ABONE OL!



Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 3 Sayı: 669

Sisteme gir!

Merhaba Sevgili KM dostu, hoşgeldiniz!

 28 Ocak 2005 - Fincanın İçindekiler

 

 Editör'den : İyi olan kazansın!..


ABONE OL!Merhabalar,

Fazla kalamayacağım ama önemli hafta sonu öncesi birkaç laf etmek etmeden gitmekte istemem. Türk demokratik hayatının anahtarlarından biri hatta en önemlisi yol ayrımında. Hafta sonu yapılacak kurultay bir değişim arzusunu ortaya koyma ihtimali açısından çok önemli. Lider değişimine büyük umutlar bağlamak doğru değil elbette ama dedik ya değişim ihtimalini düşünmek bile iyi. Tıkanmış boruyu açmanın birkaç yolu vardır. Borunun içine her boyda çomak sokmuş ama açmayı başaramışsanız tek yol boruyu değiştirmektir. CHP'de boruyu değiştirme zamanı gelmiş geçiyor. Değişimciliği iktidara bırakmış, onun muhafazakar politikalarını kendine yol seçmiş bir sol partinin birkaç damarını hatta gerekiyorsa kalp kapakçıklarını bile değiştirmek gerekir. Memleketin ayakta kalmış tek sol partisinin parti içi demokrasiden ne anladığını öğrenmek için liderliğe aday olurken 260 tane delege imzası gerektiğini bilmek yeterlidir. CHP içinde bu çarpışmalar olurken bazıları da zil çalıp oynamaktadır. Hafta sonu kurultaydan çıkacak sonuç bu zilin şiddetini belirleyecektir. Gönül o seslerin sadece birer polifonik zil sesi olarak cep telefonlarında kalmasını istiyor. Aksi takdirde palazlanmış iktidar, denetimden yoksun iktidar, zili bırakıp fil üstünde Mehter davulu çalacak. Benden söylemesi.

Yalana dolana gerek yok benim gönlüm Livaneli'den yana. Hiç olmazsa sanatçı kimliğiyle, duyarlı, düzgün, tutarlı bir yönetim umudunu taşıyabiliyorum. Lafımı balla değil Livaneli'nin "Kan Çiçekleri" ile kesiyor, sizlere hem o güzel şiiri hemde şarkıyı birlikte sunuyorum. Hayırlısı ne ise o olsun. İyi olan kazansın:-))

Kan Çiçekleri

Topraktan mı sürmüş candan mı kopmuş
Açar yediveren kan çiçekleri
Türkü mü, şiir mi, ağıt mı yoksa
Açar yediveren kan çiçekleri

Bölük bölük olmuş çaylar dereler
Hiçbiri denize varabilmezmiş
Duvarların dibinde bir yaralı gül
Gülleri solduran gülebilmezmiş

Bu şehrin üstünü duman sis almış
Tomurcuk çiçekler kana belenmiş
Dağlar çiçek açmış, usta dert açmış
Umudun goncası kan çiçekleri

Zülfü Livaneli


Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

10 Mesaj/Yorum var. Mesaj/Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

Cumhur Aydın

 Önce İnsan : Cumhur Aydın


  Dördüncü sandıkta ne var?

11 Aralık... Almanya. Makyajını yaptırıyor. "Sakın" diyor. "Sakın yüzümün bu tarafına dokunmayın, dişim ağrıyor." Az önce Türkiye'yi aradığında ise eşine, "Süha, midem çok fena." diye sızlanmış, eşinin bir süredir giderek artan mide şikayetlerine kafası çoktan takılmış kocası, "Lütfen daha fazla ihmal etme, kendini kötü hissedersen yarın uçmadan önce mutlaka doktora görün" diyebilmiştir. Bunun son konuşmaları olacağı ise kuşkusuz ikisinin de usuna gelmemiştir.

O gece, kimbilir kaçıncı kez sahne açılmış, tüm acısına karşın performansından ödün vermemiştir. Gece yarısı telefonla eşine ulaşmayı düşünmüş müdür bilinmez ancak kocası onun sahne yorgunluğunu bildiğinden, 'iyi yolculuklar' dileğini sabaha ertelemiştir.

Berbat gecenin ilk ışıklarında, bir diş kliniğinin yolu tutulmuş, herkes gibi sıraya girilip bir kez daha, bu sefer bekleme salonunda şanslar, son şanslar heba edilmiştir. Zaten az olan ümitler değerlendirilememiştir. 24 saati aşkın süren beyin kanaması, Almanya'da bir diş kliniğinin bekleme odasında, az bulunur bir dünya sanatçısının sonunu hazırlamıştır.

Çoraklaşmış Türkiye'nin gururlarından soprano Zehra Yıldız, henüz kırklı yaşlarının başında göçüp gitmişti bu dünyadan, altı yıl önce. Geçen ay, onun yitirildiği tarihe denk düşen Cumartesi günü sevenleri ve sanatçı dostları onu bir kez daha doğum yeri Eskişehir'de, çok sevdiği sahnesinde andılar. Her geçen gün daha da artan boşluğunu yüreklerinde hissederek. Göz yaşlarını saklayarak...

Benim bu yıllardır tazelenip duran acıdan haberim olmayacaktı... Birkaç gazetede olurda yer alırsa, belki okuyup geçecektim...

Rastlantılar işte. Bazen hoş, kimi kez acı sürprizlerin yol taşlarını döşüyor. O cumartesiden iki gün öncesi Kanal Başkent 'de yarım saatlik trafik güvenliği konulu canlı yayına katıldıktan sonra kanalda drama eğitimleri veren tiyatro sanatçısı bir arkadaşıma uğrayıp azcık soluklanmak istemiştim. Girdiğim odada neredeyse iğne atsanız yere düşmüyor! Ben gerisin geriye kaçayım diyorum, ancak bir yandan arkadaşım izin vermiyor bir yandan da ben fırsat yakalayamıyorum. Derken odadakilerle oluşan bir çeşit zorunlu birliktelik, en azından yan yana olanlarda kısa sohbetlere dönüşüyor.

Eh bir zaman da geçince, odadaki konuklardan iki kişinin bizim sevgili dostun Devlet Tiyatroları'ndan sıkı arkadaşları olduğunu ve Ankara'nın o unutulmaz Akün Sinemasından, her nasılsa ticarete kurban gitmeyip, inanılmaz hoş bir düzenlemeyle Akün Sahnesi'ne dönüştürülen güzel mekanda Memet Baydur üstadın elinden çıkma, Devlet Tiyatroları tarihinde rekora koşan- 400.Oyun 'u geçen- ' Kamyon 'u sahnelediklerini öğreniyorum. Üstelikte yalnızca beş gün için Ankara'dalar. Aslında televizyon dizilerine bakmış olsam bu arkadaşların yüzlerinin aşina geleceğini sohbetlerden kestirebiliyorum ancak bozuntuya vermiyorum artık.

