ABONE OL!



Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 3 Sayı: 668

Sisteme gir!

Merhaba Sevgili KM dostu, hoşgeldiniz!

 27 Ocak 2005 - Fincanın İçindekiler

 

 Editör'den : Benden hayır yok!..


ABONE OL!Merhabalar,

Geçiyordum uğradım. Size bir merhaba deyip bir de pikaba birşeyler koyup gideyim diyorum. Malum meşguliyet devam ediyor. Bu arada Türk Telekom hatlarındaki arıza nedeniyle gün içinde kısa süreli kesintiler yaşıyoruz farkındasınızdır. Geçen gece olduğu gibi gene bir sürprizle karşılaşmak istemiyorum. Sevgili yetkililer ellerinden geleni ardlarına koymuyorlar biliyorum ama sonuç alınmakta güçlük çekiliyor. Beklemekten başka çare yok. En iyisi ben size plak çalayım. Creedance Clearwater Revival çalıp çığırıyor, Have You Ever Seen The Rain. Hepinize güneşli bir gün diliyorum. Hoşçakalın.

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

5 Mesaj/Yorum var. Mesaj/Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

Gülcan Talay

 Gülümse'nin Dilinden : Gülcan Talay


   YARIM KALBİM

Yarım kalbimle sevdim ben seni,
Yarım düşler adadım yarınlarına,
Kavuşmalar ekledim gitmelerine,
Masmavi bir gök düşledim aydınlığında,
Karanlığını ise yıldızlarımla bezedim.

İçimi aydınlattığın bir gündü, ansızın karşıma çıkışın. Nasıl da aptallaşmıştım daha ilk buluşmada. Saçma sapan bir günde canım sıkılmıştı; ondan aramıştım seni. Sen ise, hemen balıklama daldın aşk denizime. "Boğulursun" demek geldi de içimden, diyemedim. Hayranlığım attığın büyük kulaçlara mıydı, yoksa gizeminden miydi? Yok! Hatırlamıyorum şimdi. En iyisi sen hiç sorma! Biliyorsun; zor sevdim seni. Belki de zorladım seni sevmek için kendimi. "Seveceksin!" dedim her sarılışında kalbime… "Güleceksin!" dedim her saçma esprinde dudaklarıma. Bir buruk tebessüm senden arta kalan, senli zamanlarımda beynime emirlerle kahkahalar attırdığım.

Oysa;
Bir kırık kilit şimdi yüreğimde,
Anahtarını fi tarihinde yitirdiğim.
Bilirim de söyleyemem ki,
Kalbimin yarısı hangi hainin elinde.

Biliyor musun? Bir zamanlar çok sevmiştim ben. Hiç kimseyi sevmediğim kadar. Hatta seni bile. Sevdikçe sevildim, sevildikçe sevdim; gözleri denizlere nispet yapan bir haini. Gün geldi güldüm mutluluğunda, gün geldi ağladım omuzlarında ve bir gün geldi öldüm gözlerinde. Bir inattı yollarımızı aksine çizen… Bir inat hala onu bana unutturmayan, beni ona unutturamayan. Sana verebildiğim; ancak kalbimin yarısı… O hainden geriye alabildiğim. Eşit mi deme şimdi? Ölçmedim. Bir kısmını aldım diyelim yada yarımını.
Ne fark eder ki; parçalanmış bir kalbin kaçta kaçının sana düştüğü. Söylüyorum işte;

Bende kalan yarısıyla sevdi kalbim seni,
Büyük dünyalar çizdi senli resimlerinde,
Büyük adımlar attı gönlünün peşinde,
Büyük hüzünleri sakladı en karanlığında,
Küçük mutlulukları büyüttü en aydınlığında.
Şimdi ise;
Bir yarım ben var sende,
Yarısını bilmem hangi tarihte,
Hangi hainin kalbine hapsettiğim.
Bir yarım sende,
Bir yarım eskilerde,
Ne kaldı bak sonunda ellerimde,
Koskoca bir "hiç" ancak kendime gizleyebildiğim,
Yarım aşklar peşinde.

Gülcan Talay
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
              6 Kahveci oy vermiş.
5 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 ŞURALARDAN BURALARDAN : Oğuzkan Bölükbaşı


SİYASET NEDİR, SİYASET YAPALIM MI?

Yıllar önce Hasan Pulur'un köşesinden nakledilen bir öyküdür. Adam bir medresede yılarca din ve bilim okumuş, sonra "hocam ben oldum gidiyorum demiş , hocası "evladım ilm-i siyaset öğrenilmeden bir şey olunmaz" dediyse de inandıramamış öğrencisini. Öğrenci yollara düşmüş bir köye ulaşmış, namaz vaktiymiş, hoca minberde vaaz veriyor, sallayıp duruyormuş. Bizim adam her şeyi öğrendi ya, çıkmış "ey ahali bu adamın anlattıklarının dinle , bilimle ilgisi yok sizi kandırıyor" demiş, bunun üzerine hoca "bre dinsiz , bre kafir sen ne diyorsun, ey cemaat atın bunu" deyince cemaat adamın üzerine çullanmış , dövmüş ve dışarı atmış. Adam anlamış ki henüz olmamış, her şeyi özellikle ilm-i siyaseti öğrenememiş. Medreseye geri dönmüş, yılarca siyaset okumuş, hocası tamam deyince yine yollara düşmüş, öykü bu ya, aynı köye namaz vakti ulaşmış, aynı imam aynı palavralar ile vaaz veriyor. Bizim adam vaazı sonuna kadar dinlemiş ve ayağa kalkarak "ey cemaat böylesine bilgili , böylesine dine vakıf alimi hayatımda görmedim, onun sakalından bir tel kıl koparan cennete gider" demiş. Sonrasını siz düşünün. Siyaset böylesine bir şeydir, zeka gerektirir, her doğruyu apaçık söylemeyip usulüne uygun söylemeyi gerektirir.

