|
|
|
1 Şubat 2005 - Fincanın İçindekiler |
Editör'den : Dergi telaşı tüm hızıyla sürüyor!.. |
Merhabalar,
Topladım çıkardım çarptım böldüm sonuç değişmedi. 48 saat içinde beş buçuk saat uyumuşum. Göz kapaklarıma hükmüm geçmiyor artık. İzin verirseniz gidip yatayım zira yarın dergi bitiyor. Evvet yanlış duymadınız, yarın tüm gün cilalama işlemlerine devam edilecek ve gün sonunda matbaaya teslim töreni yapılacak. Vallahi de billahi de benim sol göğüs altım pır pır. Haydi hayırlısı. Allah utandırmasın.
Açık artırmaya gösterdiğiniz ilgiye teşekkürler. Hemen ilk fırsatta yenilerini ekleyeceğim, eee şımardım bir kere. Haydi bakalım tıklayın aşağıdaki linki ve peyleri sürün. Devamı geliyork merak buyurmayın. http://www.gittigidiyor.com/php/urun.php?id=555102
Giderken sizin için pikaba bir güzel şarkı koyup öyle yok olayım diyorum. Muhteşem film Rain Man soundtrack'inden Leaving Wallbrook/On The Road. Hans Zimmer çalıyor. Televizyon söyledi yoğun kar geliyormuş memlekete. Aman dikkatli olun. Haydi hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
Café Azur : Suna Keleşoğlu |
İlk Kez Kar Gören Bir Bebeğe...
"Kendimizi kelimelere sığdırırız.
Çoğu zamanda sığınırız..."
Nerede başladığını bilmediğimiz bir akarsu gibidir yaşam. Kendi kendimizin başlangıcından çok uzaktayızdır bazen. Kendim hakkında ilk hatırladıklarım nelerdi?
Cevabı kolay bulunamayan bir soru. Sormayı deniyorum.
İlk kışım?
İlk kez gördüğüm kar?
İlk gülümsemem?
Rastgele seçilmiş sorular.
İlk kez kar gördüğümde, neler hissetmiştim? diye sormadan, uzatmadan,
Bebek dilinde...
Cevabını bulmak için çok düşünmem lazım, hatırlamam da.
İlk kez kime gülümsemiştim? İlk kez kime, neden gülümsemiştim? İlk kez kime, neden, nerede gülümsemiştim? İlk kez kime, neden, nerede,ne zaman gülümsemiştim?
Soruların, soru kelimelerinin sınırı yok. Tıpkı duygular gibi, tıpkı akıl gibi...
Akıl ve kelimeler
Akıl Oyunları
Kelime Oyunları
"Us ve Sözcükler"
Aynı şeyi söylemenin bir başka şekli.
Değiştirdiğim kelimeler yani sözcükler ise sadece,
duygular, düşünceler cümlelerde gizli.
Kendi cümlelerimde, kendi tümcelerimde. Bir oyun değil bu.
Bir aldatmaca?
Kelimeleri kullanarak yapılan bir kandırmaca?
Değil hiç biri...
Sadece bir hatırlama. Dili, okumayı, yazmayı, konuşmayı, anlatmayı anımsama...
İlk kez kar gördüğünde, ben senin gözlerinin içine bakıyordum.
İlk kez bana gülümsediğinde de.
Kar bir daha ne zaman yağar bilmiyorum, ama gülümsemen hala gözlerinde...
Ben de sana gülümsediğimde,
Kar yağıyordu.
Kar yağmıştı.
Kar yağdı.
Kar yağıyor.
Kar yağacak.
Bütün bunlar senin için; ilk kez gördüğün kar yağışını hatırlaman için.
Sevincini, üzüntünü, düşüncelerini,
en önemlisi kendini, kendince anlatabilmen için kelimelerden yardım iste.
Onlar senin cümlelerinde doğru yerlerini bulacaklardır.
Ve her kar yağışında bu şaşkın gülümsemeni hep hatırla diye,
bugünü hiç unutma.
SunA.K. Grasse
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 8 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Kıvanç'ça : Kıvanç Gülhan E Ğ İ T İ M C E K |
|
Nasreddin hoca yememek için soyduğu hıyarın, kabuklarına işer. Daha son-ra buna değdi,şuna değmedi derken bir bakar ki tamamını yemiş kabukların. Şimdi ben de Milli Eğitim kabuklarını yiyeceğim. Afiyetler ola.
Ecevit bir zamanlar Şair, Politikacı arası bir şeyken Öz Türkçe yeni kelimeler diye bir moda başlattı. Lambaya ışıtaç, merdivene ayakçak yakıştırıldı ancak, sadece kırk yıllık ihtimal, olasılık oldu ve kullanıldı, gerisi söylenildiği ağzın dışına çıktıktan sonra taraftar bile bulamadı.
İşte o devirlerde bir çok Ders kitabı hazırlandı. Bu kitapları yazanlar da Ecevit modasından geri kalacak değillerdi ya, bastılar günlük hayatta hiç kullanılmayan bir sürü abuk subuk kelimeyi konu başlıklarına. Kültürlü ve haddinden fazla entelektüeldiler çünkü. Eğitim kitabı yazmak kolay mıydı?.
