ABONE OL!



Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 3 Sayı: 679

Sisteme gir!

Merhaba Sevgili KM dostu, hoşgeldiniz!

 11 Şubat 2005 - Fincanın İçindekiler

 

 Editör'den : OCAK-ŞUBAT 2005 / SAYI : 1


ABONE OL!
      " Merhabalar Kahve Molası'nın sevgili gönül dostları. Elinizde tuttuğunuz bu dergiye karar verdiğimizde aklıma ilk gelen kelimeyi bir kenara not almışım. Rüya! Evet bu bir rüyanın hayra yorulup gerçekleşmesinden başka bir şey değil. 2002'nin Nisan ayında türlü problemlerin arasında internette can bulan Kahve Molası günler geçtikçe filizlendi, boy attı ve 3 tam yıl sonra göğsünü gere gere şu elinizde tuttuğunuz dergiye hayat verdi.

      Sanal yani varmış gibi görünen ama aslında yok farz edilen bir mecrada, duygularını yazarak dile getirenlerin, paylaşmayı arzulayan yüreklerin bir araya geldiği bir platform oldu Kahve Molası 3 yıldır. Gerçek amatörlerin, en profesyonellerine taş çıkarır yeteneklerini sergilediği Kahve Molası Dergisi internette uyguladığı yöntemi aynen dergisinde de sürdürmeye kararlı. Kahve Molası, lafla peynir gemisi yürütenlerin, çok laf edip hiçbir şey söylemeyenlerin dergisi olmayacak. Tam aksine duygu ve düşüncelerine cesaretlerini de katanlar, her zaman olduğu gibi, dergimizde bir araya gelecek ve "İşte bu benim!" diyecekler.

      Sevgili gönül dostlarım, yoktan var olan bu dergiyi baştan sona okumanızı öneriyorum. Tüm beceriksizliğimize rağmen, dökülen her ter damlasının, her satırda bir küçük leke bıraktığını göreceksiniz. Onlarca zorluğa, tutmayan hesaplara karşın hazırlayabildiğimiz, elinizde tuttuğunuz bu dergiyi kütüphanenizin bir köşesinde saklayıp, zaman zaman çıkarıp okuyacağınızı biliyorum. Sizden tek bir ricam var. Bu dergiyi palazlanmış bir yayın olarak değil, yüreklerinde insan sevgisi taşıyan gerçek amatörlerin ortak çabasıyla ortaya çıkmış bir ürün olarak değerlendirmeniz. Gerçek işlerimizden ayırdığımız sürelerle sınırlı çalışma ortamımız yanlış yapmamıza ya da yaptığımız yanlışları görmememize neden olmuş olabilir ama inanın Kahve Molası olarak niyetimiz sizlere kendimizi kanıtlamak. Karşılıksız vermenin o kendine özgü hoş tadını alırken, hiç beklenmedik bir tebrik mesajıyla göklere çıkmak en büyük kazancımız olacaktır. O nedenle her şeyin en iyisi için çalışmalarımızı sürdüreceğiz. Katılımlarınız bizlere güç verecek, en iyiye en güzele varmamızı kolaylaştıracaktır.

      Kahve Molası Dergisi'nin bu ilk sayısında bizlerden yardımlarını esirgemeyen, görsel anlamda dergimize çok şey katan sevgili Murat Lafçı'ya, yüzümü bile görmediği halde koşarak işin ucundan tutan sevgili Gülşah Seral Aksakal'a, dizgi ve grafik tasarımını benim türlü kaprislerime göğüs gererek gerçekleştiren sevgili Ahmet Deniz ve ekibine ve tabi ki yazılarıyla dergimizi onurlandıran tüm gerçek yazar arkadaşlarıma huzurlarınızda bir kez daha teşekkür etmek istiyorum.
..."


Kahve Molası Dergisi'nin ilk sayısına yazdığım başyazının bir bölümünü okudunuz. Gerisi ve tüm içeriği iyisiyle kötüsüyle bize ait dergimizde. Abonet aracılığıyla abone olanlar bugünden itibaren dergilerini almaya başlayacaklar. Sizlere en kısa yoldan ulaşmanın yollarını da aramaktayız. Eğer içinizde yardımcı olabilecek, bölgesinde dergimizi dağıtabilecek dostlar varsa kendilerini duymak isterim.

Pikaba bizden bir grubun bir cover şarkısını koyuyorum. MARA çalıyor, Kaderimin Oyunu. Hepimize herşeyin en güzelini diliyorum. Esenkalın.

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

17 Mesaj/Yorum var. Mesaj/Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

Cumhur Aydın

 Önce İnsan : Cumhur Aydın


  Tüm fabrikaları kapatalım, bütün işyerlerini özelleştirelim!

Ekonomiden hiç mi hiç anlamam. Yaşamımda en çok zamanında Boğaziçi Ekonomide okumamış olduğuma hayıflanırım. Düşünebiliyor musunuz Hocalarız Deniz Gökçe üstat ve Tansu Çiller örneğin. Deniz Hocayla futbol üstü basketbol, az tenis ve vakit kalırsa ekonomi konuşur, bilgelik denizlerine yol alabilirdim. Ya Tansu Hocayı ıskalamama ne demeli? 'Herkese iki anahtar' teorisinin anlamını ve uygulanabilirliğini araştırma yolunda dünyanın önde gelen ekonomistlerinden on ikisinin yaşamlarına son verdiğini ya da ömürlerinin yeterli olamadığını yazıyor değişik kaynaklar. Bereket politikacılar Hocamı halkıyla buluşturdular da, önümüz ve arkamız açılıverdi işte ondan sonra.

Ekonomi cahili olan yalnız ben miyim? Heyhat olur mu? Kurban bayramı öncesi arife gününden bu yana İzmit Seka İşçileri kapatılmakta olan fabrikalarına kapanıp, direnişe geçtiler. Her yıl bilmem kaç milyon dolar zarar eden bir fabrikanın, modernizasyonla yaşatılmasını savunuyor ekonomiden anlamaz zavallı biçareler.Yalnız ekonomi cahili olsalar iyi. Deniz kenarı koca fabrika arazisi gezinti parkı haline getirilecek, dolaylı olarak buna da karşı çıkıyorlar, bu da en hafifinden çevre düşmanlığı.

Peki açlığa mı terk edilecek yedi yüz kusur işçi. Kuşkusuz hayır. Bir kere sekiz aylık maaşlarına karşılık gelen toplu bir para alacaklarmış. Sonra da eğer isterlerse İzmit Belediyesi onları asgari ücretle de olsa işe sokacakmış. Burun kıvırıyorlar. Tabi alışmışlar memleketin durumunu görmeden hovardalar gibi para alıp, harvurup harman savurmaya. Fabrikanın bu durumu böyle devam ederse, her yıl altmış milyon doları bulan iç ve dış faiz ödemesinin çok küçük bir bölümü de olsa tehlikeye girecek; bunu bekleyenler var, ülkemizin itibarı az buçuk sarsılacak, bu bile umurunda değil bu vurdumduymazların. Hani dilim varmıyor ama vatan hainliğinin başka tanımları aklıma geliyor.

Dahası Balıkesir Seka'nın özelleştirilmesinde içerdeki makine parkı ya da arazi bedelinin bile altına satış yapıldığını savlıyor sendika. Bu zor durumda şu ülkenin bir avuç müteşebbisi para çıkarıp, denkleştirip ülkesinin faiz borçlarını ödemeye katkıda bulunuyor, yeni borçlar alınması uğraşında çorbada bir tuzu olsun diye kıvranıyor, onu da beğendiremiyor beylere. İnsaf, allahtan korkun be!

Yok bilmem neredeki modern kağıt fabrikası da bilerek çalıştırılmıyormuş, yok IMF hiçbir yaşamsal sektörde sübvansiyon istemiyormuş, falan filan. Ekonomiden anlamazsan, çağdışı kalmışsan, üstelikte ülke sevgin kıtsa, böyle atıp tutarsın işte.

Ne oldu? Süt ve yoğurt fabrikaları özelleştirildi de ne oldu? Yabancı sermaye ülkene geldi, mumla aramıyor muydun be adam? Yoğurt fiyatın mı arttı, sütü yabancı ülke fiyatlarının daha üstünde mi içiyorsun, onlardan az mı tüketir oldun, söyle ha, söyle ne olumsuzluğunu gördün? Et Balık kombinaları özelleştirildi, hayvancılığın mı sekteye uğradı, konuşsana be?

Onca hortumlanan bankanın yeniden dirilişi nasıl olacak sanıyorsun? Ekonomik dengeler burun hareketiyle mi yerine oturuyor? Köylün iki ürün üretecek yatacak, devlet desteği diye zırlayacak, işçin sendika, grev, ücret artışı diye atıp tutacak. Peki bu ülke faizlere nasıl para yetiştirecek, borsa nasıl ayakta duracak, büyük medya mensuplarına ayda elli bin dolarlık maaşlar nasıl ödenecek? Borçlar nasıl çevrilecek, nasıl yeniden borçlanılacak? Yeni alışveriş merkezleri açmaya ünlü firmalar nasıl gelecekler? Bütün bunları düşünen, kafa yoran yok ama.

Özelleştirmeyin. Kapatmayın. Vatan, toprak. Seksen yıl öncesinin zırvaları.

