ABONE OL!



Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 3 Sayı: 674

Sisteme gir!

Merhaba Sevgili KM dostu, hoşgeldiniz!

 4 Şubat 2005 - Fincanın İçindekiler

 

 Editör'den : Ah bu kablosuz modemler ah!..


ABONE OL!Merhabalar,

Tam 3 günlük suskunluğun acısını çıkartmaya hazırlanıyordum ki ADSL modemimim azizliğine uğradım. Düzeltmeye çalışırken herşeyi berbat ettim. Ve yaklaşık 2 saat onu ayağa kaldırmakla uğraştım. Saat 2:45 olunca bizim yazı da badem oldu tahmin edebileceğiniz üzere. Neyse Allahın günleri çuvala girmedi ya, biz de bir başka gün yağar gürleriz.

1 günlük sarkma ile dergimiz 8 Şubat'a hazır görünüyor. Elinize biran evvel geçmesi için tüm hazırlıklar tamam. Matbaadan doğru Abonet'e oradan da sizlere doğru yolculuğuna başlayacak. Abone olmayanlar için geç değil amma illa derginin çıkışını bekleyenlere de sürprizlerimiz var. En kolay biçimde sizlere ulaşmanın planlarını yapıyoruz. Anlayacağınız büyükşehir çalışıyor!..

Açık artırma ile fincan satışımız sürüyor ilgililere duyurulur.
http://www.gittigidiyor.com/php/listele.php?nick=kahvemolasi

Bugün gene sizi sarıp sarmalayacak güzel yazılarımız var. Sevgili Merih Günay'ın "Nöbet" isimli hikayesi uzun olduğundan postalanan nüshaya tamamını alamadım ama sitemizdeki sayımızda hikayenin tamamına ulaşmanız mümkün. Yazılara eşlik etmesi için pikaba Loreena McKennit'ten Merry Gentlemen'i koyuyor ve huzurlarınızdan İzmir marşı ile ayrılıyorum. Güzel bir hafta sonu dileğiyle hoşçakalın.

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

4 Mesaj/Yorum var. Mesaj/Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

Cumhur Aydın

 Önce İnsan : Cumhur Aydın


  Niye inat ediyorlar anlamıyorum?

Bugün, bir Almanya yolculuğu ertesi ayağımın tozuyla usumdan geçenleri paylaşıyım istedim...

Bu dumanı tüten bir karşılaştırma, bir hayıflanma yazısı olsun. Hayıflanma deyince, hala güncelliğini koruyan, koruyacak olan Avrupa Birliğine katılım sürecinden de söz edeceğim.

Sekiz günlük bu yeni, görece kısa gözlemim, Avrupalılara olan şaşkınlığımı daha da arttırdı. Bizi Birliğe almada ayak sürüdüklerinde akıllarından zorları olduğunu düşünmüştüm hep. Artık kuşkum kalmadı kesinkes eminim, bence basit bazı kıyaslamaları bile yapmaktan aciz, tuhaf, garip insanlar bunlar.

Başlayayım mı? Benim ulaşımcılığıma, trafikçiliğime verin, karşılaştırmalarım azcık bu unsurlar ağırlıklı olacak.

Önce genel bir giriş... Bir kere çalışmayı, üretimi çok ciddiye alıyor bu adamlar , makine düzeni ile işlerine sarılıyorlar. Oysa bizi içlerine alsalar, hemen her bireyden, değişik kademelere kadar olağanüstü gevşeklik, adam sendecilikle de günün kurtarılabildiğini, yapıyormuş gibi görünerek te işler çevrilebileceğini anlayacaklar. Bu kadar çalışmaya ne gerek var? Salaklık işte!

Gelelim ulaşıma. Otoyolları tıklım tıklım araç dolu. Aptallık...Bu kadar büyük yatırımları kapasitesinde kullanmak için planlıyorlar ve inşaa ediyorlar. Oysa bizim başarımıza biraz dikkatli baksalar, altı şeritli otoyollarımızın çoğunluğunun neredeyse yirmi yıldır boş durduğunu, bunun müthiş bir rahatlık ve geleceğin bugünden yakalanmış olduğu izlenimi, heyecanı yaratacağını anlayacaklar.

Örneğin Almanya; otomotiv endüstrisinin bütün devleri orada, ancak otoyolları tersine kentleri, kent merkezleri motorlu araçlarla doldurulmamış. Allah akıl fikir versin, hadi aranıza almıyorsunuz, kardeşim hiç mi İstanbul'a, hele Ankara'ya gelen giden yetkiliniz yok, bunlar hiç mi çevrelerine bakmazlar?

Kentlerin merkezlerinde insanlar, parklar gibi saçmalıklar artık geçen yüzyılda kaldı. Eminönü, Kızılay gibi alanlarda katlı kavşaklar ile araçlar kent içlerine çekilecek, insanlarda köprülerle yukarı ya da yerin dibine itilecek. Moderenlik bu.

Metro, raylı sistem, tren ağları ise tam bir saçmalık. Sanırım eski Sovyetlere yakın olmak, bu komunist icatların beylerde yer etmesine ve genişlemesine neden olmuş. Ne talihsizlik? Oysa bizlerinki gibi geleceği gören, tutucu ideolojilerden arınmış yönetcileri olsaydı, onlarda demiryollarını geriletip, kentlerde metro yapıyorum diye halk konserleri düzenleyip, karayoluna ağırlık verirlerdi. Böylelikle hem ülkeleri kurtulur hem de çoğunluk rahat ederdi.

Almanların, Avrupalıların zerre kadar bilimden ve ekonomiden de nasiplenmediklerini düşünüyorum. Efendim raylı sistemler şartlar izin verdiğinde yer üstüne taşınmış, toplu taşıma için caddelerin en önemli genişlikleri ayrılmış. Yeni bir salaklık işte. Güzelim, canım caddelerin yarısını, raylı toplu taşımaya ayırmak ta ne demek? Araçlar nereden gidecek? Hani illa metro yapacaksan, gerekmiyor görünsede yer altından gideceksin kardeşim. Kendi insanına, şirketlere iş çıkarmayacaksın da, ya ne demeye yönetici diye ortalıkta gezineceksin? Kazılacak elbet!

Toplu taşımada minibüs yok. Tam bir deli zirvası tabii. Ya kardeşim o birbirine bağladığın katarlar için ayrı yollar, planlama, sistem, bak ne kadar kafa yorulacak iş var, başına ne karışık işler sarmışsın. Oysa çağın icadı onbeş kişilik minübüsleri örnek alıp uygulasan, sistemin dinamikliğine, esnekliğine ve keyfiliğine sen de şaşıp kalacaksın.

Hani en çok ta sarı taksileri özledim. Şöyle kent merkezi yollarının en az bir şeridini kapatıp, yolcu avlamaya girişip, istedikleri yerde beklemeleri, istedikleri yerde durmaları. Sonuna kadar özgürlük, sapına kadar şöför esnafına, yolcuya destek. Budur işte! Oysa bu soğuk Avrupalılar, güya birkaç köşeye, cebe üç taksilik duraklarla bu can alıcı konuyu geçiştirmişler. Cahiller, insan sevmezler!

Biletçi, insanlı bilet satış noktaları yok, sıfır. İnsanlık ölmüş diyorum, dinleyen yok! Kardeşim hadi belediye araçlarında kaldırmışsın, halk otobüsün diye bir icattan da mı haberin yok? Ya insanlar bilet almayıp, bedava inip, binerlerse. Öyle ya. Güven ama, aralıklı kontrol falan filan, azcık saçma yine de.

Tüm kavşaklar bilime, teknolojiye dayalı sinyalizasyonla yönetiliyor, polis var da yok, yalnızca denetim görevinde. Mekaniğe, bilime bunca prim abartılı elbette. Halbuki başta Ankara'da olduğu gibi bir dolu polis memurunu kavşaklara dizseler, onlar da yarı bellerine kadar sarkıp, araçları akıtmaya uğraşsalar, sıkılınca da araçlarında sigara falan içseler. Hem onların gönlü alınır hem de sürücüler önemsendiklerini hissedeler, fena mı olur?

Her alanda olduğu gibi, ulaşım ve trafikte de bir planlama, süreklilik özeni gözlemledim ki, artık bu kadarı da fazla. Dahası yüzlerce trafik mühendisi, analizci, istatistikçi falan çalışırmış, belediyelerde, ilgili kuruluşlarda. İsraf ki ne israf.

Halbuki bizi yanlarına alsalar, vazgeçtim biraz yakından izleseler, tek belediye başkanıyla, bilemedin bir fen işleri müdürünün de desteğinde, hem bugünün, hem de yarının ulaşım yatırım kararlarının alınıp, uygulanabildiğini görecekler. Allah bilir doğru düzgün istatistik, gözlemler ve bütçeleme de yapıyorlardır ki, bu kadarı artık deli saçması. Resmen zırvalık!