Şimdi onbeş ,onaltı yaşının burnundan solumasındayken genç, kitabını açı-yor ve konuya tam girecek oluyor ki nizamiye kapısı kapalı. Teorem yazıyor tabelada. Diğer kapıya koşuyor; Aksiyom, bir başkasına yollanıyor ; Direkt ispat, arka kapıya ulaşıyor ; Bağıntı, en sonunda "olmayana ergi" metodundan başka çıkar yol bulamıyor. Bu öyle bir metod ki,anlamını çözmek, kendisini anlamak tan daha zor. Bakıyor ki genç giremeyecek mevzulara mecbur kalıyor defter penceresinden içeri süzülmeye.
Hal böyle olunca kitap sanal geliyor ona. Bu alemin gerçekliğine inanamıyor bir türlü. Ben Milli Eğitim Bakanının yerinde olsam kullanılmış kitap satan yerleri ge-zerim. Hangi eğitim kitapları ikinci el oldukları halde daha temiz ve az yıpranmışsa ilk iş olarak toplayıp yakarım hepsini. Ayrıca yazarlarını da, halkın gözü önünde lanetlerim. Böylesi kabuslara yol açtıkları ve çocukları öğrenimden soğuttukları için.
Adam tarihe adım atacak, bismillah ilk konu "Mısır tarihi" ki en karmaşık ve en zoru. Yahu başlatsana daha hikaye ağırlıklı olanlarından ısınsın bir kere çocuk. Öcü gibi dayatılan tarih şimdilerde Murat Bardakçı yönetiminde gazetelere ilave oluyor ve tiraj patlaması gerçekleşiyor. Var demek ki bir sakatlık.
"Yazları sıcak ve kurak, kışları ılıman ve yağışlı" türevleri üzerine oturtulmuş Maki, Bozkır önderliğinde bir coğrafya. At atabildiğin kadar tutma olasılığı yüzde elli nasılsa. Kim eşine bir demet maki toplayıp da götürmüştür, boz olup da aynı zamanda kır görevi gören arazi parçası nasıl bir şeydir.
Deney yapmaktan bu kadar uzak bir eğitim sisteminde, sayfa düzeninin yüzde sekseni deney tariflerine itina ile ayrılmış fizik kitapları. Sayfalarca anlatılanlarda dişe dokunur bir basit sonuç.
Senelerce şunu dinledik. " Çocuğa matematik çalıştıracağım da Modern matematik ben anlamıyorum." Matematik matematiktir. Moderni, klasiği olmaz. Daha önce müfredatta olmayan bir konu "Kümeler" en başa bilinçli olarak koyulmuştur ki, velilerin sesi soluğu kesilsin kendi bildiklerinden. Bence bilinçli atılan bir kazık.
Şimdiki gençler, aldıkları gıdalardan mıdır bilmem, hem daha boylu postlu hem de eskisine göre daha zekiler. Kitaplar ise içine girmeyi engelleyecek tuzaklarla dolu ve aptala anlatır tarzda olduğundan moda yaratalım derken demode olmuşlardır.
Bilgi toplumunu oluşturmak adına izlenilmesi gereken yoldan, bu taşların temizlenmesi gerekir. Çok ağır olmadıklarından temizlemek de çok zor olmayacaktır. İnanın bana.
Kıvanç Gülhan
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 7 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
KAPA GÖZLERİNİ...
CANIM, Canım!.... Öyle sorgulu, sorulu bakma gözlerime. Bakma öyle insafsız, yalvararak, gerin kalbi bakışlarla. Korkuyorum bakışlarından, yanıyorum... öyle derin manalar taşıyor ki gözlerin. Bana o gözlerle değil kalbinden baktığını hissediveriyorum. O anda kalbini görüyor, kalbinden geçenleri duyuyorum. Acı veriyor bu bana. Halsizliğe düşüyorum. Beni böylesine yaralama. Yaralama, halsizim, dayanağım yok.
Korkuyorum sana bakmaya. Gözlerin beni bilmediğim kıyılara sürüklüyor. Karanlık dehlizler içinde, toprağın belki beş kat dibinde oluyorum adeta. Çıkmak istiyorum yeryüzüne. Bakıyorum tepeye, işte o an gözlerini görüyorum.
Bana böylesine bakan, şaşmaz, donuk, ürpertici bakışlarla. Seni buluyorum o an. Gözümü kapıyorum, kaybolursun sanıyorum. Seni buluyorum o an. İçimde görüyorum seni, kurtulamıyorum. Beni derinlere saran gözlerin var.
Öyle çaresiz, öyle yılgın, öyle yaprak misali bakma gözlerime. Biliyorsun anlatamam Sevgi'mi! Büyüklüğü karşısında küçülür bedenim. Dilim susar o büyüklüğün gölgesinde ve ben kaybolur giderim onda. Böylesine anlatmak zor, bilemezsin hiç. Ve sen hiç, hiç karışma geçipte sorma bana öyle. Yorgunum, yorgunum, anla beni. Bu sevgi yorgun ve halsiz kıldı beni. Bir olana, güzel, eşsiz, iyi, mükemmel olana duyulan sevgi sözcüklere nasıl sığabilir ki! Ben sığdıramam. Yapamam bunu, tüm herşeyim olan sevgimi tek bir şeymiş gibi gösteremem. Suskunluğum bundan, inan ki hep bundan. Ve sen ve sen gözlerini dikmiş bakıyorsun hala, hayır, hayır bakma bana öylesine.
