|
|
|
22 Şubat 2005 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Taksim'e heykelini dikelim!.. |
Merhabalar,
Dün yazımı okuyanlardan bazıları işi iyice büyütüp RTÜK'e bir şikayet dilekçesi için imza kampanyası başlatalım bile dediler. Oysa hepimiz RTÜK ve benzeri, bizim yerimize ahlak bekçiliği yapan, kurumlara gerektiğinde karşı çıkmıyor muyuz? Çıkıyoruz, o zaman alan ve verenin halinden memnun olduğu bu gibi durumlarda bir yasal organı göreve çağırmayı uygun görmüyorum doğrusu. Burada asıl tartışılması gereken, moda deyimiyle, yayıncılık etiği. Bir yanda önüne ne konursa yemekten başka çaresi olmayanlar, diğer yanda bunların önüne ne koysam yiyorlar diyenler. Yani tam bir yumurta tavuk hikayesi. Bir diğer önemli ayağı teşkil eden reklamverenler ise bu problemi çözemediklerinden çaresizlik içinde. Verse bir türlü vermese bir türlü durumlarında. Kim ne derse desin, burada tek yetkili sorumlu, yayıncı kuruluş. Eğer bir kanal bu tür yayınları bitirme sağduyusunu, her türlü reyting kaygısından uzaklaşarak gösterirse, ancak o zaman bu tür programlardan kurtuluruz. Şimdilik bir hayal olan bu inceliği gösterecek ilk TV yöneticisinin Taksim'e heykelini dikmek için imza kampanyası başlatmaya sizlerin huzurunda söz veriyorum. Hatta ayda bir gidip kuş pisliklerini temizlemeyi bile göze alıyorum. Yeter ki şu kepazeliğe bir son verip bizleri bu boyunduruktan kurtarsınlar.
Dergimiz ile uğraşırken açık artırmayı unuttuk. Aklıma gelince dün bir fincan takımını artırmaya koydum. Haydi bakalım yok mu artıran? http://www.gittigidiyor.com/php/listele.php?nick=kahvemolasi
Gene aynı nedenle geçen hafta pikaba yeni plak koymayı da rafa kaldırmıştık. Şimdi bu adetimizi tekrar başlatıyor ve pikabımıza Terry Jacks'den Seasons in the Sun'ı koyuyorum. Yeni günde hepinize herşeyin en güzelini diliyor ve aranızdan ayrılıyorum. Hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
Café Azur : Suna Keleşoğlu |
TeleVizyon...
Sen oradasın...
Kaybolan gerçekten bizler miyiz?
Bilmemeyi istercesine susturuyorum beynimi. Ya da O.
-Artık düşünme. Detayları hapsetme beynine.
-Komutlar gelmeye başladı. Sevinmeli (mi)yim. (?)
-Değişen düzende yerini al.
-Yerim yok. Direnmeli (mi)yim. (?)
-Gitmek- kalmak, olmak-olmamak değil. Sadece beni İZle...
24 saat ekranın karşısında olmaya dayanabilir miyim?
O yayınları yapan cihazları tanıyor olmaktan öte bir sevinçti bu. Siz sunucunun tüm söylediklerini ezberlediklerini düşünmüyürdunuz. Ona yardım eden cihazlar vardı. Haberleri sunan güzel spikerin suratındaki lekeleri göstermeyen kameralar ve ışıklar da. Televizyonculukla ilgili herşeyi seviyordum. Henüz dijital (sayısal) yayınlar ve cihazlar bu kadar yaygın değildi. İlk kez tamamı dijital ortamda kurgusu yapılan bir filmin heyecanı, efektlerin albenisi beynimde dönüp duruyordu. Ben televizyon yayını yapılabilme ihtimalini sevenlerdendim belki de. Yüzü tiyatroya dönük şairden alınma bir cümleydi. Alıntıyı yaparken kendimi eleştiriyorum daha farklı bir cümle kuramadığım için ama teknolojinin bu nimetini çok seviyor(D)um...
En son teknoloji ürünlerinin tanıtılacağı fuarlardan birinde Habercilik Etiğinin tartışılacağı bir seminere katılmak için ne çok çabalamıştım. (Maalesef zamansızlıktan olmadı.) Çünkü beynimdeki teknik bilgilerin arasında ya da 0-1 mantığının taa derinliklerinde sosyali, aslında dünyanın da ta kendisini anlamaya çalışan bir küçük casus vardı. O casustan hala kurtulabilmiş değilim. Şimdi yayınları izlerken hangi marka kamera kullanılmış, efektler hangi cihazlarda yapılmış ya da stüdyoda hangi alt yazı cihazı kamera görüntülerine karışmış bulmacalarını oynayamayacak kadar uzak kaldım. Beynimim teknik kısmı dinleniyorken o casus hep iş başında...
"Dünyadaki iklim değişiklerinden en çok etkilenen ve neredeyse hemen hemen her gün tsunami tehlikesiyle karşılaşan, irili ufaklı adalardan oluşan Kiribati Cumhuriyeti'nde yaşayan yaklaşık 90 bin kişi evlerini, ülkelerini kaybetme tehlikesi içindeler."