Kaldırımlarda araç parkı yok, bisiklet ve yaya yolları özendirilmiş. İşte bakın çok ciddiyim, bunu görünce onlar adına içim sızladı. Adamlar fakirleşiyor be. Göz göre, göre... Bizimki kadar arabaları olsa, onlarında kaldırımları dolacak, herhalde bakmışlar iş hergün kötüye gidiyor, haydi oğlum marş marş insanları yürümeye özendirmeye başlamışlar. Kentlerin içi bu yönden içler acısı.

Nihayet, büyük yöneticiler için ne yol kapatıyorlar ne de onlara öncelik tanıyorlar. İki seçenek akla geliyor. Ya bizim gibi ve bizim kadar önemli yöneticileri yok, ya da var da onların aceleleri ve öncelikleri yok. İki türlüsü de geriliklerinin göstergesi.

Bu kıyaslamanın biteceği yok. Hadi idareciniz, politikacınız yetkin ve ülkesever değil. E peki aydın insanlarınız, yazar çizerinizde mi yok be kardeşim?. Varsa da, neden bu örneklediklerim gibi 'yaşamaya ve uygarlığa' yönelik konuları- olasıdır ki- ısıtıp dururlarda, bizim gibi 'demokrasi ve insan hakları' ile birliğe katılım totosu ve yapılıyor görünenlere övgülere hiç yer vermezler? Ha neden?

Bence günün birinde bizdeki mucizenin ve bunu yaratan koşullanmanın farkına varacak bu adamlar. İşte o zaman bizi almamak için inat etmeyi bırakacaklar çünkü bize benzeyip, düşünmenin ve çalışmanın anlamsızlığını keşfedecekler! Er ya da geç!

Mucize dedim de! Sanırım yinelemenin bir faydası yok; biz, hepimiz yıllardır biliyoruz ve yeniden yaratıyoruz onu.

Bilime, eğitime, üretime, ülke planlamalarına paydos!

En az emekle en fazla zıplama. Gücü gücü yetene. Kurallar, kanunlar delinmek içindir.

Azcık esnek, azcık uyanık, bulunduğu kabın şeklini alan bir yaşama tarzı.

Parola mı dediniz? Olmaz mı ?

" Abi idare et ! "

Cumhur
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
              11 Kahveci oy vermiş.
11 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

Seda Demirel

 Pratisyen Kahveci : Seda Demirel


  UZAYLILAR BENİ GÖZETLİYOR -II-

Küpeler avucunda evden dışarıya nasıl fırladığını şaşırdı. Onları kutuya yerleştirirken yakalanma fikri aklına geldikçe avuç içlerini ter basıyordu.
Hırsız mı olmuştu şimdi?
Kimindi bu küpeler?
Cebinde ne işi vardı bu küpelerin?

Sabah ayazında ağzından çıkan nefesin buharlaştığını fark etti.
Çıkan buharı kontrol edip ona şekil verme çabası ile uğraşırken okula vardı. Sımsıkı yumulmuş sağ avucunda taşıdığı küpeler sınıfa girerken, bir kez daha, aklına geldi. Kalbi yeniden güm güm atmaya başladı. Yapacak bir şey yoktu.
Bunu öğretmeni ile konuşmak zorundaydı!

Küpeleri okul çantasındaki fermuarlı gizli göze yerleştirirken kimsenin onu görmediğinden emin olmak için etrafına bakındı durdu. İlk dersleri resimdi. Yapılacak bir resim yarışması için üç haftadır özene bözene resim yapıyorlardı.
Kalemlerini, defterini çıkardı ve öğretmenini beklemeye başladı.

Arkadan seslenen Emel'e dönüp bakmadı. İkide bir düşme numarası yapıp sırasını itekleyip duran Ömer'e de hiç pas vermedi. Çok ciddi ve hassas bir durumdaydı. Öğretmeni dışında kimseye güvenemeyeceğini hissediyordu. Zaten uzaylılar eğer bir çocuk seçeceklerse bu kendisi olmalıydı. Yanına sadece Sinan'ı alabilirdi. Sinan da en az kendisi kadar akıllıydı. Şu aptal şişko Ömer ile uzaya gideceğine hiç gitmemeyi tercih ederdi! İşte bu olan bitenleri Emel yada Ömer'in öğrenmesi demek bütün hayallerinin suya düşmesi demek olabilirdi. Çok ama çok dikkatli olmalıydı...

Kafası bu kaotik teoremlere o kadar dalmıştı ki hayatı boyunca aşık olduğu Sinan'nın kendisine seslendiğini bile duymadı.

Emel bir hışımla bilmiş bilmiş yanına gelip onu dürtene dek Sinan ile uzaya gitme hayalini kurmaya devam etti; kristal küpelerin modası geçmiş olabilirdi. Belki de kristal düşünce okuma küpeleri erkekler içindi. Hani şu şakağa yapışanlar. Kızlar için talep üzerine pembe kristallisi ve altın olanları çıkmış olabilirdi. Sinan bu küpeleri takamazdı zaten, bunlar kız küpesiydi... Peki ya şimdi küpeleri taksa uzaylılar onunla konuşabilecek miydi? İçini bir an korkunç bir heyecan kapladı. Hemen o anda uzaylı arkadaşları ile konuşabilirdi belki...
Hayır hayır...
Uzaylılar aptal değildi ki. Kulakları delik değildi. Onlar zaten kulaklarının delik olmadığını görmüşlerdi. Kulaklarını hiç acıtmayacak yöntemler ile uzayda deleceklerdi.
Evet evet...
Bu küpeler uzaya gittiğinde düşünce okuyabilmesi için ona yollanmış bir hediye olmalıydı. Peki Sinan ne yapacaktı? Ona da kristal şakağa yapışan küpelerden ayarlamak lazımdı.
Çaprazında oturan Sinan'a doğru kaçamak bir bakış atmak üzereyken Emel yanına geldi.

- Emel, ders başlayacak. Öğretmen seni ayakta görürse çok kızar!. Çabuk sırana git!.
- Esra ne kadar salaksın! Sinan sana defalarca seslendi ama duymadın. En sonunda Ayşe'den silgi istemek zorunda kaldı.
- ... NEEEEEE! Nasıl duymam? Kaç defa seslendi?? Seslenirken bana bakıyor muydu??? Bakarken gülümsüyor muydu peki???? Emel, derste kontrol et bak!... Bana bakacak mı bakmayacak mı? Yaaaaa!...
- ..eh yani... Ben ne yapayım kızım sen uzaydaysan!
- Nerden biliyorsun sen!?
- Neyi?
- ...
- Neyi nerden biliyorum?
- Neyse boşver...

Ders boyunca kafasını önündeki resim kağıdından ve boyalarından hiç kaldırmadı. Öğretmeni birkaç defa başına dikilip onun çizimlerini seyre daldı ama Esra çoktan sınıfı terk etmişti.

Kulağında pembe kristalLİ düşünce okuyan ALTIN küpeleri, cebinde uzayda gideceği adresleri tarif eden ve kaybolmasını engelleyen Barbie uzay aynası, uzayda gördüklerini yazabilmesi için özel yapılmış uzay kalemleri ve küçük not defteri...
Çizdiği resimden uzaklaşıp şöyle bir alıcı göz ile baktı! Evet, tam da böyle olacaktı! İşte şu da mor tokası! Mor toka Dünya'ya özgü bir şeydi. Kız çocuklarının geldikleri gezegenlerin birbirine karışmaması için farklı renkte tokaları vardı.
Uzaylı arkadaşlarını çizmek istemedi. Çirkin çizmesi yada bir hata yapması durumunda araları bozulabilirdi. Kalplerini kırmamalıydı.
Sinan'ı çizmeye başladığında çok heyecanlandı. Çok yakışıklı çizmeliydi. Öğretmeni kimi çizdiğini anlamasın diye Sinan'ın o ömrü boyunca aşık olduğu ve aşık olacağı ve büyüdüklerinde evlenecekleri için de öpüşürken ölene dek aşk ile bakacağı mavi gözlerini acımasızca kahverengine çevirdi...
Gökyüzü şeker pembesi olmalıydı...
Ve bulutlar da civciv sarısı...

Zil çaldı!...

Kafasını resimden kaldırdı. Bütün sınıf kıpırdanmaya başladı. Öğretmeni de kürsüsünden kalktı;

- Tamam çocuklar. Resimlerinizi önümüzdeki hafta bitirmiş olmanız gerekiyor. Unutmayın aranızdan beş kişinin yaptığı resmi seçip yarışmaya yolacağım. Şimdi kaldırın boya kalemlerinizi resim kağıtlarınızı bakalım. Teneffüsten sonra türkçe çalışacağız.
- Öğretmenim?...
- Efendim Esra?
- ...
- Evet Esra?
- Yok bir şey öğretmenim...
- Peki...

Defterini kapatıp çantasına koyarken kendine kızdı durdu!
Aklına yine küpeler geldi!
Yani çıldırmak içten bile değildi!...
Anlatamamıştı!

