ABONE OL!



Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 3 Sayı: 676

Sisteme gir!

Merhaba Sevgili KM dostu, hoşgeldiniz!

 8 Şubat 2005 - Fincanın İçindekiler

 

 Editör'den : Ahlaksızlar olmasa yanmışız!..


ABONE OL!Merhabalar,

Günler önce basit bir taciz olayı olarak ortaya çıkan, bilahare alıp başını giden bir pislik gündemi meşgul ediyor. Konu çocuklar olunca pek fazla dokunasım gelmiyor aslında. Çünkü o masumlara bulaşan her pisliği kendi üstümde hissediyorum. Eşeledikçe altından çıkanlar pisliğin boyutlarının çok daha geniş olduğunu gösteriyor. İzmir'in Urla'sında en güzel dileklerle kurulan ve işletilmeye başlanan Barbaros Çocuk Köyü yıllar içinde bir bataklığa dönüşmüş. Bataklık çamurunu, kirletilen bebelerle onları kullananların oluşturduğunu düşünmüyorum doğrusu. Çünkü çıkan manzara olaya bir başka şekil verilmeye çalışılmasından başka birşey değil gibi. Asıl suçu kamufle ederek, yaygın magazinsel taciz iddialarıyla hedef saptırmak gibi görünüyor. Tecavüz olmuştur mutlaka ama tüm bir köyü töhmet altında bırakacak kadar değil. Şurada her fırsatta başımızdaki hükümetten güç alan aynı yolun yolcusu kara vicdanlıların yoğun bir yayılma, beyin yıkama ve katmerleşme çabası içinde olduğunu dilim döndüğünce söylüyorum. Belki ben paranoyağım ama ortaya çıkan her durum beni haklı çıkarıyor, üzülüyorum. Hem bu sefer taşa vurulmuş bir balta var ortada. İşin taciz, tecavüz yanı yargıya intikal etmiş mutlaka bir sonuç alınacak, ama ya buzdağının altındakiler, onlara gereken önem verilecek mi? Taciz iddiaları ortaya çıkar çıkmaz köyün müdürü tutuklanıyor, ilgili bakanlık gerektiği gibi bir başka müdürü atıyor. Ne beklersiniz? Temiz, soruşturmayı yürütecek, aklı başında bir adam değil mi? Tam tersine, ilgili sayın bakan, tarikatçılıktan sabıkalı sürgündeki bir ademi, hakkında tarikatçilikte dahil olmak üzere türlü iddialar bulunan bir çocuk köyüne müdür atıyor. Pis kokuyor değil mi? Ve tüm bu pislikler nasıl ortaya çıkıyor. Bir ahlaksız, köyde kalan kimsesiz bir bebeye tecavüz edince. Özetle ahlaksızlar olmasa yanmışız çıra gibi!..

Tam 1 yıl olmuş koca çınar göçüp gideli. Geçen sene hakkında yazdığım yazıya tekrar baktım, güzel yazmışım. Adaşımın bende bıraktığı izleri güzel anlatmışım. Burada tekrar yazmayayım artık, merak eden gidip okusun. Ben Cem Karaca'yı saygı, sevgi ve rahmetle anıyor, pikaba da onun bir klasiğini koyuyorum. Emrah. Sevgili Cüneyt'in yazısını okurken size eşlik etsin istiyorum.

Açık artırma ile fincan satışımız sürüyor ilgililere duyurulur.
http://www.gittigidiyor.com/php/listele.php?nick=kahvemolasi

Dün yaşadığımız, eskiye oranla rahat bir karlı günün ardından bugünde hepimize yolları açık bir gün diliyor ve tekrar sokakta kalan fakir fukarayı, güvercinleri, kedileri unutmayalım diyorum. Esenkalın.

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

6 Mesaj/Yorum var. Mesaj/Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Café Azur : Suna Keleşoğlu


Sizin renginiz Ebem Kuşağı mı?

"Renklerle anlatırız kendimizi bazen,
Renkler bizi giydirir, biz renklere bürünürüz..."


Rutin doktor kontrollerinden birine getirilmiş bebek, pusetinde çevreyi incelerken, annesinin uzattığı evrakları alan kayıt memuresinin dikkatini çekmeyi başarır.
-Merhaba küçük yaramaz!
Konuşmalar yaşanılan ülkenin dilinde geçtiği için yaramaz vurgusunun erkek bebeği kast ederek söylendiğini anlayan anne, memureyi kendince uyarmak ister.
-Merhaba de kızım!
Bebeğin üzerindeki kot pantalon ve yeşil renkli tişörtü gören kadının, ilk anda bebeği erkek olarak düşünmesi yadırganacak bir durum değildir. Kadın yine de hata yaptığı düşüncesiyle bebeğin annesine açıklama yapma gereği duyar.
-Üzerinde kot pantalonu görünce bebeğinizi erkek sanmıştım. Yüzüne dikkatli bakınca kız olduğu anlaşılıyor aslında...

Mavi ve pembe doğar bebekler. Biz onlara mavi ve pembe kimlikler seçip, mavi ve pembe isimler veririz. Oysa yeni doğmış bir bebeğe bakın hem çok renksizdir, hem de geldiği yerin tüm birikmişliklerini getirirken minicik bedeniyle, yeni doğan bir bebek tüm renklerdir.
Onu pembe ve maviye biz çeviririz. Çünkü büyüdükçe hayatı mavi ve pembeye dönüştükçe, alışsın bu renklere isteriz...

Bebeği ile nereye gitse başına gelen sıradan bir durum olduğu için yadırgamaz anne bunu. Ona yakışan tüm renkleri giydirmektir niyeti. Tıpkı gökkuşağı gibi. Çünkü bir bebek önce kendini tanır diye düşünür. Belki yanlıştır. Ama kalbi böyle söyler. Tek bir renge gömülen bir bebek tek bir çiçeği sevecek gibi gelir. İçi burkulur. Kayalıklarda büyüyen kır çiçekleri gibi, en güzide bahçelerin narin orkidelerini de tanımalı bebeğim der. Seçim onun. Ama tanıtmak bana düşer diye geçirir kafasından.
Mavi bir bereyi, lacivert bir kot pantalonu, kırmızı bir montu, pembe bir mayoyu, beyaz bir bornozu aynı bebek tonunda giydirir yavrusuna. Kız ya da erkek olmasından çok bebek olması gelir gözlerine, büyüyecek insan olacaktır önce. Kadın ya da erkek olmadan önce...