Keşke alıcısı çıksa da, Telekom'u, Tüpraş'ı, Erdemir'i, limanları hep bir an önce özelleştirebilsek. Yok efendim özelleştirmelerde büyük sayılarda işçi çıkarmaları oluyormuş. Olacak tabi. Elin oğlu, ekonomi pratiğin kitabını yazanlar senin yan gelip yatmaya alışmış, şişirilmiş sayıdaki işçileri sırtlarında taşımaya mecbur mu canım? Adam deve yüküyle sana para vermiş bilim ve planlama dışı kimi yatırımlarını finanse etmek için, bir de fakir fukaranı mı doyuracak? Açarsın aş çadırlarını, dağıtırsın belediye yardımlarını ölmez insanların, üstelikte yardımlaşmanın minnet dolu olmanın hazzını yaşar fukaralar.

Ne olacak ekonomi cahilliği, dünya ve değişim cahilliğini de getiriyor peşi sıra. Hadi ekonomiden anlamıyorsun be cahil insan, su dizilerden fırsat bulup dünyayı da mı izlemiyorsun? Sınır mı kalmış, bayrak mı? Sosyalizm, sosyal demokrasi tarih olmuş, Irak gibi sefil diktatörlük rejimlerine uluslar arası sermaye azcık zayiatla da olsa (müttefik askerlerini kast ediyorum) demokrasi getiriyor, onu da mı anlamıyorsun?

Gazetelerin köşe yazılarını da mı okumuyorsun?

Sağlık hizmetleri de, emeklilikte özelleşecek, eğitim de. Var mı bunun başka yolu? Bu ekonomi dengeleri nasıl kurulacak, nasıl kollanacak? Sermaye, zenginlik kuşkusuz belirli yerlerde birikecek ki, bunlar dünyanın başka zibidi köşelerinin demokratikleştirilmesi, kaynaklarının dünyanın daha farklı insanlarınca da paylaşılması uğruna harcanabilecek.

İşte efendim, aslında umurunuzda olmadığından emin olduğum Seka İzmit işçilerinin direnişi böyle bir deli zırvası, ekonomi cahilliğinin, dünya değişim dengelerinden bi haberdarlığın ve ülke sevmezliğin tezahürü olarak sözüm ona sürüyor.

Yıllardır aynı şeyi söylüyorum. Efendim bu ekonomi ulemalarının üniversite kampüslerini de gezen televizyon programları bence liselere de gitmeli, hatta ilköğretim okulları ve imkan dahilinde anaokullarına ulaşmalı. Dünyada atı alan üsküdarı geçmiş, biz yaşken eğiltilmemiş ağaçların tutuculuklarına değişimleri, gecikerek de olsa çağdaşlığı yakalamayı ıskalıyoruz. Avrupa Birliği üyelik şansımızı zora sokuyoruz.

Tüm demode fabrikalarımın kapatılmasına, tüm kar eden liman ve işyerlerimin özelleştirilmesine yardımcı olmasını yüce tanrıdan niyaz ediyorum.

Ona yalvarıyorum. Beni daha az insan sever daha çok ekonomi bilir kılsın.

Cumhur
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,889,889,889,889,889,889,889,889,889,88
              8 Kahveci oy vermiş.
9 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

Mehtap Akdeniz

 Ters Köşe : Mehtap Akdeniz


   Hindigo anneler + Frigo babalar = İndigo yavrucaklar...

Bir yandan yemek yiyor, bir yandan da ATV haberlerini dinliyorduk. Sofrada asayiş kontrol altındaydı. Fakat birden bir haber asayişi kontrolden çıkarıverdi.

- Bu ne be!
- Hakikaten bu ne be! Abardı artık bu mesele.

Haberlerden gelen ses: Zeki, bilgece konuşan, yetenekli ve biraz da anlaşılmazlar... Uzmanlar yeni bir dünya düzeni kuracaklarına inanılan "İndigo çocuklar"ın gerçekten özel olarak gönderilmiş varlıklar mı yoksa zamane çocukları mı olduğunu araştırıyor. Beyinlerinin her iki lobunu da mükemmel kullanan indigo çocukları anlamak için onlara yetişkin gibi davranmak gerekiyor. Aynı anda birden fazla konuyla ilgilenebiliyorlar. Kendilerine saygı duyulmasını, ciddiye alınmayı istiyorlar. Verdikleri cevaplarla herkesi şaşkına çeviriyorlar. Bunlar zamane değil, indigo çocuklar. Uzmanlara göre beyinlerinin sağ ve sol loblarını mükemmel kullanan bu çocuklar geleceğin çocukları. Onları anlamak için biraz çaba göstermek gerekiyor.

- Böyle afaki bir konuyu, nasıl aynıyla vaki haber gibi sunarlar?
- Yaw bu resmen haber değil; Piar. Mis gibi kurgu, montaj, kadraj var.

Haberlerden gelen ses: Kristal Çocuklar, İndigo Çocuklar'dan sonra dünyaya gelmiş olan yeni kuşaktır. Aşağı yukarı sıfır ila yedi yaş arasında bulunan bu kuşak önceki kuşaklardan farklıdır. Birçok bakımdan ideal olan bu çocuklar insanlığın nereye doğru yöneldiğini göstermektedirler... Ve bu çok olumlu bir yöndür! Bu çocuklar, İndigolar gibi son derece pisişik ve duyarlıdırlar, ama onlar gibi savaşçı ruhlu ve öfkeli değil; mutlu, bağışlayıcı ve sakin yaradılışlıdırlar.

- Ben acilen bir taramalı kursuna yazılacağım.
- Taramalı kursu ne?
- Tek tek kurşun beni kesmez artık! Tarayacağım bunları.

Haberlerden gelen ses: Kristal Çocuklar içsel ve dışsal olarak çok güzeldirler; gözlerine bir kez baktığınızda, onlardaki Tanrısal sevgiyi ve bilgeliği görebilirsiniz. Onların auraları parlak ve harelidir; onlar adeta içlerinden ışık saçarlar! Onlar geçmiş yaşamlarından, uzak galaksilerden, barış ve sevgiyle ilgili derin iç görülerinden söz ederler. İstanbul'da açılan yuvada indigo çocuklara özel bir eğitim uygulanıyor...

- Al işte buyur buradan yak!! Bu resmen bir çocuk yuvasının reklamı. Haberlerde hem de. Olamaz böyle bir rezillik. Ali Kırca'da gözümden düştü.

Haberlerden gelen ses:( görüntüde bir uzman(?) ) "Ebeveynler olarak, çocuklarımız gözümüzün bebekleri olduğu için onları çok akıllı, çok mükemmel, çok çalışkan, her şeyin en iyisi noktasında görme eğilimimiz var. Ancak bazı çocuklar var ki aramızda gerçekten çok özeller. Özel olduklarını algıları açık ve objektif bir ana-babaysanız görebiliyorsunuz zaten... "İndigo" aslında bir yaşam renginin adı. Parapsikoloji ile haşır neşir olanlar bilirler; hepimizin bir yaşam rengi var. Çivit mavisi ise bu özel çocukların yaşam rengi. Sayıları çok az olsa da Amerika'da bu çocuklar için farklı eğitim sistemleri geliştirmiş okullar var. "

- Reiki, meditasyon derken spritüel akımlara millet kendini kaptırırsa böyle tezgahlardan daha çok kurulur.
- Yazı yaz!
.......
Olacağı buydu aslında, niye hayret ediyorum ki? Önce kariyer, sonra Katmandu derken en sona çocuk bırakılırsa olacağı budur! Çocuklar giderek eskiden sahip oldukları doğallığından uzaklaştırdığından beri, sosyal alanda bir sorun alanı olmaya başladı gerçekten.

Peki ne oldu da 'çocuk' sorun alanı olmaya başladı?
Basit!. Eskiden anneler annelik yapardı. Babalar babalık; çocuklar da çocukluk!
Sonra, durum değişti. Evlilikler ve dolayısıyla aileler ekonomik bir çözüm olarak kurulmaya başlandı. Her konuda eğitimli anne bu içgüdüsel duruma adapte olamayınca topu taca attı. Çünkü bu çağın çocukları başkaydı, bu kadar dış uyaran karşısında çocuk bildiğimiz çocuk olmaktan çıkarılmıştı. Eski zaman annesi gibi evde börek, kek, kola yapma hakkı da elinden alınan yeni zaman annesi 'Ben bu işi beceremedim, çocuk bir acayip oldu' demektense, durumunu ekonomik şartların ağırlığına ve çalışma zorunluluğuna bağladı. Anneler annelik yapmaz, dadı tutar oldu. Babalar babalık yapmaz, çocuk uyumadan eve gelmez oldu. Çocuklar da, gün boyu sokakta koşup oynayan, okul zamanı okula giden, cam kıran, kedi kovalayan özelliklerini yitirdiler. Ailelerin boş vakitlerinde oynaştıkları maymunlar oldular.Ailelerin hiç bir ilişki kurmadıkları, ne istediklerini bile tam olarak anlayamadıkları çocuklarını deli ettikleri yetmedi bir de yeni ulvi kılıflar uydurmaya başladılar. Neymiş bu tuhaf yaratıklar uzaydan gelmişmiş, indigo çocuklarmış hepsi... Şu hindigo anneleri ve frigo babaları dizimin üstüne yatırıp bir güzel pataklayayım da görsünler indigo çocukların nereden geldiğini.

Süper pazarlama fikri 1
Önce hindigo anneyi tanıyalım. Tüm konsantrasyonunu mükemmeli yakalamak ve kendini kakalamak üzerine kurduğundan, dik meme; süper kariyer; zeki kelle; pürüzsüz ten; taş gibi kalçalarından çıkan yavrucağı -bütün ilgisizliği ile- aileden dışarı,dadısının kollarına atmakla yetinmeyip, tamamen bu dünyanın dışına fırlatanlara hindigo anne diyorum ben. Bu hindigo, yaşı ya da içi geçmiş frigo babaya da olayı 'Aşkım biliyor musun? Ben sana mucizevi bir çocuk yapmışım. Çocuğumuz sorunlu değil... indigo!' şeklinde pazarlamaktadır. Bana göre 'Bak babalık bu çocuk senden değil', demekten hiçbir farkı olmayan bu duruma frigo baba da sevinir. 'Ne diyorsun? Demek çocuğumuz benden ama indigo! Yaşasın!!!!'.