- Merhaba Aysın hanım. Ben Nevin öğretmen. Nasılsınız?
- Nevin hanım ben de telefonunuzu bekliyordum. İyiyim, çok teşekkür ederim. Pek bir heyecanlandım. Neler oldu?
- Sormayın muhteşem bir resim yapıyor olan bitenle ilgili. Yarışmada dereceye girmemesi mümkün değil. Sanırım yaptığı bu resmi birkaç uzman ile tartışmak çok güzel bir referans noktası olacaktır.
- Size bir şey dedi mi peki?
- Yok, dersten sonra çok yaklaştı ama yapamadı. En geç önümüzdeki hafta anlatacaktır. Esra'yı tanıyorum artık. Bugün inanılmaz ciddiydi. Derste yaptığı resme öylesine daldı ki, anlatamam. Sanırım küpelerini bu sabah verdiniz. Resimde takıyordu.
- Hay Allah... Evet, dün geceden küpeleri cebine yerleştirdik. Çok da içine kapandı sanki? Kötü mü yapıyoruz diye endişe ediyorum.
- Bence de tesadüfen başlayan bu minik oyunu ona açıklamak çok güç olacak. Yine de dört yaşında kendi kendine okumayı ve yazmayı öğrenmiş ilkokul üçüncü sınıfa giden bir yedi yaş çocuğu için ortaya koydukları çok fazla. Özel ilgi alması gerekebilir.
- ... ben.....bilemiyorum doğrusu. Okula başlamasını da biz istememiştik, kendisi çok istekli oldu. Çocukluğunu yaşayamıyor diye çok üzülüyorum.
- Sanırım önümüzdeki hafta bitireceği resmi bu konuda uzman birisine gösterip hikayeyi anlatmanız yapılacak en doğru şey. Sizinle haftaya tekrar haberleşiriz.
- İlginiz için sağolun Nevin hanım...
- Ne demek? Rica ederim. Bu benim görevim.

Esra kutuyu dikkatlice yatağının altına yerleştirip kendisini yatağına sırt üstü atıverdi. Tavandan aşağıya doğru sarkan gezegenlerde göz gezdirdi. Babasından bir teleskop istemeliydi. Ansiklopedide gördüğü teleskoplar çok ama çok büyüktü. Yine de küçük bir teleskopu olmasını isterdi.
Bir an için durdu.
Gülümsedi...
Başını pencereye çevirdi ve karanlığa doğru baktı.

Hayır, teleskop aldırmasına gerek kalmayabilirdi.

Belki de uzaylı dostları eve dönerken ona en ileri teknoloji bir teleskopu hediye ederlerdi...

Kim bilir...

SON

Seda Demirel
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,769,769,769,769,769,769,769,769,769,76
              17 Kahveci oy vermiş.
33 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Kahveci : Alkım Saygın


Ayık Yargıç Üzerine

Babalar ve Oğullar'ın unutulmayan ismi Pavel Petroviç, Bazarov'un bir "nihilist" olmasını yadırgıyor, onun "otorite tanımazlığı"na bir anlam veremiyordu. Birlikteyken zamanlarını sürekli tartışmayla geçiriyor, birbirlerinin "dünya görüşleri"ni masaya yatırıyorlardı. İşte bu anlardan birinde Bazarov, Pavel Petroviç'e Yunan klasiklerini okumanın boş ve anlamsız bir iş olduğunu, onlardan öğrenilecek bir şey bulunmadığını, onlarla uğraşmak yerine bilimle ilgilenmek gerektiğini söyler. Bunun üzerine Pavel Petroviç biraz da öfkelenerek kendi gençlik yıllarında bu yapıtları okumayanlara "kültürsüz" damgası vurulduğunu, oysa ki şimdiki gençlerin bunları okumayarak kendilerini "kültürlü" olabileceklerine inandırdıklarını söyler.

Patristik dönem Hıristiyan felsefesinin en önde gelen ismi Augustinus da İtiraflar'da şöyle yazar: "Bu geleneklerin sunduğu kitaplarda Zeus'un hem şimşekler gönderdiğini hem de zina yaptığını okudum. Kuşkusuz ikisini birlikte yapamazdı. Ancak örnek alınacak gerçek bir zinaya izin vermek için böyle sahte bir gök gürültüsünü masalda uydurmuşlar. (...) Seçilmiş ve değerli kaplar olan sözcükleri değil, sarhoş öğretmenlerin bu kaplarla sundukları gaflet şarabını suçluyorum. Bunu içmediğimizde bizi dövüyorlardı, ayık bir yargıca başvurma hakkımız da yoktu. (...) Zavallı ben bundan zevk alıyordum ve bu yüzden beni geleceği parlak bir çocuk olarak görüyorlardı." (İtiraflar, Kaknüs Yayınları, Birinci Basım, İstanbul 1999; s:29-30)

Bazarov'un savundukları, kendi "dünya görüşü"yle dolayımsız bir ilişki içinde olduğu gibi, aynı zamanda da ortalıkta "her şeyi bilen" sıfatıyla gezip tozan, kendilerini her konu hakkında konuşabilmeye yetkili gören ve yalnızca belli bir donanımı olan kimselerin toplumda söz hakkı olabileceğine inananlara bir tepki olsa gerek. Bu kimselerin etkisi altında kalanlar "ayık yargıç" bulma olanaklarını yitiriyor. Bazarov, Pavel Petroviç karşısında "ayık yargıç"ı bilimde buluyor. Peki ama Pavel Petroviç'e ve Augustinus'a bu yapıtlardan birşeyler bulabileceklerini düşündürten nedir? Bu neden, insanların daha kültürlü olmalarının ancak nasıl olanaklı olduğuna ilişkin görüşler olsa gerek. Bu görüşlerin benimsenmesinde aslan payını, bu yapıtlara değer atfedilmesi alıyor. İnsanlar çeşitli komplekslerden ve ön yargılardan dolayı bu yapıtlara değer atfettikçe, "ayık yargıç" bulma olanaklarını kaybediyor.

Peki sizce bu "ayık yargıç" nedir? Bilim, sanat, felsefe, din, ... hangisi??? Bunu bir düşünelim bakalım..

Alkım Saygın
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
              16 Kahveci oy vermiş.
9 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

Leyla Ayyıldız

 YazıYorum : Leyla Ayyıldız


  ANADİLİMDE MEKTUP

-Küfretme bana! Küfrettiğini anlamıyorum sanıyorsun değil mi? Anadilinin arkasına saklanıp durma, benim anlayacağım dilde konuş, ne söyleyeceksen açık açık söyle. Yok, buna cesaretin yok ise; sus! Şimdi odama çekileceğim, homurtularını duymak istemiyorum!!!

.....

Sevgili Ayşe,

Her zaman olduğu gibi, elime kağıdı kalemi alıp, sana yazarak rahatlamak istiyorum. Yine evde kavga çıktı. Tamam, biliyorum aynı şeyi söyleyeceksin; 'En kısa zamanda değiştir şu evi' diyeceksin. Yeni bir ev aramaya başladım, yakında bulurum belki. Ancak bu gerçekleşinceye dek, başını ağrıtmaya devam edeceğim. Biliyorsun değil mi, anadilimde konuştuğum ikinci kişisin. Birincisi günlüğüm, ikincisi ise sen. Ahh, tabii, annemlere ve birkaç arkadaşıma da arada mektuplar yazıyorum. Ancak, çok sıklıkla değil...

Ayşe...

Anadilimde konuşmayı özledim, çok özledim... Şu lanet olası lisan öyle göründüğü kadar kolay değilmiş.

Semira bu günlerde çok gergin. Aslında içimizde en zor durumda olan o. Biliyorsun Semira, bir İranlı... Birjand'dan... Gizlice buraya gelmiş. Bu ülkeyi sevmek ve burada yaşamayı öğrenmekten öte başka hiçbir şansı yok. Dönüş ihtimali hiç yok gibi, benimki gibi keyfe keder değil tercihleri...

Hoş, biliyor musun, bir kez bu adımı attıktan sonra dönmek; kaybetmek anlamına geliyor... Belki, bizleri de halen burada tutan; yenilgiyi kabul edemeyişimiz.

Yenildik mi?... Bu günlerde en çok bunu düşünüyorum. Sanırım ben yenilmek üzereyim.

Dönecek miyim?... Biraz daha deneyeceğim...

Geçen hafta evimize yeni biri daha geldi. Biliyorsun bu evde üç kişi yaşıyorduk. Ben, Semira ve Linda.... Üç değişik kültürden gelen, üç değişik anadile sahip, apayrı üç insan. Linda ise bir Afrikalı, Namibya - Gobabis'ten... Türkiye'nin Avrupa kıtası tarafından geldiğimi düşünürsek, üç değişik kıtadanız... Biliyorum, yeni bir ülkeye gelmiş, bu kadar yabancı insanın bir evde toplanması çok özel bir durum. Yeni gelen dördüncü üyemiz ise bir sağır dilsiz Japon. Yanlış duymadın, sağır dilsiz... Diyeceksin ki; 'bir bu eksikti'. Aslında iyi oldu. Bu eve beşinci lisan fazla gelirdi :) Gülme tamam...