Ülkemizin haber kanallarından birinde görüntüleri ile birlikte izliyorum bu haberi. Saat geceyi yarılamış. Ertesi gün internette Türkçe arama motorlarında ve haber kanalının sayfalarında bu haberi arıyorum. Böyle bir habere rastlamıyorum. Yoksa Kiribati diye bir yer yok mu?
1971'de Büyük Britanya'dan ayrılarak Gilberts Adaları olarak bilinen ismini 1979 yılında bağımsızlığını ilan ederek değiştiren, yaklaşık 33 adacıktan oluşmuş bir Pasifik ülkesi Kiribati Cumhuriyeti. Avustralya ve Hawai arasındaki konumundan da anlaşılacağı üzere geçimini turizm ve balıkçılıktan kazanan ülkenin, bizim arama motorlarına giriş nedenlerinden birisi 900 hatlarla ilgili bir haber, bir diğeri ise milenyum kutlamalarında 2000 yılının güneşini görecek ilk yer olan Caroline Mercanadası'nın Kiribati Cumhuriyeti adalarından biri olmasını konu alan bir milenyum haberi idi.
Yukarıdaki habere ise bir daha hiç bir yerde rastlamadım. Günlerdir Tsunami, arkasından da iklim değişikliklerinin vurduğu ülkelerin haberleri ile yatıp kalkan birisi olarak kendi uydurduğum ve uyanık gözle gördüğüm bir rüya olabilir mi? Tam da Kyoto Anlaşması ile ilgili haberler ekrandayken. Bilemiyorum.
Doğanın dengelerini bozan birileri var bunu biliyorum. Ve bu birileri yüzünden çoğu zaten fakir ve zor durumda olan yüzbinlerce insan evleri, vatanları bildikleri yerleri terk etmek zorunda kalacaklar. Ya da oralarda yaşayıp göz göre göre ölüme gidecekler. Evet artık doğa acımasızca kendisine yapılan kötülüklerin intikamını alıyor. Ya insanoğlunun ilk varoluşundan beri olan ayrımcılığın, güç göstermenin ve zayıfları ezmenin tohumları ile dünyayı yönetmeye çalışanların evsiz, yurtsuz bıraktıklarının acıları...Cümle tamamlanamıyor.
İçinde bulunduğumuz dünya düzeninin, taa baştan beri var olan güçsüz-zayıf, zengin-fakir, emreden-emirleri yerine getiren zıt kavramları ile yürüyen işleyişi...Yine eksik bir cümle
Adalet kavramının beyinlerden, vicdan duygusunun yüreklerden silinmeye çalışıldığı şu günlerde, evdesiniz, gözetleniyorsunuz, beş milyon dolar kazanabilirsiniz, işki birilerini gammazlayın, ayrıca güzel uzuvlarınızı açın ve şuh bakışlar atın ki, hep KAZANIN diye bas bas bağıran çokuluslu bir televizyon yayınındayız sanki. Tüm değerlerin tükendiği, üzerinde yazan rakamlar çok oldukça sevindiren kağıt parçalarının ya da yanyana yazılmış rakamların (çünkü teknoloji parayı da sanallaştımayı başardı) tek güç olarak beynimize kazınmaya çalışıldığı kocaman bir adayız. Aslında yanımıza alınması istenen üç şeyde ütopya. Çok yakında o adayı da sular seller götürecek...
-Renkleri çok iyi kullanmış.
-Bence de.
-Film bitti mi?
-Kime göre...
Dedim ya, bir zamanlar bir sevincim vardı. Haber ve Etik kelimeleri biraraya gelebiliyordu. Tüm bunların da bir yazılma sebebi vardı. Zaman zaman uzaktan kumanda aleti ile yakın ilişkisi olan biri olarak, sevdiği bir iki dizi ve haber proğramları dışında rastgele zamanlarda televizyona zaplarken gördüklerine çok şaşıran bir eski dünyalının beynindeki casusu dış dünyaya hapsetmesi için yapılmıştı. Ama o yine kaçmayı başardı. Şimdi aramızda değil.
Ve aynı akşam, aynı televizyon yayınını seyrederken ve hatta aynı reklamları seyrettiğimizi düşünürken ben sizden farklı olarak sadece Avrupa yayınına özgü bir reklam seyrediyordum.
Almanya'da kurulmuş ve Dünya kalite belgesine sahip gıda ağırlıklı bir kuruluşun hazır çorba reklamıydı. Reklam kısaca eşiyle Türkiye'ye giden bir gurbetçinin yolunu kesen Sırp ya da Bulgar polisinin, 'Komşi bir çorba parası' demesi ve gurbetçimizin de 'Ne çorba parasi komşi. Çorbanın hası burda. Al sana çorba' diyerek üç-dört paket çorba uzatması üzerine kurgulanmış bir reklamdı. Çok rahatsızlık vericiydi. Baştan sona...
Şimdilerde o reklamla ilgili eleştiriler düştü gündeme. Siz reklamı görmediğiniz için size garip gelecektir, ulusal gazetelerin internet baskısında ilk sayfa haberi olarak yer almasını. Aslında garip olan biz insanoğlu...
İZledikçe tükenmek için mi bu kadar beyinsel emek harcadık bu buluşa. Kendimizi biraz daha tüketmek adına mı en kaliteli frekansı bulmaya çalışıyoruz, en güzel görüntüyü yakalamak için bir entegre daha ilave ediyoruz kameraya...