Frigo babayı tanıtmaya bile gerek yok ama merak buyuranlar için bir iki satır yazalım bari... Frigo baba bir nevi dondurulmuş sperm bankasıdır. Hayatın gailesi içinde tüm fonksiyonlarını yitirmekte olduğu bir anda, buzluğa kaldırıp koyduğunu sandığı hislerini ısıtıveren ilk yavruyu elinde tutmak için varını yoğunu sperm olup akıtmış "fedakar insanoğlu" diye tanımlayabiliriz onları... Böyle sorunlu bir sosyal karmadan ne çıkabilir ki?? Elbette ki sorunlu bir sosyal fenomen. Yani İndigo!!!

Elbette böyle bir ailenin çocuğu gözlerini fal taşı gibi açıp şaşkın şaşkın bakacak etrafa. Oyalansın diye eve doldurulan tonla tüylü canlı ortalarda dolanırken çocuğun hayvan sevgisi ile dolu olmasından daha normal olan nedir? Anneciğinin posdişlerini sevmesi mi? Neyse işin bu pazarlama kısmı yeterince anlaşıldı sanırım artık buradan diğer konuya, yani gerçek kumpasa geçebilirim.

Süper pazarlama fikri 2
İndigo çocuklar konusunu bundan dört sene evvel duydum. Ve şu meşhur kitabı da (İndigo Çocuklar Lee Carroll, Jan Tober) yaklaşık 3 sene evvel okudum...

'İndigo Çocuklar, dünyaya -dünyayı değiştirmek üzere- yeni bir bilinç ve enerjiyle gelen bilge varlıklardır. Onlar şu sırada çocuk ya da genç yaşta bulunmaktadırlar. Bu çocuklar çevreleri tarafından anlaşılmamakta, onlara çoğunlukla Uyumsuzluk, Dikkat Eksikliği ya da Hiperaktiflik tanıları konulmakta, ve bu üstün zekalı ve yetenekli çocuklar sonuçta ilaçlarla uyuşturulup harcanmaktadırlar. Oysa onların dengeli, uyumlu ve mutlu bireyler olarak yetişip tüm insanlık için son derece önemli olan misyonlarını gerçekleştirebilmeleri için ana babaları, öğretmenleri, doktorları ve tüm çevreleri tarafından anlaşılıp desteklenmeleri gerekmektedir. Bizler bu çocukları ve onların olağanüstü özelliklerini tanımalı, onlara sevgi ve saygıyla rehberlik yapmalıyız.'

Son derece aklı başında bir anlatımı vardı, bilimsel bile denebilirdi. Hatta kitabın içinde pek çok yerde kendi çocuğumu bile buldum. Her elime aldığıma, her duyduğuma inansam deli deli 'bu çocuk indigo' diye ortalarda dolanır ve şimdilerde de toptan rezil olmuş olurdum ele güne.

Kitap hiperaktif çocuk sahipleri için tezgahlanmış, süper ruh ferahlatıcı anlatımı var. Malumunuz son zamanlarda psikolojik alan konusu olan hiperaktif çocuklar gerek eğitimlerinde yaşadıkları sorunlar, gerekse sosyal alanda yarattıkları zorluklar ile ailelere ciddi sıkıntı yaratıyorlar. Bu çocukların pek çoğu ise, ailelerinin konuyu kabullenmemesi yüzünden son derece sıkıntılı bir çocukluk geçiriyorlar. Lee Carroll işte tam bu noktada son derece zekice bir manevra yaparak, hiperaktif çocuk sahiplerinin ruhlarını ferahlatıcı sihirli kelimeyi bulmuş. Çocuklarınız hiperaktif değil, yani hasta değil; ÖZEL!

İşte müthiş pazarlama taktiği diye ben buna derim. İnsanlara duyma ihtiyacı içinde oldukları şeyi söyle ve malı sat!!!. Malı bana bile sattılar ya helal olsun...

O zamanlar 1991 doğumlular henüz 9 yaşlarındaydı ve kitaptaki tariflere pek uyuyordu benimki. Ya şimdi? 13 oldu. Gözlerine kalem çekiyor, düşük bel pantolon giyiyor, derslerden sıkılıyor ve kıl kuyruk peşinde bütün gün. Hiçbir şey umurunda değil, dünya yansa yaz geldi sanacak. O duyarlı, ağırbaşlı, iri gözlü indigodan eser kalmadı. Sanırım uzaylılar 1991'lilerden ümidi kesti.
Sıra geldi kristal çocuklara...

Süper pazarlama fikri 3
İşte süper bir pazarlama fikri daha size... 0-7 yaş grubu ne demek? Yuva çocuğu demek değil mi? Aferim.
Yani hedef kitleyi doğru saptayalım öyle değil mi?. Konu ile ilgili internette söyle bir dolanın. Bakalım sizin de dikkatinizi aynı şey çekecek mi? Bütün konu ile ilgili metinler hemen hemen aynı. Türkiye'de bazı medya organlarında çıkan haberler bir bakın sonra. Bütün metinler ve fotoğraflar tamamen aynı. Hatta demeçleri veren kişiler de aynı.
Yani? Bu ne demek biliyor musunuz? Bu bir paralı reklam, bir halkla ilişkiler faaliyetinin ta kendisi.
Suadiye'de kristal çocuk toplayan bir yuvanın tanıtımı için yapılmış. Bizim meslekte haber-ilan olarak fiyatlandırılan bir çalışma. Tamam buraya kadar bir sorun yok. Benim o yuva sahiplerine diyecek tek lafım olamaz. Parasını ödemişler, reklamlarını yayına sokmuşlar. Lafım bunu haber gibi sunan kendini bilmezlere. Para uğruna önüne gelen her haber kasetini ana habere takanlara, her basın bültenini dergisine kapak yapanlara.

Elimizde çocuğuyla ilgisiz bir ana-baba kitlesi var; faydalanalım!!! Ticari bir bakış açısıyla kitap yazma, yuva kurma gibi bir faydacı-yaratıcı fikre kim ne diyebilir ki? Medyanın da dini imanı para değil mi? Benim de kızdığım şeylere bak...
Gelelim indigo propagandası yapan dostlarıma. Maalesef böyle dostlarım var. Bu siteyi okuduklarını da biliyorum. Bakalım bu diyaloğu hatırlayan çıkacak mı?

- Geçen gün bir müsamerede indigo çocuk gördüm. Gidip annesini uyardım
- Ne yaptı çocuk?
- Gösterinin ortasında kendini yere attı ve 'ben böyle saçma bir oyunda oynanam' diye tepindi
- Biz buna indigo değil, şımarık diyoruz
- Hayır, indigo çocuklar böyle, sen kabul et, etme.
- Bak kızım, özel okullarda var bu indigolar sadece, sence neden?
- Alakası yok okullar değil, aileler seçilmiş.
- Hayır! Hepsi şımarık, dadı bozması da ondan!
- Saçmalama!
- Sen saçmalama. Mayıs ayında bütün özel okul müsamerelerini gez bak, hepsi böyle şımarık çocuk dolu.
- Tepkisel bunlar, şımarık değil. Mutlak bir otorite karşısında zorluk yaşarlar.
- Özel okullarda para için bunlara kimse laf edemiyorlar. Sorun burada. Tam tersi otoritesizlikten çığ gibi büyüdü bunlar.
- Seninkiler de indigo. İster kabul et, ister etme.
- Nereden çıktı bu?
- Çünkü onlar hiçbir şeyi yapmış olmak için yapmak istemezler. Onlar geçirilen her andan somut bir ödül beklerler. Onlara zorla bir şey yaptıramazsınız, karşı koyarlar. Çünkü onlar önce kendilerine inanırlar. Senin çocukların da böyle.
- Benim hiç bir katkım yok yani? Uzaylılar becerdi bunları öyle mi?
- Sen seçilmiş bir annesin sadece o kadar!
- Bana hakaret ettiğinin farkında mısın sen?
- Kabul et etme... Kızın indigo, oğlun da kristal.
- Bana bak, benim çocuklarıma böyle abuk subuk yaftalar yakıştırma... Niye böyle bir ayrımcılığa sürüklüyorsun çocuklarımı? İleride ben indigoyum, kristalim, daha beteri çok özelim desinler diye mi?
- Ee ne olur derlerse, sence ne cevap alırlar?
- X'tir git be...

Süper pazarlama fikri 4
Aykut Gürel bir zamanlar Serdar Ortaç'ın 'karabiberim' kasedi yok satarken, 'Türk Pop'nun hali ne olacak?' Konulu bir açık oturuma katılmış ve Serdar Ortaç'a dönüp şöyle demişti, hiç unutmuyorum. 'Senin bu yaptığına müzik değil, ticaret denir. İleride kimse seni hatırlamayacak'.. Serdar Ortaç'da ona dönüp şöyle cevap vermişti. 'İleride görüşürüz, sen de bu sözünü sakın unutma'... O gün bugündür bu günü bekler dururdum. Sonunda haber Hürriyet gazetesinden geldi.

