|
|
|
1 Mart 2005 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Güvendiğimiz dağlara kar yağdırmayın!.. |
Merhabalar,
Birkaç ay evvel kocaman camlı binalardan birine girmeye çalışırken yaşadığım bir olayı hatırladım Pazar günü. Epeyce ünlü izbandut özel güvenlik görevlilerinin aşırı süslü makyajlarıyla birer Hollywood artisti gibi dolandığı cam binaya girmek her babayiğidin harcı değilmiş. Kuşandıkları teçhizatın ağırlığı ben diyeyim 10 siz deyin 20 kg. Omza takılmış mini telsizler, kulaktan çıkan mikrofon, herşey maaşallah tam tekmildi. Suratlar soğukkanlı İngiliz Kraliyet Muhafız Alayı suratı, omuzlar Stallone'un az gelişmişi. Yukarıya çıkmak için cebelleşmeye başlayalı 3 dakika kadar olmuştu ki, kapıdan içeri yüzü gözü kapkara bir motosikletli kurye girdi. Üzerindeki üniforma orjinal renginin turuncu olduğunu ancak hayal edebileceğin şekilde kirli. Elinde taşıdığı zarflara elinin değdiği her yer kömür karası. Belli ki şu benzin yerine yağ yakan çatapatlara biniyor garip. Bir hışımla içeri dalmaya çalışırken özel güvenlik el diz karışımı bir hareketle ilk şarjı yaptı. Sendeleyen çocuk; "Hamdi Bey bekliyor, önemli bir zarf." diye şuursuzca bağırdı. Güvenliğin kızaran yüzünü sadece ben değil, biri bayan diğer 3 güvenlikçi de gördü. "Yukarı çıkamazsın, zarfı buraya bırak" derken eli çocuğun omzundaydı. Canı yanan çocuk can havliyle "N'apıyorsun lan" der demez yere kapaklandı. Resim aynen şöyle; Kurye çocuk yerde yüzükoyun yatıyor, güvenlikçinin dizi çocuğun belinde, sol eli boynunda, sağ elinde belinden çıkardığı tabanca(!?) Herşey 5-10 saniye içinde olduğundan herkes şaşkın. İlk uyanan bayan güvenlikçi, kendinden geçmiş izbandutu omuzundan yakaladığı gibi çekti aldı ve yan taraftaki kapıdan içeri ittirerek soktu ve yoketti. Diğerleri çocuğu kaldırırlarken, şahitlik süremi kısaltmak için olsa gerek, ben gerekli izni aldım ve içeri yollandım.
Bu hikayeyi aklıma getiren Pazar günü İnönü stadında yaşanan özel güvenlikçi rezaleti. Hani şu futbolcuya kafa atıp burnunu kıran özel güvenlik elemanının dangalaklığı. Kimdir bunlar? Nasıl bir eğitimden geçmiştir? Psikolojik durumu bu tür bir iş için uygun mudur? Beşiktaş yönetimi sözleşmeyi hemen feshetmiş, iyi de yapmış. Ama memleket 3. sayfa cinnet, tecavüz, kapkaç haberlerinden geçilmezken binlerce birbirine benzemez adamın bir araya geldiği arenalara özel güvenlik görevlisi atamak için kocaman bir yürek isterdi, helal olsun. Demek ki hepsi birer aslan yürekli Rişar'mış.
Duyduk duymadık demeyin, açık artırma sürüyor. http://www.gittigidiyor.com/php/listele.php?nick=kahvemolasi
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
Café Azur : Suna Keleşoğlu |
Bıçak
Daha hava kararmamıştı. Mutfaktaydım. İçim cız etti. Fonda yere düşen bir bıçak sesi...Parmağımdan akan kana bakıp öylece kala kaldım.
Cız diye ince keskin bir acı. Aniden, sakarca bir bıçak darbesi.
"Yere düşürülen bir bıçak sesi
Kristali tuzla buz olmuş gözlerinin
biliyorum ay kanatıyor
ne zaman susak geceyi
Kendini benim yerime koy
Oğul öksüzü babalar yerine
Susmayalım. Bıçak uyuyor kelimelerin kalbinde" *
Bıçak yerde,
kan yerde.
Gözyaşlarımı tutamıyorum. Elimi kesmenin verdiği acıyla bıçağa kızıyorum. Keskinliğine, beni yaralayışına, acemiliğime, aceleciliğime...
O ana sığan tüm duygularımla kızıyorum, en çok da kendime.
Daha dikkatli olmalıyım.
Parmağım kanıyor. Aklım bileği taşında. Bıçağı yerden alıyorum, bileği taşını çekmeceden. Bir bıçağa , bir bileği taşına bakıyorum. Bir daha bu kadar keskin bilememeli mi?
Zaman geçiyor, acımı unutuyorum. Parmağımdan yara bandını çıkartmışım. O keskin acı geçmiş, zamanla beraber. İzi de yok.
Adı, Jean-Luc Petitrenaud**.Ekranda tebessümünü gördüğüm her an takılır kalırım. Fransız televizyon kanallarının birinde yayınlanan programı gibi bir kartpostal bırakır posta kutuma yüzü. Onun, yaptığı yemek programlarını ve ekrana yansıyan gülümseyen yüzünü biliyorum sadece. Yemek yapmayı, daha çok da özenle yapılan yemeklerin çıkardığı yolculukları ve emek harcanarak ortaya çıkartılan görüntülerin hayata kattıklarını seven biri olarak yemek programlarını seyretmeye bayılıyorum. Bay Petitrenaud bu kez Paris'in ünlü şeflerinden Jean-François Rouquette'i*** konuk ediyordu. Programın akışında şef ve gurme yemek kokuları arasında tatlı bir sohbet tutturmuş gidiyorlardı. Sonra ikisi beraberce sokağa çıktılar ve küçük bir bıçak yapım atölyesine girdiler. Şaşırtıcı değil. İyi bir şef mutfağındaki bıçakları çok iyi seçmeli. Nasıl ve hangi malzemeden seçmeli bunu bilmiyorum ama tıpkı yemek malzemeleri gibi yemek yapım gereçlerini de özenle seçmenin önemli olduğunu düşünüyorum.
Görüntü kaldığı yerden devam ediyor, şef ve gurme girdikleri küçük atölyenin loş ışığında kendilerine gülümseyen mavi gözlü adamla konuşmaya başlıyorlar.
O, bir bıçak ustası. Küçük bir atölyede işi bıçaklarla, bilemekle. Misafirleri geldiğinde başından kalktığı bileği aletinin önünde kaç saat geçirir, o güneşin gizlice girdiği dükkanında ne kadar süre oturur düşünmeye çalıştım. Saatlerce olsa bile gözlerindeki yakaladığım parıltı, bana O'nun orada olmayı sevdiğini hissetirdi. O bıçak ustasının adının yazılı olduğu vitrini görür görmez sehpada duran kağıda not aldım. Patrick Bonetta****. Geleneksel metodları kullanarak mesleğini sürdüren bu ustayı daha da merak ediyorum. Paris, Monaco ve en son olarak da New York'da açtığı lokantalarla mutfaktaki marifetini sınırlar ötesine taşıyan ünlü Fransız şef Alain Ducasse çıkıyor karşıma. Bu ünlü şefin New York'da Central Park'daki Essex House Otel'indeki lokantasındaki bıçakların Patrick Bonetta tarafından yapılmış olduğu diğer ayrıntılarla beraber, lokantanın internet sayfasından öğreniyorum. Ducasse'ın kolantasındaki bardakların da bize çok yakın, Güney Fransa'nın Biot şehrindeki cam ustası Jean-Claude Novaro tarafından üretildiğini okuyorum. Yolculuğum daha da meraklı hale geliyor.