Ben ve beynimde hapsettiklerim bir süreliğine gidiyoruz. Ama kısa bir süre sonra geri döneceğiz. Şimdi REKLAMLAR...
İZle,
İZleme,
İZ DÜŞÜMÜ
SunA.K. Grasse
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 6 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
OLMAYAN BİR DÜNYA TASAVVURU: "SIR DİZİLERİ"
Son zamanlarda televizyonlarda "Sır Dizileri" furyası başını aldı gidiyor... Bir televizyon kanalının başlattığı canlandırma/kurgu şeklindeki bir diziye -mutat- olduğu üzere- diğer kanallarda iştirak ettiler; bunun nerede duracağı konusunda da kimsenin bir öngörüsü yok... Dahası, kanallar, dizilerle ilgili, etraftan gelen eleştirilere de kulaklarını tıkamış durumdalar... Sadece, "Bu işi biz daha iyi yaptığımız için kalıcı olacağız, diğerleri zamanla yayından kalkacak" gibi naiv savunmalar sözkonusu...
Bazen de, "toplumun, hayatı seküler/pozitivist bir çerçevede algılaması"ndan yola çıkarak veya bunu gerekçe göstererek sözkonusu programların en azından bir "zararı olmadığını" dile getirenler de oluyor...
Çağımızdaki insanların, 'hayat'ı, genellikle pozitivist/seküler, diğer bir deyişle 'kutsal kavramından yoksun olarak' algıladığı, hayatında buna yer vermediği, 'anlam dünyası'nın böyle şekillendiği ve fiilen de böyle yaşadığı bir gerçek... Dahası,ülkemizdeki bazı sosyal bilimci ve yazar-çizerlerin, toplumun kökleri/değerleri ve gelenekleri ile barışık olmadıkları, bu konular hakkında konuşurken de, gereken titizliği göstermedikleri doğrudur.Bunun sebepleri ve bunu aşmak için neler yapılabileceği ayrı bir tartışma....Ancak, sözkonusu durum, "Sırlar Dünyası" ve benzeri programlarla ortaya konan "temel yanlış'ı ortadan kaldırmıyor.
Kısaca belirtmek gerekirse, her şeyden önce, bu tür programlar, 'hayatın bir imtihan olduğunu kabul eden İslami dünya görüşünün temel tezi'ne aykırıdır..Sünnetullah'ın yok sayılması anlamına gelir. Yaygın İslamî söylemle ifade edecek olursak, Ebubekir'le Ebu Cehil arasındaki farkı ortadan kaldırır.
Sünnetullah konusunda hazırlanan ciddi bilimsel kitaplara bakarsak şunu apaçık görürüz:Allah, tarih içinde hangi durumda nasıl davranacağı konusunda, kendisine ve bu ilahi tavrın muhatabı olan insana söz vermiştir; Kur'an, tarihin, kendilerine ayrıcalıklı davranması beklentisi içinde olanlara karşı, Sünnetullah'ta bir değişme olmayacağını ısrarla vurgulamaktadır.
Diğer önemli bir nokta da şu: Kur'anın, dünya hayatıyla ilgili en temel öğretilerinden biri de, 'nesnel gerçekler' karşısında bütün insanların eşitliği ilkesidir.
Allah'ın tarih içindeki olaylara müdahalesi anlamında yorumlanabilecek, 'Bedir'de, beş bin melek'le savaşa müdahale ederek,savaşı müslümanların lehine çevirmesi' gibi istisnai durumlar var; ama, bu olay, vahiy asrında ve müslümanların ölüm-kalım mücadelesi verdiği çok ayrı ve özel tarihsel koşullar içinde anlaşılmalıdır.
Örnekler vermek istemiyorum ama, eğer (bu programlarda vurgulandığı üzere) "iyi niyetli olmak her şey için yeterli" ise, "kötülüklerin cezası bu dünyada da verilecek" ise, "zor durumda kalanlara görünmez bir takım yerlerden yardım gelecek" ise, 'imtihan olma'nın ne anlamı var? Daha doğrusu "öteki dünya"nın (Ahiret'in) ne gereği var?
Gerçek şu ki, Allah (Kur'an), insan hayatıyla ilgili bir çok şeyi, (bunlar "bir bilgi sorunu" olduğu için) insanlara bırakmıştır;onları iyiyi-kötüyü ayırabilecek bir kapasitede yaratmış ve kendi çabalarıyla bazı şeyleri başarmalarını istemiştir. Bu arada, sürekli, uymaları gereken ahlaki ilkeleri ortaya koyup, insanın 'imtihan" edildiğini ısrarla vurgulamıştır.
"Sırlar Dünyası" vb. programlarda yayınlanan olayların gerçek hayattan alındığı ve çoğu insanın böyle şeyler yaşadığı iddiaları tartışma götürür bence... Ezcümle, reankarnasyon için ekranlarda ballandıra ballandıra anlatılan şeyler ne kadar gerçek ise, bunlardaki gerçek payı da o kadardır bence.
Bu tür programların zararları olmadığını söylemek de mümkün değildir...Çünkü, bu programlarda "olmayan bir dünya" tasavvuru sözkonusudur... Programda -belki de- sadece kurgusal bir temenni olarak dile getirilen hususları seyreden ve böyle şartlanan bir insan, benzeri bir sorunla karşılaştığında, hayatın çıplak gerçeği ile yüzleşecek ve o mevhum "sihirli", "sırlı" yardımı (veya eli) yanında göremediğinde belki de inancı zedelenecektir...
