|
|
|
25 Şubat 2005 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Parola hemşerim!.. |
Merhabalar,
Tahmin edilebileceği üzere çöküntü halindeyim. Bir umut oturduğum televizyonun başından "al sana umut" diyerek kalktığımdan beri burnumdan soluyorum. Savulun süper ligimin süpper takımları, elinde fener ben geliyorum!..
İşte sırf bu yüzden bugün memleket meselelerine eğilmeyi doğru bulmuyorum. Lafı döndürüp dolaştırıp 3 direk 1 topa getireceğimi, sizi de durduk yerde mutsuz edeceğimi biliyorum. Gelin ben şimdi size başka birşey söyleyeyim ve paşa paşa gideyim. Son zamanlarda yayınlanması için gönderilen yazılarda hem nitelik hem de nicelik açısından beni aşırı mutlu eden bir artış var. Artık çoktan seçmeli çalışabiliyorum. Bu nedenle yayında gecikmeler olabiliyor. Ama siz sabırsız dostlarım telaşa düşüp "Nerede benim yazım" dediğinizde de ne yapacağımı şaşırıyorum. Dün durdum şöyle bir düşündüm. Sağolsunlar yazılarını yolluyorlar, haklı olarak takipçisi olup benden hesapta soruyorlar, peki bu durum bana bir hak vermiyor mu? Veriyor, veriyor. Bakın şimdi; Biliyorsunuz 2 aydır e-dergi ile yatıp kağıttan dergi ile kalkıyoruz. Kiminiz bunca çağrıya kulak verdi, kiminiz vermedi veremedi. Canım kahveci okurlar için diyebileceğim birşey yok, onların canı ne zaman isterse alır okurlar yeni dergimizi. Ama ya yazılarını yayınlanmak üzere gönderen eski yeni yazarlarımız? Demem o ki, Kahve Molası'nda yazı yayınlatmanın birinci koşulu gerçek bir KM okuru olmaktan geçiyor, bunda hemfikiriz. Ama şimdi ben buna bir de yeni kağıttan dergimizi ekliyorum. Yani bundan böyle KM'ye yayınlanmak üzere yazı gönderenler arasında, dergimizi okuyan ve bunu parolayı söyleyerek ispat edenlere öncelik tanınacak. Parola ne ola ki? derseniz, ben de bu ayki parolanın dergimizin 54.sayfasında yer alan şiirin adı olduğunu söylerim. Çok kolay değil mi? Dergiyi açıp bakacaksınız ve o şiirin adını bana yolladığınız yazıyla birlikte yazıp göndereceksiniz.
Dergiyi edinmek ve okumak için türlü yollar yaratmaya çalışıyoruz. Bugün eğer bir aksilik olmazsa şu an için bulabileceğiniz noktaları sitede yayınlayacağım. Tabi herzaman olduğu gibi dergi edinmekte haklı zorluklar yaşayanlara en kocaman toleransı göstereceğimizden kuşkunuz olmasın. Ben şu an okumakta olduğunuz e-gazeteden aldığınız keyfi kağıttan dergimizden de fazlasıyla alacağınızı garanti ediyorum. Daha ne diyeyim bilmem ki:-))
...
Fincanlarda artırma sürüyor. Haydi bakalım yok mu artıran? http://www.gittigidiyor.com/php/listele.php?nick=kahvemolasi
Bugün sırada gene bir klasik var. Simon & Garfunkel çalıp söylüyor, Mrs. Robinson. Hepinize güzel bir haftasonu diliyorum. Hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
|
Önce İnsan : Cumhur Aydın Eşekli Kütüphaneci Ölmüş... |
|
Fakir Baykurt'un geride bıraktığı son kitabında anlatılanları paylaşarak Kahve Molasındaki ilk yazılarımın birine konuk etmişim Eşekli Kütüphaneciyi. Fakir Ustacık bu kitabın son halini tamamlayamamış, ancak görüp tanımış kütüphane memuru Mustafa Beyi ve dökmüş satırlara bu Ürgüp'te geçen, sıradan gibi görünen bir yaşamın içindeki kahramanlık öyküsünü. Gelin bir kısmı benim eski satırlarımdan bir daha anımsayalım bu 'Masal Kahramanı' Eşekli Kütüphaneciyi.
Ürgüplü Mustafa Güzelgöz, 1950'lerde kütüphane memuru olarak işe alınır. Tek odalı, üç beş kitaplı küçücük çalışma alanını, hemen tümüyle kendi gayretleri ve kovalamasıyla önce bir binaya ve derken iki katlı bir mekana büyütür. (Ürgüp'te turistik peri bacaları turunda bir nefes almak isterseniz, hala ayakta ve kütüphane olarak kullanılmakta olan bu binayı görüp, ziyaret edebilirsiniz.) Kitap sayısının arttırılması ve başta öğrenciler olmak üzere insanlar tarafından okunmaları için inanılmaz gayretler verir. Unutmayın 1950'lerdeyiz ve henüz lifestyle'lı gazeteler 'oku' emriyle kitapçıklar dağıtmaya başlamamış!
Yetmez, köylere kitap gitmesi gerekir, kitap götürülmek zorundadır. Ne yol vardır doğru düzgün ne de iz. Araç maraç hak getire. Kitap ulaşması, halkın aydınlatılması zorunludur. Bu ekmek, su, hava, ısınmak gibi bir gereksinimidir insanoğlunun, öyle olmalıdır. Akla, hafısalaya sığmayacak bir yöntem geliştirir bizim Mustafa Amca. Eşekler satın aldırır idareye, kadrolu merkepler. Eşeklerin sırtında sayıları yirmiyi aşan köylere kitap ulaştırır Mustafa Güzelgöz. Önce gülünür, sonra şaşırılır ama olsun bu çok önemli bir iştir ve bal gibi de başarılmıştır. Köylüler okudukları kitapları, onbeş gün sonra eşekli kütüphaneci tekrar geldiğinde iade ederler ve yenisini alırlar.
Aydınlatma feneri bu garip, yiğit anadolu insanı bunlarla da yetinmez. Zamanla kapatılan, terkedilen köy halkevlerini, muhtarları ikna yoluyla onartır ve okuma odalarına dönüştürür. Özellikle kadınların bu odaları ziyareti sağlansın diye, Ürgüp dışında yaşayan hemşerilerin destekleriyle dikiş makinaları ve radyolar alınır. (1950-60'lı yıllar). Yüzyıllardır ihmal edilen, kapatılan, hor görülen kadınlarımızın aydınlanması, toplumun aydınlanmasında en önemli anahtar, en yaşamsal adım olacaktır, böyle düşünür Ürgüplü Mustafa.
Nihayet okuyan, düşünen bu toprak insanının yan yana gelip üretmesi, ürettiğini biriktirip satması, karnını doyurması da ertelenemez yaşama ödevidir. Bu deli adam, üzüm ve şarap işletmeciliği için kooperatifler kurdurur. Kimi ağızlar torba değildir ki büzülsün, otuz yıldır eşekleriyle eşek gibi çalışan Ürgüplü Mustafa'nın 'uyanmaya başladığına', akçeli işlere göz kırptığına yorarlar birileri bu girişimleri. Oysa ilerleyen yıllarda kendi düşün emekleri, onun alın teriyle ilk tohumları atılan hiç bir kooperatifte görev ve ortaklık almayacaktır Mustafa Amca.
İnsanlar okuyacak, insanlar üretecek, insanlar insan gibi yaşayacak! Temizlik için hamamlar açtırır, çevrenin gelişip, güzellenmesine didinir durur, bu okuma, okutma uğraşlarından arta kalan zamanlarda.
Eh, bu kadarı da fazladır artık. Sonu, bilinen son. Özellikle Türkiye'de hiç bir iyi iş cezasız kalmaz. Eşekli Kütüphaneci, görevi dışında işler yapıyor diye soruşturmaya uğrar, 50 yaşında erken emekliliğe zorlanır. Onu zorlayanlar bile, gerek işittiklerinden ve gerekse Ürgüpte, çevresinde yaratılanlardan tüm dolduruşlara ve peşin hükümlülüklerine karşın yine de öylesine etkilenirler ki, kendisi için1972'de Milli Eğitim Bakanı ve valilerin katıldığı bir 'jübile' düzenlenir, öyle atılır kendi yarattığı kütüphanesinden dışarı.