Hayatın renklerini büyükler tek tek çalarken çocuklardan,
Hala savaş varken, hala kırmızı ölümü anlatırsa,
Siyah bir ananın yasına, bulutlar griye ağlarken,
Bir dev dalga hangi renkte geldi bilinmezken,
Bir bebeğin şeffaf göz yaşları çamur rengi kirlenirse...
Ve bir bebeğin annesi tüm renkleri sevdirmek için direnirse,
KIRMIZI pabuçlu, SARI hırkalı, MAVİ pantalonlu, TURUNCU atkılı ve YEŞİL şapkalı bir kız çocuğu görürseniz bir de PEMBE balonları varsa O'na ebem kuşağının rengini sorun...
Bırakın tüm bebekler istediği renklere bürünsünler, yaşam zaten onlara sadece iki rengi olan kimlikler sunacaktır çok geçmeden...

MOR'u da severim...

SunA.K. Grasse
Fotograf: Serhat Keleşoglu

Renklere dalmış giderken,
üçüncü sayfalarda siyah beyaz puntolarla çıkan haberlerin,
kan KIRMIZI rengi BEYAZ karın üzerindeyken,
Sadece ağlamak geliyor içimden,
Bir de acıklı şarkılar dinlemek.
Bir bebeğin duyamayacağı sessizlikte, şimdi o yedi renkte uyurken…

"Sefaköy'de bir kebapçıda çalışan S.S. ile eşi E. S., evlerinde öldürülmüş olarak bulundu. Kaçarak evlendikleri öğrenilen çiftin töre cinayetine kurban gidip gitmediği araştırılıyor. Komşuları, genç kadının, "Beni mutlaka öldürürler ama birkaç ayı mutlu yaşamak istiyorum" diye konuştuğunu öne sürdü. "
05.02.2005,Milliyet

Bir kaç gün öncesinde de, benzer şeyler…

"Gaziantep'te amcasının oğlu İ. B. (21) ile evlendirilen ve 4 ay önce de kaçarak Hatay'a gelen 15 yaşındaki B.B. boğazı kesilerek öldürüldü. Ailesi tarafından 2 yıl önce amcasının oğlu İ. B. ile evlendirilen B., anlaşamayınca kaçarak Hatay'a geldi. Polis tarafından sokakta bulunan B. B. yetiştirme yurduna teslim edildi. Kızlarının Hatay'da olduğunu öğrenen aile, diğer amca A. B. (23) ile Hatay'a gelerek, B.'yi tekrar Gaziantep'e götürmek istedi. Ancak Saraykent Parkı'nda tartışma çıktı. B. eve dönmemek için direnince, amcası yanında taşıdığı ekmek bıçağı ile yeğeninin boğazını keserek, sokak ortasında öldürdü. Olaydan sonra yakalanan A.B., basın mensuplarının 'Neden öldürdün?' sorusuna "Namusumuzu temizledim, vicdanım rahat" diye yanıt verdi."
15 Ocak 2005,Sabah
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,718,718,718,718,718,718,718,718,71
              14 Kahveci oy vermiş.
10 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

C.Parkan Özturan

 Sahne Tozu : C.Parkan Özturan


   KÖSTEBEĞİN GÖZYAŞLARI

yaz yağmurları değil bu içimdeki
ya da gazabı yakamozların
ilgisiz kış mektupları, karanlıklardaki
Yalnızlığın sevdası, çok kalabalık hallerdeki

Derin bir uçurumun başındayım, çok sıcak bir öğle vakti
Bir zahmet usul usul oku beni
Gözlerimdeki teni
Ellerimdeki gözleri

Bir bilinmezlik koy yanı başıma,
Bende sana öykülerimden sunayım
Ucuzluktan karmaşıklık çelenkleri aldım
Ben bu halimle hep yanı başındayım

Hala çok uzaklardan gelen sesini gizledim
Haraç mezat satmadım
Onlara saklandım
Onlara ağladım
"özledim"

İnfialse infial, tahayyülse tahayyül işte
Yarabbi
Ben neyin diyetini ödedim
Sen bilmiyorsun
Ben gecenin altına itilmiş, sevimli bir köstebektim.

C.Parkan Özturan
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 7,927,927,927,927,927,927,927,92
              13 Kahveci oy vermiş.
5 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Sıfır Noktası : Meltem Tolunay


MASUM DEĞİLİZ HİÇBİRİMİZ

Küçükken okuduğum ya da dinlediğim masallardan şöyle bir tema anımsıyorum. Bir yanda acımasız ve açgözlü kral, kraliçe, bey, ağa, tüccar vs., diğer yanda da yoksul ama iyi kalpli, tokgözlü masal kahramanı. Kahraman artık konusuna göre bazen açlığa, bazen susuzluğa, bazense sevdiğinden ayrılmaya tevekkülle boyun eğer ama masalın sonunda nasıl olursa olur, kötü kalpli kişiyi alt ederdi. Bu masallarda benim en çok ilgimi çeken, ezilen, hor görülen, sevdiği elinden alınan kahramanın umudunu yitirmeyişi ve asla yan yollara sapmadan, dalavereye girmeden, arkadan vurmadan büyük bir azimle savaşarak diğer kişiyi alt etmesi olurdu.

Kıssadan hisse, çocuk aklımla kendi kendime derdim ki “demek ki, doğru sonunda kazanır” ya da “sonunda iyilik üstün gelecek”. Büyüdükçe yaşamın ilk bakışta böyle görünmediğini düşünmeye başladım. Yapılan haksızlıklar, yaşam koşulları arasındaki farklar öyle çok, çekilen acılarla, sürülen keyifler arasında öyle büyük farklar vardı ki, “yok” diyordum “mümkün değil, yapan yaptığıyla kalıyor, bu dünyada adalet yok, onun için sen de herkes gibi katı, herkes gibi bencil olmalısın, bugüne kadar verdin de ne oldu?”

Böyle düşünmek kolaydı, canın mı yandı, düşün en kolay intikam yöntemini, sen de onun canını yak gitsin! İlahi adaleti ya da çoktan çivisi çıkmış dünyevi adaleti ne bekleyeceksin ki! Başarı, derin mutsuzlukların panzehiri oluyor ama kısa sürüyordu, bunu sürdürmek için yeni başarılara yönelmek gerekiyor, yeni planlar, yeni hırslar edinmek gerekiyordu. Sonra başarı tek başına bir anlamda ifade etmiyordu, birilerine gösterilmeliydi ki alkış alsın. Böylece başarı parayı, para, statü sembollerini- yani evleri , arabaları, kayak tatillerini, sürekli bir model yenilemeyi- tetikliyor, ben de poposuna nişadır sürülmüş bir beygir gibi oradan oraya koşturuyordum. Varılan hiçbir zirve yetmiyor, hatta oraya varmanın keyfi bile çıkarılmadan bakışlar daha yukarılara çevriliyordu.

“Hayatta en korktuğum şey şu anki standartlarımı kaybetmek” diye sürekli telkin eden bir ebeveynin çocuğu olarak, ben de gemi azıya almış gidiyordum. İnsanlar ikiye ayrılmıştı, benim gibi olanlar ve diğerleri. Dolayısıyla sevmediklerimi rahatça suçlayabiliyor, dışlayabiliyordum hayatımdan. Ama nedense, mutsuzdum o zaman da. Adını koyamadığım bir gizli öfke vardı içimde. Bir şeyler yetmiyordu.