Aykut Gürel, klasik çocuk şarkılarının dışında farklı bir çocuk albümü yapma düşüncesiyle yola çıktığında tanışmış 'indigo çocuk' kavramıyla. İndigo çocukları bilimsel olarak araştırmak istediğinde, akademik çevrelerin bu kavrama sıcak bakmadığını görmüş ve indigo çocukların gittiği bir anaokulunu ziyaret etmiş. Yuvada eğitim gören zeki, uyanık ve lider ruhlu çocuklardan çok etkilenmiş. Oradaki çocuklarla konuşmuş, yuvanın sahibi Ayla Hanım'dan ve internetten bilgi toplamış. 'Akademik çevreler indigo çocuk kavramını kabul etmiyor ve indigo çocuk olarak kabul edilen çocukların hiperaktif olduğunu söylüyor. Oysa indigo çocuklar rahatsız çocuklar değil. Bu çocuklar her şeyi kolay kolay kabul etmeyen zeki, uyanık çocuklar. Mantıklı açıklamalar bekliyorlar ve çocuk muamelesi görmek istemiyorlar. Onlara nasıl davranmanız gerektiğini bildiğinizde hiçbir sorun yaşamıyorsunuz' diyen Aykut Gürel, kendi oğlunun da bir indigo olduğunu ve kendilerinin hiçbir problem yaşamadığını da ekliyor.
Yorumsuz!!!

Süper pazarlama fikri 5
Elimde bir İndigo, bir de Kristal belirtisi veren yavru var...
Var mı bu mükemmel beyinleri alıp, burs vermek suretiyle yılda 20 Milyar eski TL'den bizi kurtaracak bir güzide eğitim yuvası? Hani yani maksat okul başarınız artsın, reklamınız bol olsun. Siz de kazanın, biz de...
Öbür türlüsü insana fena koyuyor da... Okula hem güzelim indigoyu ver, hem de okkalı parayı!

Hindigo muyum ne?

Mehtap Akdeniz
mehtap@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
              14 Kahveci oy vermiş.
15 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

Ebru Kargın

 Aklıma Estiği Gibi : Ebru Kargın


  BEKİR VAR YA BEKİR...

Nerden başlasam ? Yoksa başlamasam mı ? Yoksa başlayıp da ne hissettiğime öyle mi karar versem. En iyisi ikinci şık; başladıktan sonra karar versem... Yoksa birinci şık mı, ay yani ayyy ve offf !

Peki ikinci şık da karar verdim diyelim, hangisinden başlayacağım bir de bu var. Bunu da ikinci şık gibi mi yapsam, yoksa üstünde düşünüp sıraya mı koysam. Tamam iyice karıştı, hepsine ikinci şık diyeyim, yoksa olmayacak. Sanırım olmayacak, başka bir zaman...

1 Yeni Kuruş mini parayla ilgili sorunlarım var. Yok ben sorun çıkarmıyorum kendi kendime, para sorun tek başına. 5 - 6 yaşımdaydım çok iyi hatırlıyorum 5 eski liraya tipitip sakız alıyordum yahu bakkaldan. Ne kuruşu.......... Tamam haydi yeni kuruşların hepsine de tamam, 1 Yeni Kuruş konusunda sahiden yapabileceğim hiçbir şey yok, cebimdeki parayla kavga ediyorum ya... İyi tamam, kuruşlarla büyümemiş bir neslin evladı olabilirim, ama salak değilim... 1 Yeni Kuruşun bir büyük kardeşi olan 5 Yeni Kuruşa, yabancılık çekmeden sen eski 50.000 Lirasın diyebiliyorum. Ama iş, 5 Yeni Kuruş' un da küçüğü en mini eleman 1 Yeni Kuruşa gelince kıyamet kopuyor... Bu ne kadar, eski 10.000 Lira öyle mi ? Hadi be... Çıldıracağım ya, biz eski 10.000 Liraları kullanmayı bırakalı ne kadar oldu hatırlamıyorum bile. Hatta Eski 25.000 Liraların magmaya inmesinin üzerinden bile çok geçmedi mi ? Nasıl çıldırmayacağım... Karşılığı olmayan 1 Yeni Kuruş nasıl benim kafama takılmayacak. Ne yani ben bu mini parayı etiketler üzerinde 2,13 YTL. gibi bir fiyatlandırma gördüğümde mi kullanacağız. Tamam alıyorum, al sana 2 lira bu da 10 kuruş işte bu da 3 tane 1 kuruş ya da al bu da 5 kuruş, bana 2 tane 1kuruş ver ordan ve hadi eyvallah mı diyeceğim. Diyeceksem bu ne zaman olacak ? Peki ben bunlar olana kadar şu anda elimde mevcut olan 9 adet 1 Yeni Kuruş ile ne halt edeceğim ?

Ya arkadaşlarım... Erman Bektaş daha Yeni 1 Kuruş ile henüz bu gün tanıştığı için, Yeni 1 Kuruş da mı var, seni kazıklamışlar dedi. Ve bu gün ilk kez denk geldiği mini para için bir adet sms göndermiş, kazıklanmamışsın, 1 Yeni Kuruş varmış diye... Selamet diledim ona, sms e karşılık sms le... Uğur Erdoğan'ın durumu daha bir karışık, hala bozuk YTL ile karşılaşmadığını söylediğinde, düşündüğüm artık 1 Yeni Kuruş değildi, merak etmiştim, bu adam sahiden dünyada bir yerde mi ikamet ediyordu, yoksa başka bir gezegen de mi bilmiyorum. Bana eski liralardan kaktırıyorlar, cebime hala YTL bozukları girmedi dedi, sustum. Seda Demirel' e çok güvendim, kesin sudan çıkmış balık halime iki tokat atardı. Tokatladı da sanki; sen en iyisi bir tane daha 1 Yeni Kuruş bul 10 tane olsun bütünlet, hatta ben de bir tane var, dedi. Tokat değil mi bu ? Daha ne yapsın ?

İyi de etiketler üzerinde o rakamları görene dek, bunları biriktirip, birikmişimi bütünleterek mi yaşayacağım. Neyse, neyse...

Aaaa yolda yürüyen şu kız, o kıza ne çok benziyor... Bu kız işte tıpatıp o gibi sanki... Aklıma geldi yine, şu anda yolda yürüyen bu kıza benzeyen o kız bana, senden hiç hoşlanmıyorum dedi lönk diye, direkt yüzüme hem de... Hiçbir şey hissetmedim gibiydi sanki. Hissetmedim çünkü, o kızı çok çok az tanıyorum desem yeridir. Soyadını bile bilmiyorum o kadar az yani. Senden hiç hoşlanmıyorum dedi ve susup gözlerimin içine baktı. Neden dememi istiyor gibiydi, ama ben nedenini merak etmiyordum. Hem alışıktım ben böyle şeylere, her şeyden önce birilerinin birilerini sevmiyor oluşu beni rahatsız etmiyordu. Bana göre ölüm kalım meselesi gibi ciddiye alınacak, üzerinde düşünülecek şeyler değildi bunlar. Tercih meselesiydi ve o tercihini benden hoşlanmamaktan yana kullanmıştı hepsi bu kadardı işte. Daha nedenini mi merak edeceğim bir de. Hem kız bana senden şu nedenden ötürü hiç hoşlanmıyorum demedi ki. Sadece hiç hoşlanmıyorum dedi, yani bunun bir nedeni olmama olasılığı da var, sadece şu klasik kadın halinde ki gibi tamamen hissi bir mesele olabilir. . Olasılığı da önemli değil, aramızda nedenlerin bulunacağı konular yoktu. En çok merhaba demişimdir. Belki üçüncü defa da benden hoşlanmadığını söylediği vakit görmüşümdür. Ama o kadar ısrarcı bekleyince gözlerimin içinde, bir şeyler söylemeye mecbur gibiydim sanki. Aklımdan bir şeyler geçiyordu da, söylemek istesem de halim yok gibiydi, bir ara anlatırım gibiydi daha çok. Aslında ben bu kızdan hoşlanmıştım. En azından karşındakinden hoşlanmadığını açıkça söyleyecek cesarete sahipti. Olgundu. Hoşlanmadığını söylerken de, karşısındakine düşmanıymış gibi davranmamıştı, tam aksi son derece olağan bir ses tonuyla, ne gülen ne de kötü bakan bir surat ifadesi olmaksızın son derece medeni duruyordu önümde. Aksi işte benden hoşlanmayan bir kızdan hoşlandım. Şimdi bunu ona söylese miydim, söylemese miydim, halim yoktu ya hani ? Söylemeliydim; biliyor musun, aslında sana karşı iyi kötü hiçbir şey hissetmiyordum, çünkü birbirimizin isimlerinden başka bir şey bilmiyoruz. Sen benim arkadaşımın arkadaşının arkadaşısın, ben de senin için öyleyim. Bunu duymak hoşuna gider mi bilmiyorum ama, ben senden hoşlandım, hatta sevdim. Bir cümlenle sevdim üstelik. Bir cümleydi belki de ama cesur, açık sözlü, medeni diyordu senin için. Çoğunluğun gerçek hislerini pis bir şekilde örtüp olağanüstü bir yalakalıkla canımsın yaptığı bir zamanda bulunmaz Hint kumaşından farksız duruyorsun. Ve tüm bunlar bir araya gelince de senden hoşlanmamı ve hatta sevmemi kaçınılmaz yapıyor işte.