Sevdiğim, biriciğim! Seni bu sözcüklerle niteleyebilir miyim ki? Bana öyle uzak kalmanda farklılaştırmıyor bir şeyi. Seni içimde yaşatıyorum. Bir sır gibi, bir emanet gibi. Sen bana verilmiş bir emanetsin. Seni sevgimle koruyorum. Ancak ve ancak böyle, koruyabilirim zaten. İşim gücüm sevmek. Yapabildiğim en güzel ve en iyi şey bu. Ben oldukça sende olacaksın hep.
Ve sen hala ayırmıyorsun gözlerini gözlerimden. Öyle dünyadan olmayan bakışlarla, öyle kor, öyle yangın bakışlarla bakma bana n'olur. Bir kez yanmışım zaten bir de sen yakma. Gözlerimde hal kalmadı. Sana bakmaya gücüm yok, cesaretim yok. Bu sevgidir beni böylesine halsiz koyan. Yorgunum, anla halimden. Kapa gözlerini gözlerime... Sevdiğim!.. Kapa!
Yüsra Rad
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 6 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Kahveci : Mete Kaynaroğlu |
Pis Moruk...
Kitapçı dükkanına girdiğimde, kitap alacak param sınırlıydı. Bu şekilde kitapçı dükkanlarına girmeyi sevmiyorum ama ne yapayım?...pek başka çarem de yok gibi... Hiçbir zaman doğru dürüst bir şekilde, yani bolca param olmadı ki zaten. Param olsa, kitap almak için para ayıracağım... ben de biliyorum söylemenize gerek yok.
Anlayacağınız, cebimdeki paraya göre kitap alacağız yani Bugün sadece bir tane... ucuzundan... Şimdi biz kitap alacağız ya!... artık hepsinin kapağını tek tek incelerim. Beni en çok etkileyecek kapak resmini araştırırım...
Gözüme bir kitap takıldı... çirkin bir adam... kitap kapağının üzerinde çirkin bir adam oturmuş... sanki bana bakıyor.
Adamın çirkin olması o kadar önemli değil... elinde bira şişesi... bacaklarını açmış bir koltukta öylece oturuyor. Saçı bu fotoğraf için taranmış ama kaşları düzeltilmemiş... Kırmızı gömlek... mavi pantolon... bacaklar açık... adam düpedüz karşıdakini tahrik ediyor... sarhoş mu acaba bu sırada?...
Kitap kapağının üst kısmında, tam da adamın resminin üstünde bir yazı: pis moruğun notları... evet, adam geçekten pis bir moruğa benziyor... bira içmekten göbek bağlamış; pis bir moruk... fakat ilginçtir... adamın resminden bir türlü kendimi kurtaramıyorum... pis moruk lafı da hani cuk oturmuş.
Beni bu şekilde etkileyen olaylar karşısında suratımı sallandırırım hemen. Bende bu resmin fazlaca bir yargı bırakmaması için başka kitap bölümlerine doğru yöneldim. Diğer kitapların kapaklarına bakarken içim geçiyor... İşte!... bakınız yığınla şiir kitapları... cici cici...
Lanet olsun!... aklım o kitabın kapağında takılı kaldı... etkisinden kurtulurum diye, hızla tekrar o kitabın bulunduğu yere geldim... bu kitabın kapağı ile yüzleşip hatta onunla kavga edeceğim... O ne?... bir genç bayan, kitabı eline almış inceliyor... arkadaşı olan diğer bayana da kitap hakkında bilgi veriyor... anlaşılan adamı tanıyor... büyük bir merak içindeyim... acaba ne konuşuyorlar bu ihtiyar adam hakkında?... yanlarına doğru gittim... kulak misafiri olmak için...
Başka kitaplarla ilgileniyormuş gibi yaparak yanlarına sokuldum... Birden!... elinde kitap olan bayan bana baktı... tabii ben de ona... bu genç bayan, benim adama baktığım gibi bana bakarak, kitabı yerine koydu ve son bir bakış fırlatarak uzaklaştı, arkadaşının da elinden tutarak...
“Ne oldu kızım? Kitabı beğenmediniz mi?” diye sormak geldi içimden... ama... “boş ver” dedim kendi kendime...
Tekrar kitabın kapağına bakıyorum... “ne bakıyorsun öyle?... hoşlanmadım senden... sadece ilgimi çektin işte” Kendimi mi görüyorum acaba bu adamda?... dibi olmayan hayatın... yuvarlanan adamı...
Yüzünde de tuhaf bir gülümsememi var ne?... Hayır aslında kameraya bile bakmıyor... kolunda da bir saat... demek zamanla hala bir ilişkisi var. Önünde de bir vazo içinde çiçekler. Sanki... derli toplu bir ev görüntüsü verilmek istenmiş gibi...