Ekrandaki üç adam ise hala ellerindeki bıçaklar hakkında konuşuyorlar.
Bir bileği taşı, eski zamanların sokak arası bileyicileri geliyor gözümün önüne.
Zanaatlar bir bir tükenip giderken, bir bıçağın kestiği yaranın iyileşme süresinden daha kısa sürede yepyeni bıçaklar fabrikalarda üretilirken, bir şef bıçağını ustaca bırakıyor mutfak tahtasının üzerine...
Orada kalıyor zaman. İşini çok seven, bunu gözlerindeki gülümsemeye taşıyan bir bileyicinin mavi gözlerinde parlıyan sevincin peşine takılıyorum.
Karamsar haberlere inat, yanlış kullanılan bıçaklara inat, bir bıçağa uzanıyor elim.
Mutfaktayım, bir elimde bileği taşı. Öbür elimde keskin bıçak.
Geçmişten bir görüntü giriyor kareye,
Küçük bir şehrin ara sokaklarında, omuzunda malzemeleri ile dolaşan seyyar bir zağcı.*****
Aynı şair "iki bıçak" seç diyor bu defa.
Yazımın devamı, yazım, bu yazı, bıçak gibi kesiliyor. Şimdi, burada.
* Murathan Mungan'ın Bıçak isimli şiirinden
** Fransız France5 televizyon kanalında "Carte Postale Gourmande"isimli programı yapan ünlü bir gurme
*** Paris'in iki yıldızlı lokantalarından "Les Muses"'in şefi
**** Seine kıyısındaki Courbevoie'da atölyesi olan bir bıçak ustası
***** Halk ağzında bileyici olarak kullanılan kelime,
SunA.K. Grasse
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 7 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Kaptan ve Köpek Gezdiren Adamın
Bitmez Tükenmez Karşılaşmaları
İkinci karşılaşma:
On yıldır aynı apartmanda oturuyorlardı. Eh aynı mekanı bu kadar uzun süre paylaşınca kapı önünde, merdivenlerde, asansörde istenmeyen karşılaşmalar kaçınılmaz oluyor. Neden istenmeyen? Çünkü insanların birbirine söyleyecek pek bir şeyi yok da ondan. Ama dedim ya bunlar on yıldır aynı binada otura otura sonunda birbirleri hakkında bilgi sahibi olmaya başladılar. Mesela biri ötekinin televizyon işiyle uğraştığını, öteki de berikinin kaptan olduğunu biliyordu.
İki yıl kadar önce adamlardan birinin; hani şu televizyon işiyle uğraşanın oğlu sünnet oldu. Sünnet olurken de tutturdu, "hediye olarak başka hiçbir şey istemem ille de köpek isterim" diye. Adamın çocukken ve ilk gençliğinde hep köpeği olmuştu. Çok severdi bu hayvanın dostluğunu ama onun köpekleri evin bahçesinde ya da çok soğuklarda odunlukta yaşardı. E şimdi köpek alınsa evde yaşayacaktı ki; adam bunun sonuçlarını göze alsa bile karısı için durum katlanılmaz olacaktı. Ama bir mucize oldu ve sünnet çocuğu eve köpek alınması için annesini ikna etti. Çocuğunun köpeği olan bilir. Çocuk köpeğin sadece sahibidir. Evin annesiyle babası ise köpeğin kölesi. Köpek eve yerleştikten sonra köleler arasında da kendiliğinden bir iş bölümü oluştu. Bu işbirliğinde adamın görevleri arasında köpeğin sabah ve geceyarısı gezmelerinin yaptırılması vardı. Özellikle sabah gezmeleri insanlara sokulmaktan hoşlandığını pek söyleyemeyeceğimiz adam için zorunlu bir sosyalleşme vesilesi oldu.
Eskiden bir günaydın ya da merhabanın peşine hiçbir kelime takamazken şimdi insanlarla konuşmaya başlamıştı. Çünkü ona sorular soruluyordu. Çünkü artık ortada üzerine konuşulacak bir şey vardı. Köpeğin kaç aylık veya kaç yaşında olduğunu, adını, cinsini cibiliyetini her şeyini soruyorlardı. Aslında yanlış anlaşılmasın insanlar köpeği merak ettikleri kadar birbirini merak etmiyor demek istemiyorum. Birbirlerini de çok merak ediyorlar ama bu iyi niyetli bir merak değil çoğu zaman. Kimseye fayda sağlayan bir merak da değil. Bunun için de birbirlerine duydukları merakları yüzyüze gelip temiz temiz konuşamıyorlar. Ama köpeğe yönelen merakın arkasında sadece sevgi var. Bir de "ben de alsam eve bi tane acaba altından kalkabilir miyim" düşüncesi. Bu düşünce de her fırsatta dile getiriliyor zaten.
Diğer adam yani kaptan olan İstanbul'da olduğu zamanlarda köpek gezdiren adamı gördükçe onun hayatına gıpta ediyordu. Onun da bir oğlu vardı. Keşke diye geçiriyordu içinden, "her akşam eve dönebildiğim bir hayatım olsa da her sabah köpek gezdirme angaryasına ben de katlansam" Bunun bir angarya olduğunu köpekli adamın anlattıklarından öğrenmişti. Köpekli adam da kaptanın hangi şirkette çalıştığını, hangi denizleri dolaştığını, aylarca evden ayrı kalmanın, uçsuz bucaksız denizler ortasında haftalar geçirmenin zorluklarını dinlemişti. Ama her şeye rağmen o da kaptanın hayatına imreniyordu.
Üçüncü Karşılaşma:
Bunlar muhabbeti ilerletmeden önce yani ikinci karşılaşmanın ilk yıllarında bir gün köpekli adam denizdeydi. Küçük bir yelkenli teknesi vardı. Şubat ayında fazla sert olmayan bir lodosta Fenerbahçe'yle Sivriada arasında iki arkadaşıyla volta atıyordu. Denizde kimseler yoktu bir-kaç tiramolayla Sivriada'ya kadar gidip sonra pruvayı Fenerbahçe'ye çevirdiler. Yelkenleri ayıbacağı yapıp rüzgarla, dalgalarla beraber akmaya başladılar. Birer de bira açtılar.
Efendi kaptan yine uzun süren yolculukların ardından son olarak Amerika'dan Haydarpaşa'ya hurda kağıt yükü getirmişti. Yük boşaldıktan sonra gemi kızağa alınacaktı. "En az iki ay tersanede kalır" diyorlardı. Kaptan için uzun bir tatil olacaktı bu. İşte o gün gemiyi Tuzla'ya götürüyorlardı. Köprüde gençler vardı. Kaptan kamarasını topluyordu. Yatağının karşısında duvarda bir Hikmet Onat röprodüksiyonu asılıydı: "Toygartepe'de Sabah". Birkaç yıl önce Beyoğlu'nda bir kitapçıdan almıştı bu resmi. Artık durmak istediği yerin resimdeki fıstık çamının yanı başı olduğunu hissediyordu. Artık güçlü bir ağaç gibi toprağa bağlanmak istiyordu. Denizi biraz da uzaktan seyretmek istiyordu artık. Tıpkı resimdeki gibi. Çerçeveyi tutan köşebentleri tornavidayla sökmeye çalışırken geminin yol kesip tornistan yaptığını hissetti. Hemen köprüyü aradı. Daha o bir şey sormadan, "küçük bir yelkenliyle çatışmaktan son anda kurtulduk efendim" diye rapor verdi köprü üstündeki genç kaptan.