Yaşamının geri kalanını sessiz köşesinde geçirir Kütüphaneci Mustafa. " Halka kitap getirmek, çöle su getirmekle eşdeğerdir." şeklinde kendi sözleriyle yıllar yıllar boyu didinmiş, kolu kanadı kırılıp, iyice benzetilince soluksuz kalmıştır. İşin açıkçası daha çok şeyler üretebilecekken bir kenara itilmiştir,
Bir tek kişinin azmiyle bazı şeyleri değiştirebileceğine umudumu tazelemek için bütün kötü sonuna karşın, kütüphanemden ara sıra 'Eşekli Kütüphaneci'yi alıp, okudum, sayfalarını çevirdim son birkaç yıldır. Anadolu insanının bu başkaldırma öyküsünün altındaki giz ve bu gizin isimsiz kahramanlarını gözümde canlandırmaya çalıştım. Başta Hasan Ali Yücel ve Tonguç Hoca olmak üzere Köy Enstitüsü Mucizesini yaratanları anımsadım, Kütüphaneci Mustafa Ağabey'in çabalarına parmak ısırırken.
Bugün ne halde ve niçin bu halde olduğumuzun en kestirmeden yanıtı şüphesiz Köy Enstitülerine ve Eşekli Kütüphanecilere, yani aydınlanma ve aydınlatmacılara yaptıklarımızdan ibaret. Sanırım bu en kestirmeden ve ancak en doğru yanıt...
Amerika'ya olması gereken sevgimizin nasıl büyütüleceğini merak ederken, Başkan Bush'un ilgililere yedi dakika da olsa ayak üstü zaman ayırmasını medya ve 'uzmanlar' davul zurna ile kutlarken...
Bir baktım ki, birkaç gün önce gazetemde bile küçücük yer alan haber 'Eşekli Kütüphaneci'nin 83 yaşında öldüğünü yazıyor.
Yanlış...
O, onun gibi insanlar, aydınlanma, yıllar önce öldürülmüş, bizler de seyretmiştik.
Şimdi de bir yerlerimizde kınalar, televizyon dizileriyle gülüp oynuyoruz.
Ağlanacak halimize!
Cumhur
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 10 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
YazıYorum : Leyla Ayyıldız OBEN ve ZAMAN |
|
Büyük salonun tüm koltukları tıklım tıklım doluydu. Mekanın üzerini kaplayan şeffaf örtünün gözeneklerinden temiz hava içeriye giriyordu. Gün ışığı olduğu gibi salonu aydınlatmıştı. Sadece arsız rüzgar içeridekilerin saçlarını dağıtmasın, edepsiz yağmur da oturanları ıslatmasın diye içeri alınmamıştı.
Salondakiler birbiriyle selamlaşıyor, hal hatır soruyordu. Kapının açılmasıyla mırıltılar azaldı. Bakışlar içeriye giren yaşlı adama yöneldi.
(Adam mı?... Arka sıralarda oturan bir kadın, elindeki kağıdın üzerine ak saçlı, kısa boylu, sevimli bir ihtiyar resmi çizmişti. Ermiş düş kahramanlarının çoğunun erkek olduğunu anımsayarak değişiklik yapmak istedi, adamın saçlarının çizgi uçlarından tutup, aşağıya doğru uzattı, yüzüne bir iki yumuşak çizgi ilave edip, kadın olarak değiştirdi, çizmeye devam etti.)
Tüm bakışlar içeriye giren yaşlı kadına yöneldi. Ak saçlı, sevimli ihtiyara...
Kadın toplananları başıyla selamlayarak, salonun kenarındaki yükseltilmiş platforma çıktı. Gülümseyerek koltuğuna oturdu. Konuşmasına başlamadan önce sessizliğin sağlanması için misafirlere süre vermek adına, masanın üzerindeki bardaktan bir yudum su içti, gözlüklerini çıkarıp, camlarını sildi. Az sonra herkes pür dikkat onun konuşmasını bekliyordu.
''Merhabalar,
Yine çok önemli bir günde bir araya geldik. Bizleri, özellikle Oben'i yalnız bırakmadığınız için hepinize teşekkür ediyorum. Bana verdiğiniz bu sözcülük görevini elimden geldiğince adil bir biçimde yürütmeye çalışacağım. Biliyorsunuz, ben bir öncü ya da lider değil, sadece sözcünüzüm. İçinizdeki en yaşlı insan olmam sebebiyle bu sıfat bana layık görüldü. Oben, burada mısın?''
Ön sıralardan biri ayağa kalktı, 'Buradayım' diyerek kalabalığı selamladı.
(Elinde kağıt olan kadın, hafifçe doğrularak Oben'i görmeye çalıştı. Koltuğunu Oben'i daha rahat görebileceği bir açıya yerleştirdi. Profilden Oben'i çizmeye başladı. Sarı dalgalı saçlı, yakışıklı bir adamdı Oben. Orta yaşlıydı. Gözlerinin altı hafif torbalanmaya başlasa da bu hatlar ona manalı bir olgunluk veriyordu. Kadın, Oben'in yüzünü kağıda aktardı, gözlerini çizdikten sonra parmağıyla kağıda dokunup, karakalem izlerini dağıttı. Heyecan yansıtan ışıltıları gözlerine yerleştirdi. Dudaklarının kenarına da bir iki kaygı çizgisi ekleyip, Oben'i tamamladı.)
'' Selam Oben... Bugün senin için buradayız... Sevgili dostlarım, biliyorsunuz ki; çok, çok uzun yıllardır aranızdayım, hepimiz için buna benzer törenler defalarca düzenlendi. Bugün ise Oben'in konuğuyuz. Onun neler hissettiğini çok iyi biliyoruz. Ben de kendi adıma verilecek kararı her defasında benzer sabırsızlıkla bekledim. Heyecanını paylaşıyoruz Oben. Hakkında en hayırlısı her ne ise, o olsun.
Oben, salona bir daha bak. Burada bulunan çoğu insan tanıdığın değil mi? Buraya toplanan herkes senin son on yıllık yaşamını paylaştığın insanlar... Kimi ailen, kimi akrabaların, kimi iş arkadaşların, kimi komşuların... Hatta her gün alış veriş yaptığın marketteki kasiyer kızdan tut ta, kapını çalan postacı bile burada... Tramvay yolculuğun sırasında dirseğinin dokunduğu, yan yana yolculuk yaptığın, yüzünü bile anımsamadığın herhangi biri de burada. Bu insanların her biriyle, son on yılda yaşamlarınız bir şekilde kesişti.
Bugün, bu salonda, bu insanlar senin için bir karar alacaklar. Bunu sen de biliyordun, son on yılını bunun bilinciyle yaşadın.
Gezegenimizde masum çocukluğun tamamlandığı andan itibaren, yaşam yılları onar yıllık dilimlere ayrılır. Her on yılın sonunda bu salonda, aramızdaki en büyüğün sözcülüğü ile toplanırız. Ve o gün, sırası gelen kişinin on yıllık yaşam muhasebesi burada yapılır, geleceği tayin edilir. Bu sefer sıra sende...
Biliyorsun, sahip çıkılası cennet bir gezegende yaşıyoruz. Bu gezegeni paylaşan her canlıya karşı sorumlu olduğumuz çocukluğumuzdan itibaren bize öğretildi. Bunun bilinciyle yaşadık. Yaşamlarımızı ve gezegenimizi cennet ya da cehenneme çevirme şansı bizlerin elinde. Senin, benim, buraya ait olan herkesin...
Oben, biliyorsun ki hepimiz kendi ektiğimiz tohumların başaklarını biçiyoruz. Kardeşçe paylaşılması gereken bir yaşam sunuldu bize. Bu yaşamın cennete dönüştürülebilmesi için gerekli bilgiler ve duygular çocukluğumuzdan itibaren verilmeye başlandı. Sevmeliydik; bize sunulan yaşamı ve bu cennet dünyamızı sevmeliydik. Adil olmalıydık, dürüst ve ahlaklı olmalıydık. Örnek, iyi insan olmalıydık. Bu dünya üzerinde 'iyi ki var' olmalıydık. Varlığımızın anlamı olmalıydı.
Az sonra burada toplanan bütün bu topluluk, senin adına bir karar verecek. Önemli bir karar. Onların arasında ne kadar yer ettiğinin hesabı az sonra yapılacak.
Burada bulunan, yaşamının kesiştiği her insan sana kendi yaşamından bir parça sunacak. Onlar, senin daha ne kadar yaşaman gerektiğini belirleyecekler. Onların arasında daha kaç vakit bulunacağın bu toplantıda kararlaştırılacak. Senin varlığın değerlendirilecek. Bu insanlar sana yaşamlarından hediye sunarak, senin yaşam süreni belirleyecekler. İşte bugün, bunun için buradayız.
Gezegenimizdeki düzeni biliyorsun. Ait olduğu bu düzene değer katanlara, tüm diğerleri değer katarlar. Birazdan ailen, dostların, arkadaşların, komşuların, burada bulunan herkes kendi ömründen bir miktar süreyi senin yaşam sürene ekleyecek, ya da eklemeyecek. Örneğin eşin, yani hayat arkadaşın kendi yaşamından sana bir süre hediye edecek, bu iki yıl olabilir, beş yıl, beş saat, ya da hiç...
