|
|
|
21 Şubat 2005 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : İHBAR EDİYORUM!.. |
İyi haftalar,
Zaman zaman kafasını kuma gömen devekuşugillerden olurum. Bazen işe yaradığı da olur. Örneğin epeydir şu olmayasıca "Reality Show" kepazeliklerinden kendimi uzak tutmayı başarmıştım. Cumartesi gecesi bu kurala 1 saatliğine sekte vurunca işin artık tamamen çığrından çıktığını anlamış bulunuyorum. Zorunlu "Gelinim olur musun?" takibine ara verdiğimde dolaştığım diğer kanallardaki programlara bir bakalım mı? 7 tane mahalle dilberine koca aranan "Bir prens aranıyor", 4 aileyi bir eve tıkıp birbirine düşürme, punduna getirip başgöz etme yarışması "Bizim evde neler oluyor?", Zeynep'e koca aranan bir diğerinin tanıtım anonsları... Nasıl ama? Sinemaya, tiyatroya gitmeyi unutmuş, okuma zevkini günde 25 kuruş verip aldığı bir gazete ile sınırlamak zorunda kalmış memleketimin güzel insanlarına damardan uyuşturucu zerki. Günde asgari 12 saat yayınlanan bir kepazelik. İşin en berbat yanı, yarışmalar bittikçe hayatımızdan çıkıp gidecek denilen kahramanlar hala ekranlarda. Kafasında bardak kıran bir Çengelköy meyvası ile patates suratlı müstakbel şarkıcı kız, geride bıraktığı altınları bir türlü unutamayan Semoş ile onun kıtlıktan çıkma oğlu hep karşımızda. Ana tema bir cinsellik temaşası, göster gösterebildiğin kadar ki müşterin artsın zihniyeti. Konu ar, haya, namus, ahlak hiç değil, konu beyaz et satışı. Bu adamların yaptığını sokaktaki Horoz Kadri yaptığında suç, yakalanırsa kodese. Ama herbiri 70 milyona hitap eden (ben onların yalancısıyım) ulusal kanallar beyaz kadın ticareti yaparsa, bunun adı şov, sunanlar manken, müşteriler biz. İşte buradan ihbar ediyorum. Memlekette beyaz kadın ticareti devlet gözetiminde en kocaman ulusal TV kanallarında yapılmaktadır. Gösterebildiği kadar gösterenlere talip olanlar başvurup sıra numarası almakta, eleğin üzerinde kalanlar arasında çekilen kurada kazananlara 1 kadın yanında 50 milyar para ve şöhret bahşedilmektedir. Bunun öz Türkçe'de ki karşılıkları esir ticareti, tellalık,vs. gibi halk arasında itibar(!?) gören meslek dallarıdır. Ben gibi gönlü geniş bir adamı bile çileden çıkaran bu programları külliyen ilgili makamlara ihbar ediyorum. İşte o kadar!..
Bu satış programlarından fırsat bulup seyredebildiğimiz, kah üzülüp kah kahkahalarla güldüğümüz dizi dizi diziler de yok değil. Kaliteleri gittikçe yükselen bu dizilerden bir tanesi son zamanlarda benim ekran önüne demir atmama neden oluyor. Cuma akşamları yayınlandığından bir türlü denk getirip söyleyemediğimi farkettiğimden ve hazır laf açılmışken bugün birkaç kelam edeyim diyorum. Erdal Özyağcılar, Zeki Alasya gibi ustaların önderliğinde ve çok başarılı genç kadrosunun eşliğinde süren "Yabancı Damat" tan söz ediyorum. Türk-Yunan dostluğuna katkı sağlaması bir yana, sıcacık, aile içi sorunlara yöre insanının bakış açısını yansıtan, sağlam bir dizi. Ama o dizinin bir oyuncusu var ki işte ona çıkarılabilecek sayıda şapka var mı bu memlekette bilemiyorum. Amerika' da doğsaydı belki bir diğer Meryl Streep olabilecek özelliklere sahip bir gerçek aktris Sumru Yavrucuk. Onu seyrederken 2 dakikada bir sarfettiğim "Müthişsin Sumru" lafını ben çok önemsiyorum. Öylesine yakın, öylesine gerçek bir anayı oynuyor ki, bazen annemi, bazen rahmetli anneannemi, kayınvalidemi görüyorum onda. Sonra hep yaptığım gibi kendimi yukarı çekip o müthiş oyunculuğunu alkışlıyorum. Yeteneklerinin yanında mütevazi insan yanını da unutmamak gerek. Sağır dilsizlere, üniversite öğrencilerine yıllarca tiyatro eğitmenliği, yönetmenliği yaptığını, pekçok öğrenci yetiştirdiğini biliyor muydunuz? Bunca zırtapozun arasında böyle sanatçılara da yer verdikleri için TV kanallarına kızgınlığım azalıyor. Aslında kızmıyorum da, benimkisi sadece bir sitem, bir yakarış. Ben Sinem'i, Kader'i, Zeynep'i değil Sumru Yavrucuk gibi o ekranda olmayı hakkeden yüzlercesini görmek istiyorum. Hepinize güzel bir hafta dileyerek huzurlarınızdan ayrılıyorum. Esenkalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
Kaşif Kahveci : Betül Ayhan |
Her Pencerede Ayrı Bir Hüzün Var - 7
Emel suyun üzerinde yürüyen bir adam, havada uçan bir araba, kendi etrafında dönen binalar gibi inanılmaz ve fantastik bir şey görmüş gibi şaşkın, inanabilmek için duyduklarını havada uçuşan kelimeleri görerek tasdik etmeye çalışırcasına gözlerini kocaman açmıştı. Ellerini nereye koyacağını bilemiyor, oturduğu kanepeye sığamıyormuş gibi kıpırdanıp duruyordu. Erkan ise kalbini yoran en ağır yükten kurtulmuş, dinlenmek için sırtındaki sepeti yere koymuş bir hamal gibi rahatlamıştı. Bunu söyleyebilmiş olması onu da Emel kadar şaşırtmıştı ama bu yükten kurtulmuş olmanın rahatlığı şaşkınlığını kat kat bastırıyordu. Elini kadının bir şeyler söylemeye çalışarak, anlamsızca kıpırdanan dudaklarına götürüp durdurdu.
"Bir şey söyleme... Hiçbir şey söylemeni beklemiyorum. Buna hakkım olmadığını biliyorum Emel, ama inan elimde değil. Seni sevmemek için çok savaştım kendimle, yapamadım... Yani... Bilmiyorum Emel, neden olduğunu bilmiyorum, nasıl olduğunu bilmiyorum, ne zaman başladığını bilmiyorum... Tek bildiğim her şeyim sana bağlı. Sen mutluyken mutluyum, üzgünken üzgünüm, sadece seninleyken ağlayabiliyorum... Yanımda olman şart değil, seni düşünürken bile ağlayabiliyorum..."
Sonbahar yaprağı gibi titrek, ürkek konuşmasına hala yerinde kıpırdanan kadının ellerini avucunun içine alıp devam etti.
"Kızma bana ne olur. Bu kadar şeyden sonra, Asuman, annem... Bu kadar şeyden sonra bile ağlayamadım inan. Ama seni görünce... Yıkılmak üzereyim gibi geliyordu bana. Yıkılacağım ve bir daha hiç kimse beni kaldıramayacak zannediyordum. Seni kapıda görünce mesnet bulmuş gibi oldum, dayanacak yerim vardı da artık yıkılabilirdim sanki. ... Aslında çok şey biriktirmiştim sana söylemek için. Şimdi ne oldu bilmiyorum, rüyadaymışım gibi geliyor. Burada senin elini tutup oturabileceğimi rüyamda bile görmemiştim." Avuçlarının içindeki Emel'in elini sol göğsünün altına götürüp, "nasıl çarpıyor bak, şimdi dursa bile umurumda değil inan" dedi.