Kamarası geminin iskele tarafındaydı. Kapıyı açıp dışarı çıktı, birkaç saniye önce geminin bodoslamasını sıyırarak geçtiği anlaşılan yelkenliyi gördü. Üç tane hıyar vardı küçük teknenin havuzluğunda. Bağırsa iki küfür sallasa duyurabileceği kadar yakındılar hala. Heriflere bakarken bir tanesini gözü bir yerlerden ısırır gibi oldu. Az önce parçalanmaktan kurtulan herifler de gemiye doğru bakıyorlardı. Kaptan ve gözünün ısırdığı adam gözgöze geldiler. Herif hiç de kabahatli gibi bakmıyordu. Yelkenli hızla kıyıya doğru giderken geminin uskuru da yine ileri doğru dönmeye başlamıştı. Bir süre daha kıyıya doğru uzaklaşmakta olan yelkenliye bakıp, "eşşoğlueşşekler" dedi kaptan dişlerinin arasından. Sonra köprüye gidip gençlere çıkıştı, "neden sesle uyarmadınız" diye. Yanıt veremediler. "Belli ki bizimkiler de uyumuş" diye düşündü kaptan, ama tam tatil havasına girmişken fazla üstüne gitmedi olayın.
İkinci Karşılaşmada Ahbaplığın İlerlediği Bir Gün:
Birbirlerini her gördüklerinde, birbirlerinin hayatına imreniyorlardı. Artık kaptan İstanbul'dayken sık sık ve daha uzun sohbetler etmeye başlamışlardı. Köpek gezdiren adam bir sabah gördüğü rüyayı anlattı kaptana; "dün gece rüyamda sizi gördüm" diyerek.
"Rüyamda biz hayatın içinde yer değiştirmişiz, Ben sabah evden çıkıyorum ve işe gidiyorum. Ama her zaman gittiğim işe değil. Bir gemiye. O geminin kaptanıymışım. Evden çıkarken de size rastlıyorum. Siz de bizim köpeği gezdiriyorsunuz. Ama ben benim, siz de sizsiniz. Her şey aynı, sadece işler değişmiş. Meğer o gün gemi İstanbul'dan ayrılıyormuş, beni apar topar köprü üstüne çıkarıyorlar. Gemi de bizim Arnavutköy iskelesi'ne bağlıymış. Pruvası Akıntı Burnu'na doğru. Lombozdan sarkıp iskeleye doğru bakıyorum gemiciler halatları çözüyorlar. Ya bi dakka hop filan diye bağırmaya çalışıyorum. Ama duymuyorlar. Çaresizlik içinde köprünün ortasına doğru yürürken bizim bakkal Necati'yi görüyorum. Minik bir joystiği keyifle ileri doğru ittirirken bir taraftan da, 'tam yol ileri tam yol ileri' diye bağırıyor. Köprüden dışarı fırlıyorum, gemi tam iskeleden ayrılırken kıçı kıyıdaki eski binalardan birine yaklaşıyor iyice. 'Benim yarın oğlanı basket antrenmanına götürmem lazım' diye bağırarak binanın balkonuna atlıyorum. Balkonun kapısı aralık, hani aynı gizemli film sahnelerindeki gibi tüller uçuşuyor, içersi görünmüyor. Kapıyı ittirip içeri bir adım atıyorum, tülün bittiği yeri uzun uzun arıyorum. Bir türlü bulamıyorum ve sonunda altından geçiyorum. Daha doğrusu tam tülü başımın üstünden aşırtırken karşımda sizi bir koltukta mağrur bir tavırla otururken görüyorum. Üzerinizde kaptan üniforması var. Yanınızda da bizim köpek en asil pozuyla oturuyor ve aşağılayan gözlerle bana bakıyor. Ben de başımın üstünde gelin duvağı gibi tülle öylece kalakalıyorum. Yerinizden kalkıp köpeğin ipini bana doğru uzatıyorsunuz ve tek bir hareketle tülün ek yerini bulup, balkona çıkarken, 'ben onlara şimdi yetişirim' diyorsunuz. Sonra ben kendimi köpekle yine bizim apartmanın önünde görüyorum. Onunla sabah gezmesindeymişiz. Uzaktan bir gemi düdüğü duyuluyor."
İkisi de tebessüm ettiler. Sonra köpekli adam kaptana, "ne kadar kalacaksınız İstanbul'da" diye sordu. Kaptan da, "üç hafta kadar buradayım" dedi. Eğer denk düşerse bir gün beraber yelken yapmaya karar verdiler.
Denk düştü, birgün beraber köpekli adamın küçük yelkenlisine gittiler. Güzel bir haziran öğleden sonrasıydı. Sertçe bir poyraz vardı. Köpekli adamın bir arkadaşı da onlarla beraberdi. Teknede üç kişiydiler. Yalnız üçüncü adamın bu hikayede herhangi bir fonksiyonu yok. Yani hani filmlerde, tiyatroda ya da bir edebiyat yapıtında duvarda bir tüfek asılıysa bu mutlaka patlamak zorundadır ya. O bakımdan söylüyorum ki teknedeki üçüncü adam sadece o gün orada olduğu için yer alıyor hikayede.
Marinadan çıkar çıkmaz yelkenleri açıp makineyi susturdular. Fenerle onun karşısındaki taşlığın arasından geçtikten sonra da pruvayı Burgaz Adası'na çevirip geniş apazla yol almaya başladılar. Kaptan hayatında ilk defa rüzgarla yol alıyordu denizde. Onun için yelkenli tekneler denizde uzaktan gördüğü bir resimden ibaret olmuştu şimdiye kadar. Kendisini hiç bunlardan birinin içinde hayal etmemişti.
Köpekli adam yelkenlerin trimini yapıp güverteyi yıkamak için havuzluktan dışarı çıkacaktı, kaptana rotayı söyleyip dümen dolabının başına geçmesini rica etti. Kaptan da keyifle uydu bu ricaya.
Güzel güzel giderlerken köpekli adam güvertedeki işini yarım bırakıp havuzluğa geldi. Kaptana arkadan yaklaşmakta olan kosteri gösterip, "şunun yolundan çıkalım" dedi. "Görmez bunlar bizi, üstümüzden geçiverir." Kaptan pruvayı kırkbeş derece kadar sancağa çevirdi, kosterin yolundan çıktılar, yelkenler yeniden ayarlandı. Sonra kosterin geçişini beklediler ve yine eski rotaya döndüler, yelkenler de yine ayarlandı.
"Zor işmiş yahu" dedi kaptan. "Sizin rota değiştirmeniz bayağı meşakkatli iş.."
"Ama çatışmamak için bunu yapmak zorundayız, çünkü denizde kimse kurallara uymuyor" dedi köpekli adam ve birkaç yıl önce bir geminin altında parçalanmaktan son anda kurtulduklarını anlattı:
"Bir kış günü Sivriada'dan Fenerbahçe'ye doğru lodos havada pupa yelken dönüyorduk. Çok da keyifli bir gündü. Cenovayı iskeleye, ana yelkeni sancağa almış, ayı bacağı dediğimiz pozisyonda ilerliyorduk. Kış günü, denizin üstü bomboş, biz de bir ara daldırmışız, cenovanın arkasından sokulan koca gemiyi fark etmedik. Bir anda heyula gibi beliriverdi iskele baş omuzlukta. Her halde o da bizi son anda fark etti ve yol kesti ama koca gemi tabii. Yapacak hiçbir şey yoktu. Tek şansımız önünden geçmekti. Upuzun birkaç saniye geçti ve geminin soğancığını bizim küpeştenin hizasında gördük. Son anda o koca soğancığı ellerimize aldığımız usturmaçalarla ittirerek geçtik önünden."