Güzel yurdumda siyaset nasıl yapılıyor, pek o denli akıllıca ve uygunca değil gibime geliyor. Mesela Margret Teacher yüzde ellibeş oy almasına rağmen partimin yüzde kırkbeşi bana güvenmiyor diyerek başbakanlığı ve parti başkanlığını bırakmıştı, böyle durumlar bize ne kadar yabancı değil mi. Yakınlarda MENSUPLARININ Atatürk'ün partisinde olmaktan övündükleri CHP kongresi var, ben 1970 li yıllarda İsmet Paşa'nın genel başkanlığı Ecevit'e devredişini anımsarım, kongre sonrası ayağa kalkmış, önünü iliklemiş ve Ecevit'i kutlamıştı. O Ecvit bunu hayatı boyunca anlayıp, uygulayamadı ve hem CHP yi hem de kendi partisini kuşa çevirdi, kuşu iyice küçültme sırası Baykal'da. Ben CHP li değilim ama nedense o partinin başına geçenlerin beceriksizliği beni etkiliyor, galiba bizim gibiler Atatürk'ün partisine yapılanları partililerden daha çok hazmedemiyor, sindiremiyoruz. 29.Ocak.2005 CHP nin yeni bir dönüm noktası, büyük ihtimalle Deniz Baykal bir Pirus zaferi daha kazanacak. Ama CHP'ye yine yazık olacak.

ANAP bile bu anlayışsızlıkla yok olmadı mı, ve gemiyi ilk terkedenler şimdi AKP'de şişim şişim şişiniyorlar, ben parti başkanı olsam bunları kapımdan içeri almam ama, bizde siyaset böyle maalesef, değişim yer değiştirerek durumunu koruma şeklinde anlaşılıyor. Erkan Mumcu, Murat Başesgioğlu, Cemil Çiçek, Abdulkadir Aksu benim kişisel kara listeme aldığım sayın bakanlarımızdır. Başka partilerin insanları da kendi partilerinden buralara devşirilenleri kara listelerine alsınlar derim. Bundan önceki dönemde bir ayda üç parti değiştiren fırıldak lakaplı Kubilay adlı bir milletvekili vardı, bence bu adamları unutmayın, listenize alın ve bir daha seçmeyin seçtirmeyin.

Hükümetimiz TRT yi köy programı yapan yerel TV haline getirdi. Dikkatlice izleyin ne dediğimi açıkça göreceksiniz. Bu ülke AKP zihniyetiyle ,Avrupa birliği konusunda ne yaparlarsa yapsınlar, gittikçe köylü bir toplum haline gelmektedir, yılardır belediyeler büyük şehirleri estetikten uzak imar ettiler, gelin Ankara'ya bakın şehrin ambleminden başlayarak, yapılan tüm binalar ve yollar şehrin dokusunu bozduğu gibi kenti kentlikten çıkardı, harikalar parkı, göksu parkı buram buram köylülük kokuyor. İstanbul'da Taksim meydanını yok ettiler çirkin belediye otobüsleri yığın yığın orada bekliyorlar, daha neler neler.

Siyasete katılın ey vatandaşlar, okumuşlar, yazmışlar, fakirler, zenginler, hele yeni belediye yasası bir kentte yaşayan herkesin kent hakkında söz sahibi olmasını gerektiriyor, kentlerimizi bundan sonra zevksizlere bırakmayalım, insanlar için kent imar eden belediyeleri iş başına getirelim, önce rabaları düşünen belediyeler insanları kentten uzaklaştırıyor. Ama ben bu siyaset ilmini pek bilmiyorum, çünkü daha sakalı yolunacak kimsenin sakalını yolduramadım.

Oğuzkan Bölükbaşı
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,869,869,869,869,869,869,869,869,869,86
              7 Kahveci oy vermiş.
9 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Kahveci : Funda Güven


HEPSİ BU

Haksızlık bu ! Bu çaresizliğe dayanmak zorunda kalmamız haksızlık. Bu oyun yanlış planlanmış, yanlış yazılmış. Buna ne kadar dayanabiliriz, ne kadar izleyebiliriz birbirimizi , sanki bir şey yokmuş gibi.

Kolay mı böyle seni başkasının yanında görmek, kolay mı karşımda dururken sana dokunamamak. Bütün bir ömrü bu acıyla geçirme korkusuyla yaşamak...

Bildiğin şeyleri tekrarlamak istemiyorum ama dayanamıyorum. Boğazımda bir düğümle, elimde bir yumrukla yaşamaya dayanamıyorum.

Hiç olmazsa bir kere kaçalım buralardan ne olur. Cennet diye bir şey varmış diyelim. Sahte de olsa, geçici de olsa bir cennet yaratalım ne olur. Sen de istiyorsun biliyorum. Gözlerinden anlayabiliyorum, beni görünce başını eğmenden, dudaklarını ısırmandan anlayabiliyorum.