Sonuç olarak, bu tür programların hiçbir zararının olmadığını varsayalım (ki aslında pekâla var!);peki, faydası nedir? Kime ne kazandırabilir? Ve, en azından bu tür programlar için ayrılan kaynaklara yazık değil mi? İslami hassasiyeti olan televizyonlar, böyle hiçbir faydası olmayan programlar için kaynak ayıracaklarına, Üstad Cemil Meriç'in ifadesiyle, "kültürün, dün de bugün de tek taşıyıcısı olan kitaplar" hakkında, kitabın tanıtımı-eleştirisi-önemiyle ilgili kaliteli ve gerçekten herkese hitap eden, okumanın önemini kavramaya yardımcı olacak program yapsalar, daha iyi olmaz mı?
Ahmet Erbay
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 6 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
KARESELLEŞME
Arasıra insanlar kendini 'acaip' hissetme sendromuna kapılırlar. Ben de bunlardan biriyim.
"Neyin var, soluk görünüyorsun?"
"Bilemiyorum.. Bir acaiplik var üstümde..Hiçbir şeye benzemiyor..."
"..."
Benzemez tabi. Yaşanılan çevre- sosyal ortam - ev hayatı - iş hayatı - özel hayat (kurtarılabildiği kadarıyla) - zorunlu sosyalleşme ortamları - naber, nasılsınlar; bi yaramazlık yok çok şükürler.. Emer insanı, kanını kurutur. Döner, döner de bu kısır döngü, yorulmak nedir bilmez.
Son derecede normal görünmekle birlikte kanırtarak sökmeye çalışırlar kendilerine ait olmayan duyguları ve sararmış, saçak saçak olmuş bir benliği onarma programları daral bile verebilir. Genellikle de ağzımızdan dökülen cümle dizinleri şu şekilde olur: "Ben aslında başka bir yerde olmalıydım, başka bir sistemin kölesi olmalı; başka bir bunalımın altına imzamı atmalıydım. Her ne kadar bir yeni sistem bir diğerinin devamı olsa da, tüketim toplumlarının makus kaderiyle yüzleşmesi insanın yüzüne biraz daha gecikmeli olarak -fekat faiziyle- çarpacaktır. Gösterilen; bitir,harca,yoket modelidir. Açın kafasında tek bir şey vardır; karnını doyurmak. Üçüncü sınıf entel ağızlarının askıdaki söylemleri de uçan balonunu ipinde, yumuşacık karışıverir atmosferin engin sularına. "Efenim, düşünmüyoruz, yani millet olarak düşünmüyoruz. Bugün bi AB'den bahsediyoruz, bu kafayla nasıl gireriz miirim??" Bir söz vardır; 'karnı tok olanın, zihni açık olur'. Anlayana.. Türkiye'de olmanın kaderimizi belirlediği bu yaşam sahnesine olup biten her şey, beraberinde kaçınılmaz kaosu misafir etmekte evlerimize, daha da önemlisi beyinlerimize. Kitlesel ruh havalandırma seansları denense mesela. Onca tarikatın yapamadığını bu eylem başarsa. "Toz, kir saçımı ne hale getirdi??" derken reklamdaki, yalandan Rapunzel saçlı, kariyer sahibi-endamına düşkün işkadını için sorun değildir oysa bu durum. Yapar banyosunu, kullanır son teknoloji manyağı şampuanını, o da ne, toz da neymiş. Bir gram işlemez. Aynen tırısss!! Amma yok ki yurdum insanı için süper teknoloji,mikromanyetiği,frutamini bol sihirli şampuan. Ki kendimize gelelim, hatta dozaşımından kendimizden geçelim.
(Çok sıkıcı)
"Daha ne kadar gidilebilir ki; gittiğin yeri bile bilmezken?? Vurma! Beynimin ıssız koylarında dumanlı bir iççekiş başladı bile. Bitmek tükenmek bilmeyen. Bir de çıkıp gidesim var ki sorma..
Sormaa
Ne haldeyim
Sormaa
Kederdeyim
Sormaa
Yangınlardayım
Zaman zamaaan"
.....
Ortalama düşlerimizin acıdığı ve gözyaşlarımızdan sorumlu tutulduğumuz bir ortamda bütün bu olanları taşımak pek bir ağır.. Halbuki omuzlarımızda dünya bir o yana bir bu yana.. Savur bakalım rüzgar daha nereye kadar ve unut (unutabilirsen) geçmişini başka bir yalnızlığın notalarında.
Böylesi bir melankoliden ne kadar uzaklaşılabilir insan bu büyük yalnızlığın içinde? Yabancılaşmayı başarabilir mi ait olduğu yere? Yada hiçliğin peşinden koşup yakalamaya çalışır mı görünmeyeni, Alice'in harikalar diyarındaki serüveni gibi?
(Cidden çok sıkıcı)
Kaçıncı gidiştir bu ve her defasında elimiz boş döneriz. Dönüşümüzdeki karaltılar aydınlık düşlere dönüşebilirler. (mi acaba?) Ama hayır. Sil baştan. Aynı filmin değişmeyen karelerinde sil baştan. Yorulana kadar, hatta geberene kadar.