Hikayeyi heyecanla dinleyen kaptan, biraz önce önünden kaçtıkları kostere doğru bakarak, "eşşoğlueşekler" dedi.
Sonra bir sessizlik oldu, havuzluktaki iki adam göz göze geldiler, ikisi de aynı anda, daha önce denizin üstünde bir kere daha gözgöze geldiklerini hatırladılar. Köpekli adam başını hafifçe öne eğerken "estağfurullah" diye fısıldadı.
İlk karşılaşma:
Üniversite sınavına girdiği seneydi. Kazandığı puan iyi kötü bir yere kapağı atmasına yetmişti. Ama asıl hevesi denizci olmaktı. Radyoda her akşam 11 haberlerinden sonra yayınlanan ön kayıt haberlerini dikkatle dinliyordu. Sonunda bir akşam beklediği haberi duydu. Yüksek Denizcilik Okulu'na ön kayıt yaptırmak için puanı yeterliydi. Fiziksel yetenek sınavındansa zaten hiç korkusu yoktu.
İşte o günlerde bir sabah elinde dosyasıyla soluğu Ortaköy'de aldı. Okulun önünde epeyce öğrenci adayı vardı. Kalabalığı gördüğü anda umudunu yitirir gibi oldu.
Üç bölüme öğrenci alıyordu okul; makine, güverte ve işletme. Puanı makine bölümüne ön kayıt yaptırmaya yetmiyordu ama güverte ve işletmeye yetiyordu. Onun istediği de güverte bölümüydü zaten.
Bu çocuk ilerde köpeğini gezdiren adam olacaktı.
Yüksek Denizcilik Okulu'nun kapısının önüne kadar gittiği o gün ise en çok istediği şey ilerde kaptan olmaktı. Okula o yıl toplam altmış kişinin alınacağını biliyordu. Ama kapının önünde onun gibi bekleyen birkaç yüz kişi vardı. Küçük bir araştırma yapmaya karar verdi ve sorabildiği kadar çok kişiye puanlarını ve tercih ettikleri bölümü sordu. Çoğu güverte bölümü diyordu ve hemen hemen herkesin puanı onunkinden yüksekti.
En son puanını sorduğu çocuk, "450" dedi. O da güverte bölümünü istiyormuş. Bizimki, "işin çok zor" dedi çocuğa, "deminden beri herkese soruyorum. Çoğu güverteyi istiyor. Benim puanım da 451 ama hiç şansım yok gibi geliyor. Burada boşu boşuna beklemeyi düşünmüyorum. Ben başvurmayacağım herhalde."
Sen bilirsin der gibi yüzüne baktı 450 puanı olan çocuk, "Ben başvuracağım, buraya kadar bunun için geldim."
İkinci Karşılaşmada Son Durum:
Kaptan uzun zamandır ortalıkta yoktu. Yine köpeğin sabah gezmesinde karşılaştılar. Artık el sıkışıp öpüşüyorlardı. "Bu defa uzun sürdü" dedi köpeğini gezdiren adam. "Öyle oldu" dedi kaptan, "bu defa oradan oraya dolaştık. Japon Denizi'nde korsanlar çıktı gemiye, neyimiz var neyimiz yoksa soyup soğana çevirdiler. Hint Okyanusunda da çok fena bir hava yedik. Makine arızası desen hiç yakamızı bırakmadı. Burada da oğlanın bacağı kırılmış antrenmanda. Benden saklamışlar ama ana oğul bayağı zorlanmışlar. Yani bu defa iyice lanet ettim mesleğe. Okula gittiğim ilk gün bir çocuk gelmişti yanıma hiç unutmam, 451 puanı varmış, ön kayıt yaptırmaktan vazgeçtiğini söylüyordu. Keşke tutsaymışım kolundan, gitmesine izin vermeseymişim. O çocuk kayıt yaptırsaydı ben kazanamayacaktım. Son sıradan girdim çünkü okula. Kimbilir ne yapıyordur şimdi o çocuk. Ama eminim benimkinden daha iyi bir hayatı vardır."
"Kimbilir" dedi köpek gezdiren adam, "Herkes kendi hayatını yaşıyor işte. Ama yahu kaptan ben senin oğlanı öyle ayağı alçılı bir ara gördüm ama hiçbir şey yapamadık. Lütfen hanfendi bir daha sen yokken böyle bir şey olursa yardım istemekten çekinmesin. O kadar komşuluğumuz var. Biz ne güne duruyoruz yahu burada?"
Sonra yine eğer denk düşerse bir gün yelken yapmaya karar verdiler. "Bu defa çocukları da alalım" dediler.
Derya İzbul
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 6 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Saklı Kahve : Tuğba Çamlıbel Anneannemin Hikayesi |
|
Güzeldi...Bir zamanlar...
Aynada yaşamın kendisine hediye ettiği, yüzünde beliren son çizgiyi inceliyordu. Çok eskilerden bir anı canlandı gözünde. Bir keresinde yolda yürürken o zamanın jönlerinden biri dönemin meşhur Divan Pastane'sinin bahçesinde bir arkadaşıyla sohbet ediyordu. Onu gördüğünde şaşkınlıkla dönüp bir daha bakmış, yanındaki arkadaşını sarsarak "ben daha önce böyle bir güzellik görmedim" demişti. Tebessüm etti. Ruhunu okşayan ender anılardandı bu. Aynada kendini incelemeye devam ediyordu. Yıllar, en belirgin bir biçimde, güzelliğini çalmıştı ondan. İçinden kopup gidenleri katmıyordu daha hesaba.
18'inde sevmişti. Gözleri ışıl ışıldı. Ne anne, ne baba sevgisini yaşamıştı. Yaşadığı sevgi ona aç olduğu diğer sevgilerini bile unutturmuştu. Hayalleri vardı mütevazı... Ufacık bir evi olsun, iki de çocuğu olsun, birinin adını kendisi diğerini sevdiği koysun, evinin hanımı, çocuklarının anası, eşinin baş tacı olsun. İçi yanıyordu. Bu kadar basit isteklerini bile gerçekleştirememişti hayatta. Önce sevdiğine vermediler memur diye. O da ailesinin hiç tasvip etmediği bir adamla evlendi. Sırf ailesine duyduğu öfkesini biraz olsun bastırabilmekti amacı. Belki de intikam alacaktı bu şekilde. Oysa ki hayat kendi hayatıydı. Tabi bunu çok geç anlamıştı. Bu adamla paylaşacaktı yaşamının kalan kısmını...
Yaşamına sadece eşi değil kayınpederi, görümcesi ve eşinin üvey annesi de katılmıştı. Birlikte yaşayacaklardı. 1 sene idare ettiler. İlk dayağını burada yedi, defalarca annesinin evine gönderildi, ar ettiğinden gidemedi. 1 yıl sonra anlamsızca çıkan bir tartışmada sokağa atıldılar eşiyle birlikte. Hem de bir etek bir gömlekle. Yeni bir ev, yeni bir yaşam kurdular. Bir divan, bir halı, iki de tencere. Tıpkı hayalindeki küçük şirin ev. Ama olmadı. Hayat ikinci hayal kırıklığını yaşattı. Anlamsız çıkan tartışmalar, yenilen dayaklar ve gözlerinde bitmeyen yaşlar... Oysa o hayalinde evinin prensesi olacaktı. Gelinciklerle süsleyecekti camlarını. Eşinin gelişini dört gözle bekleyecekti o gelinciklerin ardında. Şimdiyse korku vardı gözlerinde. Onun geleceği saatlerde huzursuzluk, titreyiş, yine beni ne bekliyor bilinmezliği... Üstelik tesellim olur dediği çocuğu da olmuyordu. 4 yıl sonra mutlu haberi aldığında çocuktan sonra her şeyin düzeleceğini umut ediyordu. Oysa hamile kaldıktan sonra bile eşinde hiçbir şey değişmedi. Yediği dayaklar yüzünden ilk çocuğu sakat doğdu ve bilinmez belki cahillikten çocuğu 2 aylıkken yeniden hamile kaldı.