Sadece bir defa kaçalım buralardan gel, bir ikincisini istemeye ben de cesaret edemem biliyorsun.

Biraz yaklaş bana. Hem teninin tenime değdiğini hissedeyim hem yüreğinin yüreğimle aynı anda attığını. İki yanından akıyor ince sızın, görebiliyorum. Sol yanında bir ağrı var belli.

Biraz daha yaklaş yanıma, sımsıkı sarılayım sana, hissettiğin acının adı mutluluk olsun.

Gel istersen şöyle yapalım. Büyülü bir masal çalalım tüm gerçeklere inat. Bu karlı yolları aşıp o gizli mabede gidelim birlikte, şömineyi yakalım ilk önce, yavaş yavaş ısınmaya başlayalım. Dışarıdaki yağmur bizi ıslatamaz, soğuk bize işlemez sanalım. Bırak biraz kendimizi kandıralım.

Tam karşısına oturayım şöminenin, tek ışığımız o olsun. Sen yere uzan ve başını kucağıma koy, ben "bize yasak" bir şiir okuyayım. Sen sol yanındaki o ağrına isim koymaya çalış. Ben sana ağrının sebebini sormayacağım.

Çaresizliğimiz karşısında çektiğimiz acıyı besleyelim birlikte. Aczimizi yüceltelim. Bu bizim sırrımız olsun. Ben sana gözümü kırpmadan sırrımı bağışlarım.

Sonra eski hikayelerini anlat bana, yılların izlerini tazeleyelim, hatalarını, yalanlarını, hayal kırıklıklarını, kırdığın kalpleri, seni kıranları… Seni kıran da olmuştur di mi ? Kimin bir kıranı olmadı ki? Kim nasibini almadı ki bu dertten ?

Ben sana zaten bildiğin beni anlatayım ve bana ne yaptığını... İstemezsen susarım.

Saçlarını okşamaya başlayayım, sen gözlerini kapat. Şimdiki gibi gözlerim dolsun, şimdiki gibi ağlamamak için dişimi sıkayım, bir yumruk otursun boğazıma yine. Bir acı benim de sol yanıma. Sonra tutamadığım gözyaşım yüzüne düşsün, sen hiç soru sorma. Yanına uzanayım yavaşça, elinle gözyaşımı sil önce, sonra da sarıl bana. Sıcağında uyanayım sabaha…

Sonra alıp başımı gideceğim uzağına. Ben giderken yağmur yağmaya devam edecek, ıslanacağım, üşüyeceğim... Belki ısınmak için belki yüreğimi teselli etmek için şiir okumaya başlayacağım, sen bu şiiri duyacaksın.

Başka bir şey istemiyorum inan, hepsi bu.

Hepsi bu!

Funda Güven
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
              4 Kahveci oy vermiş.
4 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Kahveci : Müfit Uzman


Ne bileyim

O gün, ikinci kez geçişimdi karşıya. Sabah bir tur yapmış, öğleye doğru tekrar gönderilmiştim Cağaloğlu'na. Sol omuzumun sağa göre aşağıya sarkmaya başladığı ilk yıllardı; sağ kol, banliyöde, otobüste bazen vapurda bile tutunmaya, asılmaya yarardı. Sol ise taşımakla yükümlüydü paketleri ya da valiz heybetli "bond" çantayı.

Severdim Cağaloğlu'nu. Sirkeci'den, bazen Karaköy'den başlardım yürümeye. Giderken genellikle boş olurdu çanta, yürümek kolay. Yokuş da koymazdı o zamanlar. En fazlası Teknikel'in vitrininde bir nefeslenirdim, o da keyfimden açıkçası. Letrasetlere, Rotring'lere, pikaj masalarına bakardım ne vardıysa?

Bir de az ilerisindeki mühürcünün kapı üstündeki "polis" lambası.

Pek mor da değildi de, sanki parlament lacisinin parlatılmışı. Yanar, döner dururdu her zaman. Ona baktıkça içim hep neşeyle dolardı; çocukluğumdaki polis arabamı anımsatırdı belki. Ama, benimki kırmızıydı; ne bileyim.

Bir de yürümek, ek gelir demekti tabii. Şirket, gidilecek-dönülecek yola göre dolmuş parasını öderdi. Binmeyip yürüdün mü, belki akşama yenecek midye-tava, yanında da koca bir arjantin bedavaya gelirdi sanki. Hesabı bacakların ödediğini bilmezdim.

Çanta dolmuş, yanına da sağlam bir kara poşet eklenmiş, vilayetin önünden inmeye başlamıştım yokuş aşağı. Daha bir de Taksim'e, gümrükçüye gidilecekti. Acıkmıştım. Akşam yemeğini zamanı gelince düşünmeye karar verip, öğlen için iyi bir plan yaptım; şu yeni açılan hamburgerciye gidecektim. Hani amerikan, bizdeki ilk şubesi, merak işte.

Yeri bulmam zor olmadı. Kapıyı bulmam da öyle. Ama içeri girmemle birlikte önümü göremez, yönümü bilemez oluverdim. Lanet gözlükler sıcağa girince hep aynını yapar, buğulanıp beni illet eder.