Odadaki kalabalık, yana yanalıktan oluşan beklenmedik sohbetleri koyulaştırıyor. O akşam için oyuna davet ediliyorum. Bu harika işte. Derken bizi oyuna davet eden on altı yıllık Devlet Tiyatrosu Sanatçısı Bay Seda Yıldız' ın Karadeniz Ereğlili olduğunu öğreniyorum. Sonrası hani bazı yolculuklarda koltuk arkadaşlarının tanış çıkması gibi çorap söküğü gibi geliyor!
Dünya küçük tabii, Seda eşimin liseden sınıf arkadaşı çıkıyor. Hani arkadaş dediysek, azcık can ciğer olduklarını oyun öncesi kulis sohbetinde anlıyorum. Biz en on sırada çok güzel, çok düşündürücü 'Kamyon 'u izliyoruz, o Perşembe akşamı. Nereden nereye.

Oyundan sonra Seda 'yı tebrik ediyoruz işte ondan sonra öğreniyorum, Seda 'nın kendiside opera sanatçısı olan Süha Yıldız 'ın kardeşi olduğunu ve Zehra Yıldız 'ın yitirilmesinin, yolları Kandilli Kömür Ocaklarının yanıbaşında, Ereğli'de kesişen bizimkilerin yüreğinde ortak bir yangın olduğunu. Meğer öyle yarım yamalak ta değil ne çok ortak anıları varmış bu ekibin, ağabey Süha' nın transistörlü radyolardan klasik müzik dinleme telaşından, ben müzikle yaşayacağım diye daha lisedeyken İstanbul'a kaçışına kadar. Baba onu yakalar ve "peki oğlum ben hayır demedim ki" diye Ankara'da konservatuara yazılmasına sağlam destek çıkar. Altı yıl sonra Seda 'nın İstanbul'a "Ben de tiyatrocu olacağım" diye yollanmasına da tabii. Küçücük Kandilli Kasabasındaki bir müzik öğretmeni mi değiştirmiştir iki kardeşin yaşamını yoksa bir başkası mı bilinmez ancak Zehra Yıldız 'ın yitirilmesi acısının düştüğü bu sanatçı ailenin doğuşunun öyküsü karadenizin bu şirin köşesine dayanmaktadır işte!

Dağın başında bozulan eski bir kamyonda sürücü, muavini ve iki hamalın çaresizlikleri ile oradan geçen iki garip köylünün trajikomik halleri anlatılır oyunda. Bozulan, tamircisini bekleyen kamyon mudur yoksa Türkiye mi? Taşınan eczane sandıklarının birincisinden oyuncak ayılar, ikincisinden yüzme yelekleri ve deniz botları, üçüncüsünden de şişme dünya küreleri çıkar. Aracı tamir ettirmeyi beceremeyen bizimkiler, dünyalarla top oynamaya başlarlar!

Otuzu aşkın birçoğu yalnız Türkiye'de değil, yurtdışında da ses getiren oyun yazarı Memet Baydur, kendi seçkisinden yalnız üç-dört provaya ve yalnız iki oyunun sahnelenmesine gelmiştir. Kamyon 'un provası da geldiklerinden biridir ve sanki bir vasiyet gibi 1996'da "Sakın kamyondaki dördüncü sandığı da açmak gibi bir değişiklik düşünmeyin ha!" demiştir yönetmene.

Dördüncü sandıkta ne olabileceği, eğer hala izleyen olursa, kaldıysa tiyatro seyircisine bırakılmıştır.

Güzel bir eseri dinlerken, bir resme dalıp giderken ya da bir şiirin dizelerinde yüreğimiz sıkışırken. Onları üretenlerin yaratma süreçleri usumuza düşer mi? Tekdüzeleşen, sıradanlaşan dünyada 'yaşamamızı' sağlayanlar nasıl soluk almışlardır acaba? Hangi heyecanlarla, hangi dürtülerle esmişlerdir, esebilmişlerdir kulaklarımızda?

Örneğin, bu güzelim oyunları yazarken, son zamanlarında ayrıca fizik kitapları da devirdiği söylenen daha elli yaşında bu dünyadan göçüp giden Memet Baydur, Mitoloji 'de 'Dadanos 'un Kızları' gibi kenarları delik fıçıları doldurduğunu mu düşünmüştür acaba?

Ya ondan da genç giden Zehra Yıldız?

Cumhur
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,919,919,919,919,919,919,919,919,919,91
              11 Kahveci oy vermiş.
5 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

Seda Demirel

 Pratisyen Kahveci : Seda Demirel


  UZAYLILAR BENİ GÖZETLİYOR -I-

Aslında her şey annesinin cevizli incirli hindistancevizli keki fırında yaktığı gün başlamıştı.

Üstünden en az iki ay geçmiş olmalı. Yaşadığı tuhaf olaylar son bir ay içinde önü alınamaz ve tahmin edilemez boyuta varmıştı. İp uçlarını içinde biriktirdiği kutuyu sakladığı yerden çıkarmak için yatağının yanına yere uzandı. Kutu yatağının altında duruyordu. Bıraktığı gizli işaret yine bozulmamıştı. Kutuyu kendisinden başka açan birisi yoktu.
Pembe yaldızlı kağıt ile kapladığı spor ayakkabı kutusunu kucağına alıp yerde bağdaş kurdu. Derin bir nefes alıp içinde tuttu ve kutuyu incitmekten çekinir gibi yavaşça araladı.
İlk gözüne çarpan her zamanki gibi şu parlak mor toka oldu. Lastikli bir saç tokasıydı. Uçlarında simli, mor ve yumuşacık tüyler ile kaplı küçük hayvanları andıran iki tane top vardı. Tokayı tam iki ay önce annesinin cevizli incirli keki yaktığı gün yastığının altında bulmuştu. Görür görmez de tokaya aşık olmuştu.

Cevizli incirli hindistancevizli kek yandığı için ağlayan "tek obur çocuk" elbette! kendisi! değildi!... Cevizli incirli hindistancevizli kek yandığı için ağlayacak onlarca çocuk olduğuna emindi! Ablası zaten gıcığın tekiydi!. Bazen de çok aptalca konuşuyordu...

Kendisi ile dalga geçen ablasının elinden kurtulup odasına kaçmıştı. Yatağa atlamış ve artık neye ağladığından bile emin olmadığı için çok da gerçek olmayan gözyaşlarını dökmeye devam etmişti. Tam o sırada da yastığın altından ucu çıkmış parlayan tokayı görmüştü.
Ağlamasının bittiğini ancak tokayı pembe kutuya saklamaya karar verdiğinde yani bir saat kadar sonra fark etmiş ama önemsememişti. O ilk günlerde de tokanın başka birisine ait olabileceği korkusu ile ne tokayı ortaya çıkarabilmiş ne de takabilmişti.
Sadece hiç renk vermeden sorular sormakla yetinmişti; o gün sabahtan oyun oynamak için evlerine gelen alt komşularının kızı Yasemin'e sorduğu sorular gibi anlaşılması güç yuvarlak sorular...

- Yasemin hani senin şu mor eteğin vardı, arka cebinde sarı çiçek resmi olan, neden o eteğini artık giymiyorsun? Ben onu çok beğeniyorum. Keşke benim de öyle bir eteğim olsa .
- İyi ama o etek yazlık ki Esra. Annem bu havada giymeme izin vermez. Zaten yazlıkları da kaldırdı annem.
- Doğru, haklısın. Mor bir tokan da vardı o eteği giydiğinde saçına taktığın...
- Yok, mor değil, sarı tokam vardı... Mor tokam yok ki benim.
- Yaaa, hay Allah, doğru, karıştırmış olmalıyım.