Beşinci lisan... Bak, sayalım; bir; benim dilim olan Türkçe, iki; Semira'nın dili olan Farsça, üç; Linda'nın dili olan Namaca... Ve dışarıda konuşulan İngilizce. Hepsi ediyor; dört... Yani, yeni bir yabancı gelince lisan sayısı kaç olacaktı?... Beş... Şimdi ise bu sayı değişmedi. Sağır ve dilsiz birinin, zihnindeki anadili Japonca'yı işitemeyeceğimize göre... Yaa, tamam gülme :))

Her üçümüz de az buçuk bildiğimiz bu dördüncü lisanı, yani dışarıda konuşulan dili, yani İngilizce'yi öğrenmeye gayret ediyoruz. Sokakta bu dili yaşıyoruz, bu lisan ile konuşmaya çalışıyoruz. Tüm günün yorgunluğuyla eve gelip, başımızı dinlemeliyiz değil mi? Öyle olmuyor. Dört kafadan üç değişik ses çıkıyor. Karman çorman bir lisan türettik. Birbirimize her ne kadar 'Artık bu evde İngilizce konuşulacak!' diye sözler versek de, bakıyoruz ki, yeni yeni kelimeler kullanmış ve öğrenmişiz.

İngilizce'yi öğrenmekte güçlük çekiyorum. Şu beynimdeki gri cevherde bir problem var sanırım. Gri cevherim bir türlü yeterince kalınlaşmadı :)

Gri cevher de mi ne? Adamlar araştırmışlar; sol ön parietal korteksteki gri cevher, ikinci, üçüncü lisanlar öğrendikçe kalınlaşıyormuş. Hatta gri cevherin kalınlığına bakarak kişinin ikinci dile ne kadar hakim olabileceği anlaşılıyormuş. Yaaa :)) ... Benim gri cevherim ne kalınlıktadır bilinmez, ancak beynimin sulandığı kesin... Tüm lisanlardan değişik kelimeler kavak ağaçlarından dökülen, o pamuksu polenler gibi beynimde uçuşmakta. Hepsinin çökerek, doğru yerlerine ulaşmasını beklemeliyim. Ya da beklememeliyim. Tasııı tarağııı toplayıpppp......

Geçen mektubunda aşk hayatımı sormuşsun. Ne aşk hayatı be şeker. Önceden 'Aşkta lisanın ne önemi var? Tüm dünyanın değişik noktalarına fırlatılmış bizlerin tek ortak lisanı; Aşk'tır' diyen ben, anladım ki aşkın da lisanı oluyormuş. Yok öyle gözlerin birbirine değmesi, çakmak çakmak yanan ışıklar, yüreğe akan ılıklık, kalp çarpıntısı v.s. v.s. ...

Bunların lisanı olmaz di mi? Tabii ki olmaz... Ya üç gün sonrası, gel de adama anlat; 'Bak hayatım, benim beynimdeki şu gri cevher var ya, o bi türlü kalınlaşmıyor. Yani, sana şu anda zihnimden geçenleri, ayrıştırıp, çözümleyip, sonra homojen bir karışım haline getirip, önüne mis kokulu, tatlı mı tatlı bir limonata olarak sunamayacağım. Sana karşı hissettiklerimi yeterince ifade edemeyeceğim.
Davranışlarımın tüm nedenlerini sana izah edemeyeceğim. Bunun için dilinizden daha kaç kelime öğrenmem gerektiğini bilmiyorum. O kelimeleri doğru birleştirmek için, daha kaç yıl sizlerin aranızda olmam gerektiğini de... Gel vazgeçelim, sen benim lisanımı öğrenmeye çalış, yok olmuyor ise, bitsin bu iş.' ... Yani anlayacağın, her ilişkinin üç gün sonra gazı kaçıyor. Dedim ya; doğru kelimeler, doğru yerlere yerleşmeyince olmuyor bu iş.

İşi dalgaya vurdum, biliyorum. Ciddi acılar çekiyorum oysa... Bazen bana bir psikologun yardım edip, edemeyeceğini sorgulamaya başladım. Türkçe haykırmak istiyorum... Ve anlaşılmak ve anlaşılmak ve anlaşılmak ve anlaşılmak...

Sevgili Ayşe, daha sonra yeniden yazacağım. Bizimkilerin sesleri yine yükselmeye başladı. Bir bakayım şunlara.

Sevgilerimle...

Not: Sana, aslında daha sık yazıyorum, ancak hepsini göndermiyorum... Bazen mektuplarımı sonradan okuyup, göndermeye değer bulmuyorum. Günlüğümün arasında duruyorlar. Belki bir gün hepsini, birlikte okuma şansımız olur. Bana bol şans :)

.....

Sevgili Ayşe,

Yine sana geldim :) ...

Bu sefer, çok mutlu geldim...

Haberler çok iyi. İlk iyi haber; havalarda uçuyorum, çünkü 'ana dilimde aşk' yaşıyorum :) Hafta sonları gittiğim bir Türk derneğinde çok yakışıklı, genç bir adamla tanıştım. Her şey çok iyi gidiyor. İngilizce'si benimkinden daha iyi, öğrenmeme yardım da ediyor. Onu seviyom :) ('seviyom' deyince bana çok kızıyor :)) 'Bir başka dili layıkıyla öğrenmek istiyorsan, önce anadilini iyi bilmelisin' diyor.) Uzun uzun anlatacağım onu sana, o ayrı bir mektup konusu.

İkinci iyi haber ise şu; evi değiştirmekten vazgeçtim. Yine aynı kızlarla yaşayacağım. Ortak bir karar aldık ve lisan problemimizi çözdük. Ne mi yapıyoruz? Sağır ve dilsiz arkadaşımızın işaret lisanını öğreniyoruz :))) Gürültüler kesildi, artık... Başımızı nasıl dinledik bilsen...

Haa, neden tüm dünya, yazım dili haricinde, işaret dilini ortak lisan haline getirmiyor ki?

Çok, çok sevgiler... Yeniden yazacağım....

Leyla Ayyıldız
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,069,069,069,069,069,069,069,069,06
              33 Kahveci oy vermiş.
38 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

Hasan Taşkın

 TAŞKINCA : Hasan Taşkın


  POLİSLER ECEVİT'E İZİN VERMEDİ

İstanbul Atatürk Havalimanı VIP Salonu'nda yaşanan bir olaya vatandaş olarak hem üzüldüm, hem de düşündüm.

Türkiye'nin yıllardır siyasetini belirleyen, defalarca Başbakanlık yapan Bülent Ecevit, İstanbul Atatürk Havalimanı VIP Salonu'na geliyor, buradaki Basın odasında açıklama yapmak istiyor. Buraya kadar her şey normal... Ama 'Yasakçı' zihniyet hemen ortaya çıkıyor ve Ecevit'in açıklama yapmasını engelliyor...

O Havalimanı'nın bir yöneticisi yok galiba... Herkes kendi kafasına göre hareket ediyor mu ne? Uluslar arası bir Hava Limanı'nda hangi görevlinin hangi kanun ve nizam etrafında hareket edeceğini bilmiyor... AB'ye girmek için çaba harcayan, kanunları değiştiren bir iktidarın olduğu dönemde kanun uygulayıcıları hala 'Yasakçı' zihniyetle hareket ediyor. Kanunu bilmedikleri için de üstlerine sorma gereği duyuyorlar. Önceden engelleyip, 'Dur bakalım bir amirimize soralım' diyebiliyorlar... Sonra ilgili Vali Yardımcısı'na sorulduğu ve basın açıklaması için Valilikten izin alınması gerektiği belirtiliyor sayın Ecevit'e...

'Yassak kardeşim' uygulaması ile yine kanunların üstünde olan zihinlerle Türkiye'de yıllarca Başbakanlık yapmış bir insana karşı yapılan bu... Sıradan vatandaşlar yandı... Polis devletine devam... Kanunlar sadece zayıflar içindir... Dayısı olmayanlar için polis devleti ilkesi devam ediyor...

Olay olup bitti. Dün aynı konu ile ilgili Havalimanı'ndan sorumlu Vali Yardımcısı'ndan bir açıklama geldi. 'Yeni ve eski Başbakan'ın VIP Salonu'nda basın açıklaması yapabilir. Herhalde görevliler yanlış anlamış.' Diyor. Çok güzel... Kanunsuzluk yapan polis olunca yanlış anlaşılmış olur. Vatandaş yapsa, hemen soruşturma başlatılır. Vurun abalıya... AB'ye gireceğiz...