Bacaklar zaten titremekte, kollar uzamış. Mide isyanlarda, gözlük işi bırakmış. Sese bakılırsa, içerisi mahşer. Sakin olmak lazım.

Gözlük vazifesine döndüğünde, self-servis sistemini de çözerek, hayatımın ilk burger mönüsüyle oturacak yer bakınmaya başladım.

Küçücük yuvarlak masalar, etrafları şık hanımlar, şık beyler. Benim sol kolda bir çanta, bir poşet. Sağ elde tepsi, sığışacak bir yer arıyorum.

Gözlük, ikinci hainliğini yapmakta, terleyen burnumun üstünde kaydırağa binmekte. İttirip, yerine oturtmak gerekiyor ama el, kol dolu. Omuzumun yardımıyla yarım yamalak pis camları ittirdim ve bir masadan kalkan olduğunu görüp yanaştım.

Oturmaya ve tıkınmaya devam eden iki bey, "Müsaade eder misiniz? Oturabilir miyim?" sorumu duymadılar ki, bakmadılar bile; ne bileyim.

Dayanacak halim kalmamıştı, oturacaktım. Sesimi duymasalar da, o an bilmiyordum ama duyuracaktım.

Her şey, tepsiyi masaya koyduğumu sandığım anda oldu. Fazlası dışarıda kalmış olmalı, denge bozuldu. Ben o anda, yüklerimi aşağıya bırakmaya çalışıyordum ki, kola bardağının havalandığını, inanılmaz yükseldiğini ve inişe geçtiğini gördüm.

Boynumu omuzlarımın içine gömmeye çalışırken, müthiş bir patlama sesi ile birlikte sıçrayan kahverengimsi sıvı ve buz parçacıkları...

Sessizlik!

Masadaki beyler, garip bir bakış atıp, üstlerini az önce yağlı patatesleri tuttukları elleriyle silkeleyerek kalkıp gittiler.

Sessizleşen çevre, eski desibelini bulmaya başlamıştı. Oturup, kıpkırmızı bir suratla, hamburgerimi yedim.

O gün bu gün, bilmediğim kalabalık ortamlara girmeye korkarım. Yine de dayanamam, girerim.

Nereden aklıma geldi?

Ne bileyim.

Müfit Uzman
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,869,869,869,869,869,869,869,869,869,86
              7 Kahveci oy vermiş.
7 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Kahveci : Ebru Akgün


Yoksayma

Biz güvenli arabalarımızda evlerimize giderken, yol kenarında travestiler vardı ve biz kafamızı çevirip bakmayacak kadar kanıksamıştık onları, belki de yoksaymak işimize geliyordu. Bir taksi şöförüyle pazarlıklarını izlerken, aklıma faili meçhuller geldi. Ailesiz, evsiz bu insanlara birşey olduğunda, yokluklarını kim hissediyordu? Ya da yıllardır görüşmedikleri aileleri geliyor muydu cesetlerini teşhis etmeye ve tanıyorlar mıydı oğullarını, şuh bir kadın kılığında da olsa? Ya da herzamanki yoksaymışlıklarını koruyup kıpırdamıyorlar mıydı yerlerinden? Bu insanlar bunu hakedecek ne yapmıştı? İstanbul muydu gerçekten herşeyin suçlusu? Kendi mazbut kasabalarında hepsi birer namus timsali olanlar, buraya gelince değişiyor, cinsiyet, kimlik ya da en azından kişilik değiştiriyor ve semerinden boşanmış gibi saldırıyordu etrafa. Ve bir yılbaşı akşamı İstiklal Caddesi'ne çıkıp bir kaç turistin orasını burasını mıncıklıyorlardı kameralara bakarak. Bizler yine güvenli evlerimizde ilk önce kanımız donarak, sonrada orada olamadığımıza şükrederek seyrediyorduk olanları. "Bunun sonu ne olur?" diye bir soru gelse de zihnimize kara bir leke gibi örtüyorduk üstünü ve devam ediyorduk sınırlı, sorumlu yaşamlarımıza, biraz daha seyrek çıkarak İstiklal Caddesi'ne.