Buradaki herkes biliyor ki, senin yaşamın için hediye edecekleri süre, kendi yaşamlarından kesilecek.
Karın Alara'nın kendi ömründen sana kaç yıl hediye edeceğini sen de bilmiyorsun. Kardeşlerinin, iş arkadaşlarının da öyle... Kapını çalan postacı belki ona gülümsediğin için, az sonra kendi hayatından beş saniyesini sana hediye edecek. Sana sunmaya karar verdikleri zamanlarını fanusunun içine bırakacaklar...
Sevgili Oben, buna hazırlıklı olduğunu biliyoruz. Bu gezegende yaşayan aklı selim olan herkes, bir diğerinin yaşam süresiyle yaşamaktadır.
Kimlere ödül verilir Oben? Asık suratlılara mı? Hatır bilmezlere mi? Sorumsuzlara mı? Kolaycılara mı? Tembellere mi? Hırsızlara mı? Yalancılara mı? Düzenbazlara mı? Hilekarlara mı? İnsanları incitip, kırıp dökenlere mi? Katillere mi? İnsanlığa sunulan cenneti, cehenneme çevirenlere mi? Kimlere Oben? Böyle insanlara yaşamından birkaç dakika ver, deseler verir misin? Söyle, verir misin?
Çoğalmak için buradayız Oben. Biliyorsun ben tam 1850 yaşındayım. 1850 yıldır bu salonda defalarca bulundum. Bazen şeref konuğu olarak, bazen de tanıdıklarıma yaşamımdan zaman hediye etmek için geldim. Gördüm ki, verdikçe çoğalttım ve çoğaldım... Bugün en yaşlınız benim. Biliyorum ki dürüstlüğümden, insanlığımdan ödün verdiğim zaman, gelecek toplantıda eksileceğim. Başkaları bana yaşam sürelerinden ilave etmeyecekler.
Hep adil olmaya çalıştım Oben. Yaşamayı seviyorum. Hem de çok seviyorum. Kaybedecek bir saniyem dahi yok aslında. Ama sık sık buraya geliyorum ve yaşamımın kesiştiği diğer insanlara kendi yaşam süremden hediye ediyorum. Oben, her gün bir başkası bana kaç saniyesini, saatini ya da yılını verecek diyerek, sorguyla yaşamıyorum. Yaşama bu denli asılmam; onu sevdiğimdendir. Çevremdeki tüm insanların yaşamına değer katıyor isem, onların yaşam sürelerinde yer almalıyım. Aynı şekilde onlar da benim hayatımda...
Evet Oben, şimdi sıra sende...
Tüm konukların az sonra fanusun yanına gelerek, içine diledikleri sürede yaşam bırakacaklar. Belki beş dakika, belki on yıl, belki bir saat... Evet, bu süreyi bırakanların belki bir miktar yaşam süreleri eksilecek. Ancak çoğalmak için hak edene sunmak gerekiyor. Tüm konuklarımızı sırayla fanusun yanına bekliyoruz. Oben için buraya gelir misiniz?'
.....
Oben'in gelecek yaşam süresi belirlendi. Buna tüm yakınları karar verdi. Hatta alışveriş yaptığı marketin kasiyer kızı... Hepsi Oben'in yaşamlarındaki anlamını belirlediler... Cennet dünyalarına sahip çıkmak adına bunu yapıyorlardı.
.....
Sıra, salonun arka tarafındaki resim yapan kadına gelmişti. Oben'in dostuydu, fanusa yöneldi. Fanusun içerisine yaşamından bir miktar zamanı ve elindeki kağıttan kopardığı bir parçayı bıraktı. Kağıtta şunlar yazıyordu:
'Yarattığına alternatif sunmak değil niyetim, yarattığın tüm düzeni olduğu gibi seviyorum. Zamanımla birlikte mesajımı sunmak için geldim.'
Kadın salondan dışarıya çıktı. Yürürken elindeki kağıtlara yeniden bakıp, çizdiği resimlere göz gezdirdi. Kağıtlardan birini evrak çantasına dayayıp, birkaç kelime daha ilave etti:
'Yazdıklarımı okumak için bana sunduğunuz zamana minnettarım.'
Leyla Ayyıldız
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 28 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
DÜNYAYI KİM KURTARACAK?
22 yaşındaydım. 19 yaşındaydı. Onunla tanışabilmek için araya 300 kişiyi sokmuş(bunun için sonradan çok dalga geçmişti), tanışma anında heyecandan berbat cümleler kurmuştum. İlk randevuda biraz açılmış, hararetli tartışmalar yapabilecek hale gelmiştim. Sevgilisi yoktu. Kısa zamanda çok samimi olmamıza rağmen bir türlü konuyu açamıyordum. Daha ona dokunamamıştım ama dokunabilecek kadar yakınlaşmıştım, mutluydum. Ben Yes (o zamanların bir numaralı grubuydu benim için), Nietszcshe ve Dostoyevski'den (90'lı yıllarda Bukowski'nin ünü bugünkü gibi Türkiye'ye yayılmamıştı daha) söz edip bu ülkedeki insanların ve müziğin ne kadar basit olduğundan şikayet ederken, o ise içindeki bitmez tükenmez sevgiyle; çiçeklerden böceklerden, dünya kirlenmesinden falan bahsediyordu. Bize neydi dünya kirlenmesinden, nasıl olsa ölene kadar dünya yeterince temiz kalacaktı, o kesindi. Böyle deyince çok kızıyordu. Evinde bir sürü çiçek, 1 adet kaplumbağa, bilimum balıklar ve 2 adet Alman kurt köpeği vardı. "Nuh'un Kamarası gibi evin" derdim. O zamanlar çok iyi espri yapamıyordum kabul ediyorum.
Beni sonunda yeşilli barışlı örgütlerden birine üye yapmıştı. Amacıma giden yolda kabul etmekten başka çarem yoktu. Hem dünyaya bir faydamın olmasının ne zararı vardı ki? Toplantılar sıkıcı geçiyordu ama idare ediyordum, çünkü beni artık daha çok seviyordu. Oysa barışın değil gözlerinin yeşili içindi tüm yaptıklarım. Kıvır kıvır uzun siyah saçları, büyük yeşil gözleri ve soğuk havada güneşin alnımıza vurduğu andaki hissi anımsatan gülümsemesi ile korunması gereken bir doğa harikasıydı ve üstüme düşen herşeyi yapmak zorundaydım. Önceleri aidat yatırarak katkıda bulundum, keyfim yerindeydi. Televizyonda kendilerini köprülerden sarkıtan, binalara tırmanan, gemilere küçük kayıklarıyla saldıran tipleri gördükçe biraz endişeleniyordum ama bu aşkın yeşermesi için herşeye hazırlıklıydım. 2 ay sonra bir gösteri için bizi Ölüdeniz'e çağırdılar. Ben "ne işimiz var yahu, işten nasıl izin alacağım" desem de o biletleri çoktan almıştı. İşin bir de iyi yanı vardı. Uzun bir otobüs yolculuğu, uyumak için omzuma yaslanan güzel kokan saçlar, hararetli tartışmalar boyunca bana sinirlenip sonra gülümsemesi, belki küçük bir öpüşme, belki dağların arasından geçerken araba bozulurdu, otobüsü bırakıp bir dağ evinde mahsur kalırdık...vs.......gibi fantezilerle yolculuğa hazırdım. Yolculuk başlamak üzereydi. 7 kişiydik. O sayıyı hala hatırlarım. 4 kız 3 erkektik. Ön sıralarda bir yere geçtik. Çok heyecanlıydım, daha kafasının omzuma düşmesine çok vardı ama güzel parfümü beni çoktan sarhoş etmişti. Herkes yerine oturmuştu. 2 kulaklık çıkışı olan Walkman'imi hazırladım, kasetler en sevdiğim şarkılar başlayacak şekilde ayarlanmıştı. Düş başlamak üzereydi ki.... Kızlardan biri, benimkini Ölüdeniz'de yapılacakları organize etmek için (tabii ki gerçek neden o kızın herhangi bir erkekle oturmak istememesiydi, hiçbirimizle konuşmazdı) yanına çağırarak benim rüyamı kabusa dönüştürdü. Benim melek ruhlu aşkım ise kimseyi kıramazdı. Şansıma barış savaşçılarının en salağı yanıma oturdu, uyumadığım tüm zamanlarda onu terkeden sevgilisinden bahsetti. Şoktaydım. Bol bol uyudum. Yok doğaymış, yok barışmış, yok yeşilmiş. Erkekleri doğanın bir parçası gibi görmediğin sürece yeşil ve barış ne işe yarardı? Korkacak bir şey yoktu. Molalarda sevgili adayıma çok kötü davrandım. Yanımdaki çocuğu çok sevdiği Manavgat Şelalesinden(kızla orada tanışmışlar) aşağı atma hayalleriyle yolu zor ettim. Tüm ağaçları yakmak, bol bol deodorant sıkıp ozonu delmek, pet şişeleri biriktirip denize atmak istiyordum. Belki böylece o kızdan öcümü alırdım.