Olur ya bazen, bir küçük olay, bir söz, bir perdenin kalkmasını sağlar insanın içinde, ben de öyle bir iki olay yaşadım. Bunlardan ilki entellektüel birikimine çok saygı duyduğum bir arkadaşımın evinde oldu. Bana “Hiç İsmet Özel okudun mu?” diye sordu. Bense “okumadım, okumayı da düşünmüyorum” deyip, kendimce o anki görüş açımla sebeplerimi sıralayıverdim bir çırpıda. Bana şöyle cevap verdi “kim olursa olsun herkes yaralı bir yerinden ve eğer onlara bakmayı bilmezsen kendi yaralarını da göremezsin.”

Yoo, sakın bu lafın üstüne hemen gidip bir İsmet Özel kitabı aldığımı düşünmeyin. Benlikler öylesine sarmış ki her yanımızı, öyle kolay kolay pes etmedim ben. Ama söyledikleri her aklıma geldiğinde içimde bir rahatsızlık duymaya başladım. Bundan kısa bir süre sonra bir başka diyalogda “tutkuları bırakmak gerekir hayatta” dedi bana bir başka kişi. Sırılsıklam aşıktım o zamanlar, gözüm sadece onu görüyordu. “Mümkün değil” dedim “beni yaşatan şu anki tutkum, tutkular olmazsa hayat neye yarar ki?” Ama tuhaftır, sevdiğim kişiye onu artık unutmaya karar verdiğim – yani bıraktığım- anda kavuştum sonra.

Bir başka enstantane ise sonradan bir şarlatan olduğunu anladığım Hindistanlı bir kadın ermişin toplu meditasyonunda yaşandı. Koca bir salonda yaklaşık 1000 kişi kadını dinlemeye gitmiştik. Kadın elimizi başımızın üzerine kaldırmamızı söyledi ve kendisinin söylediklerini tekrarlamamızı istedi. Söyledikleri şunlardı:

“Huzur içindeyim, kendimi seviyorum, kendimi ve herkesi affediyorum.”

Şimdi burada yazarken çok basit gibi görünse de, ben o gün bu cümleyi söylemeyi beceremedim. Özellikle “kendimi ve herkesi affediyorum” kısmını Ve o anda farkettim, tüm yaşananları unutmayıp, intikam almak için bekledikçe ne çok acı çektiğimi.

Sonrası bir çorap söküğü gibi geldi. Beni en çok yaralayanlarla başladım yüzleşmeye, gecenin onikisinde babamı aradım, dedim ki “baba ben seni çok seviyorum”. Babam saate ve söylediklerime anlam veremedi önce, içimdeki bu yıllar süren hesaplaşmayı anlatsam da anlamayacaktı. “Ne oldu?” dedi şaşkınlıkla. “ Hiç” dedim “seni rüyamda ölmüş olarak gördüm de öyle bir aramak istedim.” Telefonu kapattığımda yüreğimden bir yük kalkmıştı bile çoktan. Tabii, sonra epey ağladım, o ayrı.

Bunu diğerleri izledi. Bir bir konuştum yıllarca biriktirdiklerimi. Ama en zor olanı kendimle baırşmamdı ki bu çok uzun sürdü, aslında hala da sürüyor. Tek şansım bana ayna tutan biriyle yaşamak. Bazen arkasına saklandığımda savunma mekanizmalarının, küçük tatlı yalanların ve yine de kendimi kandıramamışken tamamen, öyle bir bakıyor ki bana, “tamam” diyorum “pes ettim, aslında ben şunu söylediğim nedenle değil, gerçekte başka bir nedenle yapıyorum.” Kolay değil, projektörler altında çırılçıplak dolaşmak gibi biraz.

Bu kadar laftan sonra aslında yazının özetini şöyle yapabilirim sanırım:

1. Mayakovsky’nin dediği gibi “hiç bir şey boşa değil, acılar da!”

2. Yunus’un dediği gibi “ilim ilim bilmektir, İLİM KENDİN BİLMEKTİR, sen kendini bilmezsen ya nice okumaktır.”

3. Pascal’ın dediği gibi,”İnsanın tek mutsuzluğu yalnızca tek şeyden kaynaklanır: odasında sessizce kalmayı başaramamasından” (Sürekli konuşan insanların, kendilerine tahammül edemedikleri ya da iç seslerini bastırmak için böyle yaptıklarını düşünürüm bazen.)

4. İlahi adalet var ve iyilik de kötülük de bir bumerang gibi kişiye mutlaka geri dönüyor.

5. Ve ne yazık ki Küçük İskender’in dediği gibi “kirli ayaklarımızın üstüne temiz çorap giyerek” kendimizi temiz zannediyoruz!

Meltem Tolunay
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 7,507,507,507,507,507,507,507,50
              8 Kahveci oy vermiş.
5 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

Cüneyt Göksu

 Gezgin Kahveci : Cüneyt Göksu


   Muhtar Cem Karaca

Muhtar Cem Karaca'yı, "Tamirci Çırağı"nın, "Emrah"ın babasını, Türk Rock müziğinin gelmiş geçmiş en "heybetli" sesini, aramızdan ayrılışının birinci yıldönümününde anıyor, dinliyor, söylüyor ve çalıyoruz.

Cem Karaca, 5 Nisan 1945'de, II. Dünya Savaşının son zamanlarında, Sovyet Birlikleri'nin Berlin'e girdiği günlerde, İstanbul'da dünyaya geldi. Her ikisi de tiyatro sanatçısı olan Toto Karaca (İrma Felekyan)'yla Mehmet İbrahim Karaca evliliklerinin altıncı yılında Cem'i, dünyaya getirdiler.

Orta eğitimini Robert Kolej'de tamamlayan Cem Karaca ilk müzik eğitimini, annesinin teyzesi Rosa Felekyan'dan, piyano başında aldı. Asıl keşfedilişi, henüz 14 yaşındayken, kız arkadaşını etkilemek için söylediği "Johnny Guitar" isimli parçayla oldu; kız etkilenmemiş, fakat Toto Karaca, Cem'in şarkı söyleyişindeki "farkı" farketmişti!

Okul-ev-tiyatro kulisleri arasında gidip gelirken, müzik zevki de rock'n roll üzerine yoğunlaşıyordu. 1962'de, 16 yaşındayken, bir arkadaş ortamında, Beyoğlu Spor Klübü'nde sahneye davet edildi. Bu tarihten sonra, dört arkadaş "Dinamitler" adıyla, İlham Gencer'in desteğinde, sahne almaya başladılar. "Dinamitler" çabuk dağıldı, arkasından "Cem Karaca ve Bekledikleriniz", "Cem Karaca-Jaguarlar" grupları kuruldu ve dağıldı. Cem'in söylediğine göre Jaguarlar, "papağan gibi Elvis Presley taklidi yapan" bir oluşumdu. 1965'in Kasım'ında Antakya 121. Jandarma Er Eğitim Alayı'ndaki askerlik hizmetine kadar rock'n roll & beat tarzından şaşmayan, henüz Anadolu'yla tanışmamış bir müzik kariyeri vardı Cem'in.