Bunları duyunca bir tebessüm yayıldı yüzüne, teşekkür ederim dedi sevimli bir sesle. Teşekkürlük bir şey değildi bu dedim, tıpkı senin düşündüğünü söylemen gibiydi, hatta farksızdı... Gözleri yine gözlerimde, sen de aslında hoşlanılmayacak biri değilmişsin, çok önyargılı yaklaşmışım ve sanırım şimdi kendimi garip hissediyorum, dedi. Hiç tuhaf hissetme, yani ben sana iki çift güzel söz ettim diye, böyle olma. Sen yine hissettiğini aklının bir köşesinde tut, daha sonra konuşuruz bunları. Benim şimdi gitmem gerek dedim ve gittim. Gitmemin kızla ilgilisi yoktu, yetişmem gereken bir yer vardı. Olmasaydı ne olurdu hiçbir fikrim yok. Yani kızı sevdim diye dost olur muydum bilmiyorum. Dostluk kurmak için sevmek yeterli miydi emin değilim. Bazı şeylere illaki bir etiket vurmak gerekiyorsa da ben bunu kolay yapamıyorum hala... Yani, ya sev ya terk et gibi bir durum değil bu... Neyse kız, o kız olarak dursun şimdi...

Tanrım yağmur var ve arabamın silecekleri adam gibi çalışmıyor, bunun da mı ben bilmeden başına bir şey geldi. Aynı hafta içinde bu kadar şey olamaz herhalde... Birincisi bir hastane otoparkında, ikincisi bir cafe önünde, üçüncüsü sokak içinde olmak üzere üç defa arabama zarar verildi. Sol ayna, arka tampon, ve sağ yanda boydan boya çizik çeklinde çarpışan arabadan farksız. Ondan önce de park ederken önümdeki kaldırımı görmeyip biraz hızlıca dokundurmamdan dolayı ön plaka düşmüş ve cam önü plakası olmuştu. Plaka düşmeden önce de servisten yeni çıkmıştı. Yani tüm bunlar bir haftaya sığdı. Kendimi enayi yerine konmuş gibi hissettim. Çünkü ben prensip olarak bir araca kazara zarar verirsem eğer, sahibini bulmayı denerim bulamazsam da basıp gitmem, sileceğe kartımı iliştiririm ki arasın aracının zararını karşılayayım diye. Ama bana denk gelenlerin böyle prensipleri yok işte. Buna kızmamalıyım galiba... Yani aslında kızmak istesem de buna da halim yok gibi. Ama bir şey var ki ölüyken bile kızacağım kesin. Bak yine aklıma geldi şimdi...

Caddenin birinde yol alıyorken, önümü açık gördüğüm trafikte ilerliyorum. O esnada aynı zamanda torpido gözündeki acayip dağınık kasetler arasından birini bulmaya çalışıyorum. Dinlemek istiyorum ya... O da ne bir sarsıntı oluyor ve önümdeki şahane arabaya çarpmış olduğumu fark ediyorum, artık torpidoya bakmayan gözlerimle. Tamamen suçluyum, yol boş diye sonsuza dek boş mu olacak yani, e pes kendime. Durup iniyorum arabadan, tam olarak süt dökmüş kedi halimle. Çarptığım arabaya doğru ilerliyorum, sahibi kapıyı açıyor ve dışarı çıkıyor ki o da ne. Ya ben bu adamı tanıyorum hem de çok iyi tanıyorum. Aman da aman, en sevdiğim şarkıcı... En sevdiğim şarkıcının yüzünü görene dek şakıdığım çok özür dilerim, tamamen benim suçum, hay Allah tarzı cümleler birden uçuyor ve aaaa inanmıyorum hem de kimin arabasına çarpmışım diyerek yer değiştirip, oradan da hiç tarzım olmamasına rağmen, sizin şarkılarınız muhteşem, bayılıyorum a kadar uzanıyor. Son derece samimiyim, ben herkesi dinlemem, kulağım kıymetlidir, paslanmasına izin vermem. Çok sevdiğim muhterem şarkıcı, onun şarkılarını ve sesini çok seviyor olmamdan ötürü mutlu. Ben de ona çarptığım için son derece mutluyum yalan değil. En çok hangi şarkıyı seviyorsun diyor, adın neydi diyor falan filan ayak üstü laflıyoruz, kaza yapmışız tınlamıyoruz. Ben hakkında tüm düşündüklerimi sıralıyorum yine tüm samimiyetimle, bana göre tam bir sanatçı ve dinleyicisi konumundayız. Sonra aklım başıma dönüyor, kazayı anımsıyorum, anlaşabilir miyiz kendi aramızda, yoksa trafiği çağıralım mı diyorum. Yok ya ne gerek var diyor. Önemli bir şey değil ben hallederim, geçmiş olsun Ebru' cuğum senin de hasarın var diyor. Israr ediyorum olmaz diyor. İçimden diyorum ki, ben boşuna bir şarkıcıyı sevmem, hem şarkılar, hem ses, hem de olağanüstü anlayış var adamda... Çok sevdiğim şarkıcıya teşekkür ediyor, yolundan alı koyduğum, arabasına çarptığım ve gevezelik ettiğim için özür diliyorum. İyi günler diyorum, iyi günler falan demiyor. Şurada bir kahve içelim haydi gel diyor, eli işaret konumunda, karşı kaldırımda ki cafe de. Teşekkür ediyorum, çok naziksiniz diyorum ama gitmem gerek diyorum, olmaz diyor. Aslında ben kabaymışım onun yerine benim teklif etmem gerekiyormuş kahve içelim mi diye... Hem gözlerim de güzelmiş çok, öyle diyor, hayatında göz görmemiş en sevdiğim şarkıcı. Anaaaa işe bak... İsterdim diyorum ama acelem var borcum olsun diyorum, arabama binerken. Ooo öyle mi Ebru hanımcığım diyor, acelesi olan işiniz az beklesin o zaman, daha trafiği çağıracağız diyor... İnanamıyorum...

İnanamıyorum, sahiden inanamıyorum... Bu ne ucuzluk. Az önce iyi şarkıcısın, harikasın derken her şey bambaşkaydı. Ne yani insan kendini dinleyenlere böyle yapar mı, ayrıca ben onu seviyorum diye kahve içmem mi gerekiyor. Ortalığı yıkıyorum bir güzel, sonra yaşam yorgunu olduğumu fark edip trafiği beklemeye başlıyorum tek bir laf etmeden. Aklıma Cem Yılmaz' ın gösterisinden kalmış bir konu geliyor; Cem Yılmaz sahneye çıkacak, ön sırada hiç sevmediği bir protokol oluşmuş, belediye başkanı oturuyor. Sahneye adım atıyor ki o da ne 3 metrelik bir çelenk ile karşılaşıyor. Belediye başkanı incelik gösterip abartılı bir çelenk göndermiş ve sahnenin orta yerine koymuşlar. Cem Yılmaz' da belediye başkanına teşekkür ediyor ve abartılı çelenk için, ben bu kadarına layık mıyım diyor, başından o ana kadar son derece mütevazı oturan belediye başkanı, o ne anlama geldiği çok da belli olmayan cümleyi söyleyiveriyor; biz onu sizin sanatçı kişiliğinize gönderdik. Cem Yılmaz' ın cevabı yani kapak geliyor, kendisi az önce ayrıldı be... Gösteriden kalma bu hadise, o an içinde bulunduğum durumla bir çeşit paralellik kuruyor. Öyle ya ben arabasına çarptığım adamın sanatçı kişiliğine övgüler yağdırıyordum ve onun sanatçı kişiliği de kaza anında oradan ayrılmıştı. Ve kapak olmuştu bana, daha doğrusu alışmamış popoda don durmaz durumuma. Şimdi kızmaya halim yok...

Sanatçı manatçı diyince Okan Bayülgen geldi aklıma... Ve kendime verdiğim ceza. Yıllardır seyrettiğim tek programın adamı. Hakikatten benim gibi tv. kültüründen son derece uzak biri için isabetli bir seçim, onun programları. Acayip curcuna, acayip eğlenceli ve sahiden zeki. Benim harika diye nitelendirdiğim bir ukalalık şekli... Her şey bana göre son derece güzel. Yıllarca böyleydi işte. Di ama di...

Tamam adam, bu program benim istediğimi yaparım derken bana çok sevimli geliyor olabilir ama, program gecesi ve saati gelip de o gece programın olmadığını görünce insan bir duruyor iki dakika. İyi kardeşim program senin, dilediğini yap lafım yok hatta seviyorum da bu halini, ama insan bir duyurmaz mı gecenin köründe başlayacak olan programının o gün olmayacağını. Program senin olabilir ama, ben de izleyicisiyim. Ve bir zahmet bu gün evde yokuz de be... Ayrıca gelin kaynana muhabbetinin içine düştümse senin yüzünden oldu. Her programda en komik taraflarını bulup, gözümün içine içine sokup, bir yandan da iğrenç bu programlar diye bağırırken, diğer taraftansa o programa iki kişilik free bilet verdiğini biliyor olmalısın. Benim amacım bu değil deme sakın, amacın bu olmayabilir ama, izlettin ya bir şekilde orada takılıyım işte ben. Benim gibi tv. de neler oluyordan bihaber ben, sayende, her çeşit gelini, kaynanayı, damadı, onları gelmişini geçmişini...... geleceğini........ Şimdiki durumlarını, yükselen, alçalan ve konan burçlarına kadar her boklarını biliyorum. Şimdi sen programında çık bağır dilediğin kadar, ben izlemeyin diye, ne saçma diye gösteriyorum de, yemez, yemiyor da. İzledim be adam sayende... Hatta bir promosyon cümlesi bile buldum senin program için, BİR ZAGA SEYREDENE BİR GELİN KAYNANA BEDAVA ! Yayın saatleri bile aynı gün, aynı gece peşi sıra... Tesadüfe bakınız hele, tesadüfe... Yemez dedim değil mi, tuzağa düşen de, en çok bir kere yer...