Gözlerinde yine kaçmak için fırsat bekleyen damlalar belirmişti. Ama daha öncekilerin aksine bu sefer damlalara kaynağını karşısında duran kadından alan bir ışık, ona baktıkça daha da parlayan bir tebessüm eşlik ediyordu. Bedeninin ve ruhunun heyecanını taşıyamayacağını hissetmeye başlamıştı, yüzünü yıkamak için izin isteyip banyoya gitti.
Döndüğünde Emel'i kanepedeki yerine saklanır gibi büzüşüp oturmuş, elindeki bira şişesiyle oynarken buldu.
- Buzdolabında buldum, sen de ister misin?
- Yok istemem, zaten sarhoş gibiyim.
Yanına oturup bakışlarından, hareketlerinden, mimiklerinden küçük bir tepki, bir ip ucu çıkarmaya çalıştı. Oysa kadın tüm düşündüklerini şişenin içine saklamış, kaçmalarından veya ortaya dökülmelerinden korkarmışçasına şişeyi sıkıca tutmuş, gözlerini ayırmadan ona bakıyordu.
- Kızgın mısın bana?
- Yok hayır kızmadım, şaşkınım... Çok şaşkın...
- Hiçbir şey söylemeyecek misin?
- Ne diyeceğimi bilemiyorum ki... Kendimi toparlamaya başladıktan sonra çok düşündüm, seni ve onu... Yani sevdiğin kadını... İnsan böyle zamanlarda ister istemez başkalarının ilişkileri ile karşılaştırıyor kendisininkini. Hep imrendim senin sevgine, hatta her seferinde 'keşke o ben olsaydım' diyordum kendi kendime. Ama şimdi sen böyle pat diye söyleyince...
- Yo yo, vazgeçtim, hiçbir şey söyleme Emel, diyerek kesti lafını. Hala konuşmaya çalışan kadının dudaklarını titreyen parmaklarıyla durdurup devam etti. "Hayır demenden, olmaz demenden öyle korkuyorum ki, ne olur bu gece hiçbir şey söyleme, bırak ben anlatayım sana. Hiçbir şey istemiyorum senden ama seni içimde tek başıma yaşayacak gücü artık bulamıyorum. Bu gece hiçbir şey söyleme, sadece hayır dememiş olmanın sevinciyle sabah edeyim, sonra her şey senin istediğin gibi olsun. O kadar çoğaldın, o kadar büyüdün ki, varlığım sana olan aşkıma yetmiyor artık. Sana bu güne kadar anlattıklarım anlatmak istediklerimin yanında kum taneleri gibi küçük ve anlamsız kalıyor."
Üzerine çevrilmiş naif bakışa ve ince tebessüme takılıp kalmıştı. Kıpırdadığı anda bozulacak bir büyüydü sanki o an, o korkuyla hareketsiz duruyor, kalp atışlarının onu bu rüyadan uyandıracağı endişesiyle sakinleşmeye çalışıyordu.
" O kadar güzel gülüyorsun ki..." dedi elini ürkerek kadının yüzünde gezdirip. "Gözlerin çekik ya hani, güldüğün zaman daha da küçülüyorlar. Dudakların da yukarı kıvrılınca gözlerinle birlikte bir elips oluyor, burnun bu elipsin içinde hapsoluyor. Hep böyle gülüyorsun ama sadece benim için böyle güldüğün zamanları tek tek sayabilirim sana. Hayatı anlamlı kılan tek şeyin gülüşün olduğuna inandığım o kadar çok zaman oldu ki... Başka türlü söylemek isterdim sana, seni sevdiğimi, bomboş dünyama anlam katan kadının sen olduğunu. Sen yine böyle bakıp gülecektin bana, ben elini tutacaktım, gözlerine bakıp 'seni seviyorum' diyecektim."
Emel'in kalbi ökseye yakalanmış kuş gibi çırpınıyordu. Bakışlarını kaçırmaya çalışıyordu ama gücü yetmiyordu. Konuşmak için nefes aldığı sırada dudakları yine Erkan'ın titrek parmaklarıyla engellendi.
"Yalvarırım konuşma, şimdi söyleyeceğin hiçbir şey beni bu andan daha fazla mutlu edemez. Olmadığını biliyorum ama bana aşık olduğunu söyleyecek olsan bile şimdiki sessizliğine değişmem. Ne olur çok görme bana bunu. Serseriyim, sağım solum belli olmaz, benim ipimle kuyuya inilmez, kızdığında hep böyle dersin bana, hatta seni bu kadar üzen bir adamın arkadaşıyım ama ne olur yine de bana çok görme bu kadarını. Çok güçsüz, zavallı görünüyorumdur herhalde, umurumda değil, öyleyim zaten. Ömer'in yaptıklarını niye sana söyleyemediğimi anladın mı? İşte bu yüzden yapamadım. Seni o kadar çok seviyorum ki bana inanmamandan, yalan söylediğimi zannetmenden korktum. Keşke sana söyleyebilecek kadar güçlü olsaydım..."
Erkan yıllardır görüşmediği bir tanıdıkla karşılaşmış gibiydi. Yıllar anlatacak bir çok şey biriktirmişti ama hangisinin daha önemli olduğuna, hangisini en önce anlatmak gerektiğine, hangilerini anlatmak için erken, hangileri için geç olduğuna, konuşmaya başlamak için en uygun cümlenin ne olduğuna karar veremediği için susuyordu. Hep öyle olmaz mıydı zaten, yılların zehrini dökebilmek için ansızın bir köşe başından çıkması beklenen, olması gerektiği yerde bitiverince her şey rengi önemsiz, anlamsız bir gökyüzünde asılı kalmaz mıydı? İşte her şey o anlamsız gökyüzünde asılı kalmıştı. Oysa ne çok hayal kurmuştu bu ana dair, tüm bu hayallerinde doludizgin bir yağmur gibi içine akan cümlelerin hepsi şimdi neredeydiler? Bir yandan anlatılmamış, eksik kalan, söylenmediği için yüreğini zehir gibi yakan kelimelerin ona bu geceden miras kalacağı düşüncesi ile ürperirken bir yandan da söyleyeceklerinin, aşkının büyüklüğünün karşısında oturan kadını korkutmasından endişeleniyordu. Olsundu, o zaten aşkının büyüklüğünü, yeni sürgün veren bir filizi incitmekten korkar gibi sevdiğini biliyordu. Sadece öyküdeki o tanrıçanın kendisi olduğuydu bilmediği. Şimdi bu bile bir sır değildi. Öyleyse neden o lanet kelimeler o lanet cümlelere dönüşemiyordu! Çok ünlü bir ressamın sanat değeri yüksek tablosuna bakar gibi karşısındaki kadının yüz çizgilerini gözleriyle takip ediyor, sanki ayrı bir şövale üzerine yerleştirilmiş başka bir tuvale kopyasını çıkarır gibi her çizginin üzerinden tekrar tekrar geçiyordu bakışlarıyla. Bu yüzü bir daha görememek korkusu ile beynine kazımak çabasıydı hepsi, kendi farkında olmasa bile.