“Bakma öyle... bakma bana.” içkiden bozulmuş bir yüzü var gibi...
- Pardon... şey!... bir şey mi arzu etmiştiniz?...
- Ne gibi?...
Nereden çıktı şimdi bu kadın?...
- Epeydir bir süre, bu kitapların karşısında, bu kitaplara bakarak konuşuyorsunuz da... sadece... size yardımcı olabilir miyim diye sordum?
Kadının gözlerinin içine kadar baktım. Bu sorusunda samimimiydi acaba?... Yoksa; rahatsız oldum başkalarını da rahatsız edebilirsiniz mi demek istiyor?...
- Bana nasıl yardım edebilirsiniz ki?... Şu karşıdaki kitabı alıp, almayayım mı diye düşünüyorum...
Kadın geniş bir gülümsemeyle bana baktı...
- Bukowski mi?...
- Öyle mi adamın adı Bukowski mi?...
- Evet... kitabın üzerinde yazıyor ya?...
- Ah!... evet evet... sizce nasıl bir kitap?... onu okumalı mıyım ?....
- O ünlü bir Amerikalı yazar... özellikle de şiirlerini herkes çok ilginç buluyor...
- Ya!... adam Amerikalı ha?... ama herkesin onu ilginç bulmasından hoşlanmadım.... o zaman adamın ilginç bir yanı kalmaz?... öyle değil mi?...
Tezgahtar kadın şaşırdı... bir an... hatta tereddütte bile kaldı, bu konuşmayı uzatıp, uzatmamak konusunda... Bu anda benim yapacağım bir şey yok gibi... benimle konuşmayı sürdürmek istemesi doğrudan kendi isteğine bağlı olacak. Kadın bana bir an baktı ve:
- Siz yine de onu alın... size tavsiye edebilirim... hem de bu yazarla tanışmış olusunuz.
- Ahhh!... o zaman siz bu kitabı okudunuz öyle mi?...
- Evet...
- O zaman bu kitabı almalıyım... siz de tavsiye ettiğinize göre...
- Ehh.... yani tam da değil... size tavsiye ediyorum diyemem... sadece... onu ilginç bulabilirsiniz...
- Neden?... yazdıkları deli saçması şeyler mi?...
- Yok!... hayır... yani biraz müstehcen gibi...
Bunu söylerken biraz kızardı... hatta terlemeye bile başlayacak gibi görünüyor... şimdi onun yüzüne daha rahat bakabiliyorum... Aklından, bu sohbete niye başladım der gibi bir şey de geçmiyor değil hani...
Aşağıdan yukarı kadını bir süzdüm... Hımmm!.... Sevimli ve yumuşak....
- Öyle mi?... şimdi kafam daha da karıştı. Yani... alayım mı, almayayım mı?...
- Hayır!... öyle demek istemedim... yani... yani nasıl anlatayım?... şey gibi... ilginç işte... ben pek, o tür yaşamı anlamıyorum da...
- Aman Tanrım!... beni gerçekten merakta bırakıyorsunuz?... hani... zamanınız olsa da... yani... bana anlatsanız bile diyeceğim... lütfen!..
Bu bir yoklama sorusuydu... doğrusunu isterseniz ne tepki göstereceğini merak ediyorum. Lakin, kadıncağız... anlattıkları karşısında pek bir telaş içinde olduğundan soruyu tam da anlamamış olabilir diye de düşünüyorum. Yazık... bizim insanımız böyle işte... bir türlü fikirlerinden emin olamıyor. Şu anda da boyunu aştığını sandığı bir konuya girdiğini düşünüyor... Kıvranıyor...
- Eh... şey... şey .... benim pek vaktim yok da!...
- Bu kitabı okuduğumda tekrar gelirim o zaman, sizinle bu kitabı tartışmak isterim...
- Dedim ya... pek vaktim yok... en iyisi siz bu kitabı almayın....
İçimde büyük bir kahkaha patlaması oldu... Kadın kıpkırmızı oldu bile... hemen geri döndü ve kasaya doğru yöneldi...
Ah!...Ne kadar sevimli olduğunu bir bilse.
Pis Moruk... pekala bu kitabı alacağız artık... kaçarı yok... Şu kadın tezgahtarın neden kızardığını anlamalıyım en azından... Kitabı ilk defa elime aldım... Avcumun içinde olan kitabın sayfalarını hızlıca baş parmağımın ucunda açtım... Sonra kitabın arka kapağına baktım... Bir metin var:
“ sarhoştum. odama doğru yürüdüm. dolunay vardı New Orleans’da. bir süre yürüdüm ve yaşlar akmaya başladı. ay ışığında bir göz yaşı seli. sonra kesildi, yaşların yüzümde kuruduklarını hissedebiliyordum, cildim geriliyordu...”(*)
Hımmm! ihtiyar sıkı birine benziyor diye düşündüm... kitabı aldım ve kasaya doğru yöneldim.
Tezgahtara kitabı gösterdim... ellerimi iki yana hafifçe açarak ne yapalım der gibi bir hareket yaptım... aldık işte gibilerinden... Tezgahtar hanım sıcak bir gülümseme ile karşılık verdi... Ben de ona gülümsedim.