Pek çok kişiye sordu...

Kimse mor tokasını kayıp etmemişti...
Ablasının da böyle bir tokası yoktu.
Yastığının altında bulduğu bu tokayı açıklayacak hiç bir ip ucu bulamıyordu.

Aradan bir hafta geçmedi ki okul çantasının içinde uzun süredir hayalini kurduğu Barbie makyaj aynasını buluverdi. Hem de henüz poşetinden bile çıkmamış yepyeni bir ayna!...
Kimin aynasıydı bu? Çantasında ne işi vardı?
Annesinin ağzını aramaya karar verdi;

- Anneciğim, hani şu Agora alışveriş merkezinde gördüğümüz pembe Barbie aynası vardı ya...
- Eee?? Ne olmuş? Sakın bana istiyorum diye tutturma!. Daha yeni bir bebek aldık. Eğer ki ayna istiyorsan çantana benimkilerden birisini koyabilirsin. Küçük bir ayna için onca para vermeye değmez.
- Tamam anneciğim.

İşler giderek tuhaflaşmaya başlamıştı.
Aradan bir hafta geçmiyordu ki yeni bir şey bulmasın. Oyuncaklar, çikolatalar, cicili bicili kalemler, şekerlemeler. Çantası, yastığının altı, hatta mantosunun cepleri gizli eller tarafından hazineye çevriliyordu. Hazinesinin çokluğuna karşılık kendisini tutamayıp yediği şekerlemeler ve çikolatalar haricinde ne aynayı ne kalemleri ne de mor tokayı ortaya çıkarıp kullanabilmiş değildi. Yine de bu olan bitenden rahatsız olmaya başlamıştı.

Bunları annesine anlatmayı çok düşünmüştü ama bu sefer de "Peki neden o şekerlemeleri yedin, neden bu olup biteni bizden sakladın, ha?" sorusundan korktuğu için anlatmak ile anlatamamak arasında takılıp kalmıştı. Ablasına söylese her zamanki gibi kendisiyle dalga geçecek ve ilk işi de gidip annesine anlatmak olacaktı. Babasına anlatsa babası da ilk iş her şeyi annesine anlatacaktı. Susmaya devam etmekten başka şansı yok gibiydi...

Geceleri yattığı yerde hayaller kuruyordu. Ya uzaylılar varsa ve onu takip ediyorlar ise? Ya bu olanlar onu sınamak için yapılan sınavlarsa?
Kendisine hakim olup bu hediyeleri kullanmazsa Uzay'a giden ve orada altı ay yaşayan ilk Türk Çocuk olacağına dair renkli hayaller birbiri ardına kafasına üşüşüyordu. Bu hayallere çokça dalıp gittiği bir akşam odasında uyumadan önce annesini özleyip ağladığı bile olmuştu. Kendisine geldiğinde haline şaşırmış ama bu hayallerinin gerçek olması için de yürekten dileklerde bulunmaya devam etmişti. Hatta uzaylılar tarafından düşüncelerinin kayıt edilebileceğini düşünüp onlara iyi niyet mesajları yollamış ve uzayda onlarla geçireceği süre zarfında son derece uslu ve uyumlu olacağına dair bir takım garantiler dahi vermeye başlamıştı. Yediği çikolatalar ve şekerlemeler gizemli yollar ile dünya malı paketlerin içine sokulmuştu. İçlerinde de onun uzayda rahatlıkla nefes alıp vermesini sağlayacak ve onu uzay mikroplarından koruyacak bir takım ilaçlar olmalıydı.
Mor tokanın, kalemlerin, Barbie aynanın, hepsinin ama hepsinin belli bir görevi olmalıydı!...

Bu hayaller alemi içinde hazinesini kutusunda biriktirmeye ve sessizliğini korumaya devam ederken tam bir dönüm noktası ile burun buruna geldi; küpeler!...
Cebinde bulduğu o minik pembe taşlı küpeler!...
Bu küpeler hiç de Barbie küpelere benzemiyordu.
Işıl ışıl parlıyorlardı...
Küpeler avucundaydı ve o avucuna bakakalmıştı!...
Aman allahım!... Bu küpeler ALTIN olabilir miydi?
Okuduğu bir kitapta "düşünceyi tercüme eden" ve hangi galaksiden olursa olsun bütün uzaylıların kullandığı kristallerden bahsedildiğini okumuştu. Bahsi geçen kristallerin kendiliğinden şakağa yapışıyor olması gerekiyordu ama bu küpelerin ne o kristaller ile ne de yapışkanlıkla alakası yoktu...
Pırıl pırıl bir çift altın küpeydi bunlar...

Seda Demirel
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,869,869,869,869,869,869,869,869,869,86
              14 Kahveci oy vermiş.
26 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Kahveci : Alkım Saygın


İnsan ve Rolleri

Yaşam şartları değişik durumlarla karşı karşıya bırakır bizleri: hazırlığımızın olmadığı önceden düşünemeyeceğimiz, hazırlık yapamayacağımız durumlardır bunlar. Çoğu defa bir film karesinden, ya da bir şarkı sözünden veya bir gazete kupüründen yardım dilenir insan; "Ne yapmalıyım?" sorusuna yanıt olsun diye. Buralardan tanıdık gelen olaylar, durumlar, yapıp-etmeler vb.. aslında hiçbiri diğerine benzemeyen bir defalıktır, tektir. Bu tekliklere karşı ya da yaşamın kendisine karşı ne kadar hazırlıklı olduğumuzu düşünürsek düşünelim, boştur bu.

Yaşam, önümüze sorunlarını diker; sırtımızı dönüp gitmek de bizim elimizdedir; ancak bize gitme dedirten bir şeyler mutlaka vardır: kimi zaman "değer duygusu", kimi zaman "duygudaşlık", kimi zaman "ben sevgisi", kimi zaman "ahlâk yasası", kimi zaman "değer yargılar" vb.. yaşama seyirci kalmamızın önüne geçer. (Bazı durumlarda hiç bir şey yapmasak bile, hiç bir şey yapmamamız da bunlar tarafından belirlenir ve yine seyirci kalmış olmayız.) Böylelikle yaşamdan beklediklerimiz ve yaşamın bizden bekledikleri yani sorumluluklarımız, bizi "roller"le karşı karşıya getirir: bu roller, kendi gözümüzde kendimizi, kendi gözümüzde ötekini, ötekinin gözünde kendimizi ve ötekinin gözünde ötekini nasıl gördüğümüze ilişkin tasarımlar tarafından beslenir.

Yaşamla didişerek yaşamak, ezbere iş yapmamak, "yaşamı kendi gözleriyle görmek" zordur. Ezbere iş yapmayan yaşamı kendi gözleriyle gören ve insan olmanın onurunu gözeterek eylemde bulunanlar için yaşam daha da zorlaşır: değer korumak için her rol yapılır. Bu kişiler, karşılaştıkları bir defalık olaylar, durumlar, yapıp-etmeler vb.. karşısında değerleri her defasında yeniden değerlendirir.