Emel söndüremeyeceğinden artık emin olduğu bir yangından kurtulmak için kaçmaya çalışırcasına "sanırım ben gitsem iyi olacak" diyerek elini saran avuçların içinden kurtarıp ayağa kalktı. Ayağa kalkmasıyla olduğu yerde pelte gibi yığılmış hissi uyandıran adamın yerinden fırlaması bir oldu. Tekrar ellerine sarılıp yalvaran bakışlarla "n'olur gitme Emel, sabaha birkaç saat kaldı zaten. Sadece bir kez düşlerimdeki gibi başımı dizlerine saklayıp uyuyayım" dedi. Ne yapacağını, ne düşüneceğini bilmediğinden olsa gerek, yargılamadan, itiraz etmeden hatta üzerinde durmadan tekrar yerine oturdu. Bir zaman hareketsiz kaldıktan sonra farkında olmadan dizlerine dökülen saçları okşamaya başladı. Erkan "Allah'ım eğer cennet buna benzer bir şeyse, lütfen öldükten sonra cennete gideyim" diye dua ederken haftalardır kendisine uğramayan uykusuna teslim oldu.
Uyandığında bir önceki gece şaşkınlıkla kendini izleyen bakışların nispeten sakinleştiğini, artık az da olsa bir anlam taşıyarak kendisini izlediğini gördü.
- Benim yüzümden uyuyamadın değil mi?
- Uyku tutmadı, düşündüm...
- Şimdi söyleme, bilmek istemiyorum.
- Bilemezsin zaten daha ben bile bilmiyorum, dedi ince bir kinayeyle.
- Gideceksin şimdi değil mi?
- Gitmem gerek.
- Doğru, gitmen gerek...
Sessizce sehpanın üzerindeki bira şişesini ve bardakları mutfağa götürmesini, ortalığa üstünkörü çekidüzen vermeye çalışmasını izledi. Ne kadar anlamsızdı şimdi bu düzen çabası. Yine de gece yaşanan, söylenen ve söylenemeyen onca şey arasında bu gereksiz çaba anlamsızlığını yitiriyordu, üzerinde fazla durmadı. Bu sayede onu birkaç dakika daha fazla görebilecek olmanın Pollyanna'ca sevinci ile yetindi. Sonra paltosunu giymesini, telefonunu çantasına koyup çantayı ince parmaklarıyla omzuna yerleştirmesini seyredip kapıya kadar geçirdi. Emel vedalaşmak için arkasını döndüğünde Erkan'ın hüzünlü bakışları ile karşılaştı. İsyan etmek isteyen ancak çaresiz olduğu için sessiz kalan yüzü avuçlarının içine alıp;
- Seni sevdiğimi biliyorsun değil mi, dedi
- Biliyorum.
- Çok seviyorum ama.
- Biliyorum, dedi Erkan sesi titreyerek. "Bunu bilmek bile çok güzel..."
Sağ avucunu kaldırıp yerine minik bir öpücük bıraktı. Yüzüne tekrar bakmaktan korkarcasına arkasını dönüp dışarı çıktı. Kapıdan çıkar çıkmaz Erkan tekrar seslendi. Kendisine dönen Emel'in yanına gelip tıpkı onun bir gece önce yaptığı gibi sımsıcak sarıldı. "Sana sarılıp öptükten sonra 'seni seviyorum' diyebilmek bir mucize benim için" deyip hareketsiz dudaklarını öptü ve kulağına "seni seviyorum" diye fısıldayıp içeri girdi. Kapıyı kapatıp önüne çöktüğünde yine gözleri yaşarmıştı...
Yazıcının Notu 1: Sonra ne oldu ben de bilmiyorum, özetle Bitti...
Yazıcının Notu 2: 2. ve 3. bölümlerde verdiği teknik destek için sevgili Seda Demirel'e ve "Recep" başlıklı bölümde 24.03.2003 tarihli yazısı ile verdiği destek için sevgili Cüneyt Göksu'ya teşekkürlerimle...
BeT
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 8 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Dila
Bahçenin en güzel köşesine, çamura batmış iki merhametli el tarafından ekilmişti Dila... Yılların bahçıvanı Osman, onu öylesine nazikçe ekmişti ve ona öyle iyi davranmıştı ki, daha ilk suyunu dökerken "Dila, olsun senin ismin güzelim, ismin gibi güzel olsun bedenin" demişti.. Yaşamının başında, sevgi ve merhametle tanışan Dila, henüz ne çiçeği olduğunu bile bilmeden, bir an önce büyümek ve bahçıvana kendini göstermek için elinden gelen çabayı göstermişti...
Güneşin dostluğu, yağmurların arkadaşlığı ve toprağın sevdasıyla kısa zamanda büyüyüp serpildi Dila. Uzun boylu, ihtişamlı bir zambak oldu. Gökyüzüne doğru uzanan beyaz yaprakları ve canlı vücudu onu görenleri hayrete düşürüyordu. Eve gelen her misafir, onu görür görmez hayranlık dolu bakışlarla yanına yaklaşır ve eğilerek biraz incelerdi. Sonra burnunu Dila' ya yaklaştırarak derin bir nefes çekerdi. Böyle zamanlarda Dila, en güzel kokularını sürünür herkesi mest ederdi. Güzelliği ile övünür, zerafetini elinden geldiği kadar dış dünyaya yansıtmaya çalışırdı. Bahçıvan Osman' ın gözdesi, bahçedeki diğer çiçeklerin efendisiydi...
Toprakla tanışması, henüz ilk ekildiğinde olmuştu. Onun tarafından korunmuş ve gözetilmiş, ardından muhteşem bir sevgiyle gökyüzünü görebilmesi için kendisine yolverilmişti. Dila, bu iyilikleri unutmamış ve önüne geçilmez minnet duygusuyla, büyüdükçe daha sıkı sarılmıştı kendisini koruyana. Zaman geçtikçe duyduğu minnet sevgiye dönüşmüş ve yağmurlu bir günde sırılsıklam aşık olmuştu toprağa... Birbirlerine olan tutkuları, herkes tarafından büyük bir coşkuyla karşılanmıştı. Yağmur, sık sık onları ziyarete geliyor, ikisine de yaşam sunuyordu. Ardından açan güneş, yağmuru gökyüzüne iade ederken, akşama doğru bu iki sevdalıya enfes bir gün batımı izletiyordu. Dila, her yeni güne daha büyük bir enerji ile başlardı. Gün boyu, rüzgarlarla danseder, kuşlar ile şarkılar söyleyerek sevdiğini büyülerdi. Akşamları ise hafif esen gedavet eşliğinde bıkıp usanmadan toprağıyla sohbet ederdi...
O gün, yine her sabah ki gibi sevinçle uyandı. Sabahları, güneşin doğuşunu izlerken kendilerine eşlik eden kumruların, bu sabah olmadığını farketti. Gökyüzüne baktı, dostu yağmur hiç bir mektup göndermemişti. Bulutsuz günler, oldukça bunaltıcı geçtiğinden birazda olsa morali bozuldu. Bugün ters giden birşeyler vardı ama henüz ne olduğunu çözememişti. Yinede, herşeye rağmen o dimdik ayakta olmalıydı. Bahçe kapısındaki insanları görünce, sevdiğine daha sıkıca sarıldı ve güzelliğini daha yakından görebilmeleri için tüm ihtişamını sergilemeye başladı...