Aynada buğulanan nefesini sildi. Sanki yeniden yaşıyordu o günleri. Hayat acımasızdı ya da o hep bu yönünü yaşamıştı. Şimdi 4 çocuk sahibi 50'sine merdiven dayamış ama hayatta yapayalnızdı. 24 sene çektikten sonra, bu acıları çocuklarına yaşatma hakkı olmadığını düşünmüş ve terk etmişti eşini. Oysa ki bir zamanlar tüm yaşadıklarına rağmen ölesiye korkardı onu kaybetmekten, kimsesizlikten, hayatla tek başına başa çıkamayacağından... Şimdi 4 ayrı yaşama amacı vardı hayatta. 4 yavrusu. Her şeye rağmen yaşama tutunmasını sağlayan 4 önemli neden. Başarmalıydı kendine üçüncü kez yeni bir hayat kurmayı. Her şeye yeniden başlamayı. Tüm çelmelerine rağmen hayata 4 elle sarılmayı.
Kapı açıldı. Büyük kızı girdi içeri. Aynada kendini izleyen annesine baktı.Yavrusunun içinde kopan fırtınaları anlamasından korktu. Toparlamaya çalıştı kendini. Kızı anlayan gözlerle sarıldı boynuna. "Benim güzel anam". Gözlerinden yaşlar boşaldı. Yaşayamadığı sevdaları yaşıyordu evlatlarıyla...
Başarmıştı...
Tuğba Çamlıbel
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 8 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Kahveci : Faik Murat Müftüler |
CONCERTO GROSSI NO:1 B MINOR OP:37
Birinci keman, ikinci keman, viyola ve çellolar, flütler, obua, klavzen... Hepsi hazır. Şef bagetiyle nota sehpasına çift tıkladı. Son bir iki öksürük. Sessizlik...Şşşşşt.
Lento Assai
(Pianissimo) Yalnızlık, son nefesimde sonsuza dek ruhuma sahip olacakken, koskoca dünyada neden peşimi bırakmaz? (MezzoForte)Kabir toprağıyla kaburgalarımın çevresini sarıp bedenimin, hiçbir sevgilimin sahip olamadığı kadar derinliklerine işleyebilecekken, neden daha bu günden köprücük kemiklerimin kavşağına düğümlenip kalıyor? (Forte) (Accelerando) O kavşaktaki yutamadığım fazlalık her neyse, illaki göz pınarlarımdan mı çıkması gerekiyor? (Fortissimo) Bu Allah'ın cezaları hiç ağlayan adam görmemiş mi? (DeCrescendo) (Rallentando) Neden herkes bana bakıyor? (Teneramente) (Point d'orgue) Neden? (Fine)
Andante Non Troppo
(MezzoForte) Evin dışında hapismişim meğer. Ağlama özgürlüğüm bile alınmış elimden. (Crescendo) Duvarları yumruklama, kanepedeki kırlenti koparırcasına ısırarak ıkınır çığlıklar atma, (Forte) en sevdiğim bira bardağını duvarda parçalama özgürlüklerim sadece evimdeymiş. (Pianissimo) (Ritardando) Başımı dizlerimin arasına sıkıştırıp temposunu yürek çırpıntılarından alan bir metronom gibi ileri geri sallanma özgürlüğüm de yokmuş burada. (A Tempo) (Crescendo) Yarım saat önce velayetini bana bıraktığın aşkımızın, (Tek ucu apansız bırakılıp suratımın ortasında patlayan gergin bir paket lastiği gibi) göğsümün üzerine inen ağırlığını karşılayabilme adına göstermek isteyeceğim her türlü akıl dışı reaksiyonu evime saklamam gerekiyormuş meğer.
Allegro Vivace
(Staccato) Neden diye sormayacağım (Staccato) Nedenlerin senin olsun. (Staccato) Beni aptal yerine koyan "Çünkü"lerin de (Staccato) Cehennemin dibine kadar yolun var. (Staccato) Bana verdiklerin de sana verdiklerim de toprağın olsun. (Staccato) Bana acı veren sen değilsin. Ben yarattım aşkını. Sen sadece esinimsin. (Ritardando) Şimdi kendi süslediğim dünyamı dağıtıyorum. Bu kadehteki ruj izin kadar. (Fortissimo) Ah! (Forte) Ah! Ah! Tanrım!
(Es)
(Pianissimo) Avucumda kırık cam parçaları şimdi ruj izinden de kızıl. Parmaklarımdan yer seramiğinin üzerine damlayan kanlara sormalı (Teneramente) "Kalbimden geliyorsunuz. Güzel gözlümü gördünüz mü orada?" diye. (MezzoForte) Alacağım yanıttan korkuma, buldukları cam kesiği tünelden sızan firarilere bir şey diyemedim. (Animado) Belli ki senden kaçıyorlar; bana bile aldırmadan. Sen de gitsen onlarla. Sonra seramiklerin üzerinden kağıt havlu ile silip tamamen gittiğinden emin olana kadar yastığımın altında saklasam pıhtılaşmış, kurumuş güzelliğini. (Accelerando) Sonra buzdolabımın üzerinde duran bakır sahanın içinde, üzerine şarap döküp yaksam. Şarabın kalanını içip kan ve kâğıt tütsüsüne boğulsam. (A Tempo) (Pianossimo) (Estinto) Yararı olur mu ki?
Adagio
(Ritenuto) Beş saattir midemin, hayvani güdüleriyle gurul gurul çığrındığını duyuyorum. (Forte) Bağırsın hayvan. (Sforzando) Umurumda bile değil. (Saltato) O ne anlar aşktan, sevdadan, ayrılıktan? (Diminuendo) Böyle gözlerim kapalı durunca, çenemden sızan göz yaşlarımı sanki saçların değiyormuş gibi duyumsuyorum. Silmiyorum. (MezzoForte) Gün doğuyor olmalı. Yüzümde bir sıcaklık var; eminim güneşindir...
Moderato
(MezzoForte) Seni mi sevdim yoksa seni sevmeyi mi? (Piano) Çikolatayı mı severiz yoksa çikolatayı yemeyi mi? (Forte) Demek ki seni sevmeyi sevdim. (MezzoForte) Terk edişinle benden mi kaçtın, yoksa aşkımdan mı? (Forte) Yağmurdan mı kaçarız, ıslanmaktan mı? (Piano) Demek ki aşkımdan kaçtın.
(Fortissimo) Neden böyle cevap aramalarıma batmışım gırtlağıma kadar? (Accelerando) Bulsam gerçeği geri getirebilir mi seni? (Staccato) Ya da ben ister miyim dönüşünü. (A Tempo) (Staccato) Çaresizlikten başka nedir ki aşk?