Şunun şurasında insanız hepimiz işte...
Yazarın Notu: Bu kitabın alınışı sırasında; olay, yer, zaman ve şahıslar tümüyle yazarın (yani benim) hayal ürünümdür. Gerçekle hiçbir ilişkisi yoktur. Sizler, buna edebi dilde bu bir “hikaye”dir de diyebilirsiniz...
(*)Çeviren: Avi Pardo ( Parantez yayınları – 2002)
Mete Kaynaroğlu
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 6 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
BİR FİNCAN KAHVE DAHA
(Lütfen bu yazıyı iyi hazırlanmış bir fincan Türk Kahvesi eşliğinde okur
musunuz?)
Çocukluğumun kış gecelerine dair dayanılmaz bir kokudur kahve. Hani bazı kokular vardır; unutulmaz üstüne üstlük geçmişi anımsatan. Genellikle de hep güzel olanı duyumsamak ister insan ve de ilkini. Anne kokusu, süt kokusu, bahar çiçekleri ile ilk sevgilinin meleksi kokusu... İşte ilk sevgiyi anımsatan bir kokudur kahve benim için.
İçinde kaybolacağımı sandığım gizemli, bir o kadar da kendimi özgür hissettiğim çocukluk yıllarımın iki katlı müstakil, iki salonu, iki mutfağı ve bir sürü odası olan ahşap evde yenen güzel bir akşam yemeğinin ardından büyüklerimin keyifle ve bazen de höpürdete hüpürdete içtikleri kahveye öylesine özenirdim ki... Israrla ve de özelliklede babaannemden bana da kahve hazırlamasını isterdim. Her defasında da aldığım yanıt: “Çocuklar içerse Arap olur” du. Arap olmayı göze almış olacağım ki, -en azından çikolata renkli olmam için- hemen sütlü kahve pişirilirdi, üstelik yeni kavrulmuş, tunçtan kahve değirmeninde taze çekilmiş, işlemeli bakır cezvede, mangalda.
(İçtiğim o kahveden dudaklarım ve dilim hiç yanmamıştı.)
Benim için kahve; sıcak bir oda, kalabalık bir aile, neşeli sohbetler annem, babam, geçmişte kalan babaannem, kısacası mutluluktu.
Beni bu kadar mutlu kılan kahvenin Türk toplumu için çok önem verilen bir ikram şekli olduğunu sonra sonra anlamaya başlamıştım. Meğer paylaşılan bir fincan kahvenin süreklilik arz eden bir anlamı varmış. Kahve barışı, dostluğu, sevgi ve saygıyı simgeler: ”Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır.”, “Kahvesi içilir olmak.”; “Acı bir kahveni içerim.” deyişleri kahvenin kabulü ile ikram edeni onurlandırma olarak kabul görülür. Mutevazı bir davette bulunmak için “Buyurun, bir acı kahvemizi için” demez miyiz?
Beni her içişimde keyif ve hazza boğan kahvenin burukluğunda neler gizliydi?
Öncelikle Arabistan’da yaşamış birine bir teşekkür borcum olduğunu biliyorum. Milattan sonra 9. yüzyılda çobanlık yapan bu Arap’ın sürüsündeki keçilerin sürekli olarak aynı ağaçların filizleri ile yapraklarını yemeleri dikkatini çekmiş olacak ki kahramanımız; “Bu yapraklarda bir hikmet var”
diyerek çeşitli kavurma ve kaynatma işleminden sonra bugün içtiğimiz kahvenin ilk şeklini bulmuş.
Kararında içildiğinde hazmı kolaylaştırıcı etkisi olan kahvenin anayurdu Sudan ve Etiyopya olmasına rağmen kahve günümüzde en yaygın olarak Güney ve Orta Amerika’da yetiştiriliyor. Kiraza benzer kırmızı meyveleri olan kahve (Türkiye için) Yemen ile bütünleşir. Kahve Yemen’den başlayarak egzotik ve macera dolu yolculuğunda herkesin keyfine eşlik eder. Bu keyif her yudumda da artar.
Dünyada çaydan sonra en çok tüketilen ve yirmi kadar türü olan kahvenin çiçeğini oldum olası merak etmişimdir. Kahve çiçeklerinin beyaz renkli ve çok güzel kokulu olduğu söylenir. Eğer bir gün (Girl from Ipenama) İpenamalı bir kız tanırsam bana bir demet kahve çiçeği getirmesini isteyeceğim.
Onu mutluluğu arayan ilk gördüğüm insana vermekte bir saniye bile tereddüt etmeyeceğim. Şu an kasetçalarımda -Bob Dylan'ın One More Cup Of Coffee-Bir Fincan Kahve Daha- şarkısı çalarken ona kallavi bir Türk Kahvesi eşlik ediyor.
Bence güzel olan her şeyi yeniden yaşayabilmek için anı kahve ile noktalamak gerekir. İster sade, ister orta yada şekerli belki de yandan çarklı. Nasıl içtiğinizi bilmem ama mutlaka köpüklü bir kahve ehli keyfin keyfine keyif katar. (Sanırım bir renge kahve adını veren tek ülke biziz.)