Esasen konu Ecevit konusu değil... Ben bir sistemi eleştiriyorum. Bir kişinin yaptığı hatayı da eleştirmiyorum.... Herkes Hukuk Devleti ve dolayısıyla AB yolunda elinden geleni yapacak. Türk insanının mutluluğu için, kendi mutluluğu ve huzuru için çırpınacak. Makam işgal edenler iki misli çalışacak. En az Başbakan Erdoğan'ın çalıştığı kadar çalışacak.

Diğer yandan, ''Yasakçı' zihniyeti sürdürenler, toplumda artan asayış olayları karşısında ne yaptıkları da düşündürücü. 'Kanun bu' diyor uygulayıcılar. İşte bir örnek. Hem de ne örnek... AK Parti İstanbul İl Başkanı Mehmet Müezzinoğlu'nun Avcılar'daki evinden hırsızlık yapıldı. Müezzinoğlu, Cihangir Mahallesi'nde bulunan 2 katlı evine dün gece hırsızların girdiğini söyledi. Hırsızlık olayının eşiyle evde uyurken gerçekleştiğini ifade eden Müezzinoğlu, ''Nasıl olduğunu bilmiyoruz. Hırsızlık olayını sabah kalktıktan sonra farkettik. Bizim odaya girmemiş. O nedenle psikolojik bir travma yaşamadık. Hırsız gelmiş, ziyaretini yapmış, gitmiş. Çok anlamlı da bir şey almamış. Üst kattaki odadan hanımın 1-2 yüzüğü ile gözlükleri kayıp.'' Demiş. Hırsızlığın, İstanbul'un kanayan bir yarası olduğunu vurgulayan Müezzinoğlu, ''Hırsızlar çok soğukkanlı. Herhalde İstanbul'da gezici emniyet tedbirlerinin artırılması gerekir'' diye konuştu.

Bu tür olaylarının artması da düşündürücü. Çare, tüm kurumların ortak çalışmasıyla olacak. Kanunlar çerçevesinde Polisiye tedbir de gerekir. Ama suç işlendikten sonra tek suçlu kovalamayla değil, suçları önleyici tedbirleri de alarak...

Dışlayarak değil, kazanarak.... Vurarak değil eğiterek. Tek tek arı kovalayarak değil. Delillerle arı kovanlarını açığa çıkarıp adalete teslim ederek...

Daha güzel bir Türkiye için... Birlik ve beraberliğe... Saygı, hoşgörü ve daha çok çalışmaya davet ediyorum herkesi... Her kesimi... Kanunlar hak verdiği halde bir başbakanın açıklamasını engelleyerek 'Yasakçı' zihniyete harcanan telaş ve emek toplum huzuru için harcanmalı...

Hasan Taşkın
www.noktadergisi.com.tr
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
              8 Kahveci oy vermiş.
6 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Pabuçlarımın Yazarı : Merih Günay


Nöbet

Pabuçlarımın Yazarı adlı kitabı imzalı, ödemeli temin etmek isteyenler info@istanbulnet.net adresine baş vurabilirler. Nöbet saatlerine kuruyordum kendimi, alışmıştım. Koğuş nöbetçisi tarafından uyandırılmam gerekmiyordu. O gece gözlerimi açtığımda saat 02.35'i gösteriyordu. Kıştı, soğuktu. Yavaşça kalktım, giyindim. Kışın, yaz kadar kötü kokmuyordu koğuş.

Herhangi bir değişiklik hissettiniz mi o gece koğuşta?

Hayır. Değişik bir şey yoktu. Normaldi, on üç aydır olduğu gibi.

Devam edin.

Hazır olunca cephaneliğe indik nöbetçi çavuş ve ikinci nöbetçiyle.

İsimlerini hatırlıyor musunuz?

Hayır, hatırlamıyorum.

Devam edin lütfen.

Mermileri şarjöre yerleştirdik. Tüfeklerimizi aldık. Miğferlerimizi takıp yola koyulduk. Yüksek bir tepeydi nöbet yeri. Tümenin su ihtiyacının büyük bölümünü karşılayan, beş yüz tonluk su deposu, kritik bir noktaydı. Terör örgütünün en kanlı saldırılarını düzenlediği günler, depodaki suya katılacak çok az miktarda siyanür ya da benzeri bir karışım, tam anlamıyla bir katliam olurdu. Tepeye tırmandık. Nöbeti değiştik önceki askerlerle.

Sordunuz mu onlara o gece olağanüstü bir şey olup olmadığını?

Sordum. Onların nöbetinde de sıra dışı bir şey olmamış.

Devam.

Çavuş diğer nöbetçilerle gitti. O, ismini hatırlamadığım arkadaşla yalnız kaldık. Ayrıca bir de demirbaş nöbetçisi vardı deponun, Alman kurdu, erkek, üç yaşında.

Onun ismini hatırlıyor musunuz?

Evet. Kurt'tu adı.

Bağlı mıydı?

Hayır, değildi. Eğitimliydi. Depo nöbetçileri değişmezdi on beş ay boyunca. İkişer saatten, on iki devriye, yirmi dört kişi ve nöbetçi çavuşlar. Kurda, göreve başlamadan önce, hepsinin bir kez iç çamaşırları koklatılırdı. Tanımadığı kokuda biri yaklaşırsa yok ederdi.

Böyle bir durum oldu mu?

Evet, oldu. Tümene yeni gelen genç bir subay, gece devriyesinde cipten inince, Kurt onu, kaşla göz arasında paramparça etti. Durduramadık.

Ne oldu peki?

Öldü. İnmemesi gerekirdi araçtan.

Sorgulandınız mı?

Evet. Mahkemeye verildik sonradan; neden ateş etmediğimiz sorgulandı. "O da askerdi ve görevini yapıyordu." dedik. Ceza almadık. Görev zayiatı olarak geçti tutanaklara.

Devam edin.

Bir gözetleme kulübemiz vardı. Demirden yapıldığı için içi dışarıdan da soğuk olurdu. Birimiz içeride durur, diğerimiz depo etrafında turlardık.

O gece içeri hanginiz girdiniz?

Arkadaşım. Ben dışarıdaydım.

Sonra ne oldu?

Kurt yanıma geldi. Gözlerini yüzüme dikmiş, garip sesler çıkarıyordu. Etrafa baktım; ne bir iz, ne bir ses, her şey normaldi. Önemsemedim.

Devam edin.

Turu tamamlayıp kulübeye döndüğümde, arkadaşımın uyuduğunu gördüm.

Uyandırmaya çalıştınız mı?

Evet. Elimden geleni yaptım.

Uyandı mı?

Hayır.

Ne yaptınız peki?

Önce cebinden birkaç sigara aldım. Eski bir battaniye vardı kulübede; onu üzerine örttüm ve turlamaya devam ettim.

Kurt ne yapıyordu?

Yoktu ortalıkta.

Aradınız mı?

Birkaç kez seslendim, sonra önemsemedim. Bir yerlerde uyumuştur, diye düşündüm. Birkaç tur attıktan sonra Kurt'un sesini duydum. Havlıyordu ama göremedim onu. Havlamaları inlemelere dönüştü sonra, derken sesi kesildi. Adımlarımı hızlandırdım; sesin geldiği yöne doğru gittim.

Arkadaşınız uyanmış mıydı?

Hayır.

Ne oldu sonra?

Kurt'u gördüm, çimenlerin içinde sere serpe yatıyordu. Seslendim, kalkmadı. Fenerimi tuttum, yüzünü gördüm. Ağzından salyalar akmıştı ve gözleri fal taşı gibi açıktı.

Ölmüş müydü?

Evet, hiçbir hayat belirtisi yoktu.

Sonra ne yaptınız?

Korktum. Kulübeye koştum ve arkadaşımı uyandırmaya çalıştım. Uyandıramadım. Ağzından dışarı tükürükler saçılmıştı. Nabzını yokladım, atmıyordu.

Ne yaptınız o an ilk olarak?

Botlarımızı çıkarttım.

Neden?

Benimkiler eskimişti, onunkilerle değiştim.

Sonra?

Sonra düdüğümü çıkardım ama çalamadım.

Neden?

Korkmuştum, titriyordum. Kalbim yerinden çıkacak gibiydi. Nefesim yetmedi düdüğü öttürmeye, belki de cesaretim. Yere yığılacak gibiydim.

Devam edin.

Bir ışık yansıdı sonra kulübeye.

Nasıl bir ışık?

Çok ince ama çok parlak.

Ne renkti?

Kırmızı.

Ne yaptınız?

Geldiği yere doğru başımı çevirdim; aşağıdan geliyordu.

Aşağıdan?

Evet, su deposuna çıkan toprak yoldan. Biz en yüksekteydik. Dürbünle bakıyordum.

Ne gördünüz peki?

Aşağıdan yukarıya doğru bir at geliyordu, ağır ağır ve ışık alnından yükseliyordu.

Başıboş mu?

Hayır, üzerinde bir gelin vardı.

Gelin mi?

Evet, telli duvaklı bir gelin.

Ne yaptınız?

Tüfeğimi ona doğru çevirdim ama tetiğe basmadım.

Neden?