Larghetto Affetuoso
(Marcato) (Rinforzando) Çiklet kağıtlarına kadar düşmüş aşk edebiyatının neresinde olduğumu bilmeden yazıyorum aşkın anlamını. (Crescendo) Aman ne büyüksün MuratHoca. İşin sırrını çözmüşsün de belli etmezsin kendine bile. Terk edilmeseydin eğer, yarinin elleri mi olurdu elinde şimdi sarhoş tembelliğiyle sevdanın; (Sforzando) yoksa kış uykusundan uyandırdığın kalemini mi oynatırdın saman kağıtlarının üstünde; hamamda karıların nasıl bayıldığını göstersin diye? (Morendo) Dilini ve elini çözen acılarından başka ne ki?(Point D'orgue)
(A Tempo) Çaresizlikten başka nedir ki aşk? (Accelerando) Yokken ulaşılamazlığın, varken anlatılamazlığın çaresizliği. Ne çok acı çektim insan evladının icat ettiği en zavallı sözü "Seni seviyorum"u söylerken sana. (Prestosimmo) Acizliği sözün özünden değildi tabii ki. Körler diyarının kralıdır tek gözü gören. Ben iki gözümle krallarını da alaşağı etmişim tahtından. Sözün özü değil körün gözüymüş aczi anlatamazlığın. (Piano-Forte) İşte o kör sensin.
Grave
(MezzoForte) Kırksekiz saattir gelmeyen sen değilsin; uyku... (Spiccato) (Morendo) Kolum masada, alnım kolumda, yazım alnımda, sen yazımda, aklım sende, hepsi aklımda. (Pianossimo) Her şey hazır ama uyku yok. (Es) (Diminuendo) (Rallentendo) Ders saat onda. Buket de biliyor muydu? (Molto ritardando) Kedinin mamasını vermedim. (Piano Pianossimo) Başlat, bilgisayarı kapat, tamam, "Kaydetmek istiyor musunuz?", hayır , windows kapatılıyor, karanlık, hhhhhh. (Point D'orgue) (Da Capo Al Fine)
Faik Murat Müftüler
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 7 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
KENDİMİ GERİ İSTİYORUM ...
Dün gece çıktım hemen eve gittim , üstümü başımı çıkarttım , azıcık birşeyler atıştırdım ve müziğimi açıp ( MEZZO denilen kanalda çok güzel şeyler çalıyor bu arada ) ( dinleriz ) kahvemi yapıp ,tütsümü yakıp , aldım elime E.Yılmaz'ı. Eve onunla buluşmaya gider gibi gidiyorum. Ancak başka kitabı olmaması beni üzüyor. Bu bitince neyi okuyacağım ? Okuyacak çok kitap var ama ben Emre'yi de hep , diğer kitapların yanında okumak istiyorum. Epey bi okudum. Bi o kadar güldüm ve düşündüm...
Birçok konuya bakış açımın farklı bir çerçeveden , gelişme girişimi ile start aldığını hissediyorum.
İçinde bulunduğum hayatı , beraber olmak zorunda olduğum insanları düşünmeden edemiyorum. Bu yalnızca oku ve kenara koy , birkaç şey düşün kitabından öte benim için , işte bu yüzden...
Birçok şeyi değiştirme isteği içerisindeyim.
Neler bunlar? Kısaca özetliyeyim size okursanız.
Daha küçük , daha az masrafı olan bir eve çıkıp , köpek almak istiyorum. Eşyaların çoğunu vermek istiyorum belki de. Çok fazla eşyam var benim. Gerek yok.
Her allahın günü , bir yere gidip , daha gerçek birşey yapmak istiyorum.
Bir resim çizmek , saatlerce okumak , fotoğraflar çekmek , gerçek ve aklı kafatasının içinde beyni işleyen , kendi art niyetinin kuklası haline dönmemiş insanlarla tanışmak , konuşmak , sevinçler paylaşmak istiyorum , işimi degiştirmek istiyorum.İş düşünüyorum.Nerede ne yapabilirsem buradaki kadar yalan olmaz işim diyorum ?
Ben farklı şeyler seviyorum... Ben önce ruhumu beslemek , sonra ruhuma verdiklerimin çıktısını almak yani üretmek istiyorum...
Borçlarımın tamamından kurtulmak istiyorum.
Aslinda tam olarak hissettiğim şu , söylemiş bile olabilirim " oturduğum yerden dünyayı özlüyorum ben " uzak doğu yu , felsefeyi , manzaralari , Afrikayi özlüyorum , japon kadınlarını , festival görüntülerini ...
Burası yetmiyor. Yetmiyor oluşunun sebeplerine bakıyorum. Neden ve nasıl yetsin ki zaten ? Anlamsızlıklarla dolu bir iş , para derdi , sıfır aktivite , mevcut akitiveler koca yalanlarla dolu , koca bir ev , hayvan yok , üretim yok , inanılan saçma sapan şeyler var...
Kanun dediğimiz ne mesela ? Bunu düşünüyorum. Neden sabit yaşamak zorundayım? 40 yaşında kimin ideallerini gerçekleştirmiş olacağım ? Annemin beklentisini mi gerçekleştiriyorum , kendimin mi ?
Ben ne istiyorum ?
Hareket etmek.
Herşey üst üste tesadüf ediyor. ( tesadüf değil ya neyse ) E. Yılmaz , üzerine ölüm korkusunu konu alan o tiyatro oyunu ( Bir Adam Yaratmak ) , onun üzerine annem , annemle diyalogumuz , üzerine bu eğitim ve eğitimde ağarlığın , içimde uyanan anarşist , içimde uyanan dünya ve yaşam özlemine paralelliğinin psikolojideki uyum taşlarını tek tek fark edişim...
Psikoloji ağarlıklı bir eğitim de tuz ve biber şeklinde geldi işte...
Üç cümle var kulağımda çınlayıp duran bu eğitimden
" duygularınızı bastırmayın , kendi duygularınızı , evladınızın duygularını ( korkularını - heyecan ve sevinçlerini ) Mantıklı olup olmadığına göre yargılamayın. Yanına geçin ve anlayın. Sıkıntı veren fikir paylaşıldığı andan itibaren sıkıntı vermekten çıkmıştır."
"DUYGULARI BASTIRMAK DİRİ DİRİ GöMMEKTİR."
İNSANA VERİLEBİLİCEK EN AĞIR CEZA NEDİR ? " HİÇBİR DUYGU YOK SAYILMAKTAN DAHA AĞIR DEĞİLDİR.
Son olarak da Freud'un bir sözü , sanırım Freud okumayı bir daha deneyebilirim.
" Hayatta sevecek bir eş , yapacak bir iş bulun. "
İnsan fiziksel alanını daraltıp rahatlattıkça zihin alanına verdiği önem artıyor. İnsan ruhuna şans tanıdıkça ; eşyay, evi, çevreyi daha az önemsiyor. Çıkışı iş yerindeki statüsünde, bastığı havada değil, bilgide ruhsal doyumlarda mesela sanat alanlarında arıyor sanıyorum. Sıkılan ruhumuz aslında , satın almayı planladığımız ; nefis , çizgisi bambaşka , turuncu abajurun boş duran yeri değil ! Daha az eşya , daha az kalabalik , daha az aptal kutusu , daha az giysi , daha çok kitap , daha çok düşünme , daha çok üretme isteği... İhtiyacimiz olan gerçekleri nasıl unuttuk ? Ruhumuzu nasıl unuttuk? Aklımızı neden beslemiyoruz. Bir aklım olduğunu kabul ediyorsam ki ediyorum , sadece maddesel olarak alacaklarimla ilgilendiğimi söylemekten utanmalıyım ya da ağarlığın bunda oldugunu hayatıma baktığımda görürken...
Esas nefesi, hayatta düşündükçe alıyoruz. Ve bu yüzden ne kadar dekorasyon malzemesi alırsak alalım yetmiyor, bir yerlerde bir sıkıntı peşimizi bırakmıyor. Giysiler çoğaldıkça hangisini giyeyim diyerek dikilip düşünme vaktimiz de dakikalarla birleşiyor gidiyor...Giden hayatımız , giden şey ; zamanımız , başka şey değil...