Belki de tek suçlu aradaki uçurumdu, bu uçurumu kuranlar ve muhafaza edenler. Kimlerdi bu uçurumu kuranlar peki, devlet mi, yoksa İstanbul'lular mı açmıştı arayı farkında olmadan? Belki de televizyon? Bütün dünya popüler disko parçaları eşliğinde yarı çıplak dansederken, İstanbul da almıştı nasibini. TV denen mucizeyle bu görüntüler Anadolu'nun en ücra köy evine bile ulaştığında, ilk yaptıkları kanalı çevirmek olmuştu belki de. Sonra kanıksamışlardı biz gibi, bilselerdi keşke seyrettikleri biz değildik aslında. Çok küçük bir kesimdi, dikkat etselerdi göreceklerdi, hep aynı yüzlerin döndüğünü ekranlarda, etmediler. "İşte İstanbul" diye bir düşünce saplandı kafalarına, sefahat ve zevk alemi. İnsanlar yiyip, içip, zevkte sefadaymış gibiydi görüntülerde. İstanbul zıvanadan çıkmıştı sanki. Gençtiler, çocuktular, yasaklarla büyümüşlerdi, içlerinde kopan fırtınalara tercüman gibiydi İstanbul. Buraya gelmeli ve kendi paylarına düşeni almalıydılar. Geldiler... Akın akın, oluk oluk aktılar İstanbul'a... Akraba evlerinde, ücra otel köşelerinde kendilerine yer etmeye uğraştılar. Zordu hayat, televizyonda gördükleri gibi değildi, hatta ilgisi yoktu seyrettikleriyle. Evet ışıl ışıldı İstanbul, TV'de gördükleri yerler gerçekti, ama oralara ait değillerdi, tıpkı bizlerin de ait olmadığı gibi. Ama onlar ait olmak istiyorlardı, bizim görmezden geldiğimiz bu sanal dünyaya. Olmadı, kıyısına bile yanaşamadı çoğu. O zaman nefret ettiler belki de. Nefretlerini kusmaya başladılar tüm İstanbul'a. Biz de onların gözünde TV'de mıncıkladıkları turistler gibiydik artık. Bütün turistler nasıl ahlaksız, fahişe v.s. ise bizler de öyle birşeydik işte gözlerinde. Suçumuz sadece farklı olmaktı, ama bu onların sandıkları gibi bir fark değildi. Umursadıkları da yoktu zaten artık, yenilmiş, hırslanmışlardı. İstanbul hergeçen gün biraz daha geliyordu üstlerine. Çaresizlikle saldırırıyorlardı onlar da. Gün geldi, 10 küsur yaşındaki bir kız çocuğu olup bankadan milyarları çaldılar, gün geldi bir öğretmeni annesiyle birlikte kaçırıp tecavüz edip, öldürdüler, bir trenden gencecik bir çocuğu cep telefonu uğruna itip öldürdüler, nöbete giden bir hemşireyi bayıltıp tecavüz ettiler... Hiçbir değer yargıları kalmamıştı, kaybedecek birşeyleri de. Tinerci, travesti, fahişe, dilenci, kapkaççı, soyguncu olmuşlardı. Bizim yaptığımız tek şeyse güvenli sığınaklarımıza çekilip olanları izlemek sanki çok uzağımızda yaşanıyorlarmış gibi ve hergeçen gün daha tehlikeli olan İstanbul sokaklarından biraz daha mahrum etmek kendimizi. İstanbul mu, o her zamanki gibi mağrur ve sessiz, olanları izlemede... Ne vefa, ne insanlık örneklerini mutlulukla izleyen sokaklarının suratı asık, o da mutsuz bizler gibi, kimbilir belki içinden "Bugünleri de mi görecektik.." diye geçiriyordur...

En güzel günbatımı İstanbuldadır.
İstanbul'da ne var deme.
İstanbul'da ne mi var?
İstanbul'da İstanbul var.

Ebru Akgün
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
              6 Kahveci oy vermiş.
7 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

Leyla Ayyıldız

 YazıYorum : Leyla Ayyıldız


  Hüzün anılarda gizli... (2.Bölüm)

Kitabı okumaya devam ettim. Beşinci sayfa;

'Otuz beş yıl sonra, çocukluğumun geçtiği, o güzel orta Anadolu kenti Aksaray'a gittim, o sokağa baktım........ çokça yıpranmış, boynu bükük ve hüzünlü bir patikayı andırıyor. Meğer ne kadar darmış! Bir metre daha yukarıdan ve otuzbeş yılın yorgunluğuyla bakınca ne kadar küçük ve ne kadar sönük görünüyor.'

Aksaray... Ne ilginç... Yedi sekiz yaşlarındayım, Niğde'deyiz. Babamın sayısız tayin olduğu illerden bir tanesi de bu orta Anadolu kenti Niğde... Şehrin tam göbeğinde dev bir bahçeye sahip evin, evin demek yanlış olur, malikanenin sırtına yapışmış, kiralık bir evde yaşıyoruz. Ömrümde daha sonra hiç öyle büyük bir bahçe görmeyecektim, ben mi çok küçüktüm, yoksa bahçe mi gerçekten çok büyüktü, onu ben de şu an ayıramıyorum... En güzel çocukluk anılarımı biriktirdiğim bahçeydi burası. Sanırım evimiz, o malikanenin bir müştemilatıydı, belki bir hizmetçi evi olarak düşünülmüştü önceleri, Ankara'da yaşayan profesör ev sahibimiz sadece yazları geldiği için, bahçeye ve onların evlerine bakan yaşlı amcayla teyze başka bir müştemilatta kaldığından, oturduğumuz kısmı kiraya vermişlerdi. Ve profesörle çocuklarının yaz tatili için geldikleri, bizim için şenlik olan günler geldi aklıma... Ev sahibi kiracı ilişkisinden öte, büyükler de, küçükler de dosttuk. Yaz tatili olup, o çocukların geleceği günü iple çekerdik. İyi mi, biz dört kardeştik, onlar da dört kardeşti. Neredeyse hepsi birimize eş yaştaydı. Anneleri uzaktaydı, uzun yıllar önce babalarından ayrılmıştı. Annemi çok severlerdi. Annemin reçellerini 'Fatma Teyze, sen harikasın' diyerek yerlerdi, yemezlerdi, saldırırlardı... Annem de onları çok severdi. Şimdi nerededirler, ne yapıyorlardır?