Gelelim Osmanlıya. Osmanlı kahve keyfi ile Kanuni döneminde tanışır.
Cezveler önce saraylarda ardından zengin konaklarında tıngırdar. Kısa bir süre sonrada halk arasında yaygınlaşarak günümüze kadar gelir ve Türk halkının vazgeçilmez içeceklerinden biri oluverir.
15. yüzyılda tüm doğuya yayılan ve 18. yüzyılda da Türk kültüründeki serüvenine başlayan kahve, dönemin din çevrelerince yasaklanır. Özellikle vaizler kahvenin haram sayılması için büyük çaba harcamışlar. IV.Murat zamanında ise kahveye tamamen yasaklama getirilerek, kahve içtikleri tespit edilen bir çok kişi asılarak cezalandırılmıştır.
Kahve beraberinde kahvehane kültürünü de getirmiştir. Osmanlı döneminde kahvehanelere edebiyatçılar, düşünürler rağbet etmiş. Politika. sanat ve edebiyat alanlarında sohbetler yapılır. O zamanlar kahvehaneye gidenlere şaka da olsa "mektebi irfan sahibi" derler ama ne zaman bir ayaklanma ya da ayaklanma olasılığı varsa önce kahvehaneler kapatılırdı. Günümüzde ise kahvehanelerin işlevi farklılık kazanmış fakat çeşitlilik konusunda hiç bir eksilme göstermemiştir. Benim bildiğim sabahçı, amele,pehlivan, garipler, kuşçu, kır ve diğer kahvehaneler gibi adları ve özellikleri itibariyle kahvehane çeşidinin sayısı yirmiye ulaşmaktadır. (Uykusuz her gece/Bu soğuk kahvede/Sabahlarım günlerce/Rüyalarıma girme diye...)
Kahvenin Avrupa boyutuna gelirsek, Avrupa’da hekimlerin karşı çıkmasına rağmen kahve 17. yüzyılda bu kıtada da kullanılmaya başlanır. İlki 1669 yılında Osmanlı Sefiri Hoşsohbet Nüktedan Süleymanağa’nın kahve davetleri ile Paris Sosyetesi Türk Kahvesi ile tanışır. Kahvehaneleri ile ünlü Viyana ise Türk Kahvesi’ni ilk 1683’te şehre Osmanlı Ordusu’nun girmesinin hemen ardından tadar.
Fazla değil, bundan 20 yıl öncesi kahvenin yokluğu ekonomik krizin göstergesi oluverirdi ülkemizde. Çoğu zaman bitmek tükenmek bilmez kuyruklara bile neden olurdu. Şimdi ise durum farklı. O günler geride kaldı, kriz nedenleri değişti. Her zaman yaptığımız gibi iyi ve güzel olan değerlerimizi, alışkanlıklarımızı yada geleneklerimizi koruyamadık, yaşatamadık. Keyif alma biçimlerimiz bile değişti. Çabuk ve kısa, çabuk ve kısa, çabuk ve kısa... Tıpkı çeşit çeşit Nescafeler gibi fazla emek vermeden, hemen hazırlanan ve çarçabuk tüketilen.
Değişimler içerisinde geçmişten günümüze değin kendini koruyan ve sürüp gelen geleneğimiz kahve, beraberinde fal olgusunu da getiri. Aslında kahve, fala bahanedir. Fincanın dibine işaret parmağı değdirilerek bir dilek tutulur, fallar bakılır, gelecek öğrenilmek istenir telvelerde, ama fal baktıran düşünmez ki fal, her zaman bakanın gözü ile çözümler karşısındakini. (Ne ise halin, o çıksın falın)
Eh en azından bir hatırı olmalı kahvenin. Onun bize bıraktığı kırk yıllık hatırları, hatıraları ve hatırlatmaları gibi. Türk Kahvesi’nin hatırına Fransız yazar Mouradgeo D’Obsson, 1970 yılında yayımladığı “Tableau General de L’Empire Otoman” adlı kitabında: “Lezzetli bir Türk Kahvesi’nin sırrı bakır cezve, kısık ateş ve sabırla karıştırmakta saklıdır” der.
Yıllar geçse de o, kafeini sayesinde kalp atışlarımızı hızlandırmaya, bizleri heyecanlandırmaya ve uyarmaya devam edecek. Beni unutmayın diye.
Artık kahvemi kendim pişiriyorum. Kırk yıllık hatırlara... Siz de bir yorgunluk kahvesi ister misiniz?
Ertan Tuzlu
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 6 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
ALEVİLİĞİ "DOĞRU" ZEMİNDE TARTIŞMAK!
Türkiye'de hayli zamandır devam eden ve gündemden düşeceğe de hiç benzemeyen aktüel tartışmalardan biri de, kendilerini Alevi olarak tanımlayan vatandaşların kültürel ve dini kimliklerinin tanınması, okullardaki Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi derslerinde Aleviliğin de okutulması, Diyanet Teşkilatı içinde Alevi'lerin de temsil edilmesi sorunudur.