Elimdeki tüfek G3'tü. Üç bin metre menzili olduğu söylenirdi ama isabeti sekiz yüz ile bin metre arasındaydı ve onlar daha uzakta olmalıydı.

Ateş etseydiniz alarm vermiş olurdunuz.

Bu aklıma geldi ama yapmadım.

Neden?
Hayal görüyor olabilirdim. Gördüklerimden emin olmak istedim.

Devam edin lütfen.

Ne yapacağımı şaşırmıştım. Yerimden kımıldayamıyordum. Sonra garip bir şey oldu...

Ne oldu?

Çekirgeler... Hepsi yuvalarından çıkıp deli gibi bağırmaya ve koşturmaya başladılar.

Korktunuz mu?

Korktum. Aşağıda alayın binalarını görebiliyordum. Bir işaretimle yüzlerce kişi buraya gelir ve kurtarırdı beni. Karar verdim tetiğe dokunmaya ve dokundum da.

Bir kez mi?

Hayır. Çok kez ama patlamıyordu.

Neden?

Bilmiyorum. Şarjörü çıkarıp tekrar taktım, yine olmadı.

Ne yaptınız peki?

Tüfeği yere attım ve botlarıma baktım.

Neden?

Acaba benimkiler daha mı iyiydi diye. Emin olamadım.

Devam edin.

Aşağı doğru, var gücümle koşmak istedim bağıra bağıra ama başaramadım.

Neden?

Dizlerimin bağı çözülmüş gibiydi. Olduğum yere diz üstü çöktüm.

Palaskanız yeni miydi?

Evet. Neden?

Belki arkadaşınızınkiyle değişirsiniz diye.
Devam edin.

Sinema sahnesi gibiydi: Ben yüksek bir tepenin üzerinde, yerde diz üstü oturuyordum. Arkadaşım ve Kurt ölü, tüfeğim işlemiyor, etrafımda çekirgeler bağırıp çağırıyor ve bana doğru bir gelin geliyor, siyah bir atın üzerinde.

Sonra?

Sonra ses yükselmeye başladı. Kulaklarımı kapattım avuçlarımla ama arttıkça artıyordu ve alayda hiç hareket yoktu. Sesi sadece benim duyduğumu düşündüm.

Öyle miydi gerçekten?

Bilmiyorum.

Devam edin.

O kulübeye vuran ışık, oturduğum yerin çaprazındaydı. Sonra sol çaprazımda da bir ışık belirdi, aynı hizada. Başımı çevirip arkama baktım, iki ışık daha gördüm.

Dört ışık arasında mı kalmıştınız?

Evet. Sonra birden sesler kesildi, yer, gök sustu sanki. Birkaç saniye sonra dört ışığın kapladığı alanın içi aydınlandı.

Ne renkti?

Kirli sarı sanırım.

Devam edin.

Tam o an ilginç bir şey daha oldu.

Ne oldu?

Ezan sesi duydum, hem de çok net.

Hangi aydı?

Kasım.

Saat kaçtı?

04.45

Sabah ezanı... Devam edin lütfen, aydınlık olan bölüm dikdörtgen miydi?

Hayır, elips...

Devam.

Biraz ara verebilir miyiz?

Neden?

Bu bölüm aklıma gelince çok korkuyorum.

Ama hikayenin en can alıcı yeri burası. Devam edin lütfen.

Bir el dokundu omzuma...

Devam!

Parmakları birbirinden ayrık şekilde dokundu, omzumu karışlar gibi. Parmaklarının inceliğini ve uzunluğunu hissettim.

Ne düşündünüz?

Yankesici olduğunu.

Devam edin.

Sonra öbür omzumda da bir el hissettim.

Ne yaptılar?

Beni ayağa kaldırdılar. Çok korkmuştum; onlara bakamıyordum bile.

Sonra ne oldu?

Yönümü aşağı doğru çevirdiler. At yaklaşıyordu.

Işıklar çıkmaya devam ediyor muydu?

Hayır, kesilmişti.

Sonra?

Sonra cesaretimi toplayıp yavaşça başımı o yana çevirdim.

Ne gördünüz?

Bir asker. Benim yaşlarımda, aynı kıyafetli ama çok eskiydi üstündekiler, pis, yırtık.

Tanımıyor muydunuz?

Hayır. Saçları ve sakalları çok uzamıştı; yıllardır tıraş olmamış gibiydi.

Hayal görmediğinizden emin misiniz?

Elbette eminim. Zaten bu atlı gelin ve eski asker hikayeleri alayda çok yaygındı. Gece nöbetçileri gördüklerini söylerlerdi zaman zaman ama yolun yarısında kaybolurmuş. Ben daha önce görmemiştim ve o an yolun yarısını çoktan geçmiş, geliyordu.

Devam edin.

Sonra diğer tarafımdaki adama baktım. O da askerdi. Aynı eski kıyafet, aynı yaşlarda ve uzun saçlı, sakallı.

Ne yapıyorlardı?

Elleri kollarımdaydı ve gözleri aşağıda, geline bakıyorlardı.

Devam edin lütfen.

At biraz önümde durdu. Gelin duvağını kaldırdı. Göz göze geldik. Gencecik bir kızdı, en fazla on sekiz yaşında.

Gelinliği nasıldı?

Çok eski, en az elli yıllık olmalı.

Sonra ne oldu?

Duvağını örtüp atı mahmuzladı, sağa döndü, deponun arkasına doğru. Biz de onu sessizce takip etmeye başladık. Çok ağır yürüyorduk.

Deponun arkasında ne vardı?

Tümen çok büyük bir alanın üzerine kurulmuştu; uçsuz bucaksız bir yerdi. En yüksek yeri, o an olduğumuz yerdi. Bu durumda, dürbünle bakmamıza rağmen dört tarafındaki herhangi bir ucunu göremezdik. En bilinmeyen yeri, deponun arkasında kalan kısmıydı.

Hiçbir şey yok muydu orada?

Sadece mezarlık. Şehit askerlerin gömüldüğü ama en son asker elli üç yıl önce gömülmüş, ondan sonrakiler ailelerine teslim ediliyormuş.

Daha önce gitmiş miydiniz oraya?

Depoya çok yakındı. Hatta devriye sınırlarımız içindeydi ama oraya kadar inmezdik, korkardık.

Devam edin lütfen.

Gelin, mezarlığın girişinde durdu, biz de durduk. Atın üstünden indi. Bir şeyler mırıldandı.

Ne diyordu?

Anlayamadım. Alçak sesle ve anlamsız konuşuyordu. Sonra mezarların üzerindeki topraklar kımıldamaya başladı ve aynı anda tüm mezarların içinden askerler çıktılar bellerine kadar ve bağırmaya başladılar. Deli gibi bağırıyorlardı.

Ne diyorlardı?

Bir şey demiyorlardı, çığlık atıyorlardı.

Siz ne yaptınız?

Ben de çığlık atmaya başladım.

Neden?

Bilmiyorum. Çok korkmuştum; aklımı yitirmek üzereydim.

Sonra?

Küf kokusu gibi bir koku kapladı ortalığı. Midem bulandı ve kustum. Bir süre sonra çığlığı kestiler. Gelin bir şeyler mırıldandı yine. Dört tanesi mezarlarından çıktı, bize doğru geldi. Robot gibiydiler. Bizi geçip gittiler. Öylece durduk on dakika kadar, sessizce.

Sonra ne oldu?

Arkamdan sesler geldiğini fark ettim. Başımı çevirip baktım. Arkadaşımı ve kurdu sürüklüyorlardı. Yanımıza geldiklerinde durdular. Arkadaşımın kımıldadığını fark ettim. Az sonra da bağırmaya başladı.

Ne diye bağırıyordu?

Bu botlar benim değil! Bu botlar benim değil!

Devam edin.

Mezarlarından çıktılar. Gelini ortalarına aldılar. Tek sıra halinde dizildiler. Biz gelinin arkasındaydık. Gelin yürümeye başladı.

Hangi tarafa?

Mezarlığın içine doğru. Biz de onu takip ettik. Çok ağır yürüyordu. Bir mezarın önünde durdu. O durunca iki tane asker mezarın toprağını elleriyle dışarı atmaya başladılar.

Ne düşünüyordunuz siz o sırada?

Koğuştaki dolabımın içinde, havluların arasına para saklamıştım. Kesin yürütürler, diye düşünüyordum.

Devam edin.

Toprağı iyice kazıp geri çekildiler. Gelin mezarın içine girdi ve gözden kayboldu.

Sonra?

Askerler beni aynı mezara doğru sürüklemeye başladılar. Direnmeye çalıştım ama başaramadım. Yanımdakilerden biri indi önce. O da gözden kayboldu. Sonra diğeri beni mezarın içine itti. Ayaklarım girdi önce ve iki el paçalarıma yapıştı. Üstteki iterken alttaki çekiyordu.

Tünel gibi miydi?

Evet.

Ne kadar sürdü iniş?