Dila' dan etkilenen genç adam, yavaşça yanına eğildi ve içine derin bir nefes çekti. Gözleri parladı. Uzun zamandır bu kadar harika bir zambak ve böylesine güzel bir koku koklamamıştı. Kalp atışları hızlanmaya başladı, heyecanlı bir sesle " Sen ne güzel bir çiçeksin böyle ama yurdun toprak değil sevdiğimin kucağı olmalı... " dedi ve boynundan tuttuğu gibi kendine çekti. Hemen kopmasını beklediği zambak, kopmamıştı. Daha büyük bir güçle asıldı ve kökünden kopararak eline aldı. Sevinçle kapı önündeki arabaya koşarak seslendi " Zeynep... "
Dila, ne olduğunu bile anlayamamıştı. Aniden boynuna sarılıp bir el, kendisi sevdiğinden ayırmak istemişti. Fakat sevgisi gibi sevdiğinide sımsıkı sardığı için ilk hamlede ayrılmamışlardı. Olacakları anlayınca, her ne kadar " Bizi ayırma ne olur! " diye çığlıklar attıysa da sesini duyuramamış ve kendini genç adamın ellerinde bulmuştu. Hızlı adımlarla götürülürken, toprağa son kez bakmış ve sanki her bir yaprağı, ayrı ayrı koparılmıştı...
Nazik hareketlerle, güzel bir bayana takdim edildi ve tekrar koklanıp " Enfes " diye son övgüsünü duydu. Ardından arabanın arka koltuğuna bırakıldı. Dila, hala olayın şokunu atlamamıştı. Ne yani, şimdi sevdiğinden sonsuza kadar ayrılmış mıydı ? Yoksa götürülüp o hep adını duyup korktuğu su dolu hapishaneye mi terkedilecekti? Yolculuk boyunca için için sızladı, yapraklarını dağladı ve durmaksızın ağladı...
Eve gelip, masaya bırakılınca birşeyi çok iyi anlamıştı. Hemen yanıbaşındaki kırmızı vazoya konulacak ve bundan böyle sevdiğine hasret kalacaktı. Güzelliği ve kokusuyla güya bir kaç insanı mutlu edecek, fakat o içten içe kendini yiyecekti. Biraz sonra yanındaki kırmızı vazo su doldu ve Dila umarsız hareketlerle, bu ölüm hapishanesine konuldu. Suyun etkisiyle biraz canlanınca, son bir umutla başını dikti ve gökyüzüne baktı. Ne mavi dostunu bulabildi yukarda nede neşe dolu kumruları. Tek görebildiği, betonarme ve suratsız bir tavandı...
Sönmüş sevgiler, kırılmış bedenler ve yıkılmış hayaller eşliğinde iki koca gün geçti. Dila, bitmek bilmeyen iki gün boyunca sevdiğini özlemiş, düşlemiş ve her saat biraz daha erimişti. Sevdiği için her gün daha da güzelleşen o muhteşem yaprakları, teker teker sararmışlar ve o eski güzelliklerini yitirmişlerdi. O güzelim zambak, çekiciliğinin ve güzel kokusunun bedelini ise, hayatıyla ödemişti. Dila, bir zamanlar sevdiğinin koynunda olan harika bir zambak çiçeğiydi. Bitmeye yüz tutmuş bir sevdanın, ufak bir umudu olarak sevgiliye hediye edilmiş, kendisi hiç düşünülmemişti. Sarardığını görerek suyunu değiştirmek için hizmetçi geldiğinde ise, pencereden esen hafif bir rüzgar eşliğinde, çoktan son nefesini vermişti...
Sami Güzel
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 6 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Kahveci : Eylül Hicran Polat |
DüŞ
Vakit gece yarısını geçmiş. Tanrı hıçkırıklara boğulmuş ağlıyor olmalı._ Küçükken öyle derdik sağnak bir yağmur yagdığında.. Ve tanrının ağlamasını hiç istemezdik.. _ Kentin sokakları sessizliğe bürünmüş. Gecekonduların ışıkları tamamiyle sönmüş. Sabaha herkesten erken kalkacakları belli. Şehrin merkezine dogru bir kaç kahve ve genelevin buğulu camlarından sızan ışıklardan başkaca bir aydınlık görünmüyor. Öyleki en işlek caddelerin sokak lambaları bile sönmüş.
Bir kız tüm sokakları yavaş yavaş arşınlıyor. Arasıra eğilip ıslak kaldırımları öpüyor. Sonra yine kalkıp, belkide daha önce çizmiş oldugu rotasından devam ediyor yoluna. Gecenin karanlığına uyum sağlayan kapkara elbiseleri üzerinden akıyor sanki. Ve omuzlarina dökülen siyah saçları büyülüymüşcesine parlıyor gecenin içinde. Yüzünü göremiyorum. Sanki bir tül geçirilmiş yüzüne.. Tanrının gözyaşlarına aldırmadan çamurlu bir yola sapıyor. Yapışkan çamur onun geçmesine izin veriyor. Sonbaharda dökülen bir yaprak gibi rüzgar savuruyor kızı ötelere. Bu camurlu yol sadece bir an sürüyor. Hızını alamayan genç kız ağaçlarla kaplı bir tepeyi asıyor. Oysa o tepe bana yüce bir dağ gibi gözüküyor. Tepenin en üstünde duraklıyor kız. Yüzünü hala göremiyorum, ama bir damla göz yaşı akıyor gözlerinden, hissediyorum. Derken gözyaşını fenere dönüstürüyor büyülü kız.. Feneri öylece gezdiriyor karşı yakasına.. Mermer, taş ve toprak mezarlar sutun sutun göğe kadar yükselmekte. Usul usul mezarların icinden geçiyor. Incecik ve uzunca bir çam fidanın altındaki toprak mezarın önüne çömeliyor. Tanrı ise hala ağlamakta.
Toprağı avuçluyor ve aldığı ilk toprağı yüzüne sürüyor. Saçları ve vucudu çamur içinde. Gitgide hızla avuçluyor toprağı. Elindeki feneri çam fidanının dallarının arasına koyuyor. Soluk ışığın altında birisiyle kavgaya tutuşmuş gibi çamurlasmış toprağı alıp alıp atıyor ötelere.
Şu koskoca kentte, bir canlının bile olmadığı bu karanlık ve yağmurlu gecede, mezarlığın içinde soluk bir ışık gördüğümü söylesem kimse inanmıyacak bana. Bir damla gözyaşının fenere dönüştüğünü söylesem çıldırdı diyecekler.. Dahası, o ışığın altında, bir genç kızın çamurlar icinde bir mezarı açtığını eklesem o anda solugu deliler hastanesinde alacağım... Oysa görüyorum şu an onu. Belki mezarın içine konulmuş bir hazinenin pesindedir diyorum. Ya da deli olan kızın kendisidir ve amaçsızca kazıyordur mezarı.. Ama öyle olmamalı.. onca mezar içinden neden bu mezar, ve neden beni sürüklüyor ardından. Bir sır saklı hiçkimsenin bilmedigi..