Askerliği sırasında Anadolu'ya yakınlaşmasının yanısıra, bir asker arkadaşının saz çalışından etkilenerek, daha önce son derece "ilkel ve sıkıcı" bulduğu bu müziğin, aslında onun o anki gerçek duygularını yansıttığını, ve hiçbir batı müziğinin, o sazın içerdiği duyguları içeremeyeceğini anladı. Anadolu kültürünü araştırmaya koyuldu; Aşık Mahsuni Şerif gibi değerli halk ozanlarıyla tanıştı.

Cem Karaca'nın profesyonel müzik yaşamı, askerlik dönüşü, "Apaşlar" grubunun solistliğiyle başladı. 1967 yılında Hürriyet gazetesinin düzenlediği Altın Mikrofon yarışmasına katılan grup, sözleri Aşık Emrah'a, bestesi Cem Karaca'ya ait olan "Emrah" isimli parçayla ikinci oldu. Askerlikte karşılaştığı Anadolu gerçeği, yavaş yavaş fikirlerine ve düşüncelerine yansımaya başlamıştı. Bu dönemde Cem Karaca iki kulvarda öne çıktı:

Biri, Pop müziğin alışılmış formlarına bağlı fakat, güzel şarkı sözleriyle desteklenen; diğeriyse, Anadolu ezgilerinin Rock'la buluştuğu farklı yorumlardı. Bazı parçaların sözlerinde toplumsal gerçekler, yaşananlar yansıtılmaya başlandı. Tepkiler, isyanlar ve Cem Karaca'nın mükemmel yorumuyla şarkılar, insanlar arasında çok yol katetti.

Altın Mikrofon'la başlayan profesyonel dönemin ilk plağı, 1967 Haziran'ında piyasaya çıktı "Hudey". Pir Sultan Abdal'a ait bu türkünün rock'n roll-beat tarzındaki yorumunda, adeta kükreyen bir Cem Karaca görülür. Grup, Ağustos ayına doğru ikinci plaklarını, "Emrah"ı, kaydetti. Bu plakta, Karaca'nın, sesine daha hakim olduğu hissedilir.

Plak satışlarından, özellikle de Anadolu turnesinden biriktirdikleri 45.000 lira ile Avrupa'ya gitmeye karar verdiler. Almanya'da Ferdy Klein Orkestrası'yla çalışarak müzikal altyapılarını iyice güçlendiren Apaşlar, 1969'un sonuna kadar sağlam ve başarılı eserler ürettiler. 1968 Ağustos'unda, Türkofon imzalı üç 45'lik piyasaya çıktı: "Emrah 1979", "Resimdeki Gözyaşları", "Tears". Apaşlar'ın, bu "dönüş" 45'liklerinin en büyük özelliklerinden biri, stereo teknolojisiyle kaydedilmiş olmalarıydı. Türkiye'deki pikaplar monoyken, plak fabrikalarında stereo kalıp bulunmazken yapılan ve stereo sistemlerin ithaliyle gerçekleştirilen bu kaydın, stereo ses sisteminin ülkede yaygınlaşmasında, büyük etkisi olmuştur. Bu tarihten sonra, gitarist Mehmet Soyarslan ve Cem Karaca arasında doğan bazı politik anlaşmazlıklar sonunda, Cem Karaca ve Apaşlar grubu dağıldı. Bu grubun dağılmasından sonra Cem Karaca, kafasındaki sol söylemiyle ve doğulu kimliğiyle, Rock müzik yapma düşüncesini gerçekleştirmek üzere, Apaşlar'ın basçısı Seyhan Karabay'ı, genç ve yetenekli bir gitarist olan Ünal Büyükgönenç'i, davulcu Hüseyin Sultanoğlu'nu ve Almanya'dan getirdiği gitarist Alex Wiska'yı biraraya getirdi. "Kardaşlar" böyle doğdu.

Bu dönemde yaptıkları müzikle Anadolu Rock tarzını yaratıp, toplumcu kimliği belirgin bir biçimde ön plana çıkartarak, 12 Mart döneminin baskıcı atmosferine karşı durdular. Kardaşlar ilk önemli çıkışını, 1970 Kasım'ında "Dadaloğlu" 45'liğiyle yaptı. Alex Wiska gruptan ayrıldıktan sonra, Fehiman Uğurdemir'le kadrolarını tamamlayıp çalışmalarına devam ettiler.

1972 yılında son 45'likleri "Askoros Deresi" ni dolduruyorlardı. Cem Karaca, müzikal olarak devamlı bir arayış içindeydi; ve Kardaşlar bu arayışlarına yanıt vermekte yetersiz kalmaya başlamıştı. Gençlik hareketlerinin hızla büyüdüğü bu dönemde, toplumsal değer yargıları hızla değişiyor ve yeni özgürlük talepleri, aktif bir siyasi mücadeleyle aynı hızla bütünleşiyordu. Müzik, artık güzel sanat olmaktan öte, farklı bir görev üstlenmişti. Bir süre sonra, Cem Karaca ve Kardaşlar tıkanmanın eşiğine geldiler. Türk müzik piyasası ilginç bir değiş tokuşa şahit oldu. Cem Karaca, Kardaşlar grubundan ayrılıp Anadolu Pop'un güçlü fakat sound'u daha farklı olan Moğollar'la birleşirken, Kardaşlar'da, o dönemliğine konserlerde solistlik yapmak için Moğollar'la anlaşmış Ersen Dinleten'i, gruplarına dahil etmişlerdi.

Cem Karaca-Moğollar adıyla, Şubat 1973'te ilk plakları "Obur Dünya"yı, ardından da Temmuz 1973'te ikinci plakları "Gel Gel" i çıkardılar.

Grubun üstün popülaritesine rağmen, ne "Obur Dünya" ne de "Gel Gel", listelerin zirvelerine tırmanamadı. "Gel Gel" çıktığı sırada, grup içinde bir takım kutuplaşmalar başlamıştı. 60'ların sonlarından beri, sol politikalara giderek daha da bağlanan Karaca, sosyalizm ve uzantıları hakkında daha ciddi araştırmalara başlamış, "köylü sosyolizmi"ni benimsemiş ve "sanat halk içindir" savına tümüyle bağlanmıştı. Bu değişim sürecinde, "Hey" dergisi tarafından "Pop müziğin namusunu yine Cem Karaca kurtardı" ibaresiyle övülen, son Cem Karaca-Moğollar plağı olan "Namus Belası", 1974 Ocak'ının son günlerinde piyasaya çıktı. Cahit Berkay'ın Fransa'ya gitmesiyle Moğollar dağıldı.