On ya da on beş dakika kadar. Çok dardı ve pis kokuyordu. Ben sürekli kusuyordum.

Sonra?

El paçalarımdan çekildi. Ayaklarımın toprağa değdiğini hissettim. Sonra tekrar ayaklarımdan tuttu ve dışarı çekti beni.

Nasıl bir yerdi?

Çok alçak ve dar. İkimiz de başlarımızı eğmiştik, zor sığıyorduk bölmeye. Tam önümüzde basamaklar vardı. Beni bileğimden tuttu ve çekmeye başladı.

Düz müydü basamaklar?

Hayır, döne döne iniyorduk.

Nasıl görüyordunuz önünüzü?

Her dönemeçte meşale vardı. Koku ve dumandan nefes almakta güçlük çekiyordum.

Diğerleri neredeydi?

Önümüzde gelin vardı. Ayak seslerini duyuyor ama göremiyordum. Arkamızdan da sesler geliyordu. Sanırım, hep birlikte iniyorduk aşağıya.

Ne kadar sürdü inmeniz?

Bu daha kısaydı, on dakikadan az.

Nereye çıktınız?

Geniş bir yere ama hiçbir şey yoktu, meşalelerden başka. Gelin önümdeydi, sırtı bana dönük. Bir süre bekledik orada.

Ne beklediniz?

Sanırım herkesin inmesini bekledik. Sonra gelin ileriye doğru yürümeye başladı.

Ne vardı ileride?

Ben bir şey görmüyordum, az ilerisi duvardı ama o yürüyordu. Duvarın tam önünde durdu. Sonra arkamdan iki asker ona doğru yürüdü ve elleriyle duvarı ittiler. Bir kapı açıldı. Geriye çekildiler. Işık vurdu kapıdan içeriye. Bulunduğumuz yer aydınlandı. Beni geline doğru sürüklediler. Yanında durdum. Askerler geri çekildi. Gelin koluma girdi ve kapıdan içeri girdik. Biz girer girmez de kapı kapandı.

Diğerleri girmedi mi?

Hayır. Sadece ikimiz.

Ne vardı içeride?

İnanılmazdı, kocaman bir salon, düğün salonu; tıka basa doluydu içerisi.

Asker miydi konuklar?

Hayır. Aileydi hepsi, sivil, iyi giyimli. Biz içeri girince bir alkış koptu. Müzik çalmaya başladı.

Ne çalıyordu?

Çok hüzünlü bir müzik, tam olarak hatırlamıyorum.

Devam edin.

Piste doğru yürümeye başladık. Sonra biri bana seslendi.

Kim sesleniyordu?

Başımı çevirip arkama baktım, annemdi.

Yalnız mıydı?

Hayır, babam da yanındaydı. Onu teselli etmeye çalışıyordu. Annem ağlıyordu.

Ne hissettiniz?

Neden ağladığına anlam veremedim. Böyle özel bir günde mutlu olması gerektiğini düşündüm. Yanına gitmek istedim ama Mukaddes kolumu bırakmadı.

Mukaddes kim?

Gelin.

Devam edin lütfen.

Bir süre öyle kaldım.

Neden?

Annemle babamı seyrediyordum. Çok gençlerdi; giysileri çok komikti. Eski, çok eski filmlerdeki artistler gibi giyinmişlerdi. Gülümsedim.

Neden?

Babam terziydi. Çılgın olduğunu düşündüm ama sonra etrafa bakınca herkesin az çok benzer şeyler giydiğini gördüm. Benim giysim de garipti.

Siz ne giymiştiniz?

Asker giysisi.

Devam edin lütfen.

Pistin önünde bize ayrılan bir masa vardı, oraya oturduk. Masanın üzerinde çerçevelenmiş, siyah beyaz bir resim vardı.

Kimin resmiydi?

Bizim. Mukaddes ile benim. Üzerindeki tarih 1947'ydi.

69/3 tertip misiniz?

Evet.

Devam edin.

Orada fazla kalmadık. Çok eski parçalar çalınıyordu. Yarım saat kadar sonra alkışlar arasında dışarı çıktık.

Nereden çıktınız dışarıya?

Sağ ileride bir kapı vardı, oradan çıktık.

Nasıldı dışarısı?

Yağmur yağıyordu. Akşam vakitleriydi. İnsanlar bize bakıyorlardı.

Neden?

Giysimden dolayı sanırım. Gerçi ben de onlara bakıyordum. Erkeklerin hepsinin başında şapka vardı. İlginçlerdi.

Sonra ne oldu?

Bir araba bekliyordu bizi, siyah bir araba, şimdiki Karaköy dolmuşları gibi. Bıyıklı, çok yakışıklı bir şoför kapıyı açmış, duruyordu. Önce Mukaddes bindi, sonra da ben. Ön tarafa da Mustafa oturdu.

Mustafa kim?

Nöbet arkadaşım.

İsmini hatırlamadığını söylemiştiniz.

Yukarıdayken hatırlamıyordum; ancak şimdi hatırlıyorum.

Devam edin.

Bir süre hiç konuşmadan gittik ıslak yollarda. Sessizliği Mustafa bozdu.

Ne dedi?

Bu botlar benim değil! Bu botlar benim değil!

Devam edin.

Bir apartmanın önünde durduk. Şoför inip kapıyı açtı. Önce ben indim, sonra Mukaddes. Apartmanın önünde birkaç kişi vardı. Alkışladılar, aralarından geçip apartmana girdik. İkinci kattaki dairenin önünde durduk. Mukaddes kapıyı açtı, içeri girdik.

Nasıl bir evdi?

Büyük. Çok sade. Güzel sayılır.

Ne yaptınız ilk olarak?

Banyoya girdim, üzerimdeki kusmukları temizledim. Sonra geri döndüm. Mukaddes yoktu. Salona girdim, orada da yoktu. Yatak odasında buldum onu. Yatağın üzerinde oturuyordu.

Ne yaptınız?

Yanına yaklaştım. Önünde durdum, yavaşça duvağını açtım.

Sonra?

Öptüm onu. Ayağa kaldırdım. Sonra soyunmaya başladık ve yatağa girdik. Üzerine uzandığımda burnuma bir koku geldi, geri çekildim.

Ne kokusu?

Pis bir kokuydu. Hani köpekler yağmurda ıslandıktan sonra çok pis bir koku çıkarırlar ya, ona benziyordu.

Nereden geliyordu?

Mukaddes'ten. Kalkmak istedim üzerinden ama elleriyle ensemi tuttu ve kendine doğru çekmeye başladı. Koku giderek artıyordu ve Mukaddes değişmeye başlamıştı.

Değişen neydi?

Tırnakları giderek uzuyordu. Ensemden etime giriyorlardı. Derisi buruşuyordu. Zayıflıyordu, bir balondu sanki ve sönüyordu.

Ne yaptınız?

Kaçmaya çalıştım. Yataktan kalktım, o da kalktı. Göğüsleri karnına kadar sarkmış, saçları ise bembeyaz olmuştu. Dişleri yoktu ağzında. Beni kapıya dayadı. Öpmeye çalışıyordu. Saçlarından tutup onu itmek istedim, saçları elimde kaldı. Sonra derisi erimeye başladı. Bıraktı beni. Yere attı kendini. Bağırıyordu, yerde kıvranıyordu; acılar içindeydi.

Ne yaptınız?

Kapıyı açtım ve merdivenlerden aşağı koşmaya başladım. Apartmanın çıkışında Mustafa tuttu beni yakamdan. Deli gibi bağırıyordu bana.

Ne diyordu?

Bu botlar benim değil! Bu botlar benim değil!

Sonra ne oldu?

Mustafa'dan kurtulup apartmana girdim tekrar. Yukarı koştum. Yatak odasına girdim. Mukaddes hâlâ kıvranıyordu. Fermuarımı indirdim ve yarı et, yarı kemik vücudunun üzerine uzandım.

Neden?

Dünyada bunu yapan ilk ve tek erkek olacağımı düşündüm. Kaçırmak istemezdim.

Devam edin.

Olmadı, yapamadım, kalktım üzerinden.

Sonra ne oldu?

Apartmandan sesler gelmeye başladı. Kapıyı yumrukluyorlardı. Açmadım, kırıp girdiler içeri.

Kim?

Askerler. Yakaladılar beni, kurtulamadım ellerinden. Götürdüler.

Nereye?

Önce revire götürdüler beni. Birkaç gün orada kaldım. Sürekli sayıklıyordum. Sonra hastaneye sevk ettiler.

Ne sayıklıyordunuz?

Ben almadım! Ben almadım!

Anlıyorum. Sonra da bana getirdiler sizi. Şimdi size bir antidepresan yazıyorum. Bir süre kullanacaksınız bunu. Hemşireler yardımcı olacaklar size. Sonra yine bana getirecekler. Kısa sürede atlatacağınızı umuyorum. Yakında birliğinize geri döneceksiniz. Merak etmeyin, su deposu nöbetinden muaf olmanızı sağlayacağım.