Gece gizlerinin içinde dahada uzuyor sanki.. Hiç sabah olmayacak galiba .. Gitgide artan yağmur bulutları dahada karartıyor geceyi. Büyülü kiz yorulmuyor. Mezar iyice açılmış, karanlık bir kuyuyu andırıyor. Kız bir avuc, bir avuc toprak daha atıyor. Aniden mezardan birşey aldıgını fark ediyorum. Elindeki nesneyi tanrının gözyaşlarıyla yıkıyor. Fenerin ısığında aynayı yüzüne tutuyor. Göğüs kafesim patlıyacak gibi oluyor. Soluk alamıyorum dakikalarca. çığlık atasım geliyor, ağzımı açıyorum, sesim çıkmıyor. Beynimin icinde yankılanıyor olmayan çığlığım.. Gözlerimi ayırmadan aynadaki surata bakıyorum.. Mezarı kazan mı benim yoksa şu an şaşkınlıktan, korkudan ölmeye hazır kişi mi benim ? Aynada çamura bulanmış yüzümü görüyorum. Ve o büyülü kız şaşkınlığıma aldırmadan mezarın içine giriyor. Bu kez feneri ben alıp elime, bakıyorum mezarın içine. Ben yada, off herkimse işte , o büyülü kız mezarın içine uzanmış, yanında yatan bir diğer kadına usul usul bakmakta. Tanrım diyebiliyorum sadece. Uzunca bir süredir mezarda yatan öteki kadının donuklaşmış gülümsemesine takılıyor gözlerim. Belki saatlerce öylesine bakınıyorum onlara. Büyülü kız ilk defa ağzını açıp birşeyler söylüyor. Şimşek seslerine karışan o ince sesten geriye " yeniden doğur beni, ört üzerimi " diyen iniltiler kalıyor. Düşünmeksizin bir avuç toprak alıp, atıyorum mezarın içine.. Sonra bir an duraklıyorum. Nasıl olurda insan kendini ve yaşamını anlamlandıran o güzel kadını gömebilir? Vazgeçmeye kalkıyorum bu korkunç işten.. Fakat mezarın içinden gelen o tatlı gülümseyiş ve bir çığlıkmışcasına giderek artan "yeniden doğur beni, ört üzerimi " diyen gözler bir avuç topraga dönüşüyor. Atıyorum mezarın içine. Son kez bakmalıyım yüzlerine. Gözlerindeki o asırlık anlamı çözmeliyim. Bakışlarımda tutunamamışlık, bakışlarımda isyan, bakışlarımda hüzün görüyorum. Ve üzerimdeki siyah elbiseler çamurlarla çiçekleniyor sanki. Ve çiçeklerin renkleneceği güne değin doğur beni diyen gözler yavaş yavaş kapanıyor. Öteki kadının yüzüne asılan ve asırlarca orada kalacak gülümseyiş, beni gençliğimin o en güzel, o en heyecanlı yolculuklarına götürüyor. Kan ter icinde tırmanırken bir dağı, hadi mola verelim diyor güzel kadın. Soluk alıyoruz serin ruzgardan. Bir sigara uzatıyor bana.. Bir de çay olsaydı diye iç geçiriyoruz. El ele tutuşup devam ediyoruz yolumuza. Aklıma kangurular geliyor birden. Kendimizi onlara benzetiyorum. Beni kucağında saklayıp götürürdü uzun yolculuklara.. Canım ablacığım, şimdi benden nasıl istersin seni gömme mi?
Ve sen ben olan kişi! Ne çabuk bıktın benden. Senle kavga ettik bazı anlar, bazen küstük bir birbirimize. Fakat hep sevdik. Sevmediğimizi düsündüğümüz anda bile... sevdik... Belki sen aşık olurken, ben olma dedim. Yada komşunun kümesinden yumurta çalmama kızdın. Ama biz değilmiydik birlikte papatya fallarına bakan? çiçekleri en deli akan kanımızla sulayan..? Söyle şimdi kendimi nasıl gömeyim?
Bir avuç, bir avuç toprak daha. Ellerim morarıyor soğuk çamurları kaldırıp atmaktan. Ve her avuçta yeni anlar sokuluyor düşlerime... Siyahlar içindeki büyülü kızı bu kez kalabalık bir meydanda, oğullarını kızlarını kaybeden anaların önünde acayip hareketler yaparken görüyorum. Durmaksızın dans edip "yok edemezsiniz yavrularımızı" demekte. Dokuz kardeşin en kücüğü Halime Ana'yı canlandırmakta.. Gösteri bitiyor. Alkış çalıyor analar. Polis nereye gittiğine bakıyor kızın, kızsa çoktan uçmuş meydandan. Analar hala meydanda, polisler çoğalan gençleri aramakta o kız ise şimdi burda, bu mezarda.
Bir avuç, bir avuç toprak daha. Artık zaman durmuş gibi. Sadece bir avuç toprağı alıp mezara atmak bin ömürden dahada uzun geliyor bana.. Yoruluyorum toprağın bıraktığı çağrışımlardan.. Şimdi; gülünce iki dişinin arasındaki kocaman aralıği belli olan o kadınla birlikte kara kaşlarına, ay bakışlarına sevdalı olduğumuz kahramanımızı bekliyoruz.. Saatler geçiyor. Artık bir birimizin gözlerine bakmaktan ürküyoruz. Insanı çıldırtan o meraklı bekleyişi telefon sesi bozuyor. Ay bakışlı gelemeyişinin ezikliğini bir sarkıyla dillendiriyor. " Bekle beni küçüğüm, umudun karartmadan, sevincin yitirmeden, döneceğim bir gün, bekle beni.." Yaşıyor demek..! demek ki beklersem gelecek...!! Artık huzurla bakabiliyoruz gözlerimize. Bir şiir dokuyorum sonra, aybakışlıya, karakaşlıya.. Okuyorum şiiri sesimin yettiği kadar, haykıraraktan.. Canım ablam bir öpücük konduruyor alnımın orta yerine.. Sınırsız sevginin mükafatıdır bu diyor.. Ve şu an toprağın altında gülümsemeye devam ediyor..
Bir avuç, bir avuç toprak daha.. Bitsin artık bu gece, bu deli eden sessizlik bitsin. Ve çekip gitsin arsız düşlerim.. Terk etsinler yüreğimi.
Bir avuç, bir avuç toprak daha.. Mezarım ey güzel mezarım. Kendi elimle açıp, içine hayallerimi sığdıramadığım mezarım.. Bırak beni gideyim..
.........
Eylül: .........
Hicran: Anlattım işte, boş bir sessizlik neye yarar? Birşeyler söylesene.. Nasıl buldun düşümü?
Eylül: Pessss.. Ne dememi bekliyorsun.. Sak şak, bravoo.. aman da aman ne cici düşün varmış senin mi demeliyim? Düşlerinide kendine benzetmişsin. Allah bilir koca kentleri, tanrının gözyaşlarını, karanlık sokakları, göğe kadar yükselen mezarları ve bizi içine alan bu karabasana, yüzyılın düşü diyeceksin..
Hicran: ...........
Eylül: Anlamıyor musun? Gidip gelip geçmişine değinmekle dahada çekilmez kılıyorsun yaşamı.. Düşlerine giriyor bu saçmalıklar. Artık çok geride kaldı o kent, çocuklugun ise ayrı bir yerde.. Canın ablan şimdi topragın altında, börtü böcekle oynuyor... O meydan var ya o meydan, binlerce kilometre uzağında. Aybakışlın belki ömrü boyunca kalacağı suclular evinde.. Şimdiye bak, gelecegi gör! Düşlerim diye savundugun karabasanlardan sıyrıl artık!!
Hicran: ..........
Eylül: Neyse.. Unut gitsin söylediklerimi.. Biraz kabaydım.. kabul.. Ben yanlızca, şeyy.. mezarın içine hangimizi gömdüğünü merak et... heyy nereye gidiyorsun.. beklesene lütfen.. hay allah gitti.. tam da sancılarım artmışken.. Pess yani, ikicanlı birini, bu halde koyup gider mi insan...!
Eylül Hicran Polat
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 10 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
BİLİNMEYENLER
''Her şeyin varsa zaman gelir geçer,zamanın varsa her şey gelir geçer''
Hüzünlü çocuğum,karmaşık bir yol güzergahında,mevsimlerden herhangi bir mevsim, gece veya gündüz bulanıklığında; büyük adımlarla...
Bu yollarda tükenenlere bir örneğim kendimce... Yolların tükenmezliğini bilerekten,her yolun ayrımında aynı başlangıca geri dönüşler ve tarih tekekerrürden ibarettir levhası...