Cem, 1974 Nisan'ının ortasında Türk Rock tarihinin belki de en önemli süper grubunu, kendi müzikal kariyerinin de en önemli, radikal ama olgun dönemlerinden birini yaşayacağı, "Dervişan"ı kurdu. Çalışmalarının neredeyse hepsinde, dolaylı veya doğrudan bozuk düzene eleştirileri vardı. Politik baskının dorukta olduğu bu yıllarda, dinleyenlerini, bozuk düzene karşı bir kavgaya davet edip durdu. Bu dönem içinde bu politik çizgiyi sürdüren başka müzisyenler de olmasına rağmen, müzikal açıdan en büyük misyonu Cem Karaca üstleniyordu. Cem Karaca'nın, bu grubu kurarkenki esas amacı Kardaşlar ve Moğollar'daki Anadolu Rock tarzına devam etmekti. Fakat, gruba yeni giren basçı Oğuz Durukan ve Klavyeci Uğur Dikmen'in, İsveç'te, Asia Minor Mission isimli grupta uzun süre yaptıkları batı progressive rock müziği konusunda deneyimli, Anadolu Rock konusunda deneyimsiz olmaları, bu grubun sound'unun batıya kaymasına sebep oldu. Dervişan, politik-rock yapmanın yanısıra İngiltere'de King Crimson, Yes, Emerson Lake&Palmer gibi grupların öncülük ettiği progressive rock müziğinin, Uğur Dikmen ve Oğuz Durukan gibi ustalar sayesinde, Türkiye ile tanışmasında önemli rol oynamıştır.



"Tamirci Çırağı" ve "1 Mayıs" bu dönemde ortaya çıktı. "Tamirci Çırağı", Cem Karaca'nın sol söyleminin, ilk kez derin bir vurguyla müzik ve sözlere yansımış haliydi. Cem'in heybetli vokal yorumu, Dervişan'ın üstün performansı, parçanın sonuna doğru "işçisin sen işçi kal, giy dedi tulumları" dizeleriyle şahlanan parça, 1975'in en önemli hitlerindendi.

Cem Karaca, Dervişan'la son LP'ini, 1977 Mayıs'ının sonlarında, Erkin Koray'ın "Elektronik Türküler" albümüyle beraber, sekiz aylık bir çalışmanın ürünü olan ve Türk Rock'ının en tepesine yerleşen "Yoksulluk Kader Olamaz"ı yayımladı. Artık gündemdeki tek gruptular ve ülkenin durumuyla doğru orantılı olarak, daha da politize oluyorlardı. Urfa'da verilen bir konserden sonra, konserin düzenleyicisi CHP Gençlik Kolları Başkanı olan öğrencinin dövüldüğü haberi gelince, Tamer Öngür, Dervişan'dan ayrıldı. Enternasyonel bir devrim marşı niteliği kazanacak olan "1 mayıs" adlı plak, 1977 Aralık'ında piyasaya çıktı; yayınlanmasından birkaç hafta sonra, Cem Karaca hakkında dava açıldı ve plak toplatıldı. Dava haberi gelmeden çok kısa bir süre önce de, 1978 Ocak'ının ortalarında yaptıkları işin, politik açıdan "çığrından çıktığını" düşünen Sefa Ulaştır ve Uğur Dikmen, Dervişan'dan ayrıldılar.

Dervişan'ın dağılmasından sonra Cem Karaca, 70'lerdeki son grubu olan "Edirdahan"ı kurdu ve bu grupla Safinaz'ı yaptı. Cem, bu albümde Nazım Hikmet ve Ahmet Arif'in iki uzun şiirini besteledi. Barış Manço-Kurtalan Ekspresi'in yaptığı "2023" ile birlikte, bu albüm, Türkiye'nin sayılı senfonik rock albümlerindendir.

Cem, 1979'da Almanya'ya gitti. 1980 askeri darbesinin yaptığı "geri dön" çağrısına uymadığı için vatandaşlıktan çıkartıldı. 7 yıl süren bekleme döneminden sonra, 1987'de yurduna ve müziğine geri "döndü". 70'lerdeki radikal söylemlerinden uzak olmasına rağmen, müzik ruhundan ödün vermeden, üretmeye devam etti. "Merhaba gençler ve her zaman genç kalanlar" , "Töre" , "Yiyin efendiler", "Nerde kalmıştık" ve "Bindik bir alemete, gideyoz kıyamete" albümlerini yaptı. "Ağır Roman" filminde yeniden yorumladığı "Resimdeki Göz Yaşları"yla müzik gündeminin ortasına yerleşti. Son albümündeyse Moğollar ve Kurtalan Ekspres'le çalıştı. Kahpe Bizans filminde yer alan Cem Karaca, bu filmin soundtrack'ında 3 şarkı seslendirdi.

Değişen Türkiye gibi onda da değişiklikler oldu. Yapılan bir söyleşisinde "Eskiden siyah ve beyaz vardı; ama artık, ben gri tonlardayım" dedi. Bir pazar sabahı 8 şubat 2004'te, "Aydooossss" diyerek göç eyledi aramızdan. Cem Karaca, müzik felsefesinden hiç ama hiç ödün vermedi. Toplumsal sorunlar ve sevgi, Anadolu ezgileri hep müziğinde yer aldı. Söylemek istediklerini, son ana kadar, hep müzik yoluyla iletti, almak isteyenler aldı. Türk Rock müziğinin ve "Anadolu Rock" ezgilerinin en güzel yorumcusu ve "güçlü" sesi oldu.

Cüneyt Göksu
cuneytgoksu@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,549,549,549,549,549,549,549,549,549,54
              13 Kahveci oy vermiş.
19 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Kahveci : Mete Kaynaroğlu


Bir ben, hakikat ve tanrılar…

İnsanlar ile diğer canlı türler arasındaki en ayırt edici farkın beyin faaliyeti olduğu düşünülür. Aslında bu değerlendirmede bir yanlışlık vardır. Bütün canlı türlerine ait beyinler ve komuta merkezleri; üzerlerinde yaşadıkları dünya denen gezegenin doğal yaşamına elverişli olan ve yeterlilik içinde gelişmesini sürdüren organlar olarak bakılmalıdır. Bu yüzden bir kuş yada bir balinanın beyni; içinde yaşadıkları dünya koşulları içinde onlara yeter ve elverişli parçalarıdır. Önemli olan, eğer doğal yaşam içinde bütün canlı türlerinin kendilerini yeniden üretmeleri ise; beyinlerinin bu kapasitesi onlar için yeterlidir ve elverişlidir.