Bunu ne zaman fark edersin bilmem ama, gelin kaynana travması için, seni izlemekten men ediyorum kendimi. Ta ki kendime mukayyet olmayı becerip, kontrolümü senin eline kaptırmadan izlemeyi başarana dek. Bir kişinin izlememsinin önemi olmaz biliyorum ama, kendi adıma benim seni izlememeyi seçmem ciddi bir durum... Bezdim artık ya...

...

- E sonra...
- Sonrası yok kızım işte, döndüm geldim buraya.
- Şimdi ben doğru anladım değil mi Ebru ? Sen karşıya geçmek üzere yola çıktın, biraz trafik sıkıştı, zaten yağmurda vardı, birden silecekler doğru düzgün çalışmadı.
- Evet. Önümü iyi göremiyordum.
- Ve sen dönülmesi oldukça zor bir yoldan tekrar bu yakaya döndün.
- Evet, döndüm. Aaaa gideyim istersen.
- Şimdi beni iyi dinle... Günler öncesinden belli olan o önemli arkadaş toplaşmasına can atarak yola çıktın ve vazgeçip geri geldin. Çünkü aklın takılmıştı 1 Yeni Kuruş ne olacaktı, Zaga' ya kızmamak elde değildi, yine o sanatçı geyiği vardı sonra, kahve ısmarlamak istemesi ve son hadisen yani Yeni Bir Kuruştan hemen sonra olan, seni sevmeyen kız, gelinler, kaynanalar, sümüklü oğlanlar...
- Sevmeyen değil, hiç hoşlanmayan...
- Her ne haltsa, sana ne tüm bunlardan.
- Evet elimde değil, bana ne olması gereken her şey ben de ve ben bana nelerimle yaşamaya acayip alıştım, önemsiyorum. Tek şikayetim, kendi kontrolümün ben de değil de bana nelerimde olması... Bunu halletmem gerek.
- Ve en önemli şeyler sen de değil. Ya işin var, ya aklın karışık, ya yorgunsun, ya halin yok, ya da düşünmem gerekenlerin...
- Ya biz dost değil miydik. Ya da sen hala Pınar değil misin ? Tamam neyse ya konuşmayalım artık.
- Offf ne yapacağız seninle...
- Elinin körü neyse dedik neyse...
- Hani Bekir var ya Bekir...
- Bekir kim, Bekir diye birini tanımıyorum ben.
- Ya kızım Leman' da senin en sevdiğin karakter var hani neydi ya ? Bekir işte Bekir, Bezgin Bekir.
- Eee ne olmuş ona çizeri öldürmüş mü ?
- Yok onun bir ikizi varmış meğerse, artık o da Bekir' in yanında olacakmış. İkisi bir koltukta yatıp, bezgin bezgin yatacaklarmış. Sosyal yaşamla sıfır alaka durumunda.
- Konuyla ilgisi ne ya...
- Bekir'in ikizi sen olacakmışsın.
- Hahaha espri yapmadan önce haber ver, böyle hazırlıksız yakalanmayayım bir daha...
- Ebru' cuğum sen asosyalsin ya. Ve durumundan rahatsız değilsin. Ve hayretsin...
- Ben gidiyorum, işim var.
- Mutlaka çok önemli bir işin vardır. Seni alıkoymak için sihirli cümleyi kullanma zamanı, pizza ısmarlayayım sana.
- Ben pizza sevmem.
- Ne zamandan beri, orta boy pizzayı tek başına yiyebilirsin sen... Gelin kaynana programı mı var televizyonda ?
- Artık sevmiyorum, zorla mı ya... Gidiyorum ben hadi eyvallah...

Ebru Kargın
ekargin@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,899,899,899,899,899,899,899,899,899,89
              9 Kahveci oy vermiş.
9 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

Ahmet Şeşen

 Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen


  Pekiştiremezsen Çekiştir

Güneşin samsarı ışıkları pencereden süzüldüğünde, yepyeşil gözlerini açıp doğruca pencereye uzandı ve besbeyaz bulutların olmadığı marmavi bir gökyüzü ile karşılaştı. Yüzünü yıkamaya gittiğinde tüm gece ağlamaktan göz kapaklarının kıskırmızı olduğunu farketti. Sinirinden dudaklarını ısırmasına bile gerek yoktu, zira onlar pelpembe görüntüsünü çoktan bırakmış mokmor bir halde aynada kendine bakıyordu...

biçiminde yazınca; verilmesi istenen vurgunun pek de farklı olmadığını, hatta daha anlamlı bir hale geldiğini bile söylemeden edemeyeceğim doğrusu. ( Yazar; özellikle kıskırmızı ve mokmor pekiştirmelerine dikkat çekiyor, benden söylemesi ..! ) Hiç bir dilde yok sanırım bu pekiştirme işleri. Masmavi, bembeyaz, kupkuru, tamtakır .. Kelimenin ilk iki harfiyle başlaması ilk kural sanırım. Birde araya m, p veya s harflerinden birini yerleştirdin mi ? Pekiştirdin gitti demektir. Ya benim yaptığım gibi; kısmen bu kurallara bağlı kalarak ama daha özgürlükçü bir yapıda pekiştirseydik ne olurdu ? Kaskara, sepsefil, komkoca biçiminde pekiştirme belletilseydi yine huzursuz olur muyduk ? Diğer bir deyişle; yeterince pekiştiremediğimizi düşünüp yeni arayışlara yönelir miydik ? Sizi bilmem ama ben yine pekiştirmek için çekiştirir dururdum herhalde.

Diğer ünsüzleri de kullanırdım üstelik. Hatta; daha da ileri gidip cümlenin yapısına göre canımın istediği harflerle pekiştirmek isterdim doğrusu. Örneğin; geçen seneden beri rejim yapmaya çalışan ama hala gram veremeyen bazı dostlarımız için "tomtoparlak" şeklinde bir pekiştirme yapsam, hepimizin yakinen tanıdığı kişinin tombul halini yeterince çekiştirebilmiş olur muyum ? Keşke; zarf biçimlerinde olduğu gibi ilk üç harfiyle birden pekiştirilselerdi. Toptoparlak gibi, ne hikmetse tostoparlak demişler.

En kolay pekiştirmeler "zarf"larda yaşanıyor ve kimse için bir sorun yaşanmıyor. Kuralları o kadar açık ki; tekrarla pekiştir, tekrarladıkça çekiştir.. Şıkır şıkır, Lıkır lıkır, Fıkır fıkır, Kıkır kıkır, Tıkır tıkır en belirgin olanları. Kıpır kıpır, Pıtır pıtır, Kıtır kıtır ve Çıtır .... Tüh, ben daha diğer yarısını yazamadan düpdüşkün birisi Çatır çatır yedi Çıtır'ı ..! Patır kütür, Haşır huşur, Katır kutur, Şapır şupur gibi karışık modellerde daha mı iyi pekiştiriyoruz diye düşünmeden edemedim doğrusu. Bunca pekiştirme bizleri kesmemiş ve daha da zenginleştirmek için bu kez kafiye yöntemine başvurmuşuz. Örneğin; tamtakır kuru bakır, üzüm üzüm iki gözüm gibi..

Şu hususu da çekiştirmeden duramayacağım. Pekiştirme ünlüsü.. Pekiştirmeli kelimelerde kavramı güçlendirmek için türeyen ünlü.. Breh breh, diğerleri gibi sıradan pekiştirme değil bunlar, hepsi meşhur, hepsi ünlü .! Yap-a-yalnız, çep-e-çevre, güp-e-gündüz, ser-e-serpe gibi.

- Ay şekerim, denemediğim yol kalmadı, şöyle ağız tadıyla bir pekiştiremedim.
- Ayol sen pekiştirmek mi istiyorsun çekiştirmek mi ?
- Pekiştirmek...
- Kuralları öğrendin, pekiştir o zaman.
- İyi de bu adam aklımı kapkarışık hale getirdi
- Kamkarışık diyecektin herhalde..
- Yok yok kalkarışık olmasın sakın ? Karıştım kaldım dermişçesine..
- Bu daha iyi gibi, kolay yoldan..
- En iyisi kaskarışık demeliyim, kastım iyice kendimi zira ..!
- Kaşkarışık de istersen, kaş yapayım derken iyice karıştırdın
- Doğru, kafam karıştı, kafkarışık daha mı uygun acaba ?
- Hadi ordan kazkarışık sende.. Ne dersen de ..!
- Offf, karmakarışık bu işler yaaa...

asesen@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
              8 Kahveci oy vermiş.
9 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

Leyla Ayyıldız

 YazıYorum : Leyla Ayyıldız


  ŞEREFE

Dr. Şeref Oğuz'a...

- Evet, bir bardak daha istiyorum, teşekkürler... Şerefe...

Özlemez miyim hiç seni, hem de nasıl özledim. Evet, sesim çıkmıyor epeydir, aramıyorum. Bu, unuttuğum anlamına gelebilir mi? Unutmam mümkün olabilir mi? Sen ki, sen ki benim 'yüreğimin yazarı'...