'Otuzbeş yıl öncesine benden selam söyle. Artık çok uzak, çok bulanık, anılarda kalan çocukluğumuza, o bambaşka Aksaray'a, bambaşka Türkiye'ye, 1965'e selam söyle...'

diyordu yazar. Bende derin iz bırakan bu kente, bu aileye tüm selamlarımı gönderdim. Tırmandığımız ağaçlara... Uydurup, oynadığımız tiyatrolara... Çiçekli maksi eteği çıplak bedenime göğüs üzerinden geçirip, gece elbisesi yaptığım, elimde bir mikrofon, assolistlik yaptığım, şarkılar söylediğim günlere... Mis kokan çiçeklere... Yüzdüğümüz büyük havuza... İçerisine hiç giremediğimiz şarap mahzenine... Dev leylak ağaçlarına... Büyüdükten sonra bir daha üzerine tırmanılacak büyüklükte öyle bir leylak ağacıyla karşılaşmadım. Ve o ilin az ötesindeki Aksaray'a selam söyle...

-Niğde, Aksaraylı mısınız?

- Hayır, Aksaraylıyım...

Aksaray'a yaptığımız gezileri anımsadım... Aksaraylılar taa o zamanlar... Kaç seneleri?... 1976 gibi... Taa o zamanlar, Aksaray'ın Niğde'nin bir ilçesi olmasını kabullenemezlerdi. Çok sonraları Aksaray il oldu... Demek kitabın yazarı da Aksaray'da bulunmuş bir Trabzon'luydu... Ne ilginç, Aksaray sokaklarında yaşanılan bir çocukluk, Niğde'nin merkezindeki dev bir bahçede geçirilen unutulmaz bir diğer çocukluk... Gülümseyerek okudum çoğu satırı, ilk heyecanları, ilk hayalleri... Komşu yıllarda, komşu yerlerde, komşu ruhlar...

....

Bir satırda duraksadım;

'Tabii o günlere göre kalabalık şimdi, ülkenin her yeri gibi onun da kaldırımlarını, bir yandan bir yana seğirten köylü yığınları teslim almış.'

diyordu... Anneannem geldi gözümün önüne, kamburu çıktığı için iki büklüm yürüyen, yarı insan boyunda, hiç nemlendirici görmemiş, yıllarca güneşten kavrulmuş kırışık yüzü, nasırlaşmış elleriyle bir o kadar da asil bir kadın olan, anneannem... Ve ardından tostoparlak, vurdu mu inleten, dedi mi dinleten, ağzından bal damlayan Osmanlı kadını babaannem. Her ikisi de bu milletin efendisi köylülerden olan atalarım...

Sonra görecektim ki, tüm kitap boyunca, yazarına tek bu satırda itiraz edecektim. Biliyorum ki, yazarının da benim bu satırlarıma söyleyecekleri vardır.

.....

Çocukluğunu anlatıyordu,

'Kadından yana bildiğimiz hemen, hemen bunlardı. Gerçek kadınlar bizi henüz alabildiğince üzmemişlerdi.'

diyordu bir satırında. Duraksadım... Üzdüklerimi düşündüm... Ve üzenleri...

Kitabı okumaya devam ediyordum. Usta bir üslupla yazılmıştı. Yıllar sonra kendine, gençliğine dönüp bakan bir beyefendinin satırlarıydı bunlar... Mert cümleler savuruyordu, hesapsızca... Kelimelerin bazen uçlarını sivriltip, hançer yapıp, kendine kendine batırıyordu. Hayranlık uyandıran bir saygınlığı vardı. Gençliğinde tanıdığı kadınları yazıyordu, o kadınları hiç aşağılamadan... İnsana dair her duyguyla yüzleşiyordum.

.....

'Lanetliydi bunu da biliyordu!' diyordu. 'Gözlerinde anlayamadığım bir karanlık vardı, gizli bir hüzün, başına gelecekleri seziyor... Dedim ya, lanetliydi, Candice gibi.' ...

Yine ezberimden kendi satırlarımı okurken buldum kendimi;

'Gecenin siyahı yorganım,
Gelme...
     Şu duvar dibinde, dizlerini karnına doğru çekip oturan, titreyen kadını oradan
     kaldırın. Dağınık saçları ve acınası durumuna aldırmayın. Kollarına rüzgar girsin
    ve onu kent dışına götürsün. O lanetli biri!
Gecenin sesinde hıçkırıklarım,
Gelme..........................
Gecenin kollarında sancılarım,
Gelme..........................
     Onun, yaşamınıza hiç girmediğini farz edin... Gözlerine hiç bakmadığınızı... Sizinle
     hiç konuşmadığını, dokunmadığını... Ondan kalan her cümlenin üzerini, bir daha
     okunmayacak şekilde karalayın. Size anlattıklarını bir daha düşünmeyin. Sayıkladıklarını bir daha asla konuşmayın.
Gecenin tırnaklarında acılarım,
Gelme........................
Gecenin kıyısında çığlıklarım,
Gelme...
     Ona benzer gözler görürseniz başınızı çevirin. Sözlerine benzer sözler
     işitirseniz kulaklarınızı kapatın, yüzüne benzer yüzler görürseniz kapınızı
     kapatın.
Gecenin ayazında yaralarım,
Gelme...
     Kokusunu fırtına alıp, çok uzaklara götürsün. Ondan tek bir iz kalmasın...
Gecenin koynunda bedenim,
Gelme...
     Ta ki, laneti bu kentin semalarından uzaklaşıncaya dek!'

Ne çok lanetli kadın vardı. Sahi, o kadar çok muydu?