Ölüdeniz yakınlarında bir tesis atıklarını denize boşaltıyormuş. Anlamıyordum, bunda ne vardı, koskoca denizdi... Birden bavullardan zincirler çıkarıldı ve ne olduğunu anlamadan tesis girişine kendimizi zincirlemeye başladık. Herhalde bir tek benim haberim yoktu. Az sonra polisler gelecekti ve biz koşup kaçmak yerine kendimizi zincirleyip geleceklere yardımcı olmuştuk. Tesis bekçisi bize bakıp "yahu çocuklar ne yapıyorsunuz, gidin yüzün" gibisinden birşeyler söyluyordu, o an ki heyecanımdan tam hatırlamıyorum. Biz ise o anda polislere kendimizi paketliyorduk. Neyse ki benimkiyle yan yana zincirlenmiştik. Biraz itişme kakışma sonunda, bizi 1 gün konaklayacağımız o güzel manzaralı yere götürdüler. Yunanlılar gibi, Akdeniz'in güzel rüzgarlarını içine alan taştan bir mekanda, sevdiğim kızla(ve maalesef 5 yol arkadaşımla da) beraberdim. Ertesi sabah bizi serbest bıraktılar. Sağolsunlar çay ve simit de verdiler. Ama az dalga geçmediler. Hemen annemleri aradım, annem çok korktu; herhangi bir kanalın haberlerine veya gazeteye de çıkmamıştık. Zaten zincirlenme sırasında ne bir gazeteci ne de bir kamera vardı. Atıklar denize dökülmeye devam ediyordu ama umrumda değildi. Canım sıkkındı. Zincirleri keserlerken "ilk benimkini kesebilir misiniz, biraz sıktı da" diyerek şansımı büyük ölçüde yitirmiştim. Çıkışta cesur görünmeye çalışıyordum. "Hemen pes mi edeceğiz? Bence akşamı bekleyip tesisleri yakalım" dedim. Benimkinin ilk tepkisi "manyak mısın ya!?" oldu. Erkek düşmanı liderimiz "aslında iyi fikir, ama çevredeki ağaçlara sıçrayabilir, yapmayacağız" diyerek beni rahatlattı ve konuyu kapattı. Gurur yaptım, sinirlenmiş gibi sustum, ağzımı açmadım. Dönüşte yanıma oturdu ama tek kelime etmedik. Tam 8 yıl sonra Metro City'de onunla karşılaştığımda aklıma ilk gelen görüntü serbest bırakıldıktan sonra kendimizi denize attığımızda arkamdan boynuma sarılması ve "Dünya kirleniyor ve bu senin umurunda değil biliyorum. Ama Dünya'nın sana ihtiyacı var bunu görmüyor musun? Kapitalizm bu dünyayı yeyip bitirdi, birşeyler yapmalıyız, belki sana komik geliyor bunlar ama kimse birşey yapmazsa dünyayı kim kurtaracak? " cümlesiydi. "Evet umrumda değil" demiştim. "Kapitalizmden bana ne? Dünyadan bana ne? Sadece sen umrumdasın, sen doğadaki en güzel varlıksın, seni koruyorum ben" demiştim. Yüzüp gitmişti. Tahmin edileceği gibi bu çok önemli açıklamam ona çok sıradan gelmişti. Bir daha da doğru dürüst görüşemedik.
8 yıl onu değiştirmemiş, yaşlandırmamıştı, makyajlı hali daha bir güzeldi. Bir Amerikan firmasının Ortadoğu bölgesinden sorumlu İnsan Kaynakları müdiresi olmuş. Çok yoruluyormuş. Tüm hafta, Cumartesi dahil sabah 8:30'dan akşam 7-8'e kadar çalışıyormuş. Hala yeşil arkadaşlarına ayda 5 dolar göndermeye devam ediyormuş. Evlenmemiş, ama bu yaz evliliği düşünüyormuş. Erkek arkadaşıyla beni tanıştırmak istermiş. O da bir Hoteller zincirinin pazarlama müdürüymüş. Starbucks'ta kahvelerimizi içerken zincirlenme anımıza bayağı güldük. Zincirin ilk çıkarılmasını isterken korkumdan değil de metale alerjimden bunu istediğimi söyledim, tabii ki bu açıklama için çok geçti ama daha önce aklıma gelmemişti, çünkü metale alerjim falan yoktu. Zaten inanmadı buna, sadece gülümsedi. Amacı şirketin merkezine transfer olup Newyork'ta yaşamakmış. "Sen bu hırsla bunu kesin başarırsın" dedim ayrılmadan önce. Sarıldık, vedalaştık....
Ona bakmak yüksek bir dağın tepesinden elinde bir şişe beyaz şarapla Akdeniz'e bakmak kadar güzeldi. O varken, asfalta teneke atmak, denize çöp boşaltmak, mutsuz olmak, havayı kirletmek, kendini kaybedecek kadar sarhoş olmak, kedileri tekmelemek ve kapitalizmi sevmek serbestti...Nasıl olsa o ve kirlenmemiş düşünceleri bizi koruyordu. Gerçekten de öyle düşünüyordum.....
Dünyayı artık kim kurtaracak?
Doğan Sovuksu
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 20 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Aklıma Estiği Gibi : Ebru Kargın LİBİDO DA NEYMİŞ, MÜHİM OLAN ESTETİK... |
|
İnsan aklının da sınırları var. Ne sınırı denmez hem, hani Kapıkule' den geçince, artık kendi toprağında olmuyor ya insan, işte bu sınır da böyle bir şey. Sınırlardan taşmayı denemek demek, artık aklının içindekiler bir çeşit emanet demek. Emanet demek çünkü, her an çekip gidebilir ya da olur vazgeçer, kalıp iyice karıştırabilir her şeyi. Dumur da o zaman giriyor devreye...
...
Ablamı arıyorum, bir şey soracağım, annem de ablamdaymış o cevap veriyor telefona.
- Alo anne ne haber nasılsın ?
- Dur ablanı veriyorum...
Olabilir tabii, annem ablama gitmiş ben de ablamı aradım annem çıktı. Telefonu da aranan kişiye, yani ablama verdi. İyiyim demeden de telefonu ablama verebilir, nasılsa sık konuşuyoruz. Yani hal hatır meselesini atlayıp sadede gelebiliriz. Şimdi ablamlayım...
- Alo abla nasılsın ?
- İyiyim canım sen nasılsın ?
- Ben de iyiyim, annemi versene bir konuşayım önce onunla, sonra senle konuşurum.
- Olur.
Olsun ben yine de hal hatır sorayım, öyle ablama döneyim istiyorum. O ablamsa, o da annem. Ve ben şimdi annemleyim.
- Alo anneciğim, nasılsın ?
- Dur ablanı veriyorum.
Allah Allah. Sahiden elim sen de oynuyoruz galiba, ama biri bana sen de oyundasın demeyi unutuyor sanırım. Son durak olsun, ablamlayım...
- Abla, anneme ne oluyor ya. Ablanı veriyorum demekten başka bir şey söylemiyor.
- O sana küsmüş Ebru. Ondan öyle yapıyor.
- Küsmüş mü ? İyi de benim bundan niye haberim yok, hem dünden beri küsmeye neden olan şey ne olabilir.
- Bilmiyorum, ben de anlamadım ki, bir şey söylemedi. Sadece ben onunla küsüm dedi.
- Ya ben deliriyor olabilir miyim ? Birimiz İstanbul' da birimiz İzmir' deyiz ve ne olduysa dünden bu yana, küstük ve benim haberim yok. Üstelik başrol oyuncusu da benim.
- Sen en iyisi onu cep telefonundan ara, gönlünü al. Nedeni falan da boş ver. Hemen yumuşayacaktır, konu her neyse kapanacaktır.
- Abla siz aynı yerde değil misiniz şimdi, neden cep telefonundan arayacağım annemi ? Bu telefondan konunun ne olduğunu bilmeden gönül alsam olmaz mı?
- Ya gördün işte, telefonu bana veriyor.
- Peki cep telefonundan arayayım bari.