Bir kitap okumaya başladım; Paulo Coelho'nun 'Şeytan ve Genç Kadın'ı... Önsözünde bir pasaj var, bir saniye çantamdaki not defterine o pasajdan bir şeyler karalamış olmalıyım, oradan okuyalım... Tamam işte burada;

'... aşkla, ölümle ve iktidarla ansızın karşı karşıya kalan sıradan insanların bir hafta içinde yaşadıkları anlatılır. İnsanda olsun, toplumda olsun köklü değişikliklerin çok kısa zaman dilimlerinde gerçekleştiğine inanırım. En beklemediğimiz anda hayat, cesaretimizi ve değişim arzumuzu sınayacak biçimde meydan okur bize. Demek ki ortada hiçbir şey yokmuş gibi davranmanın bir yararı yoktur ya da hazır olmadığımızı söyleyerek mazeret aramanın... Hayat, bize meydan okurken beklemez. Hayat geriye bakmaz. Bir hafta, alınyazımızı kabul edip etmemeye karar vermemize bol bol yetecek zamandır!'

Bir hafta... Bak o da, 'bir hafta' diyor. Tam bir hafta...

Ne kısa bir süre değil mi?
Karar verecek kadar yeterli ve uzun, veremeyecek kadar yetersiz ve kısa. Hangisi?

Hayat ne diyor? 'Ya herro, ya merro, seç birini!'

En iyi sen bilirsin benim bir haftamı. Kuytularına sığındığım günlerimi. Makinistin makas değiştirip, değiştirmeye karar vermek zorunda olduğu bir haftalık zaman dilimimi. Ahh, küçüktüm o zamanlar, çok küçük; tam 17'imdeydim. Evet, tam 17... Sen kaçtın? Biliyorum 30...

Sınanma sırası bana gelmişti. Ömründe kaç kez sınanır insan? Bir? İki? Üç? Yeterince? Dayanabileceği kadar? Ufff, büyüdüm hala bunu yanıtlayamıyorum.

Bazen, düşülen karanlıktan kurtulmaya bir dost ıslığı yardım eder… Nasıl mı?

.....

Kendimi ve seni anlatan bir tablo çizmem istenseydi, şöyle bir tablo çizerdim:

Pirinç başlıklı bir karyolanın üzerinde genç bir kadın uzanmış.. Beyaz bir gecelik var üzerinde, ter içinde. Yüzü karman çorman. İfadeleri tam olarak seçilmiyor. Karışık, çok karışık. Acı ve çok çok hüzün gölgelendirmiş yüzünü. Her duygudan biraz taşıyor. Merhamet? Evet... Endişe? Evet... Şaşkınlık? Evet... Sevgi? Çok karışık... Korku? Evet, evet, çok evet!

Tablodaki pirinç karyola bir odanın içinde değil, açık havada, dışarıda.

Nasıl bir yerde? Tam seçilmiyor. Karanlık bir boşluk var ve tam ortasında ise, karyola...

Yatağın üzerini tamamen sarmış karanlık, beyaz gecelikli kadının üzerini kaplamış. Gökyüzü kızgın, çok kızgın. Çok öfkeli... Şimşekler çakıyor. Kadın ter içinde, kadın korkuyor. Kadın çok acı çekiyor.

Kadın bakışlarını bir noktaya kilitlemiş... Tablonun sağ tarafındaki belli belirsiz bir aydınlığa doğru yönelmiş bakışları...

Ben de dikkatle bakıyorum şimdi o aydınlığa;
Kemerli, açık bir kapı var, çok dar. Evet, daracık. Geçilemeyecek kadar dar, geçilebilecek kadar geniş. Kadına göre çok dar. Ya da? ... Çok dar işte...

Ne mi görünüyor kapıdan?... Işık... Çok ışık... Çok aydınlık... Renkler belli belirsiz, tüm çiçek renkleri karışıp, beyaz renk olmak üzere. Beyaz renk içinde eriyen çiçek renkleri... Lila, mavi, yeşil, mor, sarı, evet papatya... En çok papatya, bir de gelincikler...

Dikkatle bakmaya çalışıyorum hala, daha ne var diye...

Bir adam seçiyorum. Ahh, evet bir adam. Kadını görüyor, kadına doğru bakıyor. Bir ağaç var yanında çok büyük. Ağacın üzerinde bir ev var. Ağaç ev... Ağacın gövdesine yaslanmış adam... Ayakta... Bir dizini kırıp, ayağını diğer ayağının yanına çekmiş. Adamın üzerinde beyaz bir golf pantolonu ve beyaz bir süveter var. Evet, seçiyorum.

Adamın beyazları da diğer tüm beyazlara karışmak üzere. Her renk beyaza doğru akıyor. Adamın bakışlarında ne mi var? Onun bakışları da belli belirsiz. Duruşu dik, çok dik, kendinden emin. Bir eli ileriye doğru uzanmış, bulunduğu tarafı gösteriyor, sanki bir şey anlatıyor...

Kadını izliyor. Sanırım ıslık çalıyor adam, kadın ıslık sesini duymuş sanki ve o yönü öyle fark etmiş.

Kadın kan ter içinde.

Kadın hareketlendi... Tablo yaşamaya başladı. Tablo gerçeğe dönüşmeye başladı.

Şimşekler hala çakıyor, siyahın içinde öfkeli kırmızılar daha da yoğunlaştı. Yatağın üzerini daha bir kapladı siyah. Her yer siyah olmak üzere… Uff çok, çok kızgın yaşam.

Kadının uzun beyaz geceliği, bol bir gecelik. Çok masum. Tertemiz... Belli; kadın çok masum... Karanlığın aksi hala vuramıyor tenine. Bembeyaz...

Kadın çok yorgun. Ayağa kalktı ve yeterli gücü kendinde bulamayıp, yatağın yanına düştü, diz çöktü. Bak gördün mü, sendeledi. Başını yatağa yasladı. Gücü yok, hiç yok. Kalkamaz.

Adam ıslık çalıyor.

Şşşşştttt suss!!! Islık çalma... Gücü yok, kalkamaz!

Adam hala ıslık çalıyor...

Şşşttt suss!!! Kalkamaz, dedim ya!

Kadın kafasını kaldırdı yeniden, yine aydınlığa, ışığa doğru yöneldi bakışları.

O tarafta tüm renkler beyaza dönmek üzere, sanki tüm renklerin karışıp, bembeyaz olması için kısa bir süre kalmış gibi... Ya tüm renkler karışıp, bembeyaz olacak ve orada öylece, sadece tablonun bir parçası olarak kalacak. Ya da, ya da.... Ya da tüm renkler, eğer kadın o kapıdan geçebilirse, beyaza yakın parlaklıkta ama kendi renklerinde kalacak... Böyle bir şey...

Kadının bulunduğu taraf iyice kararmakta. Sadece çok kızgın gökyüzü, kırmızılarını şiddetle çakıyor.

Kadının başı yine düştü. Çok, çok yorgun... Kalkamaz!!!

Şşşşttttt sussss, ıslık çalma!

Nedir çaldığın melodi? Bir cenaze töreni şarkısı mı? Bir doğum şarkısı mı? Yoksa özgürlüğün şarkısı bu mu? Ahhh, kim bilir...

Ama çok güzel olduğu kesin!

Kadın dinleniyor. Kalk artık be kadın! Kalk!!! En güçlü olduğun günleri hatırla. Çocuğunu doğurduğun günü anımsıyor musun? Düşün... Ya gittiğin cenaze törenlerini?... Akacak kanın mı kalmadı? Hadi oradan! Kaldır kafanı, kaldırrr!!!

Kapı çok mu dar? Nereden biliyorsun ki? Oysa, geçilemeyecek kadar dar, geçilebilecek kadar geniş. Yaklaştın mı yanına? Kalk ve oraya git! Bak, tüm renkler beyaz olmak üzere, belki de çok az vakit var. Renkleri kendi rengine kavuştur. Anahtar senin elinde… Hadi!!!

Hadi!!!

Huhhh!!! Tanrım sonunda!... Kadın kapıya yöneldi. Sürünerek de olsa yürüyor. Ne demişti Seneca? 'Yüreği yılmayan savaşçı, dizleri üzerinde savaşır'. Kadın arada sendelese de, yürümeye başladı. Çok ta susamış... Çok bitkin... Yüzü biraz renklenmeye başladı, şimşeklerin kırmızı aksiyle karışık, az pembe...

Kapıya yaklaştı, çok yaklaştı. Göz alıcı bir parlaklık var. Gözleri çok kamaştı. Elleriyle gözlerini kapattı. Canını acıtacak kadar parlak bir ışık...

Ellerini araladı. Karanlıktan çıkan gözleri, ışığa alışmaya başladı. Yaklaştı kapıya. Daha da, daha da... Daha da...

Ahhhhh, geçti!!! Evet, evet geçti!!! Allah'ım, sen ne büyüksün!!!

'Dar kapıdan geçmeden güneş görülmez'...

Renkler kendi rengine döndü. Mor, lila, yeşil, pembe, sarı, şimdi en çok mavi!!! Mavi? Adam mavi rengi çok seviyor...

Adam ıslık çalıyor, yüzünde belli belirsiz bir gülümseme!!! 'Başardın!' diyor.

Kim başardı?

.....

Ahh, gerçek gibi yaşadım anlatırken, yeniden yoruldum. Bir bardak su içmeliyim...

Şerefe…

Sana söyleyeceğim aslında sadece şu idi:

'Teşekkür ederim.'

Leyla Ayyıldız
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,869,869,869,869,869,869,869,869,869,86
              22 Kahveci oy vermiş.
32 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

Hasan Taşkın

 TAŞKINCA : Hasan Taşkın


  'Sakın Affetmeyin. Yok edin. Dışlayın' mantığı

'Nasıl bir toplum olduk' diye düşündükçe kahroluyorum… Medyasıyla, bazı kurumlarıyla ayrı kulvarlarda yüzüyoruz… Yani halktan kopuk bir şekilde…

Türkiye'nin gündemine ne zaman 'Af' gelse başta basında kıyamet kopuyor… Vay efendim herkes hapisten çıkacak. Vay efendim şöyle olacak böyle olacak… Şimdi suç da ceza da insanlar içindir… İnsanlar hatayla da suç işleyebilir. Suç işlemeyi adet de edinebilir… Hatayla suç işleyenleri, suç işlemeyi adet haline getiren kişilerden ayırmak gerekir… Örgüt kurup bundan menfaat sağlayanları da ayırmalı… Devleti hortumlayanları da ayrı tutmalı… Huzurlu bir toplum yaratılmasına katkıda bulunmak adına insanları kazanmalı. Çeşitli yasadışı örgütlerin eline bırakmamalı insanları… Af isteyen insanlar, belirli cezasını çektikten sonra pişman olabilir… Suç işlediğine pişman olan insanlar bir fırsat daha, bir şans daha isteyebilir… Artık topluma yararlı bir insan olmak isteyebilir… Hatta hiç suç işlememiş ama bir üretimi olmayan insanlardan daha çok faydalı duruma gelebilir… İşlediği suçu affettirecek projeler üretebilir, topluma verdiği zarardan çok yarar sağlayabilir…
Ama biz öyle bir yapıdayız ki, hangi nedenlerle olursa olsun, cezaevine düşmüş, suç işlediği belirlenen, veya suç isnad edilen insanları dışlamayı tercih ediyoruz…. Affetmemek, yok etmek ve dışlamak en kolay iş çünkü… Biz de bunu yapıyoruz… Sakın kimseye şans vermeyin… Sonra çaresiz kalan insanlar bize bulaşınca, 'Vay' diye bağırırız… İnsanı kazanmalı… Topluma faydalı hale getirmeli… Gelmeyenleri de cezalandırmalıyız… İnsanlara şans vermeliyiz. Affetmenin büyüklükten, erdemlikten ve olgunluktan olduğunu bilmeliyiz… İçimizdeki yaraları iyileştirelim. Yırtıp kanatmayalım… Bu işten Ülkenin birlik ve bütünlüğüne kast eden örgüt liderlerini ayrı tutuyorum. Örgüt için can alanları da ayrı tutuyorum. Can almak için eline silah alanları da ayrı tutuyorum… Ama bilmeden kandırılarak alet edilenleri katıyorum…

Şimdi Üniversitelere af gündeme oturdu…
Yine aynı terane… Sakın ha affetmeyin.. Eeee… İnsanlara sakın şans vermeyin. Gencecik beyinleri boşluğa bırakın… Bırakın hangi örgüte katılırlarsa katılsınlar. Bırakın yaşamak için illegal ne yaparlarsa yapsınlar. Devletin kolluk gücü onlarla uğraşır. Sonra hapishaneler dolar. Bırak devlet orda baksın… Sakın ha affetmeyin…
Toplumda acılar artsın… Nasılsa size bir şey yok… Ama unutmayın, bu acı bir gün size de sıçrar, eş, dost, akraba, arkadaş olarak… Birileri birilerine zarar verecek duruma gelmeden tedbir gerek. Affetme büyüklüğün şanındandır. Ama basın affa karşı…
Esasen neye karşı olduğunu da tam olarak bilmiyor ya… Kim bilir belki 'Türban' polemiği başlatmak trajı artırıyor… Son günlerde Hukuk taraflı yayınlar da var. ''Hukuk Herkese lazım'' diye…
Öyleyse, katılaşmış yürekleri yumuşatma zamanı, yok etme, dışlama yerine, affetme zamanı olsun… Önyargılarla dolu yüreğimiz, bizim insanlarımız içindir… Bizim insanımızın huzuru için, daha duyarlı olmaya çağırıyorum herkesi. Her kesimi…
Devlet ile kavgalı ve davalı toplumun huzuru olmaz… Bu nedenle Erdoğan hükümetinin başlattığı 'Af' devriminin yanındayım…
Çünkü bir dönem bitiyor, yeni bir dönem başlıyor… İster AB dayatması deyin, ister AB fırsatı… Sil baştan… Her tarafta sil baştan…
Toplumu iyileştirme, yaraları sarma zamanı…

Hasan Taşkın
www.noktadergisi.com.tr
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 6,436,436,436,436,436,43
              7 Kahveci oy vermiş.
9 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Dost Meclisi


Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
Kahve Molası bugün 5.302 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

Yukarı

 

 Tadımlık Şiirler


OYUN II

( Aylardan Eylül.. puslu bir hava.. yangın yerinde tavla.. zar tutana ceza! )

-I-

Keskin bir sızı gözlerinde
Ha deldi ha delecek
Göğün ipek örtüsünü…

Kendisine ağlayan zavallı beşer
Tasından taşarken yaşın
Unutma!
Top tüfek altında ölüler
Ah! binlerce kez toprak üstünde ezildiler..

Ömrümden ömür hanginize yeter…!

-II-

Gamsız bir yakarış sözlerinde
Ha tutu ha tutacak
Bedduası ezberlenmiş bestelere…

Kazandıkça kaybetmeyi seven kumarbaz
Ahu zârımdır hep düşeş
Yinede susma!
Yazılsın adın sahipsiz mısralara
Ki kaybolmasın mezar taşın

-III-

Ve ruhum
Çıkmadan önce benden
Üç kere lanet et
Icmediğim suya!
Yolumdaki taşa!
Sudaki sahte halkalara!

(oyun bitti; takvimlere geçti kayıtlar.. dünyanın tüm yağmurları birleşin! Artık onbir ay var...)

Eylül Hicran Polat

Yukarı

 

 Biraz Gülümseyin




Kardeşim size park etmeyin demedik mi? Haa?!..

Yukarı

 

 Kıraathane Panosu


İstanbul için Son Hava Durumu
Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü
Ankara için Son Hava Durumu
Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü
İzmir için Son Hava Durumu
Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü
Kaynak: http://www.meteor.gov.tr

Yukarı

 

 İşe Yarar Kısayollar - Şef Garson : Akın Ceylan


http://www.bitkisel-tedavi.com/faydalibilgiler.htm Alternatif tedavi yöntemlerine konu olan bitkilerle ilgili pekçok bilgiye ulaşmanız mümkün. Issız bir adaya düşerseniz lazım olur, kesin saklayın.

...Otomobilin yolla temasını sağlayan tek unsur olan lastiklerin önemi göz ardı edilmeyecek kadar büyüktür. Bu nedenledir ki sürüş güvenliği açısından lastikler hayati önem taşır. Yanlış basınç uygulanmış bir lastik kötü yol tutuşa ve fren mesafesinin uzamasına neden olacağı gibi, balans bozukluğu bulunan bir lastik de yolla teması azaltıp hayati tehlikeye neden olabilir... devamını merak edenler için kaynak :
http://www.e-kolay.net/arabam/lastik/lastik.asp

...İdeolojik olarak iyi bir eğitim almış, belirli bir güven vermiş ve yeterli olgunluğa kavuşmuş örgüt mensupları, silâhlı mücadelenin bir gereği olarak, bu yönden temel eğirime tabi tutulmaktadırlar. Temel eğitim içerisinde, örgütün elde edebileceği her türlü silâhın kullanımı, nasıl eylem ve suikast düzenleneceği, fiziki kondisyon ve zor şartlara mukavemet sağlamaya yönelik eğitimlerin yanı sıra, bomba yapımı, bombalı eylemin nasıl düzenleneceği gibi daha teknik ve ileri seviyede eğitim de verilmektedir... Tarzında bir yazı okuduğunuzda, bu da nereden çıktı demeyin. http://www.teror.gen.tr kısayolunu tıkladığınızda ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız. Terörsüz ve mutlu günler dilerim.

...I will not say, Dear Members, it was -- for us the İzbuls and our neighbours -- just one of those crazy weekends... No, it was not! It was the craziest ever!! The sort of thing one would hope and pray never to happen in a lifetime... Türkler için pratik İngilizce eğitimi için eğlenceli bir web sayfası http://www.oursworld.net/ingilizce-ders/pratik-ingilizce.htm Yalçın bey’e teşekkürler.

Yukarı

 

 Damak tadınıza uygun kahveler


Tclock Light [373 KB] XP Free
http://homepage1.nifty.com/kazubon/tclocklight/tclocklight-040702-3.zip
Pek bir işe yaramayan XP Görev çubuğunun sağ köşesindeki saate bir sürü özellik katan minicik bir program. Kullanın çok seveceksiniz. Zip'li dosyayı bir yere açın, içindeki tclock.exe yi çalıştırın. Sürekli çalışsın istiyorsanız başlangıç menüsüne bir kısayol koymayı ihmal etmeyin.

Yukarı





Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



SON BASKI (HTML)

KAHVE YANINDA DERGi

Hoşgeldiniz
Arşivimiz
Yazarlarımız
Manilerimiz
E-Kart Servisi
Sizden Yorumlar
KÜTÜPHANE
SANAT GALERiSi
Medya
İletişim
Reklam
Gizlilik İlkeleri
Kim Bu Editör?
SON BASKI (HTML)
YILDIZ FALI
DÜNÜN
ŞARKILARI





ÖZEL DOSYALAR

ATA'MA MEKTUBUM VAR
Milenyumun Mandalı
Café d'Istanbul
KIRKYAMA
KIRK1YAMA
KIRK2YAMA
KIRK3YAMA
ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
Teröre Lanet!
Kek Tarifleri
Gezi Yazıları
Google
Web KM













Fincan almak ister misiniz?
http://kmarsiv.com/sayilar/20050211.asp
ISSN: 1303-8923
11 Şubat 2005 - ©2002/05-kmarsiv.com
istanbullife.com