Bu tartışmaların genel olarak yanlış bir zeminde yapıldığını düşünüyorum... Çünkü, kendilerini Alevi olarak tanımlayan ve bir kısım taleplerle ortaya çıkan insanlar, çoğu zaman epistemolojik ve tarihsel gerçekleri görmezden gelerek bun taleplerini dillendirmekte; taleplere muhatap olan veya bu konularda fikir beyan etmek durumunda kalanlar da -beki de ve muhtemelen- zaman ve zemini gözeterek ve sorunun, "mazlum bir topluluğun haklı taleplerini yok saymak" gibi bir izlenim yaratacağı korkusuyla genellikle "yutkunarak" konuşmak zorunda kalıyorlar...
Alevi'lerin Diyanet Teşkilatı bünyesinde temsil edilmesi sorunundan başlayacak olursak, özetle belirtmek gerekirse, Diyanet, bir 'temsil' kurumu değil; değişik mezhepler ve tarikatlar burada temsil edilmiyor. Devletin Diyanet'e verdiği görev, 'İslam dininin inançları, ibadet ve ahlak kuralları ile ilgili işleri yürütmek, ibadet yerlerini yönetmek'tir ve burada mezheplerle, meşreplerle alakalı herhangi bir ayırım sözkonusu değildir. Görev ve hizmetin gerçekleşmesi aşamasında Diyanet'in daha çok Sünnilere hizmet verdiği, daha gerçekçi bir ifadeyle Sünniler'in bu hizmetlerden yararlandığı doğrudur; fakat bu, Diyanet'ten çok bazı Aleviler'in, ibadetlerini ve ibadet yerlerini farklı bir çerçevede algılamaları ile alakalıdır. Bu noktada Alevilik, ancak bir tarikat gibi düşünülebilir ve diğer bütün tarikatlar gibi Diyanet'in hizmet alanının dışında kalmaktadır.
Cem'evini ve cem ayinini caminin ve namazın karşısına koyup buna göre kıyaslamalar yapmak yanlıştır ve maalesef, günümüzde çoğu zaman yapılan da bu... Ama, bir Kadiri tekkesiyle Cem'evini, bir sema ayini ile cem törenini karşılaştırabilirsiniz. İslam kültür geleneğinde, bugünkü anlamda bir Cem'evi yok... Hatta, Alevi tarihinde de yok... Örneğin, Aleviliğin resmi mezhep olduğu İran'da, caminin yanında kimsenin cem'evi diye bir talebi hiçbir zaman olmaz.Çünkü, o insanlar, bu mezhebin İslam'ın bir yorumu (ama belki farklı bir yorumu) olduğunu bilirler. Fakat, inanan insanların toplanıp tanışma-dertleşme amacıyla kullandıkları mekanlar vardır ama, bunlar (bugün talep edildiği gibi) caminin muadili değildir.
Türkiye'de yaşayan Şafii mezhebine mensup insanların, kendilerinin "devlet tarafından tanınmaları" talebi ne kadar yanlış olur ise, kendilerini Alevi olarak kabul eden insanların da, devlet tarafından tanınmalarını talep etmeleri de o kadar yanlıştır... Bu şu demektir: Aslında, Türkiye'de, Hanefi, Şafii... mezhebi gibi bir mezhep olarak kabul edebileceğimiz Aleviler yok denecek kadar az...
Tekrar edecek olursak, Türkiye'de Diyanet teşkilatı, belli bir mezhep üzerine kurulu ve onlara hizmet veriyor değil ki, Aleviler de, başka bir mezhep olarak tanınmayı talep ediyorlar...Yani, Diyanet teşkilatında, mezhepler ayrı ayrı temsil edilmiyor...Kendilerini müslüman olarak kabul eden herkes, Diyanetin hizmetlerinin kapsamındadır...
Alevilik, (daha doğrusu, İmamiye/İsna-Aşere/Caferilik) bir din değil, İslam'ın (Hanefilik, Şafiilik, Hanbeli'lik, Maliki'lik gibi) bir mezhebidir, yani yorumudur. İkinci önemli nokta, Türkiye'de, kendilerini Alevi olarak tanımlayan insanların bu mezhebin neresinde yer aldıkları ve onu temsil edip etmedikleri, soğukkanlı bir şekilde komplekssiz olarak tartışılmalı ve ortaya konmalıdır.
Keza, yakın zamanda gündeme gelen ve hatta Diyanet İşleri başkan yardımcısına atfedilen, Alevilerin 20 temel kurucusunun kitaplarının Diyanet tarafından yayınlanacağı ile ilgili sözleri anlamak da mümkün değil... Kim bu temsilciler? Eğer, köy odalarında okutulan ve Alevi literatür açısından aslında bir orjinalitesi ve bağlayıcılığı olmayan halk kitapları kastediliyorsa, bunları Aleviliğin kaynakları olarak kabul etmek zaten yanlış... İslam'ın bir mezhebi (farklı bir yorumu) olan Aleviliğin temel kitapları, zaten yıllardır basılmaya ve ilgililer tarafından okunmaya devam ediyor...Fakat ne yazık ki, Türkiye'de kendilerini Alevi olarak tanımlayan insanlar bu gibi kitaplara pek de rağbet etmiyorlar...Örnek olarak, Abdülbaki Gölpınarlı'nın, "İslam Mezhepleri ve Şiilik" (Der yay.) kitabında bu kaynakların hepsi belirtilmiş ve kullanılmıştır... Yine -sanırın- kendisi de bir Alevi dedesi olan Ethem Ruhi Fığlalı'nın, "Alevilik-Bektaşilik" (Boğaziçi yay.) ve "İmamiyye Şiası" (Çağrı yay.) kitabında da Aleviliğin temel kaynakları belirtilmiş ve kullanılmış durumda...