Tinsel bir saplantı mıdır olanlar yoksa cinsel bir dürtüyle mi birleşir ruhumuzdaki arbede? Küstah bir ifadeyle bir kez daha buluşuruz aynayla. Ya bir kez daha aşık oluruz yansımamıza ya da sövüp sayarak terkederiz bulunduğumuz yeri.
.....
Tam da Nick Cave havasındayken korkmamak mümkün değil olası bir histerik kriz durumundan. Durum yoklamasında açığa alınma riski de var. Potansiyel bir hüzün duygusunun varolduğunu bilmek çıkmaz gerçeğini daha da somutlaştırırken, hayal dünyasındaki yolculuk giderek gerçek dünyadan kopuşu başlatıyor. Esasında hepimiz somutlaşmış bir kopuş yaşıyoruz. Satırlar arasında dönüp dolaşan suçluluk duygusu kelimeleri hatta harfleri bile utandırıyor cümlelerin oluşumuna katkıda bulundukları için.
Karenin tamamlanmamış tek köşesini oluşturmak bozuyor insanın ruhsal yapısını. Toplumun ve sistemin bize verdiği görev ve sorumlulukları yerine getirmek, popüler kültüre hizmet etmek, boşlukları doldurmak yoruyor. Üstelik sanki varoluşumuz buna bağlıymış gibi yönlendiriliyoruz. "Onu yapma, bunu yap, şunu deme, bunu de, kimseleri sevme beni sev, politik ol; kimi yalayacağını bil, strateji sahibi ol.." Ne ki bu şimdi? Ne için savaşıyoruz, neyi altedeceğiz de kimin üstüne geçeceğiz?? Sonu yok. Hayatta bazen bazı köşelerin boş kalması gerekir... İşte bu yüzden sırf bu yüzden kareselleşmeye boyun eğmemeli insan.
Öte yandan canına yandığımının hayatı da yoklayıp duruyor hani. Ve çok da iyi biliyor bu kafayla asla iflah olmayacağımı...
(Harbiden çok sıkıcı)...
Zeynep Elgün
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 6 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
ÜÇ DÖNEM
Yetsin Diye ...
Zamanın içinde formülüm sana; kuş artı balık, hata eksi pişmanlık, hayat bölü sen, çarpayım hepsini şimdi, eşittir ben!
Ben hesaplarken sen kendine benzemeyi sürdür. Kendini bırak geçtiğin yollara, göründüğün ağaçlara, fotoğraflara, sese sürün, detaya karış, gömleklere elini sür mesela, vur hızlıca topa, olmazsa kız! Öfken karışsın havaya, dokun bardaklara.
Bakarak geç gözlerinin ardından dünyaya . Saçların dursun. Ellerin, yüzün kendi hacminde hep öyle usul hep öyle ceza. Mitolojik bir hikaye bu. Tanrıların verdiği ebedi lanetlerde ben de olursam anlamını bulursun.
Ben hayata düşümünü hesaplayarak geleceğim peşinden... Olsun!
Senden doldurup kendime, nazikçe taşıyıp evime, fırçaların ucuna alıp izini kağıtlara süreceğim.
Yetmeyince çıkıp bir mezarlıktan geçeceğim. Saatlerce ayaklarım ve ben , seni önce çoğaltıp sonra hafifleteceğim.
Yürümek...
Beklemek...
Üç nokta...
Her yerde, her yerde, her yerde, geçmişsin işte, bakmışsın , gülümsemiş ve kızmışsın, her yerde, her yerde, her yerdesin
Anlayan ?
HER YER (DE! )
Lanetin ta kendisi ; görürken el sürememekmiş bu hikayede.
Duyuyorum seni.
Yaşama Çözünürlüğümsün.
Bir balık düşünüyorum. Denizinden habersiz , kuyruğundan , renginden , balık gözlerinden.
Bir balıkda saklı olan evrenin ne anlama geleceğini düşünmeye çalışıyorum. Bilim uzaya baktığında , fizik ışığı araştırdığında , dinler normlarını açıkladığında , başlangıç ve son , yaşam ve ölüm hakkında ne görüyorsam, dönüp sadece bir balığın küçücük canına baktığımda da görebiliyorum yaşamın anlamına o vücutda kilitli kalanları.
Hiç ummadıgınız , tahmin bile edemeyeceginiz bir semtde yasıyorum oysa ben bunları düsünmek icin.
Sonra parmağını arı sokmuş küçük bir bebek koşarak geçiyor önümden ve parmağını annesine uzatıyor. Yüzündeki masumiyetle , duruyor benim için o ana kadar bulduğum , tutunduğum tüm anlamlar. Kalakaliyorum ne güzel! Değmiyor semtime hicbir şey. Kalkanım insanlık tarihi ile akran.
Aniden mavi bir balon havalaniyor , bir şişe süt dökülüyor önüme , ince bir keman sesi...
Çıkıyorum oyun halkamdan.
Ve özlüyorum seni...
Özlüyorum seni...
Tekrarladıkca bu cümleyi iyi geliyor sanki. Seninle ilgili bir şey yaşamak gibi.Ve yeniden istiyorum derime yayılan etkini.