Kurtulmam gereken cok şey olduğunu hissediyorum. Hayatımı hınca hınç doldurduğum şeylerin, asıl aradığım şeylerle uzaktan yakından ilgisi olmadığı için durmadan arttığını arttığını ama asla yetmediğini bugün daha iyi bilmeye, daha yakın duruyorum.
Enteresan olan ise, artık bunları yapmanın imkansızlığını değil, yöntemlerini düşünürken kendimi buluyorum
Hadi şimdi siz söyleyin !
Yoksa...
Yoksaa...
Yaşasın!
Ben anarşist mi oluyorum ?
Fulya Engin
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 7 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
BİR OYUNCUNUN DÜNLÜĞÜ : Bahadır Benli |
Bu Düne Dair
Rutin bir günün sonun da güne dair dipnotlar zamanı gelmişti,pencere yarıya kadar açık sanki perdeyle sevişiyordu şimdi,korkusuzca akılda kalanları seslendirme çabasından aa bak bu gün de ders alınıcak hayat tecrübelerimiz olsun,belki unuttuklarımızı hatırlarsak işin elde var bir kısımını anımsarız bakarsın komşudan bir onluk almadan toplam sonucu bulabiliriz...
Yaşanmış uzak
Uzaklar bana hep başka gelir, fakat bana benzer öyle giderdi. Hiç hoşgeldin deme fırsatım olmadı, güle güle deyip adını uzak koydum işte, nedenleri başka çünkülere uzanan, coğrafyalarda yolculuk mecburiyeti taşımayan. Başka hangi dili vardı ki özlememenin, uzak işte... Anlatılamıyacak zamanı ve adı konmayan özlemlerin, ev sahipleri depozitosuz duygular kiralıyordu. Bazen uzak dedin mi sorun adına anılan, ya kaçmak ya da orada olduğunu bilmeden umabilme arzusuydu ?
Mutluluk hep mavi çocukmudur bir 96 sonbaharında, Kuzguncuk hikayemi ardımda bırakarak sokaklarımı, ki bana en çok koyan odur, çocukluk aşkımı, arkadaşlarımı yaşamımı herşeyimi ardıma gömüp, koyu bi kuzeyli oldum ve ilk burada öğrendim şarap içerken özlemlerini yarınlara kiralamış insanlar olduğunu. Uzak bumuydu benim için, ya da adında sakiniyet taşıyan hapisanelere, zindanlara mekan olmuş ufacık bir şehirde nasıl olurda milyonlarca sen ve ben edasıyla ihtişam sezilirdi?
Mavi sular iki yanında, ütopya sandım ilk başta... Sakiniyet bir kış gününde veya sonbahar öğlesinde en fazla bu kadar güzel yaşanabilirdi, bu yerde. Barlarda hüzün kimi zaman sevinç bile en hüzünlü tınılarla anlatılıyordu, hatta galiba burayı seviyorum, adına sakiniyet ülkesi diyorum...
Kırık kalplerin korularında, kol kırılmış yen için de kalmış, sulara gömülmüş ama boğulmamış bir ben den bir başka DÜN.
( işte yaşanmış bir uzak adı bu dün )
Bahadır Benli
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 8 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Fotoğraf: Zuhal Tos <#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 5.391 kahveciye doğru yola çıkmıştır.
Yukarı
|
BİZİ ÇAĞIRIYORLAR
Yanağımda;
Elinin sıcaklığını duyuyorum.
Akan birkaç damlanın umudunu,
Sevginin gülüşünü,
Aşkın büyüsünü görüyorum.
Kim bilir belki de aşık oluyorum....
Aşık olmaktan da öte bir duygu bu,
Yanağın, avuçlarımda sanki...
Telepati mi, benimle kurduğun?
Ya yüreğim? Ona dokunan 'sen'...
Hissediyor musun yüreğimi, ellerinde?
Aşk; Zirvesi var mıdır?
En koyusu, yaşayabileceklerimizin..
En gerçeği belki de, doyumsuz tatminkarlığımızın...
Ya bu hissettiğim ses,
Yaprakların raksımı?
Rüzgarla birlikte sanki seni bana getiriyor..
Her küçük kıpırdamada yanımdasın, benimlesin...
Hoş istesen de bir yere gitmene
Hele bensiz gitmene izin vermem ya..
İşte sen
Küçücük ama benim için her şeye bedel
Sevgi tomurcuğum, gözyaşımsın....
Yasemin Duman
Yukarı
|
İşte bu kemeri takmamak için hiçbir neden yok!..
Yukarı
|
Berrin Cerrahoğlu
"Kırklar Kilisesi/MARDİN"
Fotoğraf sergisinin açılışını
onurlandırmanızı diler.
Açılış Kokteyli: 18:30,4 Mart 2005 ,
Sergi: 4 Mart-17 Mart ,
Yer: Fotograf Sanatı Kurumu,
Fevzi Çakmak Sk.No:22/2 KIZILAY/ANKARA
Kırklar kilisesi -Mardin
Yukarı mezapotamyada (Yani bugünkü Anadolu topraklarında) İsa'dan sonraki ilk yıllarda, çok tanrılı dinlere tapan çeşitli medeniyetlerin ve kavimlerin tek tanrılı Hıristiyanlık dinini ilk kabul eden üyeleri, kendilerini "Süryani" olarak tanımladılar.
Farklı toplumlardan gelmiş olsalar da, bu yeni inanışa ait olmak, onları birleştirerek sonraki 2000 yıl boyunca titizlikle korudukları yeni bir kültürün filizlenmesini sağladı.
Roma kültüründen esinlenerek Hristiyanlığı yorumlayan günümüz Papa'lık müessesesinden farklı olarak Süryaniler, bu genç dini ilk ağızdan aldıkları bilgiler doğrultusunda, tarih boyunca Anadolunun güneyinde Antakya'dan başlayarak güneydoğunun özellikle Mardin bölgesine kurdukları Manastır ve Kiliselerin çatısı altında bugüne kadar orjinaline sadık kalarak korumayı tercih ettiler.
Ortadoğu'nun mistik atmosferinde yoğrulan Süryanilerin, gösterdikleri uyum, hoşgörülü ve dostane yaklaşımlar 2000 yıl boyunca bölgede hüküm süren farklı inanıştaki tüm uygarlıkların saygısını kazanmalarına neden oldu.
Lozan anlaşması ile tanınan azınlık haklarına "Biz azınlık değiliz, öz be öz Türk'üz" diyerek reddeden Süryaniler, herhangi bir siyasi yaklaşımı kabul etmeyeceklerini açık biçimde gösterdiler.
Özellikle son 20 yıldır bölgede yaşanan terör olayları, her ne kadar tarafsız kalmak isteseler de Süryanileri de etkilemiş ve bölgeden göç etmelerine neden olmuştur.
1932 tarihine kadar Dayrulzafaran Manastırı'nda bulunan Süryani patrikliği bugün Suriye'nin Başkenti Şam'dadır.. Bugün dünyada bunlunan Süryani nüfusunun 5 milyon olduğu tahmin edilmektedir. Bu sayının yaklaşık %5'i Türkiye topraklarında yaşamaktadır.
Fotoğraf'ın görevlerinden en önemlisinin "İnsanoğlu'nun yarattığı kültür zenginliklerin yok olmadan belgelenmesi ve genel insanlık kültürüne aktarılması" olduğunun bilinci ile yola çıkan Berrin Cerrahoğlu, bu sergi ile Süryani kilisesinin kapısını aralıyor.
Bu serginin konusunu, Mardin'de bulunan ... Süryani Kilisesinden biri olan KIRKLAR KİLİSESİ(*)'ndeki İsa'nın doğum günü kutlaması için yapılan "Doğuş Bayramı" (25 Aralık 1999) oluşturmaktadır.
(*) Mardin'in merkezinde bulunan Şar mahallesindedir. Kilise 6.yüzyılda inşa edilmiş olup üç giriş kapılı,ince taş işçiliği ile işlenmiş mihrapları,400 yıllık ahşap mihrap kapıları, kök boya ile yapılan 1500 yıllık orijinal baskı perdeleri ,geniş avlusu içinde çan kulesi evi ve adeta dantel gibi işlenmiş taş oymacılığı örneklerinin yer aldığı divan mevcuttur.1170 yılında kırk şehitlere ait kemikler bu kiliseye getirilmiş ve bu tarihten sonra Kurklar Kilisesi olarak anılmalya başlanmıştır. . Kırklar Kilisesi bugün Mardin Metropolitlik kilisesi olarak da hizmet vermektedir.
Berrin Cerrahoğlu'nun Notu:
Bu çalışma ben AFSAD üyesi iken AFSAD-GAP işbirliği ile yapılan Güneydoğu Anadolu bölgesini fotoğraflama projeleri sırasında çekilen fotoğraflardan derlenmiştir.Katkılarından dolayı GAP idaresine ,sabır ve hoşgörüsünden dolayı Kırklar Kilisesi Papazı Sayın Gabriel Akyüz’e ,bilgi ve paylaşımı ile destek veren Mardin Süryani cemaatinden Florans Orundaş’a ve arkadaşım Mustafa Ertekin’e en içten teşekkürlerimle....
<#><#><#><#><#><#><#>
www.ozetkitap.com
Araştırmalar Türkiye'de 40 Milyon insanın hiç kitap okumadığını belirtiyor. Japonya'da yılda 25 kitap okunurken, 6 Türk'e 1 kitap düşüyor.Türkiye'de insanlar TV izlemeyi, okumaya, tiyatroya, baleye, operaya, klasik müzik konserine gitmeye, diğer sanat etkinliklerini izlemeye tercih ediyor. AB ülkelerinde yaşayan TV seyircilerinin % 88.9' u haber ve haber proğramlarını izlerken Türkiye' deki TV seyircilerinin en çok yerli dizileri % 70 izliyormuş. Türkiye'de son 20 yılda günlük gazete satışları ancak % 100 oranında artabilmiş...
Bildiğiniz gibi yine araştırmalar Türkiye'nin bu okuyamama ya da daha doğru bir tanımla 'okumama alışkanlığının' kendisine empoze edilen,şınlanan kültürden, dış politik yönlendirmelerden kaynaklandığını da ortaya koyuyor.
Neyse, diyalektiğin kuralı işliyor ve her şey süreç içinde bir taraftan zıttını da yaratıyor. Bu gün bir arkadaşım bana www.ozetkitap.com sitesinin varlığını öğretti. İzmir'de, kitap okumayı seven ve yabancı dili iyi olan bir avuç kişi sistemli bir çaba ile okudukları kitapları, adeta ' yönetici özeti ' gibi 25-30 sayfa içinde özetleyerek, "pdf" formatında kurdukları sitelerinde yayınlıyorlar. Eğer isterseniz okuduğunuz özeti bilgisayarınıza indirip kaydedebiliyorsunuz. Artık herşeyin parasalaştırıldığı maddi unsurların temel değerler haline dönüştürüldüğü günümüzde bu bir avuç sıradışı insan bu çalışmayı hiç bir kar amacı taşımaksızın, toplumsal bir katkı bazında, amatörce yürütüyor. İsteyenler siteye kayıt yaptırdıklarında da her yeni kitap özeti e-posta ile gönderiliyor.
Bol kitap özetli güzel günler diliyorum :)
Özetlenen kitaplar
The Grand Chessboard - Zbigniew K. Brzezinski
Gray Dawn - Peter G. Peterson
Visions - Michio Kaku
The Lexus And The Olive Tree - Thomas L. Friedman
C'âetait de Gaulle - Alain Peyrefitte
Hot Money And The Politics Of Debt - R. T. Naylor
Hedef Türkiye - Oktay Sinanoğlu
Preparing For The Twenty-First Century - Paul Kennedy
Head To Head - Lester Thurow
Le Nouveau Moyen Age - Alain Minc
Bankruptcy 1995 - Harry E. Figgie - Gerald J. Swanson
Global Paradox - John Naisbitt
The Geostrategic Triad - Zbigniew K. Brzezinski
The Future Of Capitalism - Lester C. Thurow
Globalization And It’s Discontents - Joseph E. Stiglitz
Europe(s) - Jacques Attali
Breaking Boundaries - Joseph E. Pattison
Plowing The Sea - Michael Fairbanks - Stace Lindsay
Reinventing Government - David Osborne - Ted Gaebler
Armenia - Samuel A. Weems
Demokrasi ve Kalkınma - Süleyman Demirel
Cluster Development and Policy - Philip Raines
The Choice - Zbigniew K. Brzezinski
Against All Enemies - Richard A. Clarke
Raporlar
Teknoloji Raporu
8 yıllık kesintisiz eğitim
Yaşam Kalitesi
Zamanı kullanmak
2023 Türkiye Vizyonu
Yeni kapitalizm
Unsal Aysun
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
İnternet ortamında severek takip ettiğim bir web sayfasını tavsiye etmek istiyorum sizlere. Bu web sitesi özellikle flash animasyonlardan hoşlananlar içindir. Yarattığı karakterlerle başarılı bir çalışma ivmesi yakaladığına inandığım cemre Ozkurt’un hazırladığı özel bir web sayfası. Özellikle Karate Kamil, benim en sevdiğim karakter olmuştur. http://www.fistik.com/tr.htm kısa yolunu ısrarla tavsiye ediyorum.
Dünya üzerindeki tüm süper lig futbol takımların maç sonuç bilgileri ile fikstür durumunu takip edebileceğiniz ilginç bir web sayfası. Benim vereceğim kısa yol doğrudan Türkiye liginin bulunduğu sayfayı gösteriyor. http://www.livescore.com/default.dll?page=turkey kısa yolundaki sayfadan diğer ülkelerin kısa yollarını da bulacaksınız. Sadece bu kadar mı? Tabi ki hayır. Ayrıca tenis, Dakar rally ve formula1 gibi farklı spor dallarıyla ilgili bilgilere de ulaşabilmeniz mümkün.
...Karayolları imha ekipleri henüz yollardaki canlı cenazeleri toplamamış iken, pirenin tellallığı tellak çağrışımı ile gümbürtüye gitmiş iken, devenin berber dükkanı boy haddinden tasfiye olmuş iken bir masal daha başında figürasyonunu bile yıldırmış iken... Böyleyken böyle durumuna siz de başeğeceksiniz kadim dostlarım - peki kadim ne demekti?... http://www.edebiyatturk.net/ Sanırım alışkanlık yapacak bir yer olacak.
Oyun, oyun, oyun internet ortamında eğlenmek için bir kısa yol daha http://www.koaka.com/club/oyunlar/games.jsp iyi eğlenceler.
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
Thunderbird 1.0 [5.73 MB] All Windows Free
http://download.mozilla.org/?product=thunderbird&os=win&lang=en-US Outlook Express'in yetersizliğinden şikayetçi iseniz ya da MS Outlook'un sadece bir kısmını kullanıyorsanız bu eposta programını mutlaka kullanmalısınız. Mozilla tarafından geliştirilen Thunderbird, tarayıcısı Firefox'la birlikte vazgeçilmez olmaya aday. Alışkanlıklarını değiştirmek ve geliştirmek isteyen her internet kullanıcısına tavsiye olunur.
Yukarı
|
|
|
|
|
|