Arkası Yarın

Leyla Ayyıldız
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,709,709,709,709,709,709,709,709,709,70
              10 Kahveci oy vermiş.
11 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

Hasan Taşkın

 Kahveci : Hasan Taşkın


  Karakolda intihar… Suç ve Ceza

Bakırköy İlçe Emniyet Müdürlüğü Asayiş Büro Amirliği'nin nezarethanesinde intihar ettiği belirtilen Gökhan Belgüzar'ı hatırlarsınız… Bunun analizini yapalım mı?

İnsan suç işleyebilir… Bilerek ya da bilmeyerek. Mahkemeler yargılama yaparken, zanlıya 'Pişmanmısın?' sorusunu yöneltirler. Neden Biliyor musunuz?…Hatasız insan yoktur. Eğer pişmansa bir daha yapmaz düşüncesiyle cezası azalır diye.

Şimdi biz AB'ye girmek için mevzuatlarımızı da değiştiriyoruz… Polis devletinden Hukuk devletine doğru ilerliyoruz…Kanunlar değişiyor… 70 yıllık TCK değişti. Hemen peşinden Ceza Muhakemeleri Kanunu değişti. Tabi bu kanunlar 1 Nisan 2005'te yürürlüğe gireceği için kimse daha bunların neler getireceğinden haberdar bile değil…

Ama, bugüne kadar polis, her yakaladığı zanlıyı, trafik suçu dahil, 'Suçlu' gören anlayışa hakimdi. Bu da Polis devleti olgusundan kaynaklanıyordu. Şimdi işler değişiyor. Kanunlar değişiyor ama kafalar değişmiyor…

Karakolda meydana gelen olayın tutanağını yine karakoldakiler tutuyor… Resmi ya…Onların tuttukları itibar edilir…Hata yapan kollanıyor kendi içlerinden…. Konuyu karakoldaki intihara getireyim…İntihar ettiği söylenen Gökhan'ın babası, ''bana, 'baba beni öldürüyorlar' dediğini söylüyor ve ekliyor '88 santimetre yerde kendini asmış. Battaniyeden iplik yapılmış. Battaniyeden iplik yapılır mı?'' Belgüzar'ın dayısı Yaşar Korkmaz da, adalet istediklerini belirterek, ''yeğenimin rahat yatması için katilin bulunması gerekiyor. İçimiz yandı bizim. Ailesi perişan oldu.'

Daha Geçen haftalarda İstanbul Emniyet Müdürü Vatan Gazetesi'nin haberine göre yeni yasaların ellerini kollarını bağlayacağını suçların artacağını belirtti… Ben de çeşitli gazetelerde yazdığım yazılarla, bunu eleştirmiştim…

'Kimse bana ne? Kanun bu… diyemez' demiştim. Hukuk devletinin gerektirdiği gibi, suç varsa önce delile ulaşacaksın. Sonra da sanığa… Sanığın suçlu olup olmadığına ise mahkeme karar verecek. Cezasını da mahkeme verecek. Demiştim…Ben yıllarca polisiye olayları yazan bir gazeteciyim… Polisler bunu öz eleştiri olarak görsünler… İnsanlar acı çekmesin… Hatalara karşı 'vur. Öldür' mantığı yerine, 'Topluma kazandırma' mantığı yatmalıdır. 'Dışlama, yok etme yerine' 'sevgi ve geri kazanma' yer almalıdır… Yani tüm bunların anlamı Hukuk devleti olma yolunda herkes üzerine düşen görevi yapmalıdır…

Hatırlarsınız birde geçtiğimiz haftalarda Okmeydanı'nda bir hemşireye tecavüze yeltenme ve gasp olayı yaşandı… Hemen zanlı bulundu peşinden tutuklandı…. Sonra anlaşıldı ki, yanlış kişi…. Peki o insanın, onuru, haysiyeti, çevresi, atılan çamur ne oldu…Mahkeme karar vermedikçe hiç kimse suçlu değildir bir hukuk devletinde….

Bakın İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu, eski polis mantığından kurtulamadıklarını düşünmüş ki, İl Emniyet Müdürlerini Ankara'da topladı….

Toplantıda, suç soruşturmasında hukuka uygun olmayan yöntemlerin kullanılmasının yalnızca güvenlik birimlerinin değil, aynı zamanda ülkelerin uluslararası itibarına da zarar verdiğini bildirdi.

Aksu, artık korkuya dayalı polislik anlayışını devam ettirme imkanının kalmadığını da vurguladı. İl emniyet müdürlerini 1 Nisan 2005 tarihinde yürürlüğe girecek yeni Türk Ceza Kanunu (TCK) ve Ceza Muhakemeleri Kanunu (CMK) hakkında bilgilendirmek amacıyla düzenlenen ''İl Emniyet Müdürlerini Bilgilendirme Semineri'' Emniyet Genel Müdürlüğü'nün Dikmen'deki binasında yapılıyor….

Seminerde konuşan Aksu, son 2 yılda işkence ve kötü muameleye sıfır hoşgörü yaklaşımıyla uluslararası kamuoyu önüne çıktıklarını ve başarılı olduklarını belirtti. Aksu, emniyet müdürlerine ''Bu başarıyı daha geliştirerek devam ettirmeye kararlıyız. Sizlerden de bu manada, dikkat bekliyoruz'' diye seslendi.