Evdeyim. Bir fotoğrafını alıyorum elime kendi çektiğim. Yatakda yatıyorsun , kolların iki yana açılmış. Tüm fotoğraflarını verdim oysa sana bunun dışında. Kahkaha olmadığı halde insanın tüm ağzına yayılan gülümsemeler vardır ya! İşte öyle ağzındaki!
Bana bakıyorsun.Aşıksın.Hayatta güzel şeylerin olabileceğinin umidini yakalaman duruyor gözlerindeki ifadede.Tedirgin hiç değilsin.Az sonra seni inciteceğimden , üzerinden geçeceğimden , çok ağlayacağından , bayılacağından habersizsin. Ben de öyleyim.Üstelik bunu sevgiyi tanımayan vahşi yanımdan yapacağımdan da hep habersiz kalacaksın.Bir insanın nasıl sevilmeyeceğini biliyorum ben. Oysa o vahşi hayvan bana sevgi ile uzattığın o elin eşşizliğini hiç unutmayacak.Bir goril ile adamın aşkına benziyor bu.Aşkın goril icin artık bir tarifi yok.Gene de adami ilk gördüğünde kükremesi , korkması , hatta yaralaması gibi işte aramızda olup biten!
Seni öldürdüğüm yerde ben de ölüyorum oysa.
Bu , sondan başa doğru akan bir zaman , kenarında duruyorum aşk hikayemizin , izlemek için.
Vücut çizgin ile yatak arasında seni sarmalayan.incecik bir ışık hüzmesi var Karnından başlıyorum bakmaya , yukarı doğru gidiyorum. Tüm vücudunun hayatta kapladığı alana bakarken , çizgilerdeki ışığın içinde güvenle duruşunu görüyorum , karnın , koltuk altın... Kollarını başının iki yanına doğru açık bırakmışsın, ellerin ve en çok da parmakların. Nasıl duracaklarına sen karar vermemişsin belli. Öylece yaşama bırakmışsın , öylece bana bırakmışsın! Parmaklara geldiğimde fotoğraf siyah beyaz olmayı kesiyor Baksam mı , ölsem mi? Yoksa takılı mı kalsam bu anda! Ama ah!.Hani o gulumsemelerden var dudaklarında.Dudak mi dedim ben ? Dualarımda...
Kan duruyor artık , istilalar çok uzakta , karamsarlığa sebep olan ne varsa siliniyor yavaşca. O ormandan başkası geçmeyecek biliyorum.Zaten ben artık o ormanda bile yaşamiyorum.
Öğretilerimle duyduklarım eş düşmüyor yüreğimde. Ne ormandayım ne kentte.
Gene küçük bir bebek koşuyor bak annesine! Saç uçlarında bembeyaz bir ışık topu güneşden , gözlerime çarpıyor.
Düş değil.Düşüm degil.Sen.
Mavinin griye döndüğü bir dönem.
Ben , artık iflah olmam.
Teslimiyet.
Kendime bakmıştım , beni gören oldu mu buralardan geçerken ?
Son hatırladığım.. ben insandım , rastgeleliğin rahatlığında , kimi zaman karmaşasında , hayatın anlamında , aşkınsa kıyısındaydım.
Farkındalığım sığdı , sığlığı yanılgım.
Ne zaman yittim , ve nasıl oldu da kaybolmak "aslında olmak" anlamına geldi ?
Bu sorular benim işim değil , olmamalılar da . Çünkü , bu sorularla cevaplar kendi anlamlarındalar. Asla yetip yetmediğine , doğru yanıtlayıp yanıtlamadığına karar veremiyorsun. Sadece hissediyorsun ; zaman geçtikçe anlamları bayatlatıyorsun. Bunu yapan sadece sen ve ruhun da değil üstelik. Dünya karışıyor içinde olup bitene. Beklediğin bir telefon , yaşadığın bir hayal kırıklığı o gün kendi anlamını , içinin küsünü oluştururken , ertesi gün yan binaya ya da komşubaşına bir bomba atıyorlar . İçine küsmüs ayçiçeği başını güneşe çevirip dünyanın varlığına ağlamak zorunda kalıyorsun yeniden.
Sonra yavaş yavaş bırakıyorsun insanlığını. Beklentilerin oluyor senin de herkes gibi en başında , beklentilerine benzesinler , üzerine tam olsunlar diye hayatın , sana kalanları , senin için olanları süsleyip , üzerine kimi zaman bir gülücük yapıştırıp filmlerde gördüğün mutluluklardan , kandırmacalar kuruyorsun.
Beklentilerini bulamadıkça , özledikçe , aslında hiçbirini o kadar da beklemediğini anlıyorsun. Olmadan da oluyor yaşamlar çünkü. Yaşamların yalnız geçenleri de var çünkü. Ailesiz , zenginsiz , söhretsiz ,mutlu olman için sana öğretilenlerden biri bile yokken sindirilebilenleri var çünkü . Bu , hiç sinmiyor içine , çünkü hep biliyorsun.
Sonra birden , demirden büktüğün kandırmaca aşkların tümünü yuvarlayıp yokuş aşağı , ardlarından bakarken , rüzgar hafif eserken , yağmurlar üzerinden gecip zaman dönerken , bombalar hala düşerken , için bir yanıp bir sönerken , en çok da "anlamıyorum" zannettiğinde , istemeden öğrenmek zorunda kalırken..
ilk kez ... aşık oluyorsun.