Zorla başlıyorum her şeye, sevdiğimden değil mecburiyetimden...! Bazen karlı olur bazen sisli puslu.. Aşk ve meşk mevkilerini çoktan geçmişim farkında olmadan.Yeni sevdalara,yeni maceralara ihtiyaç duymadan, her saat başında gitmelerin korkusu ve yokluk denen bir tortu sararıp sarmalamadan yaşamak...
Azıcıktan Titrerim...Ellerin gözü üzerimde.
Dilimden düşmez olur,kahırların ve zorluğun verdiği yeni ezberlediğim kelimeler...Yeni sevdalar yeni nöbetler getiriyor kendisiyle diye...Satılık ölüm olsa alıp koyuyorum cebime;
Birikmiş bir titreme daha sarıyor...
Isıtamıyorum ne kendimi ne yürüdüğüm yoldakileri... Elimden geleninin en iyisi en iyisinin iyisi ile ilerliyorum hala...Kapılıp gidiyorum,bilip bilmedik mekanlara, yine bir yol ayrımı, yeni bir yol ayrımı, geri dönüş imkansız... İlk adımla başladı yolculuk...
Üşümenin vakti geldi belki de bilmeden...
Her şeylerden hiç bir şeylere geçtim,Koca bir hiç yükümle altımda hiçbir yarış kaybetmemiş tabiatın en hızlı atı zamanla...
Yaşanmış veya yaşanmamış bütün anların olması gerektiği gibi değil de... Olmasını istediğim gibi, yaşantılara takılmıştım... Kapılıp gitmelerimin mesulü de benim. Günah ektim ömrüme durmadan, ayrılıkların bahane ile sınandığı kararı çoktan verdi muhakemelerim...Her ayrılığın kahramanı da benim... Her sevdaya kananda...
Gökkuşağının başladığı hayallere doğru ilerleme fasıllarıdır artık,yalvarmak yakarmak boşuna, yokluklar hüzünleri, geceler gündüzleri getirir. Ezmeden, kırmadan, incitmeden ve israf etmeden soru işaretlerini... Silip atmadan birazda yıpratmadan...
Uçurumlar boyu ilerliyorum.İlerledikçe tökezliyorum,yanlış bir adımla kayıyor, düşüveriyorum boşluklara, tutunacak bir şeyler arasa da gözlerim, hep sonradan farkına varırım tutunacaklarımın çok ama çok gerisindeyim.
Satılık hiçbir şey kalmadı... Ceplerimde cenaze merasimleri, ve biraz daha küçük adımlarla ilerlemenin zamanıdır şimdi, Yalan yanlış musibetler,iyi yanlarından birazda keder alarak ilerliyorum... Her adımda açlık, kıtlık ihanet sarar. Her adımda ihanetin ardında canım yanar. Yürüyordum... ki bir anda dirseklerim, diz kapaklarım, ayak bileğimden mavimsi bir damar ve ürperiş, çırpınış, yaş... Saçıldı şehre boydan boya...
Uzun patikalar çıkıyor önüme, hangisine alışılır acının söyleyebilirim şimdi, hangisi korunda ısıtır depreştirir insanı; hangi sevinç başı boştur -artık biliyorum-hangisinin o yıldırım kökleri acılardan beslenir... Anladım ki; bu yolda yürüdükçe öğreniyorum.
Kollarımı iki yana açıp uzanıverdim bambaşka bir boşluğa,yattım bulduğum ilk ıslak çimene ilk sevişmenin telaşı vardı sanki içimde; düşünmeden geçmişimi diktim up uzun uzunlaşan yıldızlara titrek gözlerimi " İyi bak iyi, koparsa kıyamet susmaların ötesinde yalnızların çaldığı senfoni biterse... Akıp bittiği yerde duruverirse hayat, güzel bir şeyler kalmalı diye geriye"... Derin bir soluk ardından temiz havanın verdiği çeyrek mutlulukla,heyecanlanmadım değil bu güzel anda... Bu anda kim düşer anlara kim düşmek ister yollara...Azda olsa kaptırdım kendimi bahtiyarlığa... Belki kimselerin umurunda değilim. Kimselerde benim, kim demiş hüzün orduları yalnızlara karşı siper alır diye... Siyahlarımı giymiş,saçlarımı taramış, mutluluğun hevesindeyim.
İnsanlar neden bilmez.... Gökkuşağının kendilerinde başlayıp, kendilerinde bittiğini...
ve israf etmemeleri gerektiğini soru işaretlerini... Sen beni ezip geçtiğinde de bilmiyordun., Belki...?
Bine bölünse de beden sevebileceğini..!
Hüzünlü bir çocuk vardı ya...
Hani aklına takılan her kadına,sevgisini gösteremeyip de sadece tebessümünü hibe eden...
Hani kendi elini kendisi tutan,kendi yarasını kendisi saran. Ellerin gözünün üstünde olduğu,
Dudakları titrek ve hünerli, yalnızlığın ortasında kaybolmuş bir çocuk...
Üşüyüp durdu bahar serinliğinde sırtı,
Bilinmeyen bir şarkının nakaratını oluşturmuştu,
Isınamadı da ısıtamadı da...
Ceplerinde el yerine merasimlerle
Bu yoldaki hikayelerle
Ve de anlamadan sonunu,
Başladığı gibi...
Bitti...
Bir yol güzergahında...
Aksilik buya...
Şuan ise sadece,
B
O
Ğ
U
L
U Y
O
R
M
U
Ş...
Mehmet Güneş
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 13 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Bandabulyanın gancellisi : Şevkat Sıtkı SAĞ-SOL, PENALTI... GOOOOOL! |
|
Geçenlerde bir arkadaş muhabbetinde arkadaşlarımın kocalarına futbolla ilgili hezeyanlarını duyup gördükten sonra karar verdim bizim bu hatun milletini futbolla ilgili bilinçlendirmem gerek.
Hayır yani üstüme vazife değil biliyorum ama bu uğurda yuvaların yıkılması sözkonusuyken bir köşede oturup ses çıkarmamak da bana göre değil.
Sevgili hemcinslerim, biliyorum futbol denilen spordan birçoğunuz nefret ediyorsunuz ama sizi temin ederim ki bu spor çok keyifli bir okadar da stres atmaya birebir.
Nasıl mı? Şöyle ki; bir kere futbolun izleyicisine sunduğu heyecanı hiçbir spor vermiyor.Heran herşey olabilir, bir bakıyorsunuz frikikten gol olmuş, bir bakıyorsunuz karşı takım ataktayken sizin takım topu çalıp karşı kalede tehlike yaratıyor.Sürekli hareket sürekli heyecan. Kurtlar vadisi yanında halt etmiş yani...
Oyun durulur gibi olsa da, biranda hakemlerin verdiği kararlarla hareketlenip ortalık karışabiliyor.Yani oturup izlediğimiz, konularının tamamı olmasada çoğu aynı olan dizilerden çok daha keyifli üstelik birsonraki adımı kesinlikle tahmin etme şansınız yok.
"Aaaa bak bak şimdi Ahmet gidip gol atacak" diyemiyorsunuz, niyeee? Çünkü Ahmet gole doğru giderken Mehmet gelip ayağındaki topu çok zarif bir hareketle çalıp takımını atağa kaldırabiliyor.
Ama dizilerde öyle mi? Hayır değil, hepsi aynı, zengin kız fakir oğlan, fakir kız zengin oğlan, kötü kadın, kötü erkek, kan davası, mafya, entrika, yalan, estetik ameliyatlarla değişen yüzler, uzaklara gidip de geri dönen eski sevgililer, ölüp de dirilenler....Aynı senaristin kaleminden çıkmış gibi tümünde aynı senaryolar, aynı sahneler hatta bazen aynı cümleler.