Yaşamla didişerek yaşamadan, ezbere iş yapan ve kişilerde insan olmanın onurunu gözetmeden eyleyenler, değer yargılarıyla ya da değer sandıklarını koruma itkisiyle iş görür. Bu kişiler için aynılıklar vardır. "Dostluk", "dürüstlük", "sevgi" vb. yöneldikleri herkese bir ve aynıdır. Bu aynılıklar, geçmiş deneyimlere dayanılarak bir değere değer biçmekten gelir; bu kişilerin hazır reçeteleri vardır ve karşıdaki kişi kim olursa olsun, yaşadıkları sorunları hep aynı reçetelerle çözeceklerine inanırlar. Böylelerine göre insanlar, bir ve ortak bir "doğa"ya sahiptir. Bu kişiler, belirli bir rolü ezberlemiştir: her tek durum karşısında bu rolün repliklerini atar, bu kişiler.. Bu roller, "hazır"dır..

Tüm yaşamlarını onunla didişmeden geçirseler de belirli bir olay, durum vb. karşısında repliklerinin geçersizliğini gören (: yaşamla burun buruna gelip didişen) kimseler, kendilerine bir kılavuz arar; bu yeni kılavuz, onlara yeni bir replik dayar: bu, kimi zaman "bilimcilik", kimi zaman "maddecilik", vb. altında şekillenir. Örneğin "modern insan", on dokuzuncu yüzyıldan beri, "bilimcilik" sevdasına kapıldı: önceki repliklerinden şikayet etti; ama eskisini aratmayacak replikler yazdı: rol yaptı; "çağdaşlık"ı ve "çağdaş"ı oynadı.

Yaşamla didişerek yaşayıp, ezbere iş görmeyen, bir defalık oluşlar karşısında "gereken"i yaparak karşıdaki kişilerde "insan olmanın onuru"nu korumak isteyenler, en çok "aileden gibi"lerin "koruyuculuk"uyla karşılaşır: bu kişiler, kimi zaman "ana-babalık", kimi zaman "abilik-ablalık" yaparak, kendisi gibi olmayanları, kendisi gibi "gören", "düşünen", "hisseden", "yaşamı koklayan" kişiler haline getirmek isteyenlerin "senin iyiliğin için"leriyle karşı karşıyadır. "Aileden gibi" olanlar, "moral değerlere saygılı olma"yı el üstünde tutar ve bunu yapmayanları, yapar hâle getirmek için ayak direr. Onlar "yaşam benden bunu bekliyor" diyerek açıklamak ister, hem kendilerine hem de başkalarına bu ayak diremenin nedenini.

Böylelikle şunu söyleyebilirim ki, en sık burun buruna geldiğimiz dört rol var: teklik-roller, hazır roller, modern roller ve moral roller:
Teklik-roller, doğru bir değerlendirmeye bağı bir istemenin yüklediği rollerdir. Yaşama ve şöyle şöyle yaşamaya değer biçmez, bu rolü oynayan kimseler; teklik-roller, yaşam karşısında kader anlarının doğru değerlendirilmesine bağlı olarak "gereken"in oynanmasına ilişkin bir istemenin ürünüdür ki bu rolleri oynayan kişiler, kendi repliklerini kendileri yazan, başkasının repliklerinden alıntı yapmayan kişilerdir.

Hazır roller, hazır reçetelerin sunduğu rollerdir. Kişinin birkaç "hayat bilgisi" (ya da "hayat tecrübesi") ışığında hazır ettiği rollerdir bunlar. Hazır roller, kişinin kendi imgesinin doğruluk teminatı olup çıkar. Bir film sahnesinden, bazen bir gazete kupüründen, ya da bir şarkı sözünden hareketle, kafalarında parıldayan yıldızların ışığında çıkartıverilir bu roller. Hazır roller, o ana dek yaşadıkları üzerine bir çıkarımdır aslında ve bu çıkarım, o kişinin kendisini, kurtarıcısı olduğuna inandırır ve bu inancın verdiği güvene teslim olur kişi; kendini teslim ettiği gibi, başkasını nasıl görmesi gerektiğini rolüne uygun biçimde belirlemeye başlar. Gün gelip de bu rolün kendi ben'ine uygun olmadığını düşünecek olursa kişi, artık geçmişi kurtarmak adına geleceği kaybetmek için elinden geleni yapar ve bu kişilerin tüm dertleri, geçmişi haklı çıkartmaya çalışmak oluverir; kendi imgelerinin sarsıntı geçirmesine izin vermek istemez hazır rollerin oyuncuları.

Hazır rollerin oyuncuları, dümenlerin daima kendi ellerinde olmasını bekler: bunun sağlanması, kendi imgelerinin meşruiyet garantisidir. Bu kişiler, kontrolün kendisinde olmadığını düşünmeye başladıklarında, yaşamlarını da gözden geçirmeye başlar. Yolunda gitmeyen bir-iki şeyin düzeltilmesi durumunda, işlerin tamamen yoluna gireceğine inanır. Bu amaçla bir "temizlik harekatı"na girişir; temizlik harekatıyla, bir zamanlar gelecek umudu vadeden her bir şeyi atmaktan sakınmaz yeter ki işleri yoluna girecek olsun. Ama işler yoluna bir türlü girmiyordur; bu durumda da, yani atacak şey bulamadıklarında, daha sonra atacağını o an fark etsin ya da etmesin, başka yeni şeylere sahip olmaya pek bir hevesli olur: atmak için almak!..

Hazır rollerin oyuncuları, yaşamlarının aslında yolunda olmadığını şu şekilde anlar: yaşandığı sırada kendisinden en emin olduğu şeyleri daha sonra hatırladığında her defasında yaşamını bu çıkarımları doğrultusunda süzgeçten geçirir: bu kimselerin, yaşandığı sırada hiçbir pişmanlık yaratmayan hatta onun "en iyisi" olduğunu düşündüğü pek çok şey, üzerinden zaman geçtikten sonra keşke'yle başlayan cümlelerle dile getirilmeye başlar. Yaşanmış olanlar yaşanmıştır; yaşananlar değiştirilemez; yaşanan bir olay neyse odur; olduğu gibidir;
olduğundan başka türlü değil. Ama olaya bakan bu ezberciler, ona değişik psişik yaşam tortularından hareketle değişik dönemlerde değişik biçimlerde eğilerek, imgeleriyle ilgili bir sorun yaşar; hazır rollerin oyuncularını, hep bu son bekler: kişi bir kez hazır bir rol oyamaya başlamışsa, ezberlediği rolün repliklerinden ne kadar emin olursa olsun, günün birinde bir yerlerden bir kopma yaşar ve rolüne karşı yabancılaşır. Bu ezberci kişilerin rolleri, kendi yaşamlarının anlamı haline gelmişti ve bu kişiler, kendilerini rollerine karşı sorumlu hissetmişti. Kendi yaşamlarının anlamına yabancılaşan kişiler, kaçınılmaz bir biçimde tüm yaşamın anlamsız olduğunu düşünmeye başlar; intihara bile yeltenebilir. Rol yaptıkları kişiye bu rollerinin repliklerini büyük bir inandırıcılıkla atabilir; eğer bu rol, oynayan üzerine dar gelmiyorsa, rolün sorunları ile oynayanın sorunları artık özdeşleşmiştir. Tersi olduğunda da, kişi rolüne yabancılaşır; dünya anlamsız demeye başlar.