Aşkın , yaşamını tam bulunduğun noktadan ikiye bölüyor.
O günler ve öncesi.
Yokuşta mıyım diyorsun ?
Yokuşta gördüğüm ben miyim ?
Kolay.
Yüzyıllar gerekmiyor evrime. Aşkın evrimlerine içini uğratıyorsun birkaç devinimle.
Rüzgarı , kokuyu , bindiğin minübüsde gördüğün yaşlıca bir eli, kaşe bir kumaşın ucunu , bir arıyı , yürürken ayaklarına yukarıdan bakmayı , sesini farklı renklerde kullanmayı , ayakkabıni bağlamayı , vitrin camlarının bugusuna parmagınla yazmayı , akla gelmedik herhangi ama herhangi küçücük bir şeyi sevgili yerine koymaya çalışmayı , yutkunarak öğrenmeyi tamamlıyorsun. Duygularına devrim indiriyorsun gökyüzünden perde perde. Gün 24 saat . Bunun yarı saatini uykusuzlukta böyle geçirirken , aklın başındayken , hala düşünebilir , işe gidebilir , arkadaşlarla sohbet edebilirken ..
Satır satır..
yaşamın sayfalarında deliriyorum sanıyorsun.
Yok birşey oysa. Delirmek kolay olurdu belki de bunun yanında ,
Sen aşkın evriminden geçiyorsun.
Ruhunun tırnakları çıkıyor adeta parmak uçlarını yara yara , ayışığında. Bu hissettiğimde ne diyorsun , haykırarak , haykırdıklarını sese çeviremiyorsun.
Ve kabul geliyor yattığı mezardan kalkıp , usulca elini tutuyor , " merhaba" diyor sana. "Sana birşey söyleyeceğim" diyerek eğiliyor yüzüne , şatolar yıkılıyor bir yerde , sadece işitiyorsun . Bilgece , haince ve hainlik bir hal değilmişcesine ağzını aralıyor.
Elini kaldırıp ağzını kapatıyorsun Kabul ' ün ...
"Kavramlar , insanlar , herşey , başımdan geçenler , ailem , herşey yani , şimdiye dek bildiklerim ve öğreneceğim sandığım şeyler aslında hiç olmadılar değil mi ?
Hayatım sandığım benim deliliğimdi. .."
diyorsun
...
Fulya Engin
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 9 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
BİR OYUNCUNUN DÜNLÜĞÜ : Bahadır Benli |
5 YIL ÖNCEYDİ VE NİSAN'IN 16'sıydı...
Yoğun bir gündü, aslında tek istediğim seni anmak yerine, anmadan yazılması gerekenleri yazabilmekti. Nasıl hatırladığımı bende bilmiyorum, dile getirmek istediğim tek şey, hayırladığıma üzüldüm seni, keşke evetleseymişim. Olmuyormuş, beceremedim affet ama bil istedim...
Denedim üzerine kalınca bir şeyler örtmeyi, soğuktan değil...
Bir daha uyanmandan korktum içimde, iyi uykular sski unutamadığım ilkim...
(Bir yarım saat sonrası... Elim gene dünlüğe gider )
Ah yüreğimin olmadan olmaz çabası, sanki baharın ortasında bir bataklıkta olmaya lanet havası. Hoş geldin günüme geceme. Şimdi içinden beni ansan bir an, lanet yerine geçmişe dair bir 10 saniye yaşasan...
AL işte bunlar senin şimdi hemen uyu, git yat yüreğimde uyandığın güne ve yerine ;
(Herneyse bizi bizden koparan ! ve 12 aysa bu güne dair anılan )
Aniden yani birden bire o kadar alışılmadık, hiç yaşanmadık geldinki bana,
sanki 1 yıl öncesinde ayrılan biz değildik...
Hatrına sayılan günlerin ışıksız sabahları geldi aklıma
mevzu ancak alkolle soğuğu örterdi.
Yalnız kalmadık mı? Kalamadık mı ? Yaşayamadık mı ? Bilmiyorum ama saçma kaldırımlarda mesafeli bir metreyi hiç unutmuyorum sana dair...
Ve sessiz telefonları sevmiyorum aslında
Haykırsan da kimsin diye cevap veremiyorum, sadece kaybolmuşluğumu arıyorum sesinde sanki...
Sessiz sokaklarda ufak çocuklar gibiyim tereddütlerimi arıyorum ya da...
Şimdi sessizliğin içinde yaşıyorum başımda bulutlar hazin bir sis
Ve Herneyse, seni kaybetmek öyleyse, katlanacaksın diyorum.
Leman Sam dinlemeyi Gül güzeli yerine Herneyse ile deniyorum...
Bitti işte...
Bahadır Benli
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 6 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Merhaba Kahve Molası'na
Telefonum çalıyordu ... Bir anda irkilerek fark ettim çaldığını. Adıma bir kargo geldiğini söylüyordu telefondaki ses.
Hızlıca gittim geleni almaya.. Hızlıca yaklaştım bankoya doğru ve orada gördüm Kahve Molası Dergisini. O kadar da beklemiştim.. çıktı çıkacak, geliverecek elime diye.