Benim ülkem, huzurlu insanlarıyla daha iyiye ve güzele gidecektir…
Bu huzuru bozmada etken olanlar sadece suça karışan sivil vatandaş değil, resmi elbise giyip, devletin parasıyla ahkam kesen, makam işgal eden, devletin parasını hortumlayan insanlar da buna ortaktır…

Hasan Taşkın
www.noktadergisi.com.tr
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,298,298,298,298,298,298,298,29
              7 Kahveci oy vermiş.
10 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, aşağıdaki adresten tek tıklamayla zevkle okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın... Ayrıca bugünden itibaren duygu ve görüşlerinizi yorum olarak yazabilirsiniz.
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_1.asp

Devamı yok. BİTTİ

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Bu romanı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,578,578,578,578,578,578,578,578,57
              445 Kahveci oy vermiş.
58261 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Dost Meclisi



Fotoğraf: Recep Pehlivanlar

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
Kahve Molası bugün 5.205 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

Yukarı

 

 Tadımlık Şiirler


Güneş gibi

seni yüreğime kazımıştım ya hani
yanılmışım
sade yüreğime değil
gözlerime de kazımışım bilmeden
düşüncelerime...
hayallerime de
neye baksam seni görüyorum
her şeyde sen varsın
bir gül demeti
bir papatya
bir kanarya kafeste
tarla kenarındaki deliceler içinde açan
kan kırmızı gelincik oluveriyorsun....
belki de anka kuşusun ama
ansızın sesin çınlıyor beynimde...

ve seni her görüşümde
zamanı durdurmak geliyor içinden
senle yaşanmışları yeniden yaşamak
sensiz günleri ise yok saymak
geçiyor yüreğimden

ama artık sen yoksun...
ben yokum
biz yok olduk....
kaybolduk sanki...
gün batımındaki
güneş gibi...

Haydar Doğan

Yukarı

 

 Biraz Gülümseyin




Bu ne yahu?!..

Yukarı

 

 Kıraathane Panosu


İstanbul için Son Hava Durumu
Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü
Ankara için Son Hava Durumu
Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü
İzmir için Son Hava Durumu
Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü
Kaynak: http://www.meteor.gov.tr

ASYA AĞLIYOR

Yüzyılın felaketine yardım elini uzat!


HENÜZ GEÇ DEĞİL!



TÜRK KIZILAYI GÜNEY ASYA’YA BAĞIŞ KAMPANYASI
ULUSAL KOORDİNASYON MERKEZİ (AFOM)
İRTİBAT NUMARALARI: 
0 312 245 45 11   
245 45 12
245 45 13  
245 45 14

E-POSTA: afetkampanya@kizilay.org.tr

Yukarı

 

 İşe Yarar Kısayollar - Şef Garson : Akın Ceylan


http://www.comp.pucpcaldas.br/~al550050184/flashgames/sapo.swf
Biraz uğraşın bakalım. Soldaki kurbağalar sağa, sağdaki kurbağalar sola gidebiliyor. Geri dönüşleri yok ve ancak bir kurbağanın üzerinden atlayabiliyorlar.

http://www-ang.kfunigraz.ac.at/~katzer/engl/index.html
Baharatlar hakkında yapılmış ayrıntılı bir çalışma. İlginizi çekiyorsa işinize yarayacak birşeyler mutlaka bulursunuz.

http://www.dunun.com/
Flash tekniği kullanılarak geliştirilmiş bir site. Ben dahil pekçok insanı kıskandıracak bir yetenek ve yaratıcılık sunuyor.

http://www.karlaweb.tk/
Bu da o muazzam flash sitelerden bir. Yaratıcılığın ve yeteneğin sınırlarını zorlayan bu siteyi mutlaka ziyaret edin. Evet biraz zaman alıyor ama karşılaştıklarınız herşeye değiyor.

Yukarı

 

 Damak tadınıza uygun kahveler


DDD Pool (Bilardo) V1.01 [11,9 MB] 98/ME/NT/2000/XP Deneme
http://www.paprikari.com/games/ddd_pool/download.html
Muhteşem bir bilardo simülasyonu. Saatlerce bıkmadan bilardonun hemen her çeşidi 3 değişik salonda oynayabilirsiniz. Tam sürümü için 19.95$ istiyorlar. Bilardo severlere şiddetle tavsiye olunur.

Yukarı





Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



SON BASKI (HTML)

KAHVE YANINDA DERGi

Hoşgeldiniz
Arşivimiz
Yazarlarımız
Manilerimiz
E-Kart Servisi
Sizden Yorumlar
KÜTÜPHANE
SANAT GALERiSi
Medya
İletişim
Reklam
Gizlilik İlkeleri
Kim Bu Editör?
SON BASKI (HTML)
YILDIZ FALI
DÜNÜN
ŞARKILARI





ÖZEL DOSYALAR

ATA'MA MEKTUBUM VAR
Milenyumun Mandalı
Café d'Istanbul
KIRKYAMA
KIRK1YAMA
KIRK2YAMA
KIRK3YAMA
ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
Teröre Lanet!
Kek Tarifleri
Gezi Yazıları
Google
Web KM













Fincan almak ister misiniz?
http://kmarsiv.com/sayilar/20050127.asp
ISSN: 1303-8923
27 Ocak 2005 - ©2002/05-kmarsiv.com
istanbullife.com