Götürün arkadaşlar!

30 Kasım 1990 / Ankara
Askeri hastane
Tabip yüzbaşı Cenk Erden'in odası

Bu konuşmayı yaptıktan hemen sonra, daha odasına varmadan hastayı kaybettik.

Nasıl olmuş?

Koridorda yürürlerken nöbetçilerin arasında fenalaşmış ve can vermiş.

Sebep?

Bir teşhis konulamadı. Gürültüyü duyunca ben de gittim. Ağzından tükürükler boşanmıştı ve gözleri fal taşı gibi açık, yatıyordu yerde.

İlginç.

Daha da ilginci var: Bir araştırma yaptırdım, arşivden 1947 yılındaki erlerin listesini istettim. Kasım ayındaki su deposu nöbetçilerini inceledim. İnanmayacaksın ama 13 Kasım 1947 gecesi, üç-beş saatleri arasındaki nöbetçiler kayıp. Tüm aramalara rağmen bulunamamışlar. Gerçi cinsi ve yaşı belirtilmiyor ama deponun bir de köpek bekçisi varmış, o da kayıp.

İnanılmaz!

Üstelik kayıp olan erlerden birinin teskeresine on beş gün varmış. Nişanlıymış, terhis olur olmaz düğünleri yapılacakmış.

Nişanlısına ne olmuş peki?

Sinir krizi geçirmiş, kaybolduğu yeri görmek istemiş. İzin alınmış ve iki asker nezaretinde depoya çıkarılmış.

Sonra?

Deponun arka tarafındaki mezarlığın içine doğru gitmiş ve kaybolmuş.

İnanılır gibi değil.

Öyle! Tam bir hikaye konusu.

13 Eylül 2003 / İstanbul
Araştırmacı yazar Esat Çelik,
yayınevi editörü ile

Araştırdım, 1990 yılında hastanenin kayıtlarına böyle bir olay geçmemiş. Beş yüz tonluk su deposu bulunan tüm birlikleri de taradık; ne 1947/48 yıllarında ne de 1989/90 yıllarında ölen ya da kaybolan kimseye rastlayamadık.

O halde hikaye olmalı.

Ben de öyle düşünüyorum. Zaten 'Öyle, tam bir hikaye konusu.' diye bitiyordu. Bir şey daha var ama...

Nedir?

Ankara'daki bir birliğin su deposu nöbet tutanaklarında, nöbetçilerin sıkça bir ses duyduğu söyleniyor.

Ne zamandan beri?

İlk 1990 kasımında olmuş, ondan sonra belli aralıklarla bugüne kadar bu tür kayıtlar var. Deponun arka tarafında bir mezarlık varmış. Ses oradan geliyormuş.

Duydukları ses neymiş?

Ben almadım! Ben almadım!

Merih Günay
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,839,839,839,839,839,839,839,839,839,83
              18 Kahveci oy vermiş.
10 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, aşağıdaki adresten tek tıklamayla zevkle okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın... Ayrıca bugünden itibaren duygu ve görüşlerinizi yorum olarak yazabilirsiniz.
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_1.asp

Devamı yok. BİTTİ

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Bu romanı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,578,578,578,578,578,578,578,578,57
              445 Kahveci oy vermiş.
58261 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Dost Meclisi



Fotoğraf: Gülendam Z.Oğuz

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
Kahve Molası bugün 5.253 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

Yukarı

 

 Tadımlık Şiirler


SİRK ALKIŞI

Küçük, kırmızı beyaz çadırlı bir sirkin,
Mavi gözlü,ince,uzun sarı saçlı kızıyım bugün..
Allı pullu bir bavulun içinde 2 kat olmuş bir kağıdım.
Elimdeki sihirli değnek, bir maymunu ve bilmem başka neyi bir hizada yürütebilir.
Bugün ağzıyla alevler yutan bir babayla,
Vücudundan bıçak geçen bir annenin kızıyım.
Şansım varsa yarın da..
Hatta alkışlarlarsa kırmızı ayakkabılarım bile olur:)

Sevil Duha Erken

Yukarı

 

 Biraz Gülümseyin




Bu bana birşeyleri çağrıştırıyor doğrusu!..

Yukarı

 

 Kıraathane Panosu


İstanbul için Son Hava Durumu
Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü
Ankara için Son Hava Durumu
Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü
İzmir için Son Hava Durumu
Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü
Kaynak: http://www.meteor.gov.tr

Yukarı

 

 İşe Yarar Kısayollar - Şef Garson : Akın Ceylan


http://www.medikalsozluk.com Medikal dilde bilmek istediğiniz kelimelerin, hastalıkların ve terimlerin tamamını bulabileceğiniz, sözlük tadında bir kaynak. Mesela grip seçeneğini tıklıyorsunuz hemen size ...Tıp dilinde influenza adı verilen bu hastalık bulaşıcıdır. Grip olan kişinin nefesindeki damlacıklarla yayılıp, salgın hale gelebilir. Paçavra hastalığı da denir. Aniden başlar ve devamlı olarak ateş yükselir... şeklinde bir açıklama getiriyor. Bilmekte fayda var.

...Otomobilin yolla temasını sağlayan tek unsur olan lastiklerin önemi göz ardı edilmeyecek kadar büyüktür. Bu nedenledir ki sürüş güvenliği açısından lastikler hayati önem taşır. Yanlış basınç uygulanmış bir lastik kötü yol tutuşa ve fren mesafesinin uzamasına neden olacağı gibi, balans bozukluğu bulunan bir lastik de yolla teması azaltıp hayati tehlikeye neden olabilir... devamını merak edenler için kaynak : http://www.e-kolay.net/arabam/lastik/lastik.asp

...İdeolojik olarak iyi bir eğitim almış, belirli bir güven vermiş ve yeterli olgunluğa kavuşmuş örgüt mensupları, silâhlı mücadelenin bir gereği olarak, bu yönden temel eğirime tabi tutulmaktadırlar. Temel eğitim içerisinde, örgütün elde edebileceği her türlü silâhın kullanımı, nasıl eylem ve suikast düzenleneceği, fiziki kondisyon ve zor şartlara mukavemet sağlamaya yönelik eğitimlerin yanı sıra, bomba yapımı, bombalı eylemin nasıl düzenleneceği gibi daha teknik ve ileri seviyede eğitim de verilmektedir... Tarzında bir yazı okuduğunuzda, bu da nereden çıktı demeyin. http://www.teror.gen.tr kısayolunu tıkladığınızda ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız. Terörsüz ve mutlu günler dilerim.

...I will not say, Dear Members, it was -- for us the İzbuls and our neighbours -- just one of those crazy weekends... No, it was not! It was the craziest ever!! The sort of thing one would hope and pray never to happen in a lifetime... Türkler için pratik İngilizce eğitimi için eğlenceli bir web sayfası http://www.oursworld.net/ingilizce-ders/pratik-ingilizce.htm Yalçın bey’e teşekkürler.

http://www.gittigidiyor.com/php/listele.php?nick=kahvemolasi
Meşhur müzayede sitesi e-bay in Türkiye'deki son derece başarılı uygulaması. Kahve Molası Fincanları için de güzel bir şans. Fincanlarımıza çok ucuza sahip olmak mümkün. Tıklayın peyinizi sürün.

Yukarı

 

 Damak tadınıza uygun kahveler


Universal Document Converter V3.01 [3,18 MB] 98/ME/NT/2000/XP Deneme
http://www.print-driver.com/download/udc.zip?event1=download_en
Güzel bir yardımcı program. Kullandığınız herhangibir programdan resim elde etmek mümkün. Örneğin woed dökümanını açıyor ve UDC'ye print ediyorsunuz, alın size dökümanınızın jpeg veya tiff resmi. Yada bir web sayfasını resim halinde bilgisayarınızda saklayın. Hepsi mümkün. Tam sürümü 44.95$. Arşivleme yapan herkese tavsiye olunur.

Yukarı





Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



SON BASKI (HTML)

KAHVE YANINDA DERGi

Hoşgeldiniz
Arşivimiz
Yazarlarımız
Manilerimiz
E-Kart Servisi
Sizden Yorumlar
KÜTÜPHANE
SANAT GALERiSi
Medya
İletişim
Reklam
Gizlilik İlkeleri
Kim Bu Editör?
SON BASKI (HTML)
YILDIZ FALI
DÜNÜN
ŞARKILARI





ÖZEL DOSYALAR

ATA'MA MEKTUBUM VAR
Milenyumun Mandalı
Café d'Istanbul
KIRKYAMA
KIRK1YAMA
KIRK2YAMA
KIRK3YAMA
ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
Teröre Lanet!
Kek Tarifleri
Gezi Yazıları
Google
Web KM













Fincan almak ister misiniz?
http://kmarsiv.com/sayilar/20050204.asp
ISSN: 1303-8923
4 Şubat 2005 - ©2002/05-kmarsiv.com
istanbullife.com