|
|
|
11 Mart 2005 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Pardon.. Pardon!.. |
Merhabalar,
1 Nisan yaklaşıyor. Güzelim memleketim adına, insan haklarına uyum adına güzel bir gün (mü acaba?). Adalet sistemimizi temelden değiştireceği iddiasıyla yapılan yasa bu tarihte yürürlüğe girecek. Her kafadan bir ses çıkıyor. Her yerde yasa ve sonuçları tartışılıyor. Konuyla bilimsel bir ilişkim olmayacağı hasebiyle burada ahkam kesmem doğru olmaz. Ama düşünen, bu memlekette yaşamaya çalışan her vatandaş gibi duygularımı ifade etme hakkım da saklıdır. Konu, suç işleme, iyi vatandaş ol, adalet istemek zorunda kalma demekle geçiştirilemez ki. Günümüzde hemen herkesin her an karşılaşabileceği olaylar sonucu adalet isteme durumuna gelmesi olasıdır. O zaman konunun insani yanına kör kalamayız. AB zoruyla telaşla değiştirilen kanun göründüğü kadarıyla, eksikleriyle de olsa, kağıt üstünde bir devrim olarak bile anılabilir. Herşeyden önce insanı devletin önüne geçiren bir zihniyetle kaleme alınmıştır. Buraya kadar güzel. Peki kanunu uygulamakla yükümlü organların insani değer yargıları bu devrime uyum sağlayabilecek midir? Yani aynen bir bıçakla kesilmiş gibi, 1 Nisan'dan itibaren, daha 5 gün evvel kadınları coplayan, bu yüzden yedi düvelden azar işiten kolluk kuvvetleri, "Tahrik edildik" diyen kolluk müdürü, ilin valisi hop hop tavşan değişip birer melek olacak mıdır? Artık cop kullanıp deşarj olamayacak kolluk kuvveti, hazırlık soruşturması sırasında delilleri toplarken nasıl deşarj olacaktır? 24 saatte savcılığa intikal ettirmek zorunda kalındığında voltaj yükseltilecek midir? Velhasıl kanun değişince kafalar, kafalar değişince beyinler, beyinler değişince kararlar daha adaletli olacak mıdır? Geçim derdinde adalet dağıtmaktan sorumlu savcı ve yargıçlar bu kanunla birer yogi olup etraflarına mutluluk ve gerçek adalet dağıtacaklar mıdır? Yoksa elde pırıl pırıl yepyeni parlak ciltli bir kanun kitabı vatandaşın kafasına kafasına vurulmaya devam mı edilecektir? Pardon.. pardon yani!..
...
Beni gören maaşallah dağ gibi adam, buna kurşun işlemez der vallahi. Eh ense kulak yerindeyken bir de üstüne ihtişamlı göbeği gören başka nasıl düşünsün. Ama yalan, benimkisi yalancı pehlivanlıktan başka birşey değil. Eskiden böyle değildim ama şimdilerde kasanın dibinde kalmış çürük domatesten farkım yok. Buluttan nem, havadan virüs kapıyorum. En ufak hava değişimi ben de ayak ucundan saç teline tsunami yaratıyor. Haftada bir nevazil, günde bir mide spazmı, saatte bir baş ağrısı, yetti ama. Alın işte şimdi de başım kazan, burnum usul usul akmakta. Lütfen yüce Allahım, beni dış görüntümle aynı hizaya getir. Beni, beni adam sananların karşısında mahçup etme yarabbim. Aminn!..
Bir yandan dergimizin ilk sayısının dağıtımı, satışı, tanıtımı sürerken diğer yandan son hızla 2. sayıya hazırlanıyoruz. Amaç ilkinden daha iyisini yapmak. Bu konuda hala görüş ve düşüncelerinize ihtiyacımız var. Dergiyi eline alıp inceleyenlerden görüşlerini buraya veya dergimiz sayfalarındaki ilgili yere yazmalarını rica ediyorum. İlginize şimdiden teşekkürler.
Bugün Kahve Molası'nda bir ilk gerçekleşiyor. Sizlere günün şarkısında, başka hiçbir yerde duyma olanağınızın olmadığı, ilk çıkışını belki de dergimizle birlikte sizlere sunularak yapacak bir yeni müzisyen ve onun şarkısını dinletiyorum. The Man, single'da yer alan şarkısının akustik versiyonuyla karşınızda, By the bay. Şarkı hakkındaki düşüncelerinizi de lütfedip yazarsanız mutlu olurum. Hepinize az karlı, bol kestaneli sıcak bir hafta sonu diliyorum. Esenkalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
|
Önce İnsan : Cumhur Aydın Yazamayacaklarım... |
|
Bak sana ne anlatacağım.
Kimbilir kaç kez, çoğunluk yalnız kaldığımda onlar, o anlar aklıma düşüverirse, ki bu daha sık olmaya başladı, nefes alamadığımı hissediyorum. Bazen kıs kıs gülmek, bazen doyasıya ağlamak istiyorum. Her seferinde de bunları, yaşadıklarımı, geriye dönüp düşündüklerimi, hissettiklerimi 'yazmalıyım' diyorum.
Ancak biliyorum. Ne o günlere dönebilecek, ne de hissettiklerimi ifade edebileceğim.
Yazmak mı ? Kuşkusuz kağıda dökemeyeceğim için. Soluğumun yetmeyeceğini, sözcükleri bulamayacağımı bildiğim için.
Yazamayacağım...
Gördes'te, bundan otuzdört yıl öncesinde, arkadaşlarımla havuzlu çarşıyı geçip sokaklar boyu koştuğumuzu anımsıyorum. Kasabadan çok mu dışarı çıkmış olurduk, ya da ufacıklığımızdan bize öyle gelirdi de, son evlerin dibinde miydiler yoksa ? Bilmiyorum işte, orası o yıllarda kalmış, saklayamamışım. Meyve ağaçlarının tepesinde, armut toplardık. Bir keresinde balçık diye yeni gübrelenmiş bir tarlada dizlerimize kadar batmış, saatler boyu gülmüştük. Havuzun dibinde nasıl da uzun uzun ayaklarımızı, çoraplarımızı yıkamıştık.
İşte bunu yazmalıyım diyorum. Sonra vazgeçiyorum, kimse görmeden gülüşümü, gözümde birikenleri saklamaya çalışırken buluyorum kendimi, ansızın. Çocukluğumun masumluğunu, korkularımı, o armutları dişlerken ki keyfimi kelimelere dökebilir miyim ?
Biliyorum yazamayacağım.
Karabükte ilkokulun kaçıncı yılının bilemiyorum kaçıncı günü, annemin elinde sınıfa girişimi, öğretmenimin dersi kesip 'memur çocuğu, yeni tayin oldunuz değil mi ?'deyişini neden daha sık anar oldum ? Utanıp, sıkılarak bana gösterilen sıraya tutunmaya çalıştığımı neden dün gibi anımsayabiliyorum?
İşte o günkü, o saatteki hissetiklerimi de kağıda dökmeliyim diyorum, günün birinde. Ama biliyorum, o gün hiç gelmeyecek. Çocuk ikirciklerimi, yüzümün kızarıp, utanmamı nasıl anlatacağım?
Biliyorum bunu da yazamayacağım.
Yatılı okulun Cuma akşamlarını da. Onları da yazamayacağım. Yalnızlığı, cebimdeki son paralarla kantinde mısır ve kola alışı mı da anlatmak, sözcüklere dökmek isterim. Kimsenin ilgisini çekmeyeceğini bilirim elbet ancak o yalnızlığı yine de anlatmak isterim işte. Bugün olmasa da yarın, bir gün yani.
Ancak biliyorum anlatamayacağım.
Fuardaki dolaşmamızı, radyocuların bize soru soruşlarını, sinama salonuna yanlış kapıdan girmenin, hem de öylesine özenmişken, bunun yarattığı ufacık garipliklere canımın sıkılmasını da, bunları da şöyle böyle yazmak isterim işte. Duygularımı, anlatabildiklerimi, söyleyebildiklerimi bir bir anımsamak isterim. O günlere kısacık ta olsa, bir anlığına da olsa dönebilmeyi, bütün söyleyemediklerimi söylemek, sonra da birilerine anlatmak isterim. Artık bir anlam taşımayacağını bilsem de, bazen bu aklıma düşüveriyor.
Yazabilir miyim ? Hiç sanmıyorum. Anlatabilir miyim ? Bilmiyorum.
Bazen de Ankara'ya ilk konukluk günlerim gözümün önüne geliveriyor. Odun sobamız, beyaz kedimizin kucağıma oturuverişi. Sanki bunca yıl akıp gitmemiş, elimi dizimin üstünden onun tüylerini okşarmış gibi gezdirirken buluveriyorum. Çevreme bakıyorum bir gören oldu mu diye ? Elimde jetonlar Cebeci Postanesi'ne yürüdüğüm akşamüstülerinde, İzmir'den bir ses duyduğumda sevindirik oluşlarımı da bir gün yazacağım diye anımsıyorum işte.
Geçmez denilen günleri bırakın, o sıkışmışlıkların üstünden yirmi koca yılın geçtiğini bazen kendime anlatmaya, parmaklarımla sayarak hesaplamaya çalışıyorum.
Yazmam canım, sıradan yürek vurgunlarıydı işte.
Onu İzmir'e uğurlayışımın hemen ardındaki duygularımı o gün bile anlayamamıştım ki, bugün yazabileyim. Ama çok yazmak isterim. Özellikle de o akşamın ertesini. Sevinci, burukluğu, sorumluluğu, hem gülmek hem de ağlamak isteyişimi, hem de aynı anda, bir daha yaşamadım ki, o kadar yoğun.
Oğlumun kan değişiminde hastane bahçesindeki bitmek bilmez saatleri. Yağmurun birdenbire başlıyıverişini, sırılsıklam kalışımı. İyi ki yağdı, iyi ki yağdı diye daha da ıslanmak için dolaştığım o ilkbahar akşamını mutlak yazmak isterim. Mutlaka, günün birinde hiç olmassa o anlarımı yazayım istiyorum.
Bu satırlardan bugün benim ne söylemek istediğimi aktarabildim mi sana ?
Unutmadan. Babama son sarılışımı, annemin aklı başında beni son kucaklayışını, o anlardaki hissettiklerimi de küçük bir anı kurgusuyla kağıda dökeyim daha da zaman geçmeden. Yapabilecek miyim ?
Şairin dediği gibi 'Bir gün, günlerden bir gün tıpkı şimdi benim olduğum yaşta', tam da bu yaşta bugün hissettiklerimi sende anlayacaksın çocuk.
Bakarsın sende benim gibi,
Bütün bu yaşadıklarını ve yaşayacaklarını
Yazmak isteyeceksin.
Benim gibi.
Cumhur
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 13 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Aklıma Estiği Gibi : Ebru Kargın İDEA... |
|
Biz dediğin neydi ki, iki senden ibaret...
Biz dediğin neydi ki, iki benden ibaret...
Biz dediğin neydi ki, diyelim ki bir senden bir benden ibaret...
Peki asıl biz hangisiydi ?
Neyse...
Biz hangi bizsek biz diyelim işte, neden başkalarının bizliğine emanettik hep ?
Emanet biz, gerçekten biz gibi biz miydik?.........
Oysa ki;
Aynı şarkıyı sevenler de kendilerinden biz diye bahsediyorlardı,
Aynı filmi beğenenler, aynı salatayı yiyenler, aynı takımı tutunlar da biz diyordu kendine...
Biz, uzun boylu bir şeydi de esasında, hangi biz içinde vardık işte bu önemliydi.
Ya da var mıydık sahiden, ellerinin arasından kayıp gitmesine asla izin vermeyeceğin bizlikte..
Neyse...
Biz dediğin hangi bizsek işte,
Hangi zamanda olduğumuz................
Geçmiş zaman diyeceğim,
Ne -di' li geçmiş ne de -mış' lı geçmiş ediyor...
Gelecek zaman demek istiyorum, dilim tutuluyor, boğazım da bir şey düğümleniyor diyemiyorum bir türlü...
Geniş zamanda duralım şimdilik diyeceğim.
En azından bunu diyebilmeliyim, en iyisinin ne olduğunu bilmediğim zamanda...
Geniş zaman...
Geniş zaman anlam olarak güzeldi de, üstüne fotoğrafı koyunca olduğu zamanı sevecek miydi işte bu belli değildi...
Ama sevmesi lazım...
Biz dediğin anladığım biz iken,
Bir kitabın ta ortalarına varana dek aynı iki kelime gibiydi, bir nevi anlamdaş diyelim,
Sonra o kitapta ne olduysa, devam ettikçe tek başına bir anlamı olan iki ayrı kelime gibi düştük, satır aralarına...
Ne çeşit bir kitap bu, anlaşılır değil...
Takılı kaldım şimdi,
Yoksa iki kelime anlamdaş değildi de birbirine, ben mi öyle sandım ki...
"Ahhh" diyip canımı daha beter yakmak istemiyorum...
Sanmak tarafını da dert etmek istemiyorum da, ediyorum işte.
Sanmanın kucağına kolay düşmemeli oysa ki insan...
Sanmak tek başına bir anlamken, sandığın andan itibaren sonucu, kendi gibi tek başına bir anlam etmeyebiliyor...
Hatta çeşit çeşit oluveriyor, kuvvetli bir sanı bile paramparça olmuş birden fazla "hiç sanmıyordum" edebiliyor...
Sanmak denenin yanılsamalarla dolu has halini unutmamalı insan...
Hatta tetiklenince, sanmaya zorunlu yol veren her şey çıkartmalı bir bir belleklerden.
Onun yerine daha az kargaşa veren bir şeyler konmalı,
Daha az tehlikeli,
Daha az parçalı,
Hatta tek parçalı bir şey konmalı...
Sanmak diye bir şey olmamalı...
Böylece ne "hiç" i kalırdı ne de "sanmıyordum" u...
Sanmak, her an ateş almaya hazır emniyetsiz bir silah gibiydi işte...
Kesinlik beklentisi içinde olana oldukça tehlikeli bir silah...
Böyle olmasına rağmen yine bir hata vardı; bizlikte kesinlik bekleyebilir miydi ki insan.
Bekliyorsa da bu hata değildi de ne ?
Karıştı karıştı, çok fena karıştı her şey birbirine...
Her şey bir o kadar açıkken, bir o kadar da kapalı kutu gibi.
Açıklığı bir kefeye, belirsizliği diğer kefeye konulup tartılınca, biri diğerinden ağır gelmiyordu ya, işte bu çok fenaydı...
Sanmaya zorunlu olmak fenaydı.....
Kefelerden biri diğerinden ağır değildi, fenaydı.....
Biri diğerinden ağır gelmeye başlayacak mıydı, bu belirsizlik fenaydı.....
Ya şu kesinlik beklentisi ne olacaktı ?
Daha bu vardı alt edilmesi en güç; bizlikte istenecek en imkansız şey....
Neyse, neyse........
Bilinmesi gereken bunlar değil aslında, ya da ne çok sevdiğim falan değil.
İki adım geride duruyorum işte; şu bizlik meselesine fena halde takılmışım, sanmanın kucağına düşmüşüm de farkındalık yenice aralamış aklımın kapısını...
Aralaması bile tepe takla etmiş her şeyi...
Buralarda takılı kalmışım işte.
Hem araladığı kapıdan içeri girince ne olacak meraktayım, hem geldiği gibi defolup gitsin istiyorum.
Defolup gitsin ki......
Ben yine "sanmak" dediğimin koynuna girip, başımı göğsüne yaslayıp uyumak istiyorum.
Ve beni hiç uyandırmasın istiyorum...
Uyandırmasın tatlı uykumdan; ne bizliğin emanet hali, ne sanmanın paramparça olmuşluğu ne de bunları kafama vuracak farkındalık...
Uyumak istiyorum;beni seni bizi size bırakarak...
Uyumak ,uyumak, uyumak istiyorum!!
( En iyi cümle bu olabilirdi, teşekkür ederim )
Ebru Kargın ekargin@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 12 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen Düştüm bile |
|
Sevgili Günlük, sıkıldım artık. Çekip başımı gitmek istiyorum. Bulutlarda gezineyim, aklı bir karış havalarda dolaşayım istiyorum. Yok bu böyle olmayacak canım, kesin kararımı verdim. Ne yapıp edip kendimi atacağım dışarı. Yetti artık canıma, girdi bir defa kanıma, hiç heveslenip kimse gelmesin yanıma, duyduk duymadık demeyin.. Ama, tek başıma gideceğim. Henüz pek çoğu farkında değil ama olsun, yarından itibaren birilerinin kulağına kar suyu kaçırabilirim. Ancak; daha önemlisