerinde, evin her yerini arşınlardık. Meğer onlar olmadan önce geçen bayramlarım ne kadar sessizmiş diye düşünürdüm...
Hayatım boyunca sessiz ama mutlu bayramlar geçirdim.
Çocukluğumda, her bayram karnaval olurdu, kağıttan rüzğar gülünün renkli kanatlarında.
Halka şekerlerle, macuncuların renk renk macunları geçerdi hayallerimizden...
Kenarları bembeyaz dantelli soket çoraplarımız ve ütülü mendillerimizle, oğlan çocuklarının traşlı kafalarına gülerek bakardık, saçlarımızı savura savura ...
Olmazsa olmaz kurdelalarımız kıyafetimizin renginde, el öpme turlarına başlardık komşu kapılardan...
Sabahın horoz sesine karışan aile kahvaltilarının ardından, topluca bayramlaşılan mutfağımızda, dedemin elini ilk ben öpeceğim diye yarışa girerdim büyüklerimle. Dedemin yeni traş olmus yanaklarını öperken yaşadığım sevinçler bugün bile hiç aklımdan çıkmaz.
Parlak ela yeşili gözleriyle bana bakar ve çocukluğumu doya doya yaşamam için elinden ne gelirse yapardı.. Dedemden sonra sırası ile büyük babaanne, anneanne, baba, anne,dayı ve yenge yüzümün onlar için ayrılan bölümlerine öpücük kondururlardı. Dedesinin krallığında yaşayan kırmızı pabuçlu prensesin yanakları, burnu, alnı herkes tarafından öpülebilirdi. Ama gıdığı hep dedesinindi.
Saat ilk misafirin geliş saatini göstermeden önce, kadınlar kahvaltı sofrası toplarlarken, erkekler bayram gazetesinin sayfalarını bölüşmüş olurlardı kendi aralarında.
Biz mahallenin çocukları sokağın ortasında toplanırdık. En fiyakalı kıyafetlerle topluca yapılan komşu gezmelerimizde, kapı önü ziyaretleriyle çantalarımızı sekerlerle doldururduk.
Biz küçücüktük. Avuçlarımız bizden daha küçük. Çikolataların ender uğradığı memur mahallelerinde, renk renk şekerlerimiz avuçlarımızda büyürdü. Bir iki badem şekeri, bir iki akide ile ceşni kazanan şekerlerimiz olurdu. Mendil aralarında avucumuza bırakılan paralarla hemen gidip leblebi tozu alırdık. Çocukça bir sevinç idi bizimkisi, şeker tadında...
Sokağın bayramı bitip, birer birer evlerimize döndüğümüzde misafirleri beklemeye başlardım.
İlk onlar gelirdi. Ben bilirdim. İçimden hep ilk onlar gelecek derdim, bir dilek tutardım, hep olurdu. Yıllar boyunca her bayramda, hep aynı saatte ilk onlar geldi. Dedemin manevi oğlu, eşi ve oğulları...
Onların gelişi ile bayramın gelişi aynı olurdu. Aslında her zaman görüşürdük. Ama her bayram sabahı bayramlık kıyafetleriyle, el ele kapıyı çalışlarını ve onları ilk olarak kapıda karşılayan çocuk sevincimi şimdi bile özlerim...

Şimdi içimde bayramı özleyen bir çocuk;
Eteklerimde renk renk şekerler, ellerimde renkli balonlar ile kağıttan bir rüzğar gülünün dönüşü ile elbisesi uçuşan kırmızı ayakkabılı bir prensesim ben. Ve biliyorum ki elimi uzattığımda avucum hiç boş kalmayacak.
Çünkü dedelerin dedesi bana güzel anılar bıraktı.
Bir beyaz mendil açıyorum uzaklardan, bayram şekeri tadında,
                    geçmiş bir bayram kokusu hayallerimde...

          Ağzımda bir akide şekeri,
                    Avuçlarımda umutlar...

bence, kendimce;
          Bayram en çok çocuk(luk)lara ,
                    çocuklar da en çok bayramlara hasretttir.

          Benim hasretim her ikisine...

SunA.K. Grasse
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
              13 Kahveci oy vermiş.
11 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Deniz Fenerinin Güncesi: Seyfullah Çalışkan


ZAMANIM OLUNCA SENİ SEVEBİLİRİM

"Önümüzdeki Pazar pikniğe gidelim. Perşembe akşamı sinemaya ne dersin? Beni Kültür Müdürlüğündeki sergiye götürür müsün? Belediye Konservatuarının sanat müziği gecesi ne akşamdı? İki gün kala bana telefon et, kendimi ona göre planlayayım. Beni Bektaşağa Panayırına götürsene. Göl kıyısında birlikte yürürüz. Görürsün bak sana kendimi nasıl af ettireceğim." Götürürüm, gideriz, elbette olur, ama sen hiç gelmezsin. Son anda bir işin çıkar, bir bahane ayaklarına dolanır. Hep gelemezsin ve hep ben öfkeden dileye dönerim. Duvarları yumruklarım, kendimi tutamam, salaklığıma ağlarım.

Sen her bahar bana tutmayacağın sözler verirsin. Ağzıma bir parmak bal çalıp beni yeni yalanlarına inandırırsın. Bütün yalanlarını ezbere bilirim ama yine de inanırım. Aldığım kararlara uymadığım için, verdiğim sözleri tutmadığım için kendime kızıyorum. Yolumu, yönümü senden uzağa çevirmediğim için basbayağı deli olmalıyım. Benimle resmen alay ediyorsun. Nasıl bu kadar aptal olabildiğime ben bile şaşıyorum. Telefonu açtığımda artık söyleyeceğin cümleleri, uyduracağın mazeretleri bile tahmin edebiliyorum.

Bana kendini af ettirmek için özel bir şey söylemene gerek yok. Önümüzdeki günlerde söyleyeceğin yalanlardan birini ödünç alıp bu gün kullan. Artık seni aramadan önce balkona çıkıp limana doğru bakıyorum.

Gün doğrusu esiyorsa verdiğin sözü tutmayacaksın demektir. Çünkü bu gün yine annenin romatizmadan ayakları ağrıyordur. Sen yine kadıncağızı o halde ağrılar içinde bırakıp benimle gelemezsin. Korucuk üstünde bulutlar varsa yine gelemeyeceksin. Çünkü annenin kronik bronşiti azmıştır. Birazdan nefes alırken hırıldamaya başlayacak ve sen onu öyle bırakamazsın. Diyelim ki hava günlük güneşlik. Sen yine gelemezsin. Çünkü annenin sağlık durumunda bir olağan dışılık yoktur. Hatta bu bir mucizedir. Nasılsa köyden dayınlar size misafirdir. Misafir öyle evde yüz üstü bırakılmaz ki.

Oturup hiç üşenmeden geçen yıl birlikte planladığımız günlerin acı sonlarını yazdım. Bizim seninle haftada bir ve yılda sadece elli iki günü birlikte geçirme ihtimalimiz var. Geçen yıl 36 hafta sonu annen çok hastaydı. Beş hafta sonu ise misafiriniz gelmişti. İki hafta sonu ölen yakınlarınızın mevlitlerine katıldın. Üç hafta sonu arkadaşlarının düğünü vardı ve sen onlara yardım ettin. Bize kalan beş günün birinde kavga ettik. Birinde göz açtırmayan bir sağanak vardı ve saatlerce bir pastanede sıkılarak oturduk. Üç hafta sonu ise hala düşlerimi süslüyor. Beni sana kul eden, beni telefonlara koşturan her şey işte o üç günün içinde saklı. Sinemada seni öptüm, Yuvam'da denize girdik, kütüphane bahçesinde birbirimize aşk şarkıları mırıldandık.

Sen her bahar bana tutmayacağın sözler verirsin. "Senin yanında çok mutluyum. Zamanın nasıl geçtiğini bile anlamıyorum. Mutluluktan ayaklarım yerden kesiliyor. Başım bulutlara değiyor, yıldızları tutuyorum. Seni boşuna bekletiyorum, en iyisi evlenelim, "demiştin. Sözlerinin üstünden iki bahar geçti ben hala bekliyorum. "Annem biraz daha iyileşsin, ben ucundan kenarından durumu çıtlatırım," diyorsun. Sen inatla anneni, ben sabırla seni bekliyorum.

Sabah yatağımdan yeni bir pazara uyandım. Balkona koşup yine limana baktım. Hava, güneş, rüzgar tam bize göreydi. Sesinin yakarma tonu telefondaki umutlarımı yerle bir etti. Saksılarımı güneşe çıkardım, çiçeklerin toprağını değiştirdim. Radyomun sesini açıp balkonda kahvaltı ettim. Bu saban annene hiç kızmadım, sana öfkelenmedim. Sakız sardunyama senin adını verdim. Kaktüsüme de anneninkini...

Gelmeyeceğini bayat gerekçelerle, hep bildik nedenlerle, yanımda olmayacağını bile bile seni sevmek çok gülünç. Az aşk, az kuru, az pilav ve çok ekmek. Ödemesi kolay ve zaman bakımından ekonomik. Örneğin işten sonra sevebilirim seni. Yağmurdan sonra, yada yorgun bir günün sonunda. Üç günde bir telefon etsem yeter. Bir yılda üç gün sevebilirim seni. Kibrit kutusu, oyuncak bebek, pul yada telefon kartı koleksiyonu yapar gibi. Zamanım olunca, arada sırada, çok canım sıkıldığında ve yalnızlıktan bunaldığımda... Nasıl söylesem aklım esince, uykum kaçınca falan. Dertsiz - tasasız, gamsız-kedersiz, sorunsuz, sorumluksuz, özlemsiz ve özverisiz sevebilirim seni... Ne dersin?

Seyfullah Çalışkan
seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,879,879,879,879,879,879,879,879,879,87
              15 Kahveci oy vermiş.
13 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

Leyla Ayyıldız

 YazıYorum : Leyla Ayyıldız


  29 HARF

Sun:
Çok beklettim mi?

Rainman:
Fazla değil...
Sorun yok değil mi?

Sun:
Yoo, bir problem yok. Alış veriş tahminimden uzun sürdü sadece. Trafik berbat yoğundu...Çok özür diliyorum... Havalar nasıl orada?

Rainman:
Bugün kar yağdı, bembeyaz ortalık. Ofise gitmek içimden gelmedi. Eve getirdiğim birkaç iş vardı, onları halledip, biraz kitap okudum. Söz verdiğim saatte de bilgisayarımı açıp, seni bekledim. Sen gecikince mektuplarıma baktım biraz... Orada hava nasıl?

Sun:
Bizse sıcaktan kavruluyoruz. Nem oranı da çok yükseldi. Yapış yapış, vıcık vıcık bir sıcak var. İçerideyken o kadar hissetmesek de, sokakta dilimiz dışarıda geziyoruz.

Rainman:
:) Bayılıyorum bu tarz konuşmana.
Ne ilginç değil mi? Henüz yüzlerimizi bile görmedik, ancak tarifi mümkün olmayan duygular besliyorum senin için. 29 harf ile yaşamıma girip, önemli bir yer ettin. Sanki her harf tek bir kromozonun ve dizinini seçtiğin harfler seni vücut ettiriyor. Seni özlüyor, seni merak ediyor, hatta seni kıskanıyorum.

Sun:
Kıskanıyor musun? Niçin?

Rainman:
Evet, bu bir itiraf. Seni kıskanıyorum. Bana geç yanıt verdiğin zamanlar, başka biriyle konuştuğunu, pardon yazıştığını sanıyor ve kıskanıyorum.

Sun:
Hmmm... Hayır yaa, sana kaç kez söyledim, senden başkasıyla yazışmıyorum hiç. O sırada evle ilgili bir şeyler oluyor; ya kapı çalıyor, ya telefon geliyor. Ya da, ya da .. Ne bileyim bir şeyler çıkıyor işte... Seni bekletmek ve meraklandırmak benim de hoşuma gitmiyor.

Rainman:
Tamam canım... Dün gece yine seni gördüm rüyamda. Biliyorsun, benzer rüyaları defalarca gördüm. Yine havaalanındayım. Yine o ilk karşılaşma anı :) Uçağın inmiş, yolcular yavaş yavaş yaklaşmaya başlamışlar, seni seçmeye çalışıyorum. Çok, çok heyecanlandığımı fark ediyorum. Nefesim sıklaşıyor, sanki bacaklarımın bağı çözülüyor. Kalbim duracak gibi oluyor. Birden arka taraflardan kırmızı tayyörlü, kırmızı şapkalı bir kızın el salladığını fark ediyorum. Sensin... Tıpkı anlattığın gibisin, 'İşte o, işte o' diyorum. Yıllardır mektuplaştığım, yıllardır yazıştığım sen, karşımdasın. Bana doğru koşmaya başlıyorsun, kucaklıyorum seni. Ellerimle yüzünü tutup, yüzüne bakıyorum. Gözlerine, burnuna... Saçlarına dokunuyorum, anlattığın gibi ipek saçlarına... Ellerini tutup, dudaklarıma yaklaştırıyorum. Uzun parmaklarını inceliyorum. Yeniden yüzüne bakıyorum... Nasıl da tahmin ettiğim gibi her şey... Hepsi senin şu 29 harfinle çizdiğin tablo gibi. Kucaklıyorum seni, 'Kadınım, kadınım' diyorum ve uyanıyorum...

Sun:
:) 'Kadınım'.......

Rainman:
Evet kadınımsın... Oysa nasıl karşıydım yazarak iletişime. 'Göz teması olmadan, neyi ne kadar paylaşabilir ki insan' diyordum. Bak şimdi şu halime, beni ne hale getirdin. Değil gözlerini görmek, çok çok silik, çok uzaktan çektirdiğin bir resminden başka seni hiç görmediğim halde, nasıl değerlisin benim için. Sanırım biz, yeryüzünün en iyi anlaşan iki insanıyız.

Sun:
Sen de benim için çok değerlisin...

Rainman:
Yaklaşık bir yıldır ne çok şey paylaştık değil mi. Belki de hiç kimseye, hiçbir zaman anlatmayacağımız sırlarımızı açtık. Eğer seninle yüz yüze tanışmış, görüşmüş olsak, bu denli konuşmayacaktık belki. Ne bileyim, herhangi bir hareketimizden kötü bir elektrik alıp, birbirimize bu kadar zaman ayırmayacaktık. Ve her ikimiz de, belki de yaşam çemberimize tek bir teğet dokunuşla değen diğerimizi fark edemeden, birbirimizi ıskalayacaktık... Düşünmesi bile korkunç... Kabus gibi... Oysa şimdi... Oysa şimdi, bu şekilde, nasıl da uzun uzun her şeyimizi paylaştık... Ben sensiz olamıyorum, sen de bensiz... Seni seviyorum bebeğim...

Sun:
Ben de seni...

Rainman:
Dün yağlı boya bir tablo çizmeye başladım. Seni resmediyorum :) Aslında bu bir sürpriz olacaktı, anlatmayacaktım, ilk karşılaşmamızda görecektin. Tablom ve seni yan yana getirecek ve sizleri izleyecektim. Ancak bak görüyor musun, tez canlılığıma yenik düştüm :) Hatları oluştu bile... Güzelliğin yansımaya başladı. 26 yaş gençliğini yansıtacak pastel tonlarda bir fon oluşturdum. Saçların tıpkı anlattığın gibi şarap kızılı, iri badem gözlerin de tamamlandı. Az kemikli muntazam burnun da oluştu bile... Bu işten büyük keyif alıyorum, tablonla geçirdiğim saatler günün en zevkli saatleri benim için. Ve bir gün, ve bir gün o muhteşem an gelecek...
Yaşamlarımızın belki de en önemli anı olacak bu zamanı öne çekmeliyiz canım. Mümkün olduğunca erken görüşmeliyiz. Artık bana bu şekilde, yazarak yetmiyorsun. Seni yaşamak istiyorum...
Tüm programlarımızı yeniden gözden geçirmeli ve en kısa zamanda buluşmalıyız.

Sun:
Biliyorsun bunu ben de çok istiyorum. Dilerim en kısa zamanda gerçekleştiririz bunu. Şimdi senden üzülerek izin istiyorum. Yarına yetişmesi gereken bir araştırmam var, onun için çalışmalıyım. Seninle olmak yine çok güzeldi. Yarın yine bu saat uygun mu senin için?

Rainman:
Evet, evet yarın, tam bu saatte, burada olalım. Sana yarın, yaptığım tabloyu daha detaylı anlatacağım. Bil ki; yarına dek seni çok özleyeceğim. Şunu unutma; 'boşluğa bu aşkı ikimiz birlikte yazdık'... Yeniden diyorum ki, seni seviyorum...

Sun:
Ben de seni canım...

.....

Kadının parmakları farenin sol tuşuna dokundu 'bu uygulama şimdi sonlanacak, devam etmek istiyor musunuz?' uyarısına 'evet' yanıtı verdi. Başlat - oturumu kapat - oturumu kapatmak istediğinizden emin misiniz? Evet....

Sallanan koltuğuna ulaştığında artık bilgisayarın fan sesi de kesilmişti. Geriye doğru yaslandı. Ayak baş parmağını hafifçe yere dokundurup, sandalyesine ilk ivmeyi verdirdi. Derin bir nefes aldı. Sağ elini sehpanın üzerine götürüp, sedef saplı aynasını eline aldı. Aynada yansıyan yüzüne baktı ve mırıldandı;

'Tanrım, tam 75 yaşımda, benden yeni bir ben yaratmama izin verdiğin için sana şükürler olsun...'


Leyla Ayyıldız
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,209,209,209,209,209,209,209,209,20
              30 Kahveci oy vermiş.
36 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

Fatma Toprak Gök

 Kardelen Ezgileri : Fatma Toprak Gök


   DURMASIN KALBİM !

Aklımdaydın seni görmeden önce, görmeden çok çok önce düşlemiştim seni.

Yüreğimdeydin ben seni görmeden önce. Göremezdim de. Bulunduğum yer karanlık ve seni görmem imkansızdı. Oysa kapsamındaydım. İçindeydim senin, sen benim dışımda değil!

Ben büyümemiştim daha, kocamandın sen. Bir dünya kadar. Dünyam kadar.

Gözlerime ilk geldiğin gün üşümekten kurtardın beni. O günden sonra hep baktım sana, uzun uzun, dolambaçsız. Tüm dünyamdın, her şeyimdin. Yüreğim titrerdi, gözlerim parlardı seni gördüğümde. Işık vermiştin, güneşim olmuştun, nasıl parlamasın!..

Yokken yanımda;
Seni arardı gözlerim. Kapatırdım gözlerimi tümlere, saklardım sana. Doyasıya bakmak için...
Seni duymak isterdi kulaklarım. Tıkardım kulaklarımı seslere, saklardım sana. O güzel sesini duyabilmek için...
Kokuna hasret kalırdı burnum. Ağzımdan alırdım nefesimi, saklardım sana burnumu. Kokunu ezberlemek için...
Ellerim boş kalırdı, bomboş. Hiçbirşeye dokunamazdım, saklardım sana ellerimi. Doyasıya dokunmak için...
Yüreğim boş kalırdı, hasretinle yanardı. Atmasın isterdim kalbim sen yokken, senin yanında atsın isterdim. Sadece senin duyman için...

Nereye gitsen izlerdim seni; başta gözlerimle sadece, sonra benliğimle. Ne yapsan, ne etsen hep en iyiydin sen. Dedim ya tüm dünyamdın diye, küçüktüm diye!

Sonra büyüdüm. Bu senden uzaklaşmam demek miydi, yoksa daha da mı yakınlaşıyordum sana, bilemedim...

Sonra sen daha da büyüdün, sen büyüdükçe yaklaştın bana, ben büyüdükçe uzaklaştım senden. Kopmadık hiçbir zaman, aramızda en kalın halatlardan daha kalın, sevgiden bir bağ...

Sonra birgün gittin sen, ben daha da büyüyüp daha çok yaklaşmak istediğimde sana. Gittin sen. Ben ardından dünyasız, ben darmadağın, ben ışıksız, ben paramparça. Hani yanımda olmadığında atmasın isterdim ya kalbim. İşte gittiğinde birçok kez daha dursun istedim kalbim, atmasın. Ben yitik...

Hayat... Çözülemeyecek kadar karmaşık, dayanılamayacak kadar hüzünlü, içine sığamayacak kadar mutluluk verici hayat. Anlaşılmasız hayat... Geçti işte günler, üstüm kapandı, içim açıkta kaldı...

Sonra birgün o geldi. Ne tuhaf, durmasını istediğim kalbim ben demeden atmaya başladı. Gözlerim baktı uzun uzun; daha önce hiç görmemiş gibi. Burnum kokladı, ilk defa koku alıyormuş gibi. Ellerim, kollarım kucakladı onu, kalbim müthiş haz aldı.

Benim sana baktığım gibi bakıyor, dolambaçsız. 'Seni çok önce düşlemiştim' diyor. Hep beni izliyor.

Sen gittiğinde durmasını istediğim zaman hiç geçmesin istiyorum şimdi. Dünyamdın benim, dünyasıyım onun. Küçük daha, büyüyecek.

Sen yoksun şimdi, O yanımda. Yeni doğmuşum gibi, hiç sevmemişim gibi... Büyümüşüm gibi... Kalbim durmasın şimdi, atsın şimdi. O'nun için!

Fatma Toprak Gök
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
              10 Kahveci oy vermiş.
14 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Kahveci : Mete Kaynaroğlu


Bir gece uçuşu...

Uzun zamandır bir fırtınanın içinde, hiçbir yana tutunamadan savrulmuş olduğunu biliyordu. Hiç beklemediği bir anda ise fırtınanın onu bir gece yarısı bilmediği bir sokağın başına bıraktığını anladı.

Durdu... gecenin karanlığına gözlerinin alışmasını bekledi. Sokak boştu. Hava soğuktu. Tarif edilemeyecek bir şekilde de sessiz. Evlerin bütün pencerelerinin ve kapılarının sımsıkı kapalı olduğunu gördü. Ürperdi. Evlerde ışık yoktu. İlk kez, evlerin bu kadar karanlık olabileceğini o an hem de karanlığa rağmen ayırdına vardı.

İleride, pek parlak olmayan ve dibine kirli sarı bir ışık veren sokak lambasını fark etti. Ona doğru ilerledi.

Birden...

Sokak lambasının dibinde ve direğe yaslanmış vaziyette duran boy aynasını gördü.

“Vay canına!..” dedi kendi kendine. “Bunun burada ne işi olabilir?” diye sordu. Hiçbir anlam veremedi.

Aynaya doğru yaklaştı... Ansızın bir yüzle karşılaştı. İlk defa, bu güne kadar karşılaşmadığı bir korkuya kapıldı.

Korktu... ağzının içinde o bildik acılığı hissetti.

Sonra... düşününce aslında bu yüzün kendisine ait bir yüz olacağına karar verdi. Aynaya bir daha yaklaştı ve kendine bir daha ve dikkatlice baktı.

“Tanrım!... bu ben miyim?..” diyerek, arkasından sesi de hiçbir biçimde duyulamayacak biçimde çığlık attı. Denilebilir ki, çığlığı içinden yükselerek dudakları arasında boğulup kaldı. Aynada gördüğü yüzde o bildik kumral ve dalgalı saçların yerini, beyazlaşmış ve düzleşmiş saçlar, kirli bir sakal, dökülmüş dişler, derinleşmiş yüz ve alın çizgilerinin almış olduğunu gördü.

Elleriyle yüzünü kapadı. Bir müddet öylece durdu.

Tekrar etrafına baktığında yalnızlık taş gibi oturdu yüreğine. Bir evi yoktu... bir ailesi de... bir dostu yoktu... bir sevgilisi de... Komşusu yoktu... arkadaşı da.

Ellerinin o bildik hareketiyle saçlarını arkaya doğru sıyırdı. Ellerine... ellerinin içine göz atarak, bir iki beyazlaşmış saç teline ve parmaklarının arasında akmış yıllara baktı.

Başını kaldırdı... ileride, yeniden farklı sokaklara ayrılmış, karanlık sokağın sonuna doğru başını çevirdi. Belli belirsiz gülümsedi... Nerede okumuştu hatırlayamadı; “kaşlarını çat ve bir savaş hilesi düşün” sözünü hatırladı. Etrafına bir daha göz gezdirdi... sonra...

Karanlık sokakların içine dalıp kaybolup gitti.

Mete Kaynaroğlu
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
              6 Kahveci oy vermiş.
7 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Medyatik : Selcan Lafçı


Bağbozumu Gezisi

Bir arkadaşımın önerisiyle Doluca'nın beş yıldır düzenlediği Bağbozumu gezisine katılmaya karar verdim. Ekim sonunda, yılın son gezisinde son anda yer bulabildik. Gezi organizasyonuyla ilgili Doluca yetkilisi telefonda "Sabah 08.30'da Swiss Otel'in lobisinde buluşuyoruz. Kuru pastalar yanında hoşgeldin çayımızı içip, gezi arkadaşlarımızla tanışıyoruz ve özel tasarlanmış otobüsümüzde kahvaltımızı alırken şaraba büyülü yolculuğumuz başlıyor." dediğinde güzel sesinin etkisiyle 'kahvaltımızı almak' lafına hiç takılmadım.

Programdaki gibi sabah otelde buluştuk, kısa bir hoşgeldin'den sonra tam 09.00'da hareket ettik. Özel tasarlanmış otobüsümüzde 'kahvaltımızı aldık.' Koltuklar deri, rahat. Arkada bir mutfak var. Uçaklardaki gibi bir perdeyle ayrılmış, Swiss Otel'in iki garsonu bizimle beraber. Gezinin tüm yiyecek/servis hizmetleri Swiss Otel tarafından veriliyor. Tekirdağ'da kısa bir sigara, ihtiyaç molası ve Şarköy.

Çok şanslıyız, bir gün önce İstanbul sele teslim olmuşken, bugün hava günlük güneşlik. Şarköy'de deniz kenarında bir restoranın bahçesinde masamız hazır. Şarap eşliğinde güzel bir öğle yemeği yedik ve Mürefte'deki Doluca fabrikasına doğru yola çıktık.

Trakya'nın önemli şarap bölgelerinden biri olan Mürefte adı Rumca binbir koku anlamına gelen Mirioftolos sözcüğünden geliyormuş. Kutman ailesi Trakya'da azınlıklar arasında yaşayan bir müslüman aile. Nihat Kutman 1923'te mühendislik okumak için gittiği Almanya'da bağları ve şarapçılığı görünce karar değiştirip Enoloji (şarap bilimi) ve Vitikültür (bağcılık bilimi) eğitimi almaya karar vermiş.
Döndüğünde de zaten bölgedeki Rumların da yapmakta olduğu bağcılık ve şarapçılık işine girmiş. İlk iş olarak Almanya'dan getirttiği riesling üzümlerini yetiştirmeye başlamış.

Türkiye'de kişi başı şarap tüketimi yıllık 1 litre iken Mürefte'de 130 litre imiş! Mürefte'liler hem üretiyor hem tüketiyorlar, ne güzel... Oralarda bir söz varmış: "Mürefte'nin kurbağaları ayık gezmez" diye... Eski dönemlerde paslanan fıçı kelepçelerinin kırılması ile Mürefte sokaklarına şarap akarmış, kurbağalar da bundan nasibini hep alırlarmış...

Fabrikaya geldiğimizde kapıda kocaman bir kamyon vardı. Elazığ'dan üzüm getirmiş; öküzgözü cinsi, kara, büyük taneli. Daha kapıda üzümler kamyondan indirilirken 'salkım ayırıcılar' yardımıyla salkımlar tanelerinden ayrılıyor ve yürüyen bir sistemin üzerinde fabrikadan içeriye giriyor. İçerde kırmızı ve beyaz üzümlerin yolları ayrılıyor; beyaz üzümlere doğrudan sıkma işlemi uygulanırken, kırmızılar renk alması için, şıra-tane birarada bir müddet bekletiliyor. Bekleme süresi sonunda filtrasyon aleti yardımıyla tortularından ayrılan şıra, fermantasyon tanklarına gönderiliyor.
Fabrikada üzümün şaraba dönüşmesi için gereken her aşamadan örnekler vardı: Kimi henüz salkımlarında ayrılırken, kimi fermantasyon tanklarında, kimi de şişelenmeye doğru gidiyordu. Fermantasyona yeni girmiş üzüm sularından tattık. Büyük çelik tankların en üstüne çıkarak fermantasyon işlemindeki şırayı kokladık.

Şişelenmeden önce şaraplar paslanmaz çelik tanklarda veya meşe fıçılarda eskitiliyor. Her şarabın belli bir eskime süresi var. Şarabın ne tür bir kapta eskitileceği de tercihe göre değişiyor. Soğuk mahzene, fıçıların yanına inmeden önce ceketlerimizi giydik. Bu fıçılar sadece Fransa ve Portekiz'de yetişen bir çeşit meşe ağacından yapılıyormuş. Hiç tutkal, çivi ve benzeri madde kullanılmadan ağaçtan alınan kerestelerin ısı yardımıyla genişlemesinden yararlanılarak nasıl yapıldıklarını video kasetten izledik. Ne yazık ki bu kadar emekle yapılan fıçıların ömrü 3 yıl. Fıçı içinde bekletilen şarap, meşe ağacının yetiştiği bölgenin çiçek kokularını taşıyor. Az sonra tadıma gittiğimizde içtiğimiz şaraptan nasıl da yabani menekşe kokusu, tadı geldiğini göreceğiz.

Sonra şişe mantarlarının nasıl yapıldığını gördük. Aslında yapılma sözcüğü yanlış. Çünkü mantar ağaçta kendiliğinden oluşuyor. Tek yapılan ağaçtan alınan mantar tabakasından silindir şeklinde mantarı çıkarmak. Bu işlem aynen şekilli kurabiye yapar gibi silindir şeklinde kısa bir boru yardımıyla oluyor. Mantar bir çeşit meşe ağacından elde ediliyor. Bu ağaç Portekiz, ispanya ve çevresinde yetişiyor. Meşe ağacı 60 yaşına gelince dış katmanı portakal kabuğu soyar gibi soyuluyor. Bu katman sadece parke yapımında kullanılıyor. 10 yıl daha bekleniyor ve 70 yaşında tekrar soyuluyor. Bu katmanın mantar kalitesi düşük oluyormuş. Bir 10 yıl daha beklenip 80 yaşına gelince 1. kalite mantar elde edilebiliyormuş!

Ve bir salonda, büyük bir masanın etrafında tadımdayız. Hepmizin önünde 11 kadeh var. Ortada, iki şarap yudumu arası ağız tadımızı değiştirmek için minik doğranmış ekmek ve peynir tabakları. Bir de sürahiler var. Rehberimiz açıkladı: Şarap tadımcıları, günün sonunda sarhoş olmamak için, aldıkları yudumu ağızlarında dolaştırdıktan sonra bu sürahilere tükürürlermiş.
Önce kadeh nasıl tutulur, içindeki şarap nasıl havalandırılır, yudum nasıl alınır gibi genel bilgileri öğrendik ve tadıma geçtik. Bir yandan şarabımızı tadarken bir yandan da slaytlarla verilen üretim yılı, üzüm cinsi, bekleme süresi, hangi yemeklerle iyi gideceği gibi ayrıntıları not alıyoruz. Not alıyoruz çünkü tadımdan sonra beğendiğimiz şaraplar için sipariş verip, bağa gün batımını izlemeye gideceğiz.

Bağa giderken rehberimiz Mürefte'nin sırtlarındaki Doluca tepelerini gösterdi. Doluca Şarapları ismini bu tepelerden almış, hatta amblemi de bu tepeleri anımsatıyormuş.

Bağda bizi Cevat Amca karşıladı. Nihat Beyin ilk riesling üzümlerini yetiştirdiği bağ burasıymış. Cevat Amca'nın babasıyla birlikte yapmışlar bu bağı. Masalar hazırlanmış; kekikli zeytinyağı, köy ekmeği, peynir çeşitleri, üzüm, kuruyemiş ve elbette şarap bizi bekliyordu. Bağbozumu yapıldığı için asmalarda pek üzüm yoktu. Cevat Amca elindeki aletle üzümlerin şekerini nasıl ölçtüğünü anlattı.

Günbatımından sonra siparişlerimizi de alıp, dönüş için otobüsümüze bindik. Televizyonda Andre Bocelli'den aryalar eşliğinde şarap içmeye devam ettik. Tekirdağ'dan aldığımız köftelerle birlikte akşam yemeği servisi başladı. Saat 21.30 gibi İstanbul'a gediğimizde hepimiz güzel bir gün geçirmenin keyfini yaşıyorduk. Tabi içtiğimiz şarapların verdiği mutluluğu! da eklemem gerek.

Selcan Lafçı
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
              6 Kahveci oy vermiş.
8 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

Gülcan Talay

 Gülümse'nin Dilinden : Gülcan Talay


   Amann Ormancıı! Canım...

Mevsimlerin son baharı, en son demleri idi aynalarına yansıyan renkler. Bir kuru yapraktı avuçlarındaki, bir zamanlar çocukluğunu adadığı Sinop ilinin Ayancık ilçesindeki evinin yokuşunu tırmanırken.

"Koşmasana kızım. Yeni eteğini kirleyeceksin. Bak kime diyorum? Cevap bile vermiyor. Ablan az mı uğraştı onu dikerken. Kızımmm!"

Yıllar sonra aynı yokuşu tırmanırken ağır adımlarla, annesiyle şaka olsun diye inatlaşıp, koşup düşerek ablasının diktiği eteği yırttığı günü anımsadı. Yere kapaklandığı anda kendisini hızla yukarı kaldıran annesinin elbet etek hiç umurunda değildi. Onun ise; ablasının yaz sonu gittiği dikiş kursundan öğrendikleri ile özene bezene ilk diktiği eteği daha ilk giyişte mahvettiği için, dizlerinde açılan yaralar ve akan kan umurunda değildi.

Yokuştan aşağıya hızla koşarak kendine doğru yaklaşan bir kız çocuğu, arakasına taktığı annesini tıpkı kendi gibi duymazlıktan gelerek, çocukluğuna hızlı adımlar sallıyordu. "Dur! Koşma!" demek istedi Sevda. Son anda vazgeçti. İleri de, tıpkı kendi gibi hatırlayacağı bir anı olacaktı belki engelleyip, minik kızdan çaldığı. Sustu...

Yokuşu çıktığında nihayet lojman bulamadıkları gün, belediye katibi Hikmet amcanın kendilerine severek açtığı evlerinin sokağına ulaştı. Bakkal Rıfat, kahveci Cemil, terzi İsmail, fırıncı Kasım... İşte tüm esnaf yıllara rağmen hala yan yana idiler. Gerçi, duymuştu ara sıra gelen haberlerden işleri çocuklarına devrettiklerini. Ne mutluydu onlar için... Buralarda kalan az sayıda gencin ebeveynleri olmaları ve çocuklarının aynı mesleklerini tercih etmeleri. Yalnız, bakkaldan çıkıp camiye doğru giden Rıfat amca hariç. Elini uzatmak istedi. Geç kalmış bir başsallığı için. Diyemedi... Cümlelerini yuttu.

Oğlu Ufuk ilkokul yılları boyunca en büyük hayranı olmuştu. Peltek diliyle adını söyleyişini anımsadı. Buruk bir tebessüm yerleşti yüzüne. Sevda buralardan tayinleri çıktıktan tam beş yıl sonra duymuştu vahşice öldürülüşünü. "Ne yazıktı bir küfür uğruna öldürülüşü. Bir düğün günü, şişede durduğu gibi durmayan bir içkiydi küfrünün sebebi. Yine aynı içkiydi anasına gelen küfrü gururundan ayrı tutamayıp cana kıyan gencin sonu. Bu gün ise aynı yerde Rıfat amca, çoktan cami yolunda gözden kaybolmuştu. Eskilerin en geç esnafı, şimdilerin en yaşlısı olmuştu. Birkaç yıl sonra belki de izi bile kalmayacaktı, tabelası olmayan dükkanının camına acemice yazılmış BAKKAL RIFAT adının.

Eski sokağının boşluklarına birkaç yeni ev yapılmış olsa da, eski evler oldukları yerde kalmıştı. İşte Deli Ayşe' nin evi karşısındaydı. Az koşturmamıştı elinde sopa peşlerinde. Kızı Arzu da tıpkı annesi gibi tutarsız bir kızdı. Şimdilerde buralarda yaşamadığını bildiği kızı... Zaten gençler hepten bırakıp gitmişti büyüklerini, geçmişlerini. Elbet bir hayat savaşıydı peşine takıldıkları... Dünlerini ardında bırakıp, yarınları selamladıkları.

Sevda' nın eski evi, çocukluğu, babasıyla ortak en uzun anısı; işte birkaç adım atabileceği uzaklıkta idi. Yıllar önce kiracı olarak oturmuş olsalar da, ona göre hala kendi evi idi. Ahşap bahçe kapısının kilidini çekti, öne bir adım attı. Heyecandan olduğu yerde sendeledi. Hemen girişteki ahşap banka yerleşti. Çamaşır makineleri olmadığı birkaç yıl boyunca, ablaları yan yana koydukları iki leğende biri yıkayıp biri durulayarak bu bankta yıkarlardı çamaşırları. Hala eskimemişti eski bank. Babası en iyi ağaçtan yaptırmıştı. Arkasına yaslandı ve gözleri yaprakları dökülmüş erik ağacına takıldı. Hikmet amcanın sesi geldi kulağına. "Az ye çekirge. Mideni bozacaksın. Bak düşersen karışmam." Alt kattaki evlerinin kapısının açıldığını duyar duymaz gözlerindeki birkaç damlayı aceleyle sildi. Bir kız çocuğu şaşkın bakışlarla kendisine yaklaştı. Şahin ağabeyin kızı olmalıydı. Evlendikten sonra, eski evlerine onların oturduğunu biliyordu. Şahin, Hikmet amcanın en küçük oğlu idi. Buralarda tutunmasının tek sebebi. Yoksa, o da çoktan giderdi İstanbul' a yerleşen tüm evlatlarının peşinden.

Sevda önünde duran sevimli, yedi yaşlarındaki kıza karşı dayanılmaz bir sarılma arzusu duydu... Sarıldı. Allah' tan cana yakın bir kız olmalıydı ki, bu yabancı ablanın sarılışından çığlık atmadı. Saçlarını okşayıp kokladı... Kendini tanıttı. Onun yaşlarında taşındığı bu nahiyede, aynı evde oturduklarını anlattı. Seslerini duyup gelen annesi elbette Sevda' yı tanıyamadı. Buralardan taşındıktan çok sonra evlenmişlerdi. O yıllarda Şahin ağabeyi Sevda'nın ablasına abayı yakmış, fakat bir türlü karşılık bulamamıştı. Buralardan taşındıktan sonra evlenmişti bir başkasıyla. Sevda' ya göre; ablası ne çok aptallık etmişti bu kadar iyi huylu biri ile evlenmediği için. Adının Şermin olduğunu öğrendiği Elif kızın annesine de tanıttı kendisini. Yıllardır kaybettiği bir dostunu bulmuş kadar sevinçle sarıldı kadın boynuna. Elbette, İstanbul'a geldikçe görüştükleri Hikmet amcadan duydukları ile az çok tanıyordu Sevda' yı.

"Çekirge" diye haykırarak merdivenleri hızlı adımlarla inen Hikmet amca sevinçten sanki gençleşmiş gibiydi. Yirmisinde genç bir delikanlının çevikliği ile indi merdivenlerden. Sevda yerinden fırlamış, çoktan pamuk ellerine sarılmıştı. Ardından gelen Neriman teyze de bu mutluluğu paylaşmak için oldukça sabırsız olmalıydı ki, kocasından koparıp aldı Seyda' yı... Tekrar tekrar sarıldı. Hiç haberleri olmamıştı Sevda' nın geleceğinden. Çok büyük sürpriz olmuştu... Tahmin ettiğinden de çok mutlu olmuşlardı.

"Geleceğini söyleseydin ya kızım. Bak sana neler yapardım. O sevdiğin cevizli çörekten ve daha neler" dedi Neriman teyze. Tekrar sarıldı. Elini kaçacakmış gibi sıkıca tutup merdivenlerden üst kattaki evine sürükledi. Peşlerinde Hikmet amca, Şermin abla ve kızı Elif. Yan yana oturdukları kanepenin kollarını Neriman teyzenin çeyizlik dantelleri süslüyordu hala. Zamanın modası sarı danteller. Hasret giderdikten sonra Şermin ablanın aceleyle yaptığı pohaçalardan afiyetle yediler. Hikmet amca yandaki misafir odasındaki büyük vitrinin alt dolaplarında zorlukla bulabildiği eski bir albümü koltuğunun altına sıkıştırmış yanına oturdu. Sekiz yıllık ortak yaşamlarından geriye kalmış beş altı resim ilişti gözüne. Hikmet amca ile kadeh tokuştururken çekilmiş babasının bir resmi de bunlardan biriydi. Bugün gibi hatırlıyordu o günü Sevda... Teybe takılmış kasette babasının en çok sevdiği şarkı yükseliyordu. Müzeyyen Senar söylüyordu;

Aman ormancı, Canım ormancı, Köyümüze bıraktın, Derin bir acı...

Sevda gözlerinden akan yaşa dur diyememişti. Kendisiyle birlikte eskileri yad edip duygulanmış Hikmet amca ile Neriman teyze de gözlerindeki yaşları saklamaktan vazgeçmişlerdi. Sevda Hikmet amcasına dönüp, buruk bir sesle "Babam ormancı şarkısını ne çok severdi dimi Hikmet Amca" dedi. Adam yerinden doğrulup eksi vitrinin çekmecesinde bir şeyler aramaya başladı. Odaya geri döndüğünde, elindeki bulduğu için mutluluk duyduğu kaseti, eski kaset çalarına yerleştirdi. O gün her şey eskiydi, takvimler hariç. Yıl iki bin dört ve hala aynı kaset çalıyordu. Babasından Hikmet amcasına hatıra kalan, şimdi de alması için Sevda' ya ısrar ettiği kaset. Yine Müzeyyen Senar söylüyordu en eski güfteden, yine eski bir yara kanıyordu yüreklerde. Bir eski hatıra idi, eskimeyen yitik babasını hatırlatan. Hep hatırlayacağı.

Sonraki birkaç günde kalacağı çocukluk kenti, daha çok hatıralar sunacaktı işlemeli tepsilerde... Unuttuklarını hatırlamak için İstanbul' dan gelip, peşine düştüğü çocukluğu.

Gülcan Talay
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,899,899,899,899,899,899,899,899,899,89
              9 Kahveci oy vermiş.
12 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 ŞURALARDAN BURALARDAN : Oğuzkan Bölükbaşı


HEDİYE, MEDİYE, BU İŞLER NE DİYE

Gazetelerde biz yazı okuyorum, bir haber okuyorum, beynim otomatikman kurulmuş gibi düşünmeye başlıyor. 1980- 2000 yılları arasındaki başbakanlar aklıma geliverdi, Sayın başbakanımızın eşlerinin kabul ettikleri pahalı hediyeler haberini okuduğumda, ve eski bakanların horum vesaire konularla ilgili yüce divana gönderildiklerinde. Kimlerdi bu başbakanlar;

1. Bülent Ulusu
2. Turgut Özal
3. Yıldırım Akbulut
4. Mesut Yılmaz
5. Süleyman Demirel
6. Tansu Çiller
7. Necmettin Erbakan
8. Bülent Ecevit

Değişik aralıklarla bu kişiler başbakan oldu 2000 yılına kadar, bu hükümetler döneminde hakkında yolsuzluk iddiası olmayan kaç başbakan, bakanlarının yolsuzlukları hakkında konuşulmayan kaç hükümet var diye. Düşününce çok üzüldüm, çoook. Sonra tarihi biraz daha geriye sardım. 1960-1980 arasındaki başbakanları aklımdan geçirdim kimdi bu başbakanlar;

1. Cemal gürsel
2. İsmet İnönü
3. Süleyman Demirel
4. Nihat Erim
5. Naim Talu
6. Bülent Ecevit

Şimdi adı aklıma gelmeyen iki başbakan daha. Bu başbakanlardan ikisi ve bir çok bakan 12 Eylül ihtilali sonrası bir süre siyasi yasaklı oldu, o dönemde başbakanlar ve hükümet hakkındaki yolsuzluklarla ilgili haberleri düşündüğümde, çok az sayıda haber ve yolsuzluk şayiası hatırlıyorum, en önemli yolsuzluk olayı Lockheed skandalı idi.
1950-1960 arasındaki başbakan ve hükümetler ihtilal sonrası yüce divanda yargılandı, o dönem dünya ile ilgili bir çocuktum, yüce divan en garip davalara bile baktı( don , bebek davası gibi) ama Celal Bayar'a hediye edilen bir Afgan tazısının zimmete geçirilmesi konusundaki dava dışında yolsuzluk, horum davasını anımsamıyorum.

Bu işler ne zaman Türkiye'nin ahlak anlayışını yüzseksen derece değiştirdi, 1980 sonrasında. Medya desteğiyle de devlet yönetmek ile şirket yönetmek aynı kefeye kondu, fakat aynı kefeye konurken çok ilginç bir farklılıkla devlet şirket haline getirildi. O farklılık şu, bir şirkette önemli pozisyonlara deneyimsiz ve işi bilip bilmediğinden haberi olduğuna emin olmadığınız insan(lar)ı yerleştirmezsiniz, ama devlet yönetiminde akşam yatıp sabah başbakan ve bakan olanlar görülmeye, bürokrasinin yüksek kademelerine ehil olmayanlar tayin edilmeye başlandı. Devlet şirketti ama yöneticiler uygun değildi, medya başbakanlar tarafından telefonla çağırılıp konuşulmayı büyük bir kompleks içinde önemsemeye başladı, seçilmnişlerin "cumhuriyet padişahı" haline getirilmesinde etkin bir rol oynadı. Kanuna uygun olmakla , hukuka uygunluk karma karışık hale geldi.

Şimdi gelelim sayın başbakanımızın , sayın eşlerinin aldığı hediyeye. Bir başbakan oğlunu evlendirirken onbin kişiyi davet ediyor, bir insanın onbin tanıdığı olur mu sorusunu kimse sormuyor. Bu on bin kişi, ki necip ulusumuz devlet böyüklerinden böyle bir davet alınca hediyenin en büyüğünü götürür, ki aslında hiçbir şekilde çıkar amaçlı bir hediye götürmesi değildir bu(!). Böylesine bir düğün yapan bir devlet anlayışı, hediye kabul etmiş etmemiş artık beni ilgilendirmiyor, işin çivisi çıktı çünkü. Ya da biz dünyayı anlamaz olduk, ama önümüzde güzel örnekler var, sayın cumhurbaşkanımızın oğlu da evlendi, o düğündeki tevazuu da gördük.

Bir devletin yetkilisinin diğer bir devletin yetkilisine çok pahalı hediye verecek yakınlığı olamaz olsa da hediye parası cepten ödenmelidir devletten değil, hiçbir iş adamının bir devlet yetkilisine büyük hediye verme hakkı yoktur, bu tür davranışta bulunanlar topluma teşhir edilmelidir.

Ben ne diyorum yahu, ben kimim neyi değiştirebilirim, koskoca büyüklerimden, sayın medyadan daha mı iyi bileceğim. 1980 yılından bu yana , tüm kavramların tanımı değişti, yeni kavramlar sözcüğü çıkarmalı. Dandik bir içecek niye devlet daireleri ve bazı kuruluşlar tarafından satın alınıyor sorusunun yanıtını da orada bulabiliriz sanırım.

Eşitlik istemiyorum, yalnızca adalet istiyorum, maruzatım budur.

Oğuzkan Bölükbaşı
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,719,719,719,719,719,719,719,719,719,71
              7 Kahveci oy vermiş.
4 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, aşağıdaki adresten tek tıklamayla zevkle okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın... Ayrıca bugünden itibaren duygu ve görüşlerinizi yorum olarak yazabilirsiniz.
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_1.asp

Devamı yok. BİTTİ

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Bu romanı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,588,588,588,588,588,588,588,588,58
              444 Kahveci oy vermiş.
58261 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Dost Meclisi



Fotoğraf: Şeref Bilgi

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
Kahve Molası bugün 5.160 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

Yukarı

 

 Tadımlık Şiirler


YAĞMUR

Yağmur yağıyor...
Evlerin ışıklarını kapalı belki
Ancak her camı hüzünlü bir nefes
Buğulandırmakta.

Yağmur yağıyor...
Geri kalanlar derin bir uykuda ve
Sanarlar ki sadece ıssız sokaklar
Islanmakta.

Yağmur yağıyor...
Evlerin ışıklarını kapalı belki
Ancak her camı hüzünlü bir nefes
Buğulandırmakta.

Yağmur yağıyor...
Geri kalanlar derin bir uykuda ve
Sanarlar ki sadece ıssız sokaklar
Islanmakta.

Yağmur yağıyor...
Çinkolu evlerden yükselir hep
Bu sahipsiz yağmurda
Şiirin sözcükleri.

Yağmur yağıyor...
Sesleri hiçbir zaman çıkmadı ama
Nasıl ısınır merak ederim
Mahalle bekçisinin köpekleri.

Yağmur yağıyor...
plakta garip bir şarkı
Aklını alıp götürmeye yetiyor yinede
Bu süzülen yağmurda.

Yağmur yağıyor...
Gök gürlüyor,fırtına,kıyamet;
Mart ta değil işin tuhafı fakat
Görünen o ki
Fahişe bir kedi doğurmakta.

Yağmur yağıyor...
Fahişe kediye aldırmadan.

Yağmur yağıyor...
Şehrin tozu kalkıyor
Tertemiz oluyor karşı cadde ve
Toprak kokusu yayılıyor dört bir yana
Mis gibi.

Yağmur yağıyor...
Anladılar ki duayla olmuyor bu işler.
Geri kalanında hayatın;
Oturup,meteoroloji izlediler.

Yağmur yağdı.
Gök gürledi,fırtına dindi.
Sokaklar yine boş,
Camdaki buğular uykuda,
Kedi doğurdu nihayet,
Bekçi kuruluyor köpeğini.
Yağmur yağdı bu kente ve
Toprak kokusu kaldı
Bu zamansız yağmurdan
Geriye.

Nihat Çapar

Yukarı

 

 Biraz Gülümseyin




Ah bu öğrenciler yok mu!..

Yukarı

 

 Kıraathane Panosu


İstanbul için Son Hava Durumu
Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü
Ankara için Son Hava Durumu
Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü
İzmir için Son Hava Durumu
Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü
Kaynak: http://www.meteor.gov.tr

ASYA'YA BAĞIŞ

GELİN UMUT TARLALARINI BİRLİKTE YEŞERTELİM!



TÜRK KIZILAYI GÜNEY ASYA’YA BAĞIŞ KAMPANYASI
ULUSAL KOORDİNASYON MERKEZİ (AFOM)
İRTİBAT NUMARALARI: 
0 312 245 45 11   
245 45 12
245 45 13  
245 45 14

E-POSTA: afetkampanya@kizilay.org.tr

Yukarı

 

 İşe Yarar Kısayollar - Şef Garson : Akın Ceylan


http://www.eumetsatcomp.org/turkey/home.htm
Avrupa’nın en yeni meteoroloji uydusu 2005’te fırlatılacak. Siz ve arkadaşlarınız Almanya’da EUMETSAT merkezinde gerçeklestirilecek olan canlı fırlatma kutlamalarını da kapsayan bir gezi kazanabilirsiniz.

http://open.bilgi.edu.tr/freedays
Türkiye'deki tüm açık kaynak dostlarını buluşturan bu etkinlik 04-06 Mart 2005 tarihlerinde İstanbul Bilgi Üniversitesi düzenlenecek. Türkiye'nin en büyük açık kaynak etkinliği olan "Özgür Yazılım ve Açık Kaynak Günleri"nde bu sene de bilişim alanından dünyaca ünlü isimler konuşma yapacak

http://www.pipapipa.com/v3/pipapipa/Scripts/default.asp Artık çocuklarınıza farklı bir hediye verebilirsiniz!..

http://www.spacewander.com Gidin arkanıza yaslanın ve seyredin.

http://www.odtumd.org.tr/etkinlik/40yil/sevgidamlalari/info.htm
Sevgili Ahmet Kemal Üner'in önderliğinde hazırlanan bir değerli CD çalışmasına gidiyor bu link. ODTÜ Mezunlar Derneği'nin burs çalışmalarına katkıda bulunmak üzere hazırlanan bu CD için bakın ne diyorlar; "Derneğimizin 40. yıl projelerinden biri de, 1965'lerden günümüze, üniversite yıllarımızda popüler olmuş, hepimizin sevdiği, mırıldandığı "sevgi" temalı şarkılardan oluşan CD projesidir. CD projemize yapacağınız katkıyla da gerçekleştirmek istediğimiz hedefe erişmemizi ve burs fonumuzun yaygın tanıtımını sağlayacaksınız." Nostaljik şarkılardan oluşmuş bu CD'yi hayırlı bir iş için edinmek isteyeceksiniz umarım.

Yukarı

 

 Damak tadınıza uygun kahveler


Audio Record Wizard 3.98 [2,74 MB] 98/ME/NT/2000/XP Deneme
http://www.nowsmart.com/arw3.exe
Çok iyi bir kayıt programı. Bilgisayarınızın ses kartını kullanan her kaynaktan direkt mp3 veya ogg kayıt yapabiliyor. Otomatik sessizlik algılayıcısı sayesinde kaydı otomatik kesiyor. Kayıt kalitesini ayarlayabiliyorsunuz. Deneme sürümünde kayıt süresi 3 dakika ile sınırlı. Tam sürümü kullanmanın bedeli 25$. Bilgisayarında ses kartı olan herkese tavsiye edilir.

Yukarı





Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



SON BASKI (HTML)

KAHVE YANINDA DERGi

Hoşgeldiniz
Arşivimiz
Yazarlarımız
Manilerimiz
E-Kart Servisi
Sizden Yorumlar
KÜTÜPHANE
SANAT GALERiSi
Medya
İletişim
Reklam
Gizlilik İlkeleri
Kim Bu Editör?
SON BASKI (HTML)
YILDIZ FALI
DÜNÜN
ŞARKILARI





ÖZEL DOSYALAR

ATA'MA MEKTUBUM VAR
Milenyumun Mandalı
Café d'Istanbul
KIRKYAMA
KIRK1YAMA
KIRK2YAMA
KIRK3YAMA
ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
Teröre Lanet!
Kek Tarifleri
Gezi Yazıları
Google
Web KM













Fincan almak ister misiniz?
http://kmarsiv.com/sayilar/20050118.asp
ISSN: 1303-8923
18 Ocak 2005 - ©2002/05-kmarsiv.com
istanbullife.com