Hayır anlamadığım cep telefonu tarifesi daha yüksek olduğu için, daha kıymet vermiş gibi mi olacağım. Tarifesi yüksek telefonumdan ara, seni affedeyim gibi bir şey mi bu ? Ya da böyle bir şey olabilir mi ? En mantıksızın içinde en mantıklı gibi duran şu olabilir; annem Turkcell in hisse senetlerinden aldı ve küsmüş gibi yapıp, affederim ama bir şartla, o da Turkcell hatlı cep telefonumdan arasan gibi bir tavır takınıp, hisselerinden minik bir pay verdiği ablamı da konuyla ilgili gerekli yönlendirmeyi yapması üzere vekil tayin etmiş. E tabii küs biri konuşmaz, konuşursa inandırıcılığı yok olur, kimse cep telefonundan aramaz. Dolayısıyla ablama ihtiyacı var... Annemin cep telefonunu tuşlarken bunları düşündüm bir an, ne fantezi ama...
- Alo anne, nasılsın canımmm ?
- Dur ablanı veriyorum.
- Anne yeter artık ama ya. Ablamı verme diye cep telefonundan aradım seni. Yani bu senin özel telefonun. Ablamı isteseydim, senin numarandan aramazdım.
- O zaman pilim bitiyor.
- Neyin bitiyor ? An ne...
Kapattı bile. Rolüne kaptırmış kendini; ablamın ev telefonundan arayınca peşi sıra gerçekleştirdiği eylemine, cep telefonundan aranınca da devam etmek istedi, ben de ona cep telefonundan arandığını ve onun özel telefonu olduğunu hatırlatınca da, ebelenmiş çocuk gibi, panik halde yeni bir strateji geliştirmek istedi ama, fırsat bulamadığı için doğru cümleyi bulamayıp pilim bitiyor dedi ve kapattı. Ve muhtemelen şu sıralar benim bunu yemiş olmamı ümit ediyordur. Vay vay vay... İp atladım ya.
O zaman pilim bitiyor... Pil yalnız... Hani şu şarja benzeyen şey... Onun adı pil.
Her şey bir yana, ben ne yaptım bir bilsem. Neden küstü ve neden küstüğünü anlatmak için militan gibi davrandı. Ben salak günümdeyim diyelim, küslüğünü anlatma şekli son derece doğruydu da diyelim, ama, salaklık işte ben bunu anlayamadım. Hangimiz beş yaş grubu çocuk olduk, hangimiz yeni anne ?
Anne dedim de aklıma geldi, şu benim oğlan yani kedim... Söz etmiş olmalıyım, kendisi İran asıllı olup renginden ötürü Rakı adını almıştır. 01.03.04 doğumlu, bebeklik çağının son demlerini yaşamaktadır, Tanrı kendisine uzun ömür versin, şirinlik muskası onun sayesinde keşfedilmiştir. Bir kedi için çok abartılı tanımlama gibi görünse de, aslında değildir. En azından sahibi olan ben için değildir. Hatırıma böyle kabul edin. ( Bkz. foto no 1, Kırkı yeni çıkmış bebek Rakı... )
Neyse işte benim kedi, Rakı oğlan ergenlik çağına girmişti geçen aylarda. Veterinere göre erkenden büyümek istemişti, yoksa daha vakit vardı. Neyse dedim ne yapacağız onu söyle. Yani o pırlanta yüzünde birden türeyecek olan akneler için ne çeşit bir önlem almalıyım, kükürtlü sabunla yıkamalı mıyım ? Komik buldu söylediğimi ki bence hiç komik değildi. Eğer bir veteriner diyorsa ki kedin ergenlik çağına girdi, ben de ona pekala derim, akneler ne olacak, iz kalır mı yüzünde ileride lazerle müdahale edebilir miyiz ? Yani ancak bunu diyebilirim. Dolayısıyla komik olan ben değil veteriner.
Hala üstüne alınmadığı komikliği bir ara kenara bırakıp veteriner olduğunu hatırladı ve operasyon geçirecek dedi. Ne operasyonu ? İlk defa bir kedim oluyor, nedir yani bu ? Kısırlaştıracakmışım. Eğer kedimin bu hali beni çok rahatsız ediyorsa çözüm buymuş. Ama bunun kararını verecek olan benmişim, düşünüp ona haber vermeliymişim. Ne dedi ya bu... Neden bilmediğim bir konu hakkında ben karar veriyorum. Hem bildiğim bir şey olsaydı, zaten veterinere gitmez, kendim çözümlerdim. Kaldı ki konu başka yerde, operasyon diyor.
Artık huzursuzluğundan sadece yaşıyor gibi davranan kedim yine bir kanepe de yatarmış, kedi depresyonu denen o şeyi yaşıyordu, ben de ne olacak bu hayvanın hali diye başladım şu kısırlaştırma denen şeyi araştırmaya. Netten gerekli bilgileri indirildi ve okundu, yetinmedim, yine nette ki bazı kedi sitelerinin sohbet odalarına girildi, kısırlaştırılmış kedi sahipleri soru yağmuruyla ıslatıldı. Bu da yetmedi, kitaplar alındı, operasyonu resimleyerek anlatan her sayfada nerdeyse veteriner olacak kadar bilgiye sahip olundu. Ve kararımı verdim, oğlan kısırlaştırılacak, eski yaşamına geri dönecekti. Ta ki farklı bir kaynakta şu cümleye gelene kadar; kısırlaştırılmak hayvanların doğasına aykırıdır. Ne dedi bu şimdi ? Ne doğası, doğası mı kaldı kedimin, sabah 9 akşam 9 aynı kanepede ölüden farksız yatıyor. Çişi bile gelmez oldu. Çiş yerine gelen şeyler de evin her çeşit köşe ve bucağında tarifi imkansız kokularla gitgide oksijen diye bir şey bırakmamakta. Ve buna rağmen, bu hayvan hala mutsuz. Sokakta bir kara kız görmüştüm gençten, bir ara onu alıp eve getirmeyi ve benim oğlana yataklık yapmayı bile düşündüm. Evde öyle düşer kalkarlardı işte. Peki ya o kız benim oğlandan hamile kalırsa ne olacaktı. Rakının bebeklerine gayrimeşru gibi davranabilecek ve benim oğlandan değildir, dolayısıyla sorumlular biz değiliz diyebilecek miydim gönül rahatlığıyla. Ya bir de fanatik bir hayvan severe denk gelsek; yok dna testi yaptıracağım kanıtlayacağım bu yavrular senin oğlanın ve sahip çıkacaksınız derse ne olacaktı ? Kaç yavruya daha bakabilirdim, benim etim neydi budum ne ? Çok kötü, düşünmek bile istemedim. ( bkz. Foto no 2, sabah 09:00 akşam 21:00 aynı kanepede ölüden farksız yatan, maksimum libido Rakı... )
Tamam sokaktaki kara kız konusunu unuttum diyelim, peki Rakı' nın libidosu ne olacaktı. Ve Karar kaçınılmaz oldu, veterinere gidip, iki testisi çöpe atabilirsin, bunlar doğuştan fazla diyecektim. Gittim ve dedim; operasyon senin, oğlan benim. Yalnız şundan emin olmalıyım dedim, bu operasyon oğluma hayatını geri verecek mi, sıkıntılarından tamamen arınacak mı dedim, kesinlikle dedi. Hep evde olduğu için onun psikolojisine en iyi gelecek olan bu dedi. Psikolojisi yalnız, kedimin psikolojisi........... Bu veteriner yine kaşındı, kedi oğlumu ameliyat için ona teslim ederken kaşıntısını gidermeye çalıştım; psikolojisi dedin de, ameliyat sonrası psikoterapi görmesi gerekir mi, sonuçta bedenin de varken yok olacak iki testis söz konusu dedim. Yine güldü ve terapiye gerek yok dedi. Allahım ya, bu adam hiçbir şeyi üstüne alınmıyor, sanıyor ki ben ona şebeklik yapıyorum. Kaşındın sen kaşındın, kaşıyorum, yakında tımarlayacağım üstüne alın diye...