İnsanı, insan olarak diğer canlı türlerinden ayırt edecek esas unsur: İnsanların kendi yaşamsal ihtiyaçlarının teminini bilinçli olarak beyinleri vasıtasıyla yapması, yani üretimde bulunup üretimin yeniden üretilerek devamının sağlanmasıdır. İnsanlar bu bilinçli faaliyetleri sonucundadır ki; onları basit bir şekilde yaşamını idame ettiren sürü halinde yaşama biçiminden toplum halinde yaşama haline geçirmiştir ve bundandır ki; insanların bilinci, yaptıkları üretim biçiminin gelişmesine bağlı olarak gelişmekte ve ortaya çıkardıkları dille de kendilerini ve bilgilerini aktarma ve ifade edebilme yetilerini de geliştirmektedir. Bilinç ve dil insanın toplum halinde üretim içinde bulunması sonucu ortaya çıkmış ve onun gelişimi ile birlikte gelişen bir olgudur.

Buna rağmen hali hazırda insan beyninin diğer canlı türlerinin beyinleri ile arasında işleyiş olarak ciddi bir farklılık yoktur. İnsanların beyni de hala bir canlı türün yaşaması için gerekli olan güvenilir ortam yaratma, günlük yaşamsal besinlere ulaşmak ve yeniden kendilerini üretmek olarak programlanmış olarak çalışmaktadır. Tıpkı diğer canlı türlerinde olduğu gibi. İnsanlarda gelişen beyin organı değil, toplumsal üretim içinde bulunduklarına bağlı olarak gelişen bilinçleridir.

İnsanı asıl insan olarak adlandırabilmemiz onları diğer canlı türlerden ayıracak farklılığı belirlemeye yarayan şey; onun, dünya denen gezegene bağlı olan doğal yaşama bağlanma şartlarından ve zorunluluklarından kopmasına bağlıdır. On milyon yıllık insanın gelişme süreci, kendisini yine de dominat bir canlı türüne doğru götürmektedir. Doğal alemin zorunluluklarından kurtulmasına ait sıçrama onun beyin yapısında da yeni sıçramalar yaratacaktır. Böylece insan zorunluluk aleminden kurtulurken beyini de dünya denen gezegende yaşayan diğer dost canlı türlerinden farklı dominant bir yapıya ulaşacaktır…evrimleşecektir. İnsandaki bu değişme ona “hakikat” ve “tanrılarıyla” yüzleşmesinin imkanını sunacak ve yolunu açacaktır.

“Hakikat” ve “Tanrılar”; maddenin bildiklerimizden farklı olarak sıkışarak başka bir biçime büründüğü ve bildiğimiz maddenin olmadığı ve zamanın hareket halinde olmayan maddeye bağlı olarak zamanın da olmadığı yerde durmaktadırlar. Burası maddenin ve zamanın olmadığı yerdir. Burası bir tür geçiş yeridir yani bir tür kapı. Kapının bize dönük olan yüzünde “tanrılar” durmaktadır. Kapının öbür yüzü ise “hakikat” değildir. “Hakikat”; kapının eşiğidir. Buraya gelinene kadar edinilen toplam bilimsel bilgi bu eşiğin aşılması için kullanılacaktır. Aşıldığında ise hakikate ait bilinenlere ulaşılmış olacaktır. “Tanrılar” ise “hakikatın” bittiği yerin bekçileridir. Bu çizgiyi ve kapıyı kim açar ve aşarsa, onlar bir şeyle karşılaşırlar; yeni bir boyut, yeniden madde ve hareketi ve yeniden bu boyutta şamil maddenin hareketine bağlı olarak gelişen zaman ve yeni bir hakikat çizgisi. Burayı aşanlar artık yerlerin ve göklerin bir de zamanın efendisi olurlar. Hakikat ise artık kendi “ben” leridir.

İnsanların bu eşiği atlamaya ihtiyaçları vardır. Aksi takdirde, insan soyu olarak ve dost bildiği dünyadaki canlı türler ebedi bir şekilde yok olacaklardır.

İnsanların günlük yaşama ilişkin bilgileri ve üretimi idame ettirecek bilinçleri bu hakikata ulaşmak için yeterli değildir. O yüzden onların arasından uzman olarak çıkan ve kendi beyinlerini hakikate giden bu yolda bilimsel bilgiler toplayamaya adayan insanların varlığı ile yol alınır. Onlar, hakikatın ulaştığı yere ilişkin çok süratli bilgiler toplamaktadır. O bilgilerin içinde atom altı elementlerin de sahip olduğu farklı dalga boylarında salınım yapan ve bir diğerinden çok özel şartlar dışında kopmayan istikralı enerjiler vardır. Yüksek bir çekim gücünde sıkışan ve soğuyan bunlar gibi trilyonlarca maddenin olduğu yer, zamanın bittiği yerdir.

Doğal yaşam içindeki duyum organlarımızla sahip olduğumuz algılama kabiliyetleri, bu zamanın ve maddenin aldığı son hali algılayamaz. Çünkü burası görünemez, dokunulamaz, koklanamaz bir deliktir. Uzmanlar bize buranın resmini çekip göstermektedir. Gördüğümüz şey ise sadece bir kara deliktir kosmozda.

Buraya doğru insanın seyahati başlamıştır. Tabiki macerası da. Burası keşfedilecek yeni yerlerdir. Topladığımız bilimsel bütün bilgiler buraya varıldığında “hakikata” dönüşür. Yaklaştıkça da “Tanrılarla” yüzleşilir. İnsanların tanrılarıyla buluştuğu yer burasıdır. İnsanın alacağı bu yol, uzun bir yoldur. Bir çok olasılıklar yüzünden de buraya ulaşamayabilir. Fakat insan hep bir şansı içinde yaşatacaktır.

Bu yolda giderken muhtemelen, kendisini var eden koşullarda oluşan bütün canlı türlerden birer çift DNA alacaktır ve biliyoruz ki; bu eşiği aştığında yeni bir boyuta ulaştığında, bunları yeni evrenin her tarafına saçacaklardır. Gittikleri her yerde bu dost bildikleri canlı türlerini yeniden göreceklerdir. Kim bilir?...Tanrıların cennet dediği yer beklide işte burasıdır.

Mete Kaynaroğlu
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 7,637,637,637,637,637,637,637,63
              8 Kahveci oy vermiş.
18 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Kahveci : Aziz Fethi Silahtar


YALNIZLIK PAYLAŞILMAZ

Hani bazen yazmak istersin, yalnızlığını paylaşmak için ama alırsın eline kalemi ve kalbinden gelen duygular dökülmez dudaklarından. Yazmak istediklerin aslında anlatmak istediğin , hayata olan isyanın ve sessiz bir feryattır beyninin en derin yerlerinde saklı olan. Oysaki çabalamam yersizdir çünkü yalnızlık paylaşılmaz. Yalnızlık dört duvar arasında tek başına kalmak değildir. Yağmurun ıslattığı kaldırımlara yansıyan cılız sokak lambalarının aydınlattığı sokaklarda gece yarıları tek başına yürümekte değildir. Yalnızlık yitip giden benliğini , kırılan onurunu belki bir yerlerde bulma umuduyla tek başına geçirdiğin zamanın ta kendisidir. İçindeki karanlıktan boğulmaktır yalnızlık. Yalnızlık çok bilinmeyenli bir denklemdir. Denklemin unsurları bizde , çözümü ise o unsurları bulmak için geçirdiğin zamanda saklıdır. Her şeyin cevabı zamandır. Bugün neden ise yarın sonuçtur ve her sebebin bir sonucu vardır.