Modern rollerin temelinde modern insan olma\ görünme kompleksi var: bu "modern insan", bilimcilik sevdasına kapılan insandır. Bu rolü oynayanların kullandığı değer yargıları, artık birer "modern değer yargısı" oluverir ve bunlar "modern olmak"ın mutlak yolu olarak gösterilmek istenir; bu yolun benimsenmesi, bu rolün güvencesi demeye getirilir. Modern insan, bilimin mitoslarının ardına saklanır; bu rollerin taşıyıcıları "bilim"i, yaşamın tek anlamı olarak görür. "Bilimsel bir dünya tasarımı"yla tüm insanların "kurtuluş"a ereceğine inanırlar ve kendilerini tüm insanlığın içinde bulunduğu sıkıntılardan sorumlu tutarlar; çareyi "mitoslar" yaratmakta bulurlar. Bilimin mitoslarıyla bezeli hayatlarından bu mitosları söküp atmanın bir yolu yoktur. Modern insan, bilimin mitoslarına tapar.

Moral roller, insan istemesini susturmaya iter; onların dayanılmaz bir hâle gelmesi demek, kişinin kendi yüzünü silmesi demeye gelir. Hani kendimize bir çırpıda yakın hissettiğimiz kimseler vardır ya, işte onlardan gelir sıklıkla bu "koruyuculuk", en yoğun şekliyle. Eğer bu kimseler, bu "korumacılık"larını doğru bir değerlendirmeye dayandırıyorsa mesele yok; ancak bu söz konusu olmuyor; "sonra ne derler"le iş gördürmeye zorluyor bu kişiler. Moral rollerin taşıyıcıları da "öteki"ne karşı bir "sorumluluk"la bu işlere kalkışıyor. Yaşamımızda güçlüklerle karşılaştığımız pek çok anda ağzımızdan çıkıverir: "böyle olmasını istememiştim", "koşulları ben seçmedim", "keşke böyle olmasaydı" vb.. Koşulların bizi sürüklemesinden şikayet edenler, belirli bir "seçim"e bağlı olarak karşılaştıklarından şikayet etmekte: bir olayın, durumun vb.nin ortaya çıktığı koşullar, "şimdiki" seçimlerimize değil; bir "önceki seçim"lerimize bağlı olarak gelişir ve aslında koşulları, tüm koşulları biz seçmiş oluruz; ancak doğumumuz hariç. Ne var ki, önceden tahmin edemeyeceğimiz koşullar karşımıza dikildiğinde, şikayet etmeye başlarız: moral rolleri biz çağırırız: bu, "öteki"ni bir "ana-baba", "abi-kardeş" vb. görmemize bir hazırlık demeye gelir: kişilerde görmek istediğimiz roller, onlara rol yaptırıyor ve "iyi" rol yapmalarına ön ayaklık ediyor. Ta ki, gördüğümüz ile görmek istediğimiz kişilerin farklı olduğunu anlayıncaya dek. Böylelikle moral rollerin taşıyıcılarından birer "canavar" yaratıyoruz: düşman kazanıyoruz..

Sonuç: insan dünyasında "mutlak"lıklar yok: bu insanın varlık-yapısından kaynaklanıyor; insan her eylemiyle dünyasına yeni bir şeyler katmakla katmamak arasında bir tercih yapıyor. Yaşadığı değişimler, "dönüm noktaları"na götüren süreçlerin ilk halkaları oluyor: farklı dönüm noktaları kişilerin omuzlarına yeni ve ağır sorumluluklar yüklüyor. Rol yapmak, insanın varlık yapısının gereğidir; çünkü tüm insansal sorumluluklarımız bunu gerektirir; sorumluluklarımız hakkında doğru veya yanlış değerlendirmeler de bu dört ana rolden birine sürüklüyor. Kendimize seçtiğimiz roller, bize yaşamdaki yerimizi veriyor ve aynı zamanda diğerleri arasında kendimize özgü yerimizi.. Rollerimizi biz seçiyor ve yine biz oynuyoruz. Kimilerimiz repliklerini kendi yazıyor, kimilerimiz de başkalarının repliklerini yineliyor. Nasıl kişiler olduğumuzu da oynadığımız roller belli ediyor.. Yani oynadığımız roller, bizi ele veriyor..

Alkım Saygın
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,779,779,779,779,779,779,779,779,779,77
              13 Kahveci oy vermiş.
6 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

Gülseren Bağlar

 Gül Ağacı : Gülseren Bağlar


  DOKTOR (UM) CİVANIM...

“SES”sizliğim...

1-1.5 yıl önceydi. Sesimde; hırıltı, çatlama ve zaman zaman kısılmalar başladı. Doktora gitmeyi çok sevmediğim için, geçer diye bekledim. Kendi kendime otlar kaynattım. Kebabiye diye bir otu balla karıştırıp uzun bir müddet içtim. Sonuçta yanık bir sese sahip olup, yeri göğü inleteceğim diye beklerken, sigaranın da yardımıyla zaman zaman kısık, zaman zaman borazan gibi bir sese sahip olarak bu günlere geldim.

Devam edebildiğim kadarıyla amatör bir koroda figürasyonluk yaptım. Hatta tüm cesaretimle konsere çıkıp playback bile yaptım. En pes seslerde var gücümle kendimi kanıtlamaya çalışıp, gazinocular kralının beni keşfetmesini düşledim... Işıklı neonlarda kocaman harflerle adımı en üstlere yazdırarak, imza günleri, albüm çalışmaları, film teklifleri alıp, Anadolu turnelerine çıkıp kitap bile yazdım. Düş işte ! Parayla değil ya...

Baktım olacak gibi değil. 2 ay önce bir KBB uzmanına başvurmanın şart olduğunu geç de olsa kavradım. Bilinçli ! bir hasta olarak hastahane kapılarında kendimi buldum. Rastgele alınan özel hastahane adresi ve telefonuyla sessizliğe yolculuğum başlamış oldu.

- Aloooo falan hastahane mi?
“ Buyrun, nasıl yardımcı olabilirim ? “
- KBB için randevu alacaktım da ! Yoksa tüm sanatsal faaliyetlerim duracak, sevgili halkım benden ve güzel sesimden mahrum kalacak. Bir yıldız kayıyor haberiniz olsun !
“ Hangi doktordan randevu istersiniz? “
- En yakışıklısından olsun mümkünse...
“ Peki. Sizi uzman doktorumuza yönlendiriyorum. Cuma 13.30 uygun mu ? “
Soruya bak ! -Bugün versene yavrum. Cumaya kadar nasıl bekleyeceğim( diye çıkışmadım tabii ). El mecbur Cumayı iple çektim. Zira karizmatik doktor bilse ki “ben” randevu istiyorum, tüm randevularını iptal eder, 3 ay sırf bana bakar... Müneccim değil ya , ne bilsin..