Sabah teslim ettiğim kedi oğlumu, operasyonu yapılmış ve narkozun etkisi azalmış durumda teslim almaya gittim. Sarhoş gibiydi, beni tanımakta zorlandı. Kedi oğlumu öyle görünce içimin paramparça olduğunu fark ettim ve kendimi tutamayıp zırladım. Hem de ne zırlamak, salya sümük... Deliye yakın veteriner, bana telkinde bulundu, zırlamamı kesecek tonla şey söyledi; artık çok mutlu yaşayacak, eskisi gibi oyunlar oynayacak, şimdi narkozun etkisiyle acısı varmış gibi görünüyor, ama emin ol canı acımıyor şu anda falan dedi. Bir kulağıma tam girmişken söyledikleri Rakı' nın yüzüne bakınca, son sürat diğer kulağımdan çıkıyordu kelimeler. Ve yine zırlamaya başlıyordum yeniden. Benim terapiye ihtiyacım olacaktı bu gidişle. Tam o sırada deliye yakın dediğim ama artık deli olduğuna kanaat getirdiğim veteriner konuştu yine; hem biliyor musun ona estetik operasyon yaptık dedi. Ne estetiği ya, burun ameliyatı mı bu, testis aldırmaya gelmişti kedim. Söylemedim mi yoksa, heyecandan testis diyeceğim diye, bir burun estetiği yapar mısın kedime mi dedim acaba.... Zırlamam anlayamadığım estetik yüzünden birden durmuştu, yüzümün şaşkınlıktan bana çok uzakta olduğu kesindi. Veteriner halimi fark etmiş olacak ki, açıklamaya başladı, Ebru' cuğum estetik dediğim, testislerin görünürde hala yerinde olması gibi bir şey dedi. Yani görüntüyü bozmadan yapıyoruz, böylece kedi de yadırgamıyor dedi... Valla uçmuş bu adam... ( bkz. foto no 3, sarhoş gibi olmuş beni tanıyamayan Rakı... )
Birkaç gün geçmedi ki Rakı, o eski Rakı... Bebekliğine döndü sanki, hopla oraya, zıpla buraya, son derece mutlu. Eve gelenler her ne kadar ona Top Rakı diye sesleniyorlarsa da, o buna hiç aldırış etmiyor, gerçeğin böyle olmadığını biliyor. Çünkü o sadece bir estetik operasyon geçirdi. Tıpkı, hokka burun yaptırmak, yüz gerdirmek, kaş kaldırmak, yağ aldırmak gibi bir şey... Bu kadar sıradan işte. Tek yan etkisi, libidoya engel olmasıydı. Hem en estetik erkek kedi oydu artık, bunun için övünüyordu... Mobilya üstünde depresyona girmiş hali ise onun için sadece unutulmuş bir mazi. Şu anda o mobilya üzerinde olmak demek, tek kral benim demek. ( bkz. foto no 4, libido da neymiş, mühim olan estetik. O şimdi kral... )
Bana gelince, artık ölsem de gam yemem. Ölünce gideceğim yerde neden gam yemediğime dair yapabileceğim şahane bir açıklamam var; öldüm gam yemeden öldüm; Ben erkek kedilerin estetik testis operasyonu ile kısırlaştırıldığı bir yaşanmışlıktan geliyorum... Yani ölmüşüm umurumda bile değil. Hatta görülecek ne kalmış ki dünyamda, bir diğer gezegenler konusu açıkta, ama önemli değil, o konuyu çocuklarıma havale ettim vasiyetimde. Tövbe, tövbe... Hadi eyvallah...
Ebru Kargın ekargin@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 11 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen Bre Berber |
|
"Bana ne, bana ne istemiyom işte ..!"
- Oğlum, korkacak ne var ? Çabucak bitirir Berber Amca'n. Hem bak burda neler var ?
"Neler var ?"
- Balıklara baksana ne kadar güzel oğlum, hadi otur bakalım şu tahtanın üzerine...
Hemen hemen her erkek çocuğunun babası ile buna benzer bir diyaloğu olmuştur. Benim berberim de Laleli semtinde olup lakabı "Balıklı Berber" idi. Belki de benim gibi haytalar uslu dursun diye bir akvaryum edinmişti. Ben alık alık balıkları seyrederken işkence traş bitiriverirdi. Şanslıymışım.. Oğluma; balıklı bir berber bulamadığımdan bir meslek sahibi bile oluvermişim. Ağlaya zırlaya, yamuk yumuk kesmiştim oğlanın saçlarını. Ustalardan öğrendiğim üzere; "Nasıl olmuş ?" diye sormadım elbette. Nasıl olacak ki ? Alaburus denen bir kafayla arkadaşlarının arasına dönüyorsun, "Vayyy, cik cik, kuş..!" gibi sloganlarla karşılanıyorsun işte.
Bir büyük seremonidir büyüyünce traş olmak, hele hele sakalların yola çıkmaya, bıyıkların terlemeye başlamışsa. Henüz çıkmayan arkadaşlarına; "Kösesin ooolum sen, köse.!" diye üç tel kılınla caka bile satarsın. Benim yıllarımda değişmeyen tek şey, yine alaburus bir kıl durumuyla arkadaşlarının arasına katılmaktı elbette ( Hatırlıyorum da; ne kadar geç icat olundu şu alaburusun alternatif modelleri ? ) Gel de söylenme şimdi : Kırk yıl yağmur yağsa işlemezmiş mermere, hala alaburus kesiyorsa nah giderim o vicdansız berbere ..!
Yine hatırladığım kadarı ile; "Nasıl olsun ?" diye sorarlardı bir de, sanki başka model varmış gibi pişkin pişkin ( O makas senin elinde olmasa uçan tekmeyi çoktan yemiştin ya neyse ). "Yanları tamamen alalım, üstte birkaç parmak kalsın" demene rağmen vicdansız berber sadece bildiğini okurdu ( imam misali ) ve sen itiraz edemeden; "İyidir, iyidir biraz hava alsın" diye buyururdu. Eee ne de olsa davul da elinde tokmakta. Üstten bir parmak dediğin de acayip kıldır haa ! Ne taranır ne yatar, insan haftasonu partisinde bu saçlarla hangi kıza hava atar ? O zamanlar jöle olmadığından, vıcık vıcık ve kaskatı olsa da çare babanın çekmecesindeki briyantin. O vicdansız berberin bıraktığı 3-5 kılı yatıracağım diye işin yoksa uğraş didin. Makas ve tarak onun elinde olduğundan sus pus bir şekilde otururdunuz koltukta. "Nasıl olmuş ?" diye ensenize bir ayna tutarak onayınızı almaya çalışırdı, çalışırdı ama iş işten çoktan geçmiş iken. Mahalle berberi ise; "Her zamanki gibi olsun" diye hava atsanız da yine çıkardınız dışarı, saçlarınız diken diken..
Beni en fazla şaşırtan ise; ayna içinde ayna konusu olmuştur. Berber dükkanlarının içi sırf ayna dolu olurdu, önünüzde arkanızda, yanınızda. Küçücük dükkan devleşirdi adeta bu aynalardan. Dükkanın her deliğini rahatça görebilirdiniz. Gerçi; Berber Amca'mın bir elinde cımbız, dükkanında ayna ama umurunda değildi dünya ? ( Tek hedefi önünde duran şu kafayı damdazlak bir hale getirmekti, yihaaha ! ) Aynalar arasına sıkıştırılmış tutulan takımların posterleri, bir köşede eski püskü bir radyo. Çoğunlukla kuşsever ve özellikle kanaryasever olurlardı mahalle berberleri. Bir de tütün kolonyası boca edilirdi üstünüze ki; elli metre öteden kokusu gelsin. Üstünüzdeki kılları fırçayla temizlemeye çalışan ufaklığa bozukluk vermeniz gerekirdi hiç bozulmadan. Bir de; çırak muhabbeti giderdi dükkanda. Diyelim Usta yok, beklenirdi mutlaka, "Sonra uğrayayım ben en iyisi" şeklinde kapı eşiğinden dönülürdü.
Kuaför dendi yıllar sonra. İyiliği sadece; bir an önce eve gidip, boynuna, sırtına hatta donuna kadar girmiş kıllardan arınmak üzere banyo yapmaktan kurtulmuş olmamızdır. İsme bak isme; kuaför. Kırk yıllık Kani olur mu yani ? Gitti güzelim karizması Türk halkının. Bir sürü makina çalışıyor, yıkamalar, kurutmalar, bir gürültüdür gidiyor. Nerede kaldı sohbet bölümü ? Memleket meseleleri, ülkeyi kurtarmalar, laf lafı açıyor ( Dikkat et Usta favorinin ucu kaçıyor ). "Kılda keramet olsa ... " diye başlayan cümleler kurabilir mi şimdiki kuaförler. Yıka, kes, yıka, fönle kurula, tara, iki de fısfıs.. Hani bunun ispirto pamuk muhabbetiyle kulak kılları temizleme töreni ? Hani bunun tozlu fırçasıyla yüzünü gözünü hallaç pamuğuna çevirmeler ? Ya talk pudrası ? Ya masaj ayağına boynunu kütürdetmeler ? Kuaför'müş, hıh ..! Düşünsenize; hiç Kuaför denk düşüyor mu ?
"Bre Berber, gel beraber, Berberistan'da bir berber dükkanı açalım" tekerlemesine..
asesen@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 10 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Teorisyen Kahveci : Sevda Demirel İMAME |
|
Oldu güzelim!
O bir avuç "abi" dediğim adamcağız sabahtan gece yarılarına dek koşturup dursun ben işten kaytarayım! "İşin ucunu tutar mısın?!" desinler ben ise manikürlerime bakıp bahaneler bulayım! Hatta bir de mevcut durumdan istifade edip popomu sağlama almak için hain ve gizli kapaklı planlar kurayım...
Oldu güzelim!
Duygusallık demişsin.
Çok da doğru laf etmişsin.
Sen, örneğin, sen hiç duygusal değilsin...
Zaten çok da fena bir şey duygusal olmak.
Ağlamak, empati yapmak, olduğu gibi-sahiplenmeden-sevmek, benimsemek, affetmek...
Uymaz bunlar sana...
Zaten neden uğraşıyoruz ki?
Bırakalım gitsin!
Kapayalım biz de; hem kepenkleri hem de gözlerimizi!
Ölen ölsün, kalan sağlar bizimdir!
Bir güzellik oldu...
Bir güzellik oldu ve bizler İmamı da, cemaatini de ve en nihayetinde münafıkları da görmüş olduk. Çok da çaba sarf edilmiş sayılmaz.
Sence şu meşhur imam ve cemaat arasındaki ilişkinin analitik düzlemlerde ve babalitik zeka seviyelerince açılımı nedir ki?
(Tamam, az düşün, zaman vereyim sana...)
Süren bitti...
Şimdi gel karşıma otur ve az dinle beni!
İmamlık nasıl bir şey sanırsın, hay şaşkın?
İmamlık genetik bir rahatsızlık değildir. Ana babadan geçmez.
İmamlık bir mikrop değildir, yıkanmamış hıyarı kabuğunu soymadan yemekle bulaşmaz.
İmamlık cinsel yolla bulaşan bir rahatsızlık da değildir, beni fazla konuşturma...
İmam herkesi aynı anda mümin edebilmenin imkansızlığına çoktan ikna olmuş empatisi güçlü, öngörüsü sağlam, adil, çalışkan, özverili, lider ruhlu taşıyan iyi ve demokrat!! insanlara denir! Çünkü ancak bu imamlar sembolü ve temsilcisi oldukları sistemde "gönülden" itaat edilme hediyesini alırlar.
Sen en iyisi giyeceğim diye çırpınıp durduğun üstüne beş beden büyük gelen cübbeyi çıkar. Hadi canım, yavaşça çıkar, kapının arkasında bulduğun yere de sessizce bırak. Kolluklarını tak ve doğru işinin başına geri dön! Yüzün gözün yine de etrafta olsun ama. İzlemek ve anlamaya çalışmak çok önemlidir.
Otur ve seyir eyle etrafı. Hemen seçiliyor olan bitenler.
İşten kaçan, kaytaran ile iş için kalifiye olmayanı ayırt etmek çok kolay;
Saygımız sonsuz...
Herkes her işi yapacak ya da herkesin spontan zekası fıldır fıldır raks edecek değil.
İş bu zeki çevik adil akıllı kişilerin bünyesi-günler süren-uykusuzluk ve strese en çok 160/100 mmHg lik bir sallantı ile yanıt verecek, sağlıkları bozulmayacak kaidesi de yok!
"Yapamıyorum!" demek kadar erdemli bir davranış da yok.
Buna da şükür demeyi bilmek de önemli...
Ya sen kardeşim? Sen ne yapıyorsun? Neler yaptın da bu hallere düştün?
Nedir bu atlama-zıplama-göz dağı verme tarzında seyir gösteren jimnastik hareketlerin?
"Bisiklete bindin, ivmelendin, aman da aman, bakın hele, ellerini direksiyondan çekip kullanmayı da becerdin!!!" gibi atraksiyonları sana inanacak kadar küçük düşünenlere göstere dur lakin kondüsyon bisikleti ile tek santim ilerleyemezsin!!
Olduğu kadar.
Kapasiten dahilinde.
Elinden geldiğince.
Eyvallah!!!
...
Lakin...
...
Değil işte güzel kardeşim, değil!!!....
İşte sen "bu kişi" değilsin!....
Efendim?
Beni mi sordun?
Beni dert etme sakın!
İmam bey bana ne iş verirse onu yapacağım yarın!
Sevda Demirel
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 11 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
TAŞKINCA : Hasan Taşkın Bize neler oluyor? |
|
AB'ye girmek istiyoruz. Girmek için çaba harcıyoruz... Bir bir kanunlar değişiyor. Uygulamalar değişiyor. Hükümet gece gündüz çalışıyor... Bunu herkes istiyor... Peki neden? Daha güzel bir hayat yaşamak için... Daha huzurlu bir toplum, daha güvenli bir toplum olmak için, uygar ülkeler topluluğunun içine girmek istiyoruz...
Uygarlık, sadece değişen kanunlarla da olmuyor...
Osmanlı torunu bizler, 'savaşta yaralı düşman askerine bile su verilir' ilkesi ile yetiştik...
Bizim için misafir el üstünde tutulan kişi ya da kişilerdir...
Biz selamı Allah'ın selamı olarak görürüz... O yüzden tanımadığımız kişiye bile selam veririz... Yol, okul yapmanın sevap işi olduğunu bilir buna göre katkıda bulunuruz... İki kavgalı insanı barıştırmanın da sevap olduğunu biliriz... Yaşlıya hürmet, hastaya ziyareti de ihmal etmeyiz... Dua almak için...
Böyle değil miyiz? Peki!
Biz böyle bir toplumduk ama son zamanlara kadar...
Peki şimdi ne oluyor bize?
Değişiyoruz. AB'ye göre mi? Yoksa menfaatlere göre mi? Bütün insani varlığı bir kenara atarak, kendi menfaatlerimiz uğruna her şey mubah mı?
Gazete haberleri artık dehşet verici boyutlara ulaştı... Bakın iki örnek:
Bursa'da 11 yaşındaki küçük bir kız kimliği belirsiz kişi ya da kişilerin kurbanı oldu. Annesinin evde olmadığı ve ders çalıştığı sırada eve giren kişiler tarafından başı çekyata sıkıştırılıp ezilerek öldürüldü. Sena'yı annesi Tülay İbrahimoğlu, kanlar içinde buldu.
Adana'da ilköğretim okulu öğrencisi 13 yaşındaki Mehmet Kasım Yıldırım boğularak öldürüldü. Okulun basketbol takımında oynayan talihsiz öğrencinin cesedi bir apartmanın çatı katı girişindeki merdivenlerde bulundu.
'BEN, POLAT ALEMDAR'
Konya'da ilginç bir asayış olayı yaşandı. 20 yaşındaki Orhan Y. İsimli kişi arkadaşlarından haraç isteyen Bahattin B. (21) ile karşılaştı. Ne hakla haraç topladığını sordu... Cevabını da aldı Bahattin B.'den...
'Ben Polat Alemdarım. haraç da alırız, gırtlak da alırız.' Tabi olay bıçaklı kavgaya dönüştü. Ölüm olmadı. Ama olabilirdi. Yaralama olayı ise adliyeye yansıdı...
Şiddet dizileri'ni kaynana-gelin dedikodu programları izliyor...
Reytingler süper... İnsanların işi yok. İşsizlik bu kadar artarsa, insanlar da eğlence arar... Dünya uzaktan insanların beynini yönlendirme yöntemi ile uğraşırken, hatta uygulanmaya kadar gelirken, bizler birbirimizle uğraşıyoruz...
Yeni dünya düzeninde daha çok özgürlük adına ülkeleri için çalışan ve alın teri döken insanlar daha çok nasıl ülkelerine hizmet edeceklerinin hesabını yaparken, bizler birbirimizin ayağını nasıl kaydırırız. Şu insanı nasıl yok ederiz? Haraç nasıl alırız? Nasıl hortumlarız? Nasıl çalışmadan köşeyi döneriz? Nasıl ünlü oluruz? Gibi yolları seçiyoruz...
Çoluk çocuk demeden, vicdanın dahi kabul etmediği şiddeti uyguluyoruz... Senaryolarla başlayan tv. Ekranlarından insanların beyinlerine enjekte edilen şiddet, lüks yaşam, kolay para ve entrikayı gençlerin beyinlerine sokuyoruz...
Hasan Taşkın www.noktadergisi.com.tr
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 8 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Fotoğraf: Gülendam Z.Oğuz <#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 5.391 kahveciye doğru yola çıkmıştır.
Yukarı
|
Yol Ayrımı
Varsın doğmasın güneşin,
Varsın açmasın mevsim çiçeklerin,
Sürer nasılsa yaşam ite kaka,
Varsın açılmasın önümde kapıların.
Yaşam verdiği kaygıları,
Kahreden sırlarını,
Elbet geri alacak bizden.
Mevsimler bir sonraki baharı,
Dünler ise mutlu yarınları,
Getirecek elbet,
Bir karakış ardından.
Sanır mısın ki!
Kahrederim senin ardından,
Hayata gözlerimi mi kaparım?
Yanıldın işte,
Kendi dünyanda yarattığın,
Diğer yanılgıların gibi.
Daha gelmedim yolun yarısına,
Daha ermedim yaşamın sırrına,
Bir denklem şimdi sadece,
Kafamda kendimce çözümlediğim,
Elbet bulurum,
Yaşamın ilahi sırrını,
Yarısına bile ermediğim,
Kader yolunun sonunda.
Şimdi ben,
Takarım gönlüme kanatlarımı,
Yüzüme ise gülümsememi,
Elde geçmişten gelen kendine güven,
Başta altından bir gurur.
Yürürüm bir yol ayrımında,
Seçimse,
Benim seçimim,
Belki doğru,
Belki yanlış,
Ancak bu yola girmez isem,
Asla bilemeyeceğim.
Haydi!
Vakit gitme vaktidir,
Sen başka yolda,
Ben başka,
Oysa bilirim,
Çıkar hepsi ömrün sonunda,
Aynı kavşağa.
.....
.....
Yürü!
Yaşam; sıradan bir yol ayrımından ibaret...
Gülcan Talay
Yukarı
|
Örümcekadam'dan kurtuluş yok!..
Yukarı
|
Berrin Cerrahoğlu
"Kırklar Kilisesi/MARDİN"
Fotoğraf sergisinin açılışını
onurlandırmanızı diler.
Açılış Kokteyli: 18:30,4 Mart 2005 ,
Sergi: 4 Mart-17 Mart ,
Yer: Fotograf Sanatı Kurumu,
Fevzi Çakmak Sk.No:22/2 KIZILAY/ANKARA
Kırklar kilisesi -Mardin
Yukarı mezapotamyada (Yani bugünkü Anadolu topraklarında) İsa'dan sonraki ilk yıllarda, çok tanrılı dinlere tapan çeşitli medeniyetlerin ve kavimlerin tek tanrılı Hıristiyanlık dinini ilk kabul eden üyeleri, kendilerini "Süryani" olarak tanımladılar.
Farklı toplumlardan gelmiş olsalar da, bu yeni inanışa ait olmak, onları birleştirerek sonraki 2000 yıl boyunca titizlikle korudukları yeni bir kültürün filizlenmesini sağladı.
Roma kültüründen esinlenerek Hristiyanlığı yorumlayan günümüz Papa'lık müessesesinden farklı olarak Süryaniler, bu genç dini ilk ağızdan aldıkları bilgiler doğrultusunda, tarih boyunca Anadolunun güneyinde Antakya'dan başlayarak güneydoğunun özellikle Mardin bölgesine kurdukları Manastır ve Kiliselerin çatısı altında bugüne kadar orjinaline sadık kalarak korumayı tercih ettiler.
Ortadoğu'nun mistik atmosferinde yoğrulan Süryanilerin, gösterdikleri uyum, hoşgörülü ve dostane yaklaşımlar 2000 yıl boyunca bölgede hüküm süren farklı inanıştaki tüm uygarlıkların saygısını kazanmalarına neden oldu.
Lozan anlaşması ile tanınan azınlık haklarına "Biz azınlık değiliz, öz be öz Türk'üz" diyerek reddeden Süryaniler, herhangi bir siyasi yaklaşımı kabul etmeyeceklerini açık biçimde gösterdiler.
Özellikle son 20 yıldır bölgede yaşanan terör olayları, her ne kadar tarafsız kalmak isteseler de Süryanileri de etkilemiş ve bölgeden göç etmelerine neden olmuştur.
1932 tarihine kadar Dayrulzafaran Manastırı'nda bulunan Süryani patrikliği bugün Suriye'nin Başkenti Şam'dadır.. Bugün dünyada bunlunan Süryani nüfusunun 5 milyon olduğu tahmin edilmektedir. Bu sayının yaklaşık %5'i Türkiye topraklarında yaşamaktadır.
Fotoğraf'ın görevlerinden en önemlisinin "İnsanoğlu'nun yarattığı kültür zenginliklerin yok olmadan belgelenmesi ve genel insanlık kültürüne aktarılması" olduğunun bilinci ile yola çıkan Berrin Cerrahoğlu, bu sergi ile Süryani kilisesinin kapısını aralıyor.
Bu serginin konusunu, Mardin'de bulunan ... Süryani Kilisesinden biri olan KIRKLAR KİLİSESİ(*)'ndeki İsa'nın doğum günü kutlaması için yapılan "Doğuş Bayramı" (25 Aralık 1999) oluşturmaktadır.
(*) Mardin'in merkezinde bulunan Şar mahallesindedir. Kilise 6.yüzyılda inşa edilmiş olup üç giriş kapılı,ince taş işçiliği ile işlenmiş mihrapları,400 yıllık ahşap mihrap kapıları, kök boya ile yapılan 1500 yıllık orijinal baskı perdeleri ,geniş avlusu içinde çan kulesi evi ve adeta dantel gibi işlenmiş taş oymacılığı örneklerinin yer aldığı divan mevcuttur.1170 yılında kırk şehitlere ait kemikler bu kiliseye getirilmiş ve bu tarihten sonra Kurklar Kilisesi olarak anılmalya başlanmıştır. . Kırklar Kilisesi bugün Mardin Metropolitlik kilisesi olarak da hizmet vermektedir.
Berrin Cerrahoğlu'nun Notu:
Bu çalışma ben AFSAD üyesi iken AFSAD-GAP işbirliği ile yapılan Güneydoğu Anadolu bölgesini fotoğraflama projeleri sırasında çekilen ve değerlendirilmeyen fotoğçısına kalan fotoğraflardan derlenmiştir.Katkılarından dolayı GAP idaresine ,Kırklar Kilisesi Papazı Sayın Gabriel Akyüz'e ve Arkadaşım Mustafa Ertekin'e en içten teşekkürlerimle....
<#><#><#><#><#><#><#>
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
Cep telefonu ihtiyaç mıdır yoksa lüks müdür diye düşünüp teknolojilerini hayretle takip ediyorum. Kameralısından bilgisayar gibi kullanılanına kadar pek çok modelini gördük ve görmeye de devam edeceğiz. Kısacası benim cep telefonları için söyleyebileceğim fazla bir şey kalmadı derken http://www.vertu.com/ kısa yolundaki web sayfasına rastladım. Tasarımların arkasındaki isim, 1995 yılından beri Nokia için çalışan Franck Nuovo. Nuovo'nun Vertu serisi için tasarladığı çelik ve platin cep telefonları, sentetik yakutlar oturtulmuş tuşlardan oluşuyor. Yani tamamen lüks telefonlar ve fiyatları yaklaşık 30,000 USD seviyelerinde.
...Derler ki, Ağgül köyün varsıllarından Mürsel ağanın kızıdır. Güzel mi güzel simsiyah saçlar, kestane rengi gözler, salına salına yürüyüşü yürekleri yakarmış. Köy gençlerinin gözü Ağgül’de ama kimse de yan gözle bakamazmış. Nedeni de Mustafa. Herkes sayar severmiş Mustafa 'yı. Yoksul bir ailenin çocuğu olan Mustafa babası öldükten sonra evin bütün sorumluluğunu yüklenmiş, anasını ele muhtaç bırakmamış. Alnının teriyle geçimini sağlıyor. Bazen zorlansa da yakınmıyor Mustafa. Ağgül'üne de kavuşursa tasası kalmayacak. Gel gör ki, Ağgül'ün babası verimkâr değil. "Mustafa kim oluyor ki bizden kız isteyecek o ilkin karnını doyursun" diyormuş. İyi hoş ama Ağgül öyle demiyor. "Bir lokma bir hırka olsun yeter artığını istemem" diyor diyor ya dinleyen kim... Devamı ve daha fazlası için http://www.turkuler.com
Wallpaper konusunda sürekli arayış içerisinde olanlar için ilginç bir alternatif http://www.evasion2k.com/html/wallpapers.html bence denemeye değer.
Sağır ve dilsizlerin kullandığı alfabe konusunda hepimizin az da olsa fikri vardır. Peki bunun; için kullanılan bir sözlük olabileceğini düşündünüzmü. Böyle bir sözlük olsa mutlaka resimli olmak zorundadır tabi ki. http://www.simplifiedsigns.org/lexicon.htm kısa yolunda ingilizce’den dilsiz alfabesine göre hazırlanmış özel bir sözlük bulacaksınız. Türkçe olanı henüz bulamadığım için şimdilik bu kısa yolu veriyorum.
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
Thunderbird 1.0 [5.73 MB] All Windows Free
http://download.mozilla.org/?product=thunderbird&os=win&lang=en-US Outlook Express'in yetersizliğinden şikayetçi iseniz ya da MS Outlook'un sadece bir kısmını kullanıyorsanız bu eposta programını mutlaka kullanmalısınız. Mozilla tarafından geliştirilen Thunderbird, tarayıcısı Firefox'la birlikte vazgeçilmez olmaya aday. Alışkanlıklarını değiştirmek ve geliştirmek isteyen her internet kullanıcısına tavsiye olunur.
Yukarı
|
|
|
|
|
|