İşte böyle gecelerde düşündüm yazmayı ve yalnızlığı paylaşamasam da belki yazılarımı paylaşırım düşüncesiyle kendime inatla başladım bir yerlerden yazmaya. Hep yazarlık nasıl bir meslektir diye düşünürdüm. İnsanın bazı şeyleri yazması için acaba nasıl bir ruh hali içinde olması gereklidir? Hepimiz birer yazarızdır. İnsanın hayatını yaşaması , yolunu çizmesi aslında kendi hayatını yazmasıdır.

Yazmak o kadar gariptir ki! Kalbinin derinliklerinden gelen duyguların , beyinde yorumlanmasıyla dudaklarda çiftleşen ve bir bebek gibi kelimelerin dünyaya gelmesidir. Yazıya aktarmak ise ışığa gözünü yeni açmış bebeğin kaderidir. Çocukluğumdan beri hep hayatımı yazmak istemişimdir. Yaşadığım güzellikleri , çektiğim çileleri , acıları , çocukluğumu , çok para kazanmayı , kazandıktan sonra paranın nefretini , hayatta paradan daha önemli şeyler olduğunu , büyük aşkları , yitirmeyi , gözyaşlarının değerini ... Arkama dönüp baktığımda her şey o kadar değişiyor ki bir türlü yakalayamıyorum yitip giden zamanı , değiştiremiyorum geçmişteki hataları ve dönemiyorum o eski bayramlara , dönemiyorum çocukluğumda odun sobasının önünde oynadığım o günlere.

Acılarımız bizi öyle olgunlaştırıyor ki sanki birkaç yaş yaşlandırıp savurup atıyor adeta. En kötü anlarımda bile sevdim hayatı ve sevdim yaşamayı. İyi günün değerini bildiğim gibi kötü gününde değerini bilirim. Benim içimde iyi günü iyi yapan kötü gündür. Kötü gün nedir bilmeseydik iyi günün değerini ve huzurunu kavrayamazdık. Düşünüp durdum ve vazgeçtim hayatımı yazmaktan çünkü bazı olguların değeri bizde saklıdır. Yazarı da bizizdir , okuyucusu da aynen bir ömür gibi.

Ama bazen bazı anılarımı da anlatamadan geçemiyorum. Üniversite birinci sınıf yıllarımdı ve bir bayram arefesiydi. Gecekonduların olduğu bir semtte yürüyüşe çıkmıştım. Ben bunu sık sık yaparım çünkü hayatın anlamını unuttuğum zamanlarda hatırlamak için gider oraları , yaşanan çileleri görürüm , yediğim ekmeğin , içtiğim çayın , yaşadığım günün değerini bilmek için görürüm. Gördükçe hayat kavgasını , yaşam mücadelesini ve başkaldırmayı anlarım.

Huzurun ne olduğunu öğrenmek mi istiyorsun? Git oraları gör , gör ki anla. Fakire , yaşlıya , kimsesize , muhtaca yardım et ama bunu öyle yap ki kimse seni bilmesin. Gidip de gösteriş olsun diye sansasyon yaratacak şekilde yapanlara ya da üçer , beşer kurban keserek komşusuna hava atanlara hep alaycı tavırlarla bakarak aldırışsız bir tebessüm etmişimdir.

Yürürken sigara almak için uğradığım derme çatma bakkala girdiğimde biri dört yaşlarında kız , öbürü yedi yaşlarında erkek olan iki çocuk ilk olarak gözüme takıldı. Hava çok soğuktu ve kar yağıyordu. Kalın giyinmeme rağmen çok üşüyordum. Çocukların ayağında lastik ayakkabılar vardı. Ayakkabıları o kadar eskiydi ki su aldıkları her halinden belliydi. Giysileri eski , yırtık ve çok inceydi , üstlerinde paltoları yoktu ve titriyorlardı. Büyük kardeş elindeki değeri çok küçük madeni parayı (sakız bile gelmiyordu) bakkala uzatarak çekirdek almak istediğini söyledi. Bakkalla göz göze geldik ve ben o sıra bakkala gözümü kapayarak ne almak istiyorlarsa vermesini anlatmak istedim. Bakkal gazete kağıdını küllah yaparak onlara biraz çekirdek verdi. Büyük kardeş çekirdeği alarak sen ye , benim canım istemiyor diyerek kardeşine uzattı. Gözlerim dolmuştu , sigaramı alıp çıktım , o çocukları aradım ve buldum. Para vermek istedim ama almadılar. Fakir olabilirlerdi çok soylu ve gururluydular. Isıtırcasına birbirlerine sokularak gittiler daha sonra lapa lapa yağan kara inatla. Göz yaşlarıma hakim olamıyordum , hüngür hüngür ağlıyordum annesini kaybetmiş bir çocuk gibi sokağın ortasında. Uzun bir yol yürüdüm sokağın başına çıkıp arabama bindiğimde vücudum ağlamaktan boşalmış ve öyle kasılmıştı ki arabamı çalıştıramıyordum bile.

Size soruyorum bunları gördükten sonra siz olsanız dört elle sarılmaz mısınız hayata? Hayatın adaletsizliğine isyan etmez misiniz? Duyarsız kalan insanlardan tiksinmez misiniz ve binlerce insanın içinde yalnızlık hissinden boğulmaz mısınız? Ben kendimi bildim bileli parayı bir amaç değil de araç olarak gördüm. Ben böyle bildim ve böyle büyüdüm. İşte o gün başımı kaldırıp baktığımda gökyüzüne çok çok çok daha da çok kazanmaya yemin ettim. Lüks yaşayıp , pahalı spor otomobillere binip , sahte mutlulukları aramak için değil en sosyetik gece kulüplerinde. Yardıma ihtiyacı olanlara yardım etmek , okuyamayan yüzlerce kızımızı , oğlumuzu okutmak için işte o gündendir didinip duruyorum. Araştırıyorum , okuyorum ,öğreniyorum , mücadele ediyorum , çalışıyorum ve kazanıyorum. Sırf biraz da olsa değiştirmek için bu kısır döngüyü. Her gün uyanıp baktığımda aynaya kendime bir önceki güne inatla yeniden söz veriyorum bu emelimden hiçbir zaman caymayacağıma. Her gün yeniden doğuyorum. Huzurun , mutluluğun , paylaşmanın ve sağlığın paradan daha önemli olduğunu biliyorum. Ve umut ediyorum keşke bunu herkes anlayabilse.