Din dersi müfredatında, Aleviliğin bir fasikül olarak müfredata ilave edilmesi de (eğer haberler doğru ise), sadece AKP hükümetinin, ne yaptığını bilmeyen eyyamcılığından başka bir şey değildir.
Bunları söylerken, Alevi'lerin yok sayılmasını veya görmezlikten gelinmesini elbette ki savunmuyorum; ama, "ayrı bir din"miş gibi değerlendirilmesi veya müfredata konması, bir yanlışı, daha vahim sonuçlar doğurabilecek başka bir yanlışla telafi etme işgüzarlığından başka bir şey değildir. Sorun, devletin, AB standardında bir yapıya kavuşmasını temin etmek ve vatandaşı inançlarında serbest bırakması, onlara müdahale etmemesidir.
Bu itibarla Türkiye'deki Alevi'leri bir mezhep olarak değil, kendilerine özgü bir takım inançları, kutsalları, gelenekleri, kültürleri olan bir topluluk olarak kabul etmek l ve onlara -her inanç gurubuna gerektiği gibi- sonuna kadar da saygı göstermek lazım.Fakat, olgunun/sorunun adını yanlış koyarsak, tahmin edemeyeceğimiz başka sorunlarla her zaman karşılaşabiliriz.
Ahmet Erbay
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 22 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Fotoğraf: Recep Pehlivanlar <#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 5.253 kahveciye doğru yola çıkmıştır.
Yukarı
|
Rum kızına
...sen onca yok' um da... tek var' ım...
...sen onca yarım' ımı(m) tam'amlayanı(m) ...
...gittin, önce yoklarım var...
...varlarım yok oldu...
...sonra da ben eksildim... yok oldum...
...sana... biri çıktı söz de biter dedi...
...söylenebilecek her söz söylendi ve bitti...
...sonra biri daha çıktı...
...söz uçar yazı kalır... yaz dedi...
...sözler yazıya döküldü...
...kelimeler de tükendi...
...bitti...
...ben de diyorum ki...
...söz uçar, yazı kalır,silinse de izi kalır...
... söz de bitti...
... yazı da...
... tek kalan izi...
Mehmet Güneş
Yukarı
|
Utancından yerin dibine geçmiyorsa namerdim!..
Yukarı
|
ASYA AĞLIYOR
Yüzyılın felaketine yardım elini uzat!
HENÜZ GEÇ DEĞİL!
TÜRK KIZILAYI GÜNEY ASYA’YA BAĞIŞ KAMPANYASI ULUSAL KOORDİNASYON MERKEZİ (AFOM)
İRTİBAT NUMARALARI: 0 312 245 45 11 245 45 12 245 45 13 245 45 14
E-POSTA: afetkampanya@kizilay.org.tr
Yukarı
|
İşe Yarar Kısayollar - Şef Garson : Akın Ceylan |
http://www.gittigidiyor.com/php/urun.php?id=555102 Meşhur müzayede sitesi e-bay in Türkiye'deki son derece başarılı uygulaması. Denemek için bizim fincanların ikisini biraraya getirdim ve 2'li Kahve Molası Fincan Seti yaptım. 1 milyon liradan başlayan fiyatı 10ar kuruş artırarak artırmaya katılabilirsiniz. İlk set için artırma Salı gecesi 24:00 de bitiyor. Haydi açık artırmaya bakalım.
http://www.kedigen.com Sadece kediler için değil tüm sokak hayvanları için canla başla çalışan gerçek gönüllülerin profesyonelce hazırlanmış sitesi. Eğer bir hayvanseverseniz mutlaka ziyaret etmelisiniz.
http://www.dunun.com/
Flash tekniği kullanılarak geliştirilmiş bir site. Ben dahil pekçok insanı kıskandıracak bir yetenek ve yaratıcılık sunuyor.
http://www.karlaweb.tk/
Bu da o muazzam flash sitelerden bir. Yaratıcılığın ve yeteneğin sınırlarını zorlayan bu siteyi mutlaka ziyaret edin. Evet biraz zaman alıyor ama karşılaştıklarınız herşeye değiyor.
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
Universal Document Converter V3.01 [3,18 MB] 98/ME/NT/2000/XP Deneme
http://www.print-driver.com/download/udc.zip?event1=download_en Güzel bir yardımcı program. Kullandığınız herhangibir programdan resim elde etmek mümkün. Örneğin woed dökümanını açıyor ve UDC'ye print ediyorsunuz, alın size dökümanınızın jpeg veya tiff resmi. Yada bir web sayfasını resim halinde bilgisayarınızda saklayın. Hepsi mümkün. Tam sürümü 44.95$. Arşivleme yapan herkese tavsiye olunur.
Yukarı
|
|
|
|
|
|