Cuma saat 13.30 :

Doktor fobismi belli etmemek için entel-dantel bir havaya büründüm. Heyecanım belli olursa karizma yerle bir olur maazallah. Elime yabancı bir yazarın , çok sayfalı kitaplarından birini alıp okurmuş gibi yaparak bekleme salonunda ki yerimi aldım. Doktorum civanım “Gülseren hanım” diyene kadar kapısına bakmayacak, çağırınca da ağır ağır gidecektim. Nerdeee !! Daha “Gü” demeden yerimden fırlayıp kendimi hasta koltuğunda, acıların kadınını oynarken buldum. (Tipik emekli halleri. Devlette 23 yıl çalışınca böyle oluyor insan sakın gülmeyin. )

Kalbim yerinden fırladı. Gümbür gümbür. Aman Allah’ ım bu ne !?? Gördüklerime inanamıyorum ! Yusuf...Yusuf....Bu şok durumlarım doktorun cazibesinden değil, eline aldığı o acayip aletlerden. Ben diyeyim 15, siz deyin 20 cm. ince, uzun, metal bir çubuğu; dilimi bir mendille 10 metre dışarı çekip , ağzıma sokmaya çalıştı. Neymiş, boğazımı ekranda görecek, meşhur edecekmiş.. korkmamalı, kendimi kasmamalıymışım ki her şey kolay olsun muş....

Debelendim...Debelendim...

İşte o an aramızda ( ben tarafından ) başlamış, başlayacak olan her şey bitmişti. “Şansını kaybettin doktorrr” diye hınzırca gülemedim. Gözlerimden yaşlar akarken bunu başaramazdım zaten. Aşk, nefrete dönüşmüştü bile...Bana kötü davranmıştı. Kırılmıştı nazik kalbim,narin bedenim. Hassas ruhum kaçmıştı...

Muayene koltuğundan kalkıp, doktorun masasının önündeki koltuğa oturdum yeniden. Bilinçlendirilme zamanım. Burnumdaki konkalar alerjiden büyümüş ( Ee, ellerimle büyüttüm onları, maşallah de doktor ) , deviasyon tekrarlamış, geriye doğru akıntım çokmuş,ses tellerine baskı yapıyormuş.....vs..vs.. Türkçesi ses tellerimde kalınlaşma varmış. Konkaları ilaçla tedavi edip küçültecek, inat ederlerse lazerle yakacak, küllerini köyümün yağmurlarında yıkayacakmış. Sabırla uzun bir tedavi sürecine başlayacakmışız. Her 20 günde bir civanıma görünüp, Yusuf Yusuf durumlarına devam edecekmişiz. Ses tellerimde ki bu arızayı giderecek, beni hayata dolayısıyla halkıma yeniden kavuşturacak stratejiyi uzun uzun anlattı. Birinci şart; sigara kesin bırakılacak , ardından 20 günlük bir süre hiç konuşulmayacak, ilaçlar düzenli kullanılacak, yiyecek-içeceklere dikkat edilecek,vızzzzzlanmıyacak....! diye arada bir sesini yükselterek tehditvari konuşmayı da ihmal etmedi.

Bende hiç korkacak göz var mı? Yerim seni doktorrrr !..

Gülseren Bağlar
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
              14 Kahveci oy vermiş.
13 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

Leyla Ayyıldız

 YazıYorum : Leyla Ayyıldız


  Hüzün anılarda gizli... (3.Bölüm)

Otuzüçüncü sayfaya gelmiştim. Şair bir arkadaşından bahsediyordu;

'Kendisi hiç de Jake Barnes'ınki gibi bir sorundan dolayı kıvranıp durmuyordu ama, belki o müthiş pırıltılı beynini, o kımıltısı bol, imgelemi çeşitli; ufukları geniş yaratıcılığını olmayacak bir yaşta, daha yirmilerinde, kafasına yediği bir demir çubuğa yedirmişti... Bu yüzden başlangıçta çok iyi şiirler yazarken yazamaz olmuştu artık...'

betimlemeler o kadar ustacaydı ki, içimden şu cümleleri geçirdim 'Daha çookk fırın ekmek yemen lazım Leyla, daha çokk!'

'Belki aşırı içkiden, belki aşırı karamsarlıktan, belki aşırı umutsuzluktan. Olamaz mı? Olamazsa, neden otursun da içi sıra çok soğuk, çok açık renkli beyaz şaraplar, pencere içlerinde fesleğen, sardunya saksıları, titreşen şiirler döktürsün değil mi?

Titreşen şiirler döktürmek... Gel de titretme içini, gel de çıkarma şapkanı, alma eline...

.....

'Martılar leblebi tabaklarına saldırıp rakı kadehlerini kırıyor döküyor, yanında katık ettiğimiz üzeri bol kekikli, zeytinyağlı beyaz peynirin de, garson Ömer'in 'Sultan Hamit Kanapesi' adı altında getirip durduğu üzeri bolca kaşar peynirli, kırmızı biberli, sıcak mezelerin de hatırını soruyorlardı. Şimdi Emperyal yıkıldı. Eski dostluklar da yıkıldı. Eski aşklar da.'

diyordu. Birer birer yıkıldı gözümün önünde kaybettiklerim. Bir çocuk şarkısı mırıldandığımı fark ettim; '19 şişe sallanıyorrduu, içlerinden biri pat düştü yeree , 18 şişee sallanıyorrduuu...'

'Nereden bilecektim onu deli gibi sevdiğini, onun için içinde soğuk beyaz şaraplar ve fesleğen ve sardunya saksılarını ve gövdelerinin olanca azgınlığı ve tutkunluğu ve tutukluluğu dolu dizeler yazıp durduğunu?
.....

Devam ediyordum;

'Hani o pencereleri tığ işi dantelli, büfesi Moloz'dan ya da bit pazarından alınmış Art Nouveau, iskemlesi de öyle, masası çatlak mermerli, mutfağı kuzineli, kitapları hepsi yakından tanıdığı yazarlardan imzalı, karyolası pirinç, yastığı yüksek aydın genç kadın evlerinden biri. Lavabonun içinde yıkanmamış tabaklar, kenarları dudak boyalı içki bardakları, ekmek kırıntıları, çöp tenekesinde kaçık bir çorap teki, buruşturulmuş atılmış bir sevgili...'

Bu adam çok şey biliyordu...

.....

'Yıllar geçtikçe benim de kafamda kadınlar birbirine karışıyor. Hacıdakis'i seninle mi dinlerdik? Beatles, Rolling Stones ve Bob Dylan şarkılarını, yoksa başka kadın mıydı o? Tarhana çorbasını ve acılı mantıyı seven sen miydin? O zamanın modası 'Eve' sigarasını içen hanginizdiniz peki?

Yapma üstat... Düğümleme boğazıma bir şeyler...