Heyecan yok, hareket yok, süpriz hiç yok. 40 bölümün 40'da hep aynı, oysa futbolda öyle mi? Hayır! 90 dakika ayrı zevk, ayrı heyecan. Üstüne üstlük herhafta bambaşka bir 90 dakika izliyoruz, her hafta yıldızlar değişiyor, başroller aynı kalmıyor.
Şimdi buraya kadar herşey güzel, sizin ordan ama küfür var,ama kan var,kavga var, cinayet var dediğinizi duyarsam işin rengi değişir ona göre. Küfür heryerde var, izlediğimiz dizilerde, yarışma ve eğlence programlarında küfür almış başını gidiyor.Kan cinayet derseniz gülerim, stadlarda yaşanan şiddet televizyonda hergece gördüklerimizin yanında sol da sıfır kalır.
Ana haber bültenleri hergece enazından 3 cinayet, 2 adam dövme 1 gasp olayını ekranlara getiriyor. Haberleri bitirip, dizilere başlıyorsunuz ne oluyor, cinayetler, kan davaları, adam dövmelerle dolu yüzlerce kareyi ağzımız açık izliyoruz. Hatta bazen taraf tutup, "Oğlum vursana şu adi herifi" şeklinde ekrana bağırınıp durduğumuzu da inkar edemeyiz. Dizi ertesi yorumlarda "Ohh valla Kılıç öldü çok sevindim, iyi oldu...", "Dün akşam gördün mü ağa nasıl dövdü herifi..." şeklinde tümceler kurduğumuz da bilinen bir gerçek.
"Ama ben anlamıyorum ya, frikik, ofsayt, korner ne?"derseniz onun da çözümü kolay, oturun 2-3 maç izleyin zaten bu terimlerin ne olduğunu seyrede seyrede anlayacaksınız, olmadı mı ozaman da sevgilinize, kocanıza, arkadaşlarınıza sorun. Yani neymiş bilmemek değil öğrenmemek ayıpmış.
Tüm bunları geçtik, " Amaaan ne o öööle, koca koca adamlar bi topun peşinde koşa koşa kendilerini helak ediyolar, salak bunlar yaaa" derseniz, sizi sen salak mısın? bakışımla süzer, üstüne üstlük hiç çekinmem "sen salak mısın ya?" diye de aşağılarım bilesiniz. Çünkü, tüm spor dallarında olmasa da bir çoğunda top veya benzeri bir cisim var kullanılan. Golf topla oynanır, basketbol, tenis, voleybol desen öyle, hentbol yine topla oynanırken, sadece futbol seyredilirken, seyredenleri küçümseme maksadıyla bu tür cümleler kurmak tamamen salaklara mahsustur.
Hayır yani diğer oyunlarda da ortada bir top varken ve oyun bu topu bir yerlere atmakla alakalıyken, sadece futbolla ilgili bu yorumu yapmak futbol düşmanlığından başka birşey olamaz.
Neden 100 metre koşusunu seyrederken, " Yaa salakmısınız siz ne diye koşuyorsunuz ööle" diyen birine rastlamadım daha, ya da "Aaa manyak bu adam elinde bir top üstelik de demir, illa fırlatacak biyerlere" diye gülle atan birinin aşağılandığını da görmedim.
Demek ki neymiş, kadınların futbola karşı bu antipatik davranışları erkeklerle alakalı olabilirmiş. Çünkü bizim bu erkek milleti futbolla ilgilenirken başka birşeyle ilgilenmez, eee haliyle de hatunlar ayaklanıyor. "Futbol benden daha mı önemli" diye. Oysa 90 dakika kocası ilgisiz davrandığından dolayı ölen bir kadın olmamıştır daha.
Kadınlara sorun kuma mı istersiniz yoksa her gece futbol maçı mı diye kesin kumayı seçerler. Neden? Çünkü kocalarının kumaya olan ilgisi ve heyecanı geçer ama futbola olan ilgisi ve heyecanı kalıcıdır.Tuhaf bir milletir vesselam bu kadın milleti.
Canımın içi hemcinslerim, futbol sevilmeyecek ya da anlaşılmayacak bir spor değildir bilesiniz. Ha herkes sevecek diye bir kural da yok. Ama sevenlere mani olmak ve aşağılamaya kadar gitmek ayıptır.Sevmiyorsanız bile saygı duymasını bilin.En nihayetinde futbol da bir spordur ve sporun hertürlüsü zevk verir.
Futbolla ilgili tartışmalara gireceğinize, ya bırakın adamlar rahat rahat seyretsin ya da siz de seyretmekten keyif almayı öğrenin. Zaten topu topu haftanın 3 günü (kupa maçları hariç) adamcağaz oturacak maç seyredecek üstüne üstlük de en fazla 2 maç izleyecek hepsi hepsi 180 dakika.
Yani şunun şurasında adamın haftanın 2,5 saatini maç izlemekle 3 saatini de maç yorumuyla geçirmek istemesini yadırgamamak lazım. Biz kadınlar haftanın enaz 10 saatini televizyon karşısında dizi seyrederek geçiriyoruz ki bunların içine gelin kaynana programlarını, yarışmaları, sabah şekerlerini katmıyorum (torpil geçiyorum kısacası).
Kısacası olay şudur, futbolu sevmiyosanız da anlamıyorsanız da bırakın anlayanlar sevenler zevk alsın. İşin cılkını çıkartmayın benden söylemesi. Sırf böyle düşünüyorum diye de beni sakın esefle kınamayın, ha baktınız kınayasınız geldi bari olayı fazla abartmayın.
Şevkat Sıtkı
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 5 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
TAŞKINCA : Hasan Taşkın Herkes birbiriyle düelloda... |
|
Türkiye'de 'Ben'cilik ön planda... Şimdi herkesin bir düello ettiği kişi ya da kurum var gibi bir görünüm sergiliyor... Bunun başını da saygın yazarlar ve gazeteler çekiyor...
Saygın köşe yazarları, birbirlerini köşelerinden yazı yazarak eleştiriyorlar. Daha da ileri gidip, bazen hakarete yakın terimler bile kullanılıyor... 'Sen şu sun. Sen bu sun.' Gibi...
Muhalefet de aynı yolda ilerliyor. Ana muhalefet Partisi olan CHP kendi içinde bu düelloyu yaşıyor. Kavgalar bitmek tükenmek bilmiyor... İktidar partisinin eleştirmenin yolu da sert tartışmalardan geçiyor. İktidar partisinde de istifalar, 'Sen, ben' tartışmaları sürüp gidiyor... Vatandaşın halini soracak kişilerin hali pek de iyi değil gibi... Ey vatandaş, kendi sorununu kendin çöz. Sakın kimseye dert yanmaya çalışma. Hem baksana herkesin kendi derdi kendine yetiyor. Koltuk kapma çabaları ise ayrı bir düello sahnesi... Koltuğu kapan ve birkaç gündür gazetelere yolsuzluk nedeniyle gözaltına alındıkları yazılan bazı bürokratların, daha göreve gelir gelmez menfaat düşündüklerini öğrenmek ne acı...
Ülkem kriz içinde... Dahası büyük krizlerin ardından yarasını sarmak için çaba gösteriyor. Ama birileri fırsat kollayıp, kendini nasıl kurtaracağının hesabını yapıyor... Öte yandan, halkın sorunlarını anlatacak, devletin içine yerleşen menfaat gruplarını halka gösterecek medya da kendi derdinde...
Köşe yazarları da birbirleriyle hesaplaşıyor... Sabah Gazetesi Yazarı Altan Tanrıkulu'nun yazısını bu anlamda destekliyorum...