Ama sanmıyordum ki taptaze gelsin elime, açayım da vursun yüzüme sıcacık emeğin buharı. Bilmiyordum ki baskının kokusu bu derece güzel bu derece tatlı gelsin insana, bu derece tatlı olsun bir dergiye dokunmak.
Gün geçmek bilmedi o sayfaları okumak için, işten güçten sıyrılmayı bu kadar çok istememiştim hayatımda.. dar ettim akşamı da gittim eve en sonunda.
Her şeyi susturdum yemekten sonra. Çıkarttırdım fincanlarımı bir fincan kahve için...
Her şey susmuştu ve tek bir ses vardı aklımda.. bir tek söz Kahve Molası'ndan bana kalma: işte bu bir rüyanın gerçek oluşu.. Oluyordu işte dilenen, bir anda gerçek oldu rüyalar sayfaları karıştırırken. Okudum her bir satırı her bir sözü ve en güzel hatıraları tek tek kaleme alan ellerden çıkan.
Dün sadece hayali bir ortamda olan ve elle tutulamayan bir şeydi Kahve Molası.. Ne güzel oldu aldık elimize bir dergi olarak ve dokunduk ona. Hissettik bu kadar zaman sadece hayâl olarak gördüğümüz şeyi.
Hayaller gerçek oldu. Her gün bir yeni hayâle doğru yaklaşırken tek dileğim bu hayalin kolay kolay bitmemesi.
Sevgilerimle Merhaba Kahve Molası Dergisine.
20.02.2005 Pazar - 19:07
Dinçer YAMANLAR
Bilgisayar Programcısı
ve Sistem Destek Uzmanı
bilgi@osmandincer.net
<#><#><#><#><#><#><#>
Fotoğraf: Zuhal Tos ( Stockholm ) <#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 5.362 kahveciye doğru yola çıkmıştır.
Yukarı
|
Çağrışım
Geçmiş
Çocukluk düşlerim
Kırmızı koltukta oturan porselen bebeğimin gözyaşı
Kanlı
Kefeniyle ruhum
Ayda oturan soytarının beyaz yüzündeki gülüş gibi
Mutsuz
Leyla geleceğim
Doğru parçası başı yokluk sonu yokluk varlığın olduğu
Ada
Aslında hayalim
Olmayan, ütopik, bana ait bir mekanın vücut bulduğu
Sözcük
Benim tek umudum
Beklemek, beynimde yarattığım muhteşem Kerem imgelemi
Yalnız
Tek başına aşksız
Dönüyor dünya, felek bu anda gerçek olmayan ahlar gibi
Sahte
Maskeli yüzler
Dört bir yanımda içlerinden hangisini seçersem seçeyim
Hüsran
Alıştığım dostum
Desemde yalnızlığın özdeşiyim ben görünürden çok farklı.
Aslı Yerlikaya
Yukarı
|
İşe Yarar Kısayollar - Şef Garson : Akın Ceylan |
Sitede çağımızın vebası diye nitelendirilen insulin direnci yazısı oldukça ilginç. beslenme alışkanlıklarımızı gözden geçirmekte fayda olabilir daha sağlıklı bir yaşam için. http://www.beslenme.bulteni.com/ gerçi doktorları kızdırması olasılığı olan yazılar da yok değil sitede, ne yapalım suya sabuna dokunmadan da olmuyor işte...
Sezen Aksu’yu ve tarzını sever misiniz? Ben bayılırım. Yeni albümü de çıktı. http://www.sezen-aksu.com/bahane.html ... Kimsenin kendisine veremiyeceğini bildiği halde bize hediye edilen, Sevgiler, sevgililer, özlemler, ayrılıklar, kavgalar, çelişkilerle dolu, Bize 'Sen ağlama dayanamam' diyen, hele hele bizim onun ağlamasına hiç dayamadığımız 30 yıl...
Seramik tabak üzerine motif çalışması tüm dünyada yaygın bir uygulama. http://www.portmeirion.tv/motifs1.htm kısa yolunda bu çalışmalarla ilgili çok sayıda örnek bulacaksınız. Özellikle meraklılarına durulur.
Çocukluğumuzda en azından bir çokumuzun sokaklarda hangi oyunları oynadığımızı hatırladığımızı varsayıyorum. Saklambaç, çelik çomak, dekman, misket, vs... Özellikle misket yöreye göre değişen ismiyle bazen zıpzıp, bazen cillop ve hatta bilye ismini alabiliyor. Hangi isimle anılırsa anılsın hep aynı zevki vermiştir. http://marblealan.com/ kısa yolunda dünya üzerindeki bazı meraklı ve üreticilerin, ürünlerinden ve yorumlarından örnekler görebilirsiniz.
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
Thunderbird 1.0 [5.73 MB] All Windows Free
http://download.mozilla.org/?product=thunderbird&os=win&lang=en-US Outlook Express'in yetersizliğinden şikayetçi iseniz ya da MS Outlook'un sadece bir kısmını kullanıyorsanız bu eposta programını mutlaka kullanmalısınız. Mozilla tarafından geliştirilen Thunderbird, tarayıcısı Firefox'la birlikte vazgeçilmez olmaya aday. Alışkanlıklarını değiştirmek ve geliştirmek isteyen her internet kullanıcısına tavsiye olunur.
Yukarı
|
|
|
|
|
|