'Tuhaf hiç de adetim değil oysa içki içip, yazı yazmaya çabalamak, hiç sevmem, içerek yazana da çok kızarım üstelik.
Beni anlamadılar...
Bunu keçi sakallı yeteneksiz ressamlar söylerlerdi, bir de kitabını cebinden para verip bastıran şairler.
Kırk yaşına varmış gözlüklü ve yalnız bir adamın bu gece bu kırık hüznünü ne bastırır? Yves Montand mı çalmalı şimdi, Edith Piaf mı?

Yine kendi satırlarımı mırıldandım;

'Kadehler sır vermezmiş...
Buz kesermiş rakı, konuşmazmış.
Şarabın gözlerine kan otursa; 'kızıllığım' dermiş.
Tiril tiril yalnızlık gömleği mi üzerimdeki? Damarlarımda dolaşan alkole rağmen üşüyorum.
Yüreğime kurulmuş orkestra en içli nağmelerini çalıyor bu gece. Gönül teli miydi titreyen? Yıllardır sessizce sızlarken, bu gece en içli şarkısını yüksek sesle söylemek istiyor. Tüm sesleri susturun, izin verin sadece o çalsın bu gece.'

Betül Ayhan'ın dediği gibi 'Her Pencerede Ayrı Bir Hüzün' vardı, Nihat Çapar'ın dediği gibi 'Her Camı Hüzünlü Bir Nefes Buğulandırmakta'ydı ve Müfit Semih Baylan'ın dediği gibi; 'Hüzün Anılarda Saklı'ydı...

.....

'Bir sinema çıkışında, yeni çiseleyen yağmurun pırıldadığı kaldırımın üzerinde, ürperip yanınızda yürüyen adamın koluna girdiniz mi hiç? O adam uzanıp elinizin üzerini okşadı mı, size üzerinde kuş desenleri olan yün eldivenler aldı mı, küçücük, birer kız çocuğu eline uyacak kadar minicik yün eldivenler?
Hayır mı?
Başından söylesenize...
O zaman bu yazıları yazmazdım size...
Ben sevdim. Çok, çok sevdim. Hem onlara acı çektirdim, hem de kendim çektim.'

Yün eldivenler almadı üstat. Birlikte pardösü aldık ve bu yazıları okumayı hak ettik. Nasıl mı?

'Pasajdan daha mutlu bir çift çıktı, gözlerindeki hüznü ise boş verin.... Kız daha mutlu... Erkek daha mutlu...
Köşeyi dönerken vitrinde görmüştüm o pardösüyü... 'Pşşşttt dedim, gelsene', 'Hadiii gellll', 'Hadiii yaaaa' ... Hemen mağazaya girip, üzerine giydirttim. 'Çokkk yakıştıııı, çokkkk' diye haykırdım. Yine küçücük çocuklar olmuştuk. Üşüyen ellerimi onun ceplerine sokup. 'Cebi de komacannnmışşş' dedim. 'İki kişilik' ...
Ceplerine takıldı gözlerim. Hala komacandı, hala iki kişilik...'

.....

'Ruhunun ve etinin açlığını yaşamayanlar...
Lütfen benim yazılarımı okumayınız!'

.....

Tam beş saattir bu masada, bu iskemlede, neredeyse hiç kıpırdamadan oturuyordum. Boynum tutulmuştu... Kafamı sağa sola çevirip, uyuşukluğun geçmesi için uğraştım. Son kahvem de gelmişti. Kitabı usulca aldığım yere koydum. Not defterine hiç dokunmadım. Başımla sessizce müteşekkir bir selam verdim... Bilmediğim şehrin, bilmediğim yazarının tadı damağımda kalan cümleleri ile hesabı ödeyip, ayağa kalktım. Garson alelacele, gezmemi önerdiği yerleri tarif ediyordu. Kapıya kadar uğurladı beni. Kapıyı açtığında, rüzgar süratle içeriye girmeye çalıştı, aynı anda rüzgarla birlikte bir adam da içeri girmeye çalışıyordu, koluma çarptı, çantam yere düştü, not kağıtlarım dağıldı...
Apar topar yerdeki kağıtları garsonla beraber topladılar. 'Özür dilerim' diyordu.

Gülümsedim...

Özür mü?...

Leyla Ayyıldız
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,889,889,889,889,889,889,889,889,889,88
              16 Kahveci oy vermiş.
34 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

Hasan Taşkın

 TAŞKINCA : Hasan Taşkın


  Gazetecilik ve Şov

Bahçeşehir'de geçtiğimiz hafta bir cinayete sahne oldu.
Büyükçekmece'de oturan Mustafa Baran arkadaşlarıyla Bahçeşehir'deki Evren Oto Yıkama'yı bastı. 2 gün önce kendisinden ayrılan Selen Işkın'la görüşmek için. Sonra onu zorla götürmeye kalktı. 'Burası dağ başı mı?' diyen işyeri sahibi Evren Açıkgöz'ü (25) ruhsatsız tabancasıyla başından vurarak öldürdü.
Daha sonra Selin'i kaçırıp kayıplara karıştı. Bu aşk cinayeti medya dünyasına oturdu.
Polisiye olaylarda önde giden kıdemli Gazeteci Savaş Ay'da olaya el koydu.
Her yerde cinayet, kaçırma ve alıkoyma suçundan aranan zanlı Baran, Jandarma'ya ve Polise güvenmediği için Savaş Ay'a güvendiğini belirterek, Savaş Ay'a teslim oldu.
Ay'da elinde geçirdiği atlatma haberi bütün medyaya atlatma adına, cinayet zanlısına sahip çıktı.
İşin perde arkasını araştırdım. Neden Savaş Ay Jandarma bölgesinde gerçekleşen bir olay için polise teslim edildiğini merak ettim.
Çünkü olayın polisle bir ilgisi yok. Neticede polis, zanlıları teslim aldıktan sonra jandarmaya teslim etti. Çünkü olayı soruşturan jandarma idi. Olay bu bölgede meydana gelmişti....
Jandarmada ulaştığım yetkili isimler, Savaş Ay'ın kendilerini aradığını ve zanlıyı teslim etmek istediğini, ancak kameralar önünde bunu yapmak istediğini ifade ettiler. 'Bu nedenle bu şova izin vermedik. Veremezdik de...' dediler.
Jandarma'da istediğini elde edemeyen Savaş Ay, bu sefer İstanbul Emniyet Müdürü'nü aradı.
Sonra da şovunu gerçekleştirdi. Tüm gazeteleri de atlatmayı başardı. Kendi adına bir başarıdır. Kutlarım.
Jandarma yetkilileri ise, zanlının sıkıştırıldığını ve teslim olmanın yollarını aradığı anda Savaş Ay'ı kullandığını da belirtiyorlar...
Kim kimi kullanmış bilmiyorum. Ama Jandarma kamuoyu gözü önünde yapılan bir şovdan oldukça rahatsız.
Şimdi Sabah Gazetesi'nde de olay bir aşk hikayesine dönüştürüldü. Öldürülen bir suçsuz insan hiçe sayılarak. Bir insanı öldüren ve dahası, dağ başında yaşar gibi silahlı zorbalık yapan insanın aslında aşkı için böyle bir olay yaptığı vurgulandı.
Yargıya bir done verildi. Yargılama aşamasında sanığın avukatlarının eline önemli bir koz verildi. Bu haber muhtemelen mahkeme dosyasına girecek. Çünkü sanık burada 'Öldürmek istemedim' diyor. Kafasına vurmak istemiş...
Peki öldürdükten sonra az ceza almak adına böyle bir hikaye uydurmuş olamaz mı? Yani Savaş Ay'ın yaptığı yargıyı etkilemekten başka bir şey değil.
Acaba bu gazetecilik mi? Yoksa bir şov mu?
Gazetecilik Kolluk kuvvetlerine koordinatörlük yapmak değildir. Bu benim düşüncem...
Herkes kendi işini yapacak... Yargılama yapan mahkemeler ise objektif bir yargılamada, kimin ne kadar suçlu olduğuna karar verecektir.
Gazeteci yargılayıcı değildir. Objektif olmalıdır...
Daha ne diyeyim. Herkesin önünde gerçekleşen bir olay...Siz de kendi açınızdan değerlendirin.
Sizce kim haklı, kim haksız? Öldüren mi? Ölen mi? Aşkı için yapılınca cinayette haklılık mı var? Yoksa, herkesin önünde 'Kendim kaçtım. Kaçırılmadım' diyen Selin Işkın'ın jandarma ve savcılıkta 'Kaçırıldım. Korkudan öyle dedim' demesinde haklılık mı var?