Ben ne iş mi yapıyorum?
Henüz yirmi üç yaşındayım ve ailemin...

Sağlık, mutluluk ve huzur dolu günler sizin olsun HOŞÇAKALIN...

Aziz Fethi Silahtar
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,208,208,208,208,208,208,208,20
              15 Kahveci oy vermiş.
10 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, aşağıdaki adresten tek tıklamayla zevkle okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın... Ayrıca bugünden itibaren duygu ve görüşlerinizi yorum olarak yazabilirsiniz.
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_1.asp

Devamı yok. BİTTİ

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Bu romanı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,578,578,578,578,578,578,578,578,57
              445 Kahveci oy vermiş.
58261 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Dost Meclisi



Fotoğraf: Gülendam Z.Oğuz

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
Kahve Molası bugün 5.287 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

Yukarı

 

 Tadımlık Şiirler


SİZ ÇALMADINIZ, BEN SOYULDUM

Düşlerimdeki düşbozumlarım,
Bozduklarım
Bozdurduklarım
Dürtüp kurup kırdıklarım...

365 kerelerde kurduklarım
1 imiş, birdenmiş yıkıntılarım
Yıktıklarım
Yıktırdıklarım...

Açı kaymış, boşluklarım,
Kum olan duvarlarım,
Dalgalara tevekkülle, surlarım.
İhtilallere peşkeş zapt olunan umutlarım...

Gündoğumlarından ilk; demir iradeyle kararlılık,
Gün batmadan paslı mağlubiyeti 4 paket tütünün
Ki,geçen gün gibi en ucuzundan...

Aldıklarını sandıkları bende duruyor.
Ben verdiklerini iade etmek istiyorum
Hani, haksızlık olmasın!

Hadi şimdi uykuya düş
Sıvan...

Emel Olukoğlu

Yukarı

 

 Biraz Gülümseyin




Bizim duşakabinde yıkanacak hali yokya!..

Yukarı

 

 Kıraathane Panosu


İstanbul için Son Hava Durumu
Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü
Ankara için Son Hava Durumu
Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü
İzmir için Son Hava Durumu
Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü
Kaynak: http://www.meteor.gov.tr

Yukarı

 

 İşe Yarar Kısayollar - Şef Garson : Akın Ceylan


http://www.medikalsozluk.com Medikal dilde bilmek istediğiniz kelimelerin, hastalıkların ve terimlerin tamamını bulabileceğiniz, sözlük tadında bir kaynak. Mesela grip seçeneğini tıklıyorsunuz hemen size …Tıp dilinde influenza adı verilen bu hastalık bulaşıcıdır. Grip olan kişinin nefesindeki damlacıklarla yayılıp, salgın hale gelebilir. Paçavra hastalığı da denir. Aniden başlar ve devamlı olarak ateş yükselir… şeklinde bir açıklama getiriyor. Bilmekte fayda var.

…Otomobilin yolla temasını sağlayan tek unsur olan lastiklerin önemi göz ardı edilmeyecek kadar büyüktür. Bu nedenledir ki sürüş güvenliği açısından lastikler hayati önem taşır. Yanlış basınç uygulanmış bir lastik kötü yol tutuşa ve fren mesafesinin uzamasına neden olacağı gibi, balans bozukluğu bulunan bir lastik de yolla teması azaltıp hayati tehlikeye neden olabilir… devamını merak edenler için kaynak :
http://www.e-kolay.net/arabam/lastik/lastik.asp

…İdeolojik olarak iyi bir eğitim almış, belirli bir güven vermiş ve yeterli olgunluğa kavuşmuş örgüt mensupları, silâhlı mücadelenin bir gereği olarak, bu yönden temel eğirime tabi tutulmaktadırlar. Temel eğitim içerisinde, örgütün elde edebileceği her türlü silâhın kullanımı, nasıl eylem ve suikast düzenleneceği, fiziki kondisyon ve zor şartlara mukavemet sağlamaya yönelik eğitimlerin yanı sıra, bomba yapımı, bombalı eylemin nasıl düzenleneceği gibi daha teknik ve ileri seviyede eğitim de verilmektedir… Tarzında bir yazı okuduğunuzda, bu da nereden çıktı demeyin. http://www.teror.gen.tr kısayolunu tıkladığınızda ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız. Terörsüz ve mutlu günler dilerim.

…I will not say, Dear Members, it was -- for us the İzbuls and our neighbours -- just one of those crazy weekends... No, it was not! It was the craziest ever!! The sort of thing one would hope and pray never to happen in a lifetime... Türkler için pratik İngilizce eğitimi için eğlenceli bir web sayfası http://www.oursworld.net/ingilizce-ders/pratik-ingilizce.htm Yalçın bey’e teşekkürler.

http://www.gittigidiyor.com/php/listele.php?nick=kahvemolasi
Meşhur müzayede sitesi e-bay in Türkiye'deki son derece başarılı uygulaması. Kahve Molası Fincanları için de güzel bir şans. Fincanlarımıza çok ucuza sahip olmak mümkün. Tıklayın peyinizi sürün.

Yukarı

 

 Damak tadınıza uygun kahveler


Universal Document Converter V3.01 [3,18 MB] 98/ME/NT/2000/XP Deneme
http://www.print-driver.com/download/udc.zip?event1=download_en
Güzel bir yardımcı program. Kullandığınız herhangibir programdan resim elde etmek mümkün. Örneğin woed dökümanını açıyor ve UDC'ye print ediyorsunuz, alın size dökümanınızın jpeg veya tiff resmi. Yada bir web sayfasını resim halinde bilgisayarınızda saklayın. Hepsi mümkün. Tam sürümü 44.95$. Arşivleme yapan herkese tavsiye olunur.

Yukarı





Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



SON BASKI (HTML)

KAHVE YANINDA DERGi

Hoşgeldiniz
Arşivimiz
Yazarlarımız
Manilerimiz
E-Kart Servisi
Sizden Yorumlar
KÜTÜPHANE
SANAT GALERiSi
Medya
İletişim
Reklam
Gizlilik İlkeleri
Kim Bu Editör?
SON BASKI (HTML)
YILDIZ FALI
DÜNÜN
ŞARKILARI





ÖZEL DOSYALAR

ATA'MA MEKTUBUM VAR
Milenyumun Mandalı
Café d'Istanbul
KIRKYAMA
KIRK1YAMA
KIRK2YAMA
KIRK3YAMA
ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
Teröre Lanet!
Kek Tarifleri
Gezi Yazıları
Google
Web KM













Fincan almak ister misiniz?
http://kmarsiv.com/sayilar/20050208.asp
ISSN: 1303-8923
8 Şubat 2005 - ©2002/05-kmarsiv.com
istanbullife.com