Tanrıkulu'nun yazısından yapılan alıntılarda, bizim gazetecilerin köşelerine neler taşındığına bir bakalım...
''Bazı okurlara yazarın ismi bile yeter yazısını okumak için.. Bazısı için ya ön sayfadan anonslanır ya da gündemi öyle bir yakalamıştır ki, kulaktan kulağa yayılır yazısındaki saptamalar, incelikler, zeka kıvılcımları ve lezzet.. Okur ne yapıp edip o yazıyı bulup okumak zorunda hisseder kendini.. Ve yazar amacına ulaşır..
Ama yazar ne hisseder de yazar yazısını? Gündemi değiştirmek için mi? Gündemdeki bir konuyu en iyi inceleyen kişi olduğunu göstermek için mi? Ya da yazısının yaratacağı etkiyi önemsemeden arzuladığı konuyu kaleme almak için mi?
Olabilir.. Ama Türkiye'de yeni bir moda, yeni bir akım var artık.. Köşe yazarlarının birbirlerine hitaben yazdıkları yazılar.. Eskiden de vardı.. Ama eski atışmalar çoğu kez siyasal görüşlerin çarpışması olarak kaleme alınan ve daha çok farklı gazetelerde, zaten farklı saflarda yer alan isimlerin fikir çarpışmalarıydı..
İki hafta önce sonlanan bir düello örneğin.. Hıncal Uluç'la Fatih Altaylı arasında geçen.. Altaylı ile 2 yıl çalıştım. Hıncal Ağabey'le uzun süredir aynı gruptayım.. Altaylı, Gelişim Spor'un yazı işleri müdürüyken de delidolu bir adamdı. Ama çalışkandı, üretkendi..
Hıncal Ağabey'i tanımlamak içinse iki kelime yeter benim için: "Satın alınamaz.."
Bu ikilinin uzun süren düellosunda bir şeyin farkına vardım.. Yazılanların önemi yok aslında bu ülkede.. Yazanların ve ifade tarzının önemi var.. Okuyan bir şeyler almıyor bu tür atışmalardan. Sadece öğreniyor.. Uluç mu haklı Altaylı mı, ona karar vermeye çalışıyor.
Uluç gibi "Satın alınamaz" bir kalemle çalışıyor olmaktan hep zevk aldım.. Altaylı da onunla çarpışarak, onunla çarpışacak kadar yükseldiğini görerek zevk alıyor belki..
Ama yazmak bu kadar kolay olmamalı.. Hele hele gerçekleri tam olarak ortaya sermeden çarpışmak ne kadar dürüstçe?
Kaleme sahip olmak, sütuna sahip olmak, bilgiye sahip olmak iyi de, yazmaya karar vermek ne kadar kolay bu ülkede..
Bir yere, bir koltuğa, bir sütuna sahip olana kadar savunduğunuz değerlerin tam tersini savunuyor olursanız bir gün..
Yazmak ya da yazmamak arasındaki fark sizin için çok önemli değildir.. Önemli olan yarattığınız marka sayesinde insanlara düşüncelerinizi empoze etmektir..
Oysa bir yazar için en önemli karar verme anı o andır işte.. Yazmak ya da yazmamak..
Yazı yazmak; dart oyunu değildir.. Hedefi tutturamazsam en yüksek puanı alayım, diyemezsiniz.. Yazı yazmak; içki içmek değildir.. Sarhoş olmadan biraz rahatlayayım, diye düşünemezsiniz..
Yazı yazmak; fikir üretmektir. Önce kendine, sonra topluma bir şeyler vermektir..
Yazı yazmak; yazının altındaki imzaya saygı duymaktır.. Ve yazmak kolaydır da, bütün dünya sana karşı çıksa bile yazdıklarının arkasında durmak zordur..
Doğruları yazmak ya da yazmadan önce iyice araştırıp hiç yazmamak.. Bir yazar için işte bütün mesele budur..''
Türkiye bir krizden çıkıyor... Bu çıkışta herkesin katkısı olmalı... Kavga ve düello yapma zamanı değil, çalışma, üretme ve paylaşma zamanıdır...
Elini taşın altına koyma zamanıdır. Ülke hepimizin ise, mutlu ve huzurlu bir ülkede yaşamak hepimizi mutlu eder... Öyle ise hepimizin üzerine düşen görevi yapmaları gerekir. En azından çabaların daha da artması gerekir.
Hasan Taşkın www.noktadergisi.com.tr
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 7 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 5.362 kahveciye doğru yola çıkmıştır.
Yukarı
|
GİZ
Zaman bir giz
Geçmiş gelecek arasında fark yok
Zeus un mucizesiyle esiyordu
Phaeton un kavak yelleri
Bir başka mucizeyle susacak türkü
Doğum ve ölüm arasında fark yok
Açılan kapıyı kapamak lazım
Yarım kalmamalı hiç birşey
Sonra basıp gitmeli
Bir sessizliğe gömülüp
Bin rüyaya dalmalı
Funda Güven
Yukarı
|
Bir dahaki kara inşallah!
Yukarı
|
İşe Yarar Kısayollar - Şef Garson : Akın Ceylan |
Sitede çağımızın vebası diye nitelendirilen insulin direnci yazısı oldukça ilginç. beslenme alışkanlıklarımızı gözden geçirmekte fayda olabilir daha sağlıklı bir yaşam için. http://www.beslenme.bulteni.com/ gerçi doktorları kızdırması olasılığı olan yazılar da yok değil sitede, ne yapalım suya sabuna dokunmadan da olmuyor işte...
Sezen Aksu’yu ve tarzını sever misiniz? Ben bayılırım. Yeni albümü de çıktı. http://www.sezen-aksu.com/bahane.html ... Kimsenin kendisine veremiyeceğini bildiği halde bize hediye edilen, Sevgiler, sevgililer, özlemler, ayrılıklar, kavgalar, çelişkilerle dolu, Bize 'Sen ağlama dayanamam' diyen, hele hele bizim onun ağlamasına hiç dayamadığımız 30 yıl...
Seramik tabak üzerine motif çalışması tüm dünyada yaygın bir uygulama. http://www.portmeirion.tv/motifs1.htm kısa yolunda bu çalışmalarla ilgili çok sayıda örnek bulacaksınız. Özellikle meraklılarına durulur.
Çocukluğumuzda en azından bir çokumuzun sokaklarda hangi oyunları oynadığımızı hatırladığımızı varsayıyorum. Saklambaç, çelik çomak, dekman, misket, vs... Özellikle misket yöreye göre değişen ismiyle bazen zıpzıp, bazen cillop ve hatta bilye ismini alabiliyor. Hangi isimle anılırsa anılsın hep aynı zevki vermiştir. http://marblealan.com/ kısa yolunda dünya üzerindeki bazı meraklı ve üreticilerin, ürünlerinden ve yorumlarından örnekler görebilirsiniz.
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
Avant Browser 10.0 Build 126 [1.32 MB] All Windows Free
http://www.download.com/Avant-Browser/3000-2356-10150342.html?part=dl-avantbrowser&subj=dl&tag=button Bizzat kullandığım IE tabanlı bir tarayıcı. Daha önce tanıtmıştım ancak bu yeni versiyonuna çok güzel bir özellik eklenmiş. Dolaştığınız sayfayı inceleyip, ona benzer sayfaları yukarıda en geniş şekliyle menüye ekliyor. Otomatik olarak kullandığınız dilde yükleniyor ve dilediğiniz anda dilini değiştirmek mümkün. IE kullanıcılarına şiddetle tavsiye ederim. Çok memnun kalacaksınız.
Yukarı
|
|
|
|
|
|