Hasan Taşkın
www.noktadergisi.com.tr
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
              10 Kahveci oy vermiş.
5 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, aşağıdaki adresten tek tıklamayla zevkle okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın... Ayrıca bugünden itibaren duygu ve görüşlerinizi yorum olarak yazabilirsiniz.
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_1.asp

Devamı yok. BİTTİ

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Bu romanı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,578,578,578,578,578,578,578,578,57
              445 Kahveci oy vermiş.
58261 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Dost Meclisi



Fotoğraf: Recep Pehlivanlar

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
Kahve Molası bugün 5.205 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

Yukarı

 

 Tadımlık Şiirler


GEZMECE

İkimiz iki südra neolitik devirde.
Cilaladık taşları menhirler,
                    tümülüsler yaptık,
Kudüs'te ne güzel örgütledik yahudaları,
Hindistan'da kastı çökerttik içten içe,
Kökü dışarda sandılar Ksatriyalar pervasız..

Babil bahçelerinde buluştuk gizlice,
Mezopotamya duvarlarına yazarken
                    polise yakalandık.
II.Ramses'in gömütüne atıldık Mısır'da,
Hitit'ler bedavadan yontularımızı yaptılar,
Urgakina Lagaş'ta
                    genel af çıkarmış bizim için..

Ne kadar Papirüs varsa okuduk hiyeroglifce,
Çin Seddi'nin açılışında tanrılarla at koşturduk,
Yeri geldi Zerdüşt olduk,
                    yerine göre Brahman,
Ne kadar açılma dediysek Büyük İskender'e,
Atını Romalılar kaptı
                    gördün mü Aleksandros..?

Birgün çıkageldi
     İsa....
          kimliksiz...
Okuma yazma yok ki,
Gregoryeni yazmadım diyor......

Vahap Dündar

<#><#><#><#><#><#><#>

AYNI YALINLIKLA ÖLMEK İSTERİM

Jose Marti - Küba Ulusal KahramanıAynı yalınlıkla ölmek isterim
Kırda bir çiçek gibi, sakin, gösterişsiz.
Mum yerine yıldızlar parlasın üstümde
Yeryüzü uzansın altımda sessiz.

Ben aydınlık ve özgürlük delisiyim
Varsın hainleri gizlesinler soğuk bir taş altında
Dürüstçe yaşadım ben, karşılığında
Yüzüm doğan güneşe dönük öleceğim.

Jose Marti

Yukarı

 

 Biraz Gülümseyin




Araba kullanan kadınların gerçek duyguları:-))

Yukarı

 

 Kıraathane Panosu


İstanbul için Son Hava Durumu
Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü
Ankara için Son Hava Durumu
Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü
İzmir için Son Hava Durumu
Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü
Kaynak: http://www.meteor.gov.tr

ASYA AĞLIYOR

Yüzyılın felaketine yardım elini uzat!


HENÜZ GEÇ DEĞİL!



TÜRK KIZILAYI GÜNEY ASYA’YA BAĞIŞ KAMPANYASI
ULUSAL KOORDİNASYON MERKEZİ (AFOM)
İRTİBAT NUMARALARI: 
0 312 245 45 11   
245 45 12
245 45 13  
245 45 14

E-POSTA: afetkampanya@kizilay.org.tr

Yukarı

 

 İşe Yarar Kısayollar - Şef Garson : Akın Ceylan


http://www.comp.pucpcaldas.br/~al550050184/flashgames/sapo.swf
Biraz uğraşın bakalım. Soldaki kurbağalar sağa, sağdaki kurbağalar sola gidebiliyor. Geri dönüşleri yok ve ancak bir kurbağanın üzerinden atlayabiliyorlar.

http://www-ang.kfunigraz.ac.at/~katzer/engl/index.html
Baharatlar hakkında yapılmış ayrıntılı bir çalışma. İlginizi çekiyorsa işinize yarayacak birşeyler mutlaka bulursunuz.

http://www.dunun.com/
Flash tekniği kullanılarak geliştirilmiş bir site. Ben dahil pekçok insanı kıskandıracak bir yetenek ve yaratıcılık sunuyor.

http://www.karlaweb.tk/
Bu da o muazzam flash sitelerden bir. Yaratıcılığın ve yeteneğin sınırlarını zorlayan bu siteyi mutlaka ziyaret edin. Evet biraz zaman alıyor ama karşılaştıklarınız herşeye değiyor.

Yukarı

 

 Damak tadınıza uygun kahveler


DDD Pool (Bilardo) V1.01 [11,9 MB] 98/ME/NT/2000/XP Deneme
http://www.paprikari.com/games/ddd_pool/download.html
Muhteşem bir bilardo simülasyonu. Saatlerce bıkmadan bilardonun hemen her çeşidi 3 değişik salonda oynayabilirsiniz. Tam sürümü için 19.95$ istiyorlar. Bilardo severlere şiddetle tavsiye olunur.

Yukarı





Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



SON BASKI (HTML)

KAHVE YANINDA DERGi

Hoşgeldiniz
Arşivimiz
Yazarlarımız
Manilerimiz
E-Kart Servisi
Sizden Yorumlar
KÜTÜPHANE
SANAT GALERiSi
Medya
İletişim
Reklam
Gizlilik İlkeleri
Kim Bu Editör?
SON BASKI (HTML)
YILDIZ FALI
DÜNÜN
ŞARKILARI





ÖZEL DOSYALAR

ATA'MA MEKTUBUM VAR
Milenyumun Mandalı
Café d'Istanbul
KIRKYAMA
KIRK1YAMA
KIRK2YAMA
KIRK3YAMA
ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
Teröre Lanet!
Kek Tarifleri
Gezi Yazıları
Google
Web KM













Fincan almak ister misiniz?
http://kmarsiv.com/sayilar/20050128.asp
ISSN: 1303-8923
28 Ocak 2005 - ©2002/05-kmarsiv.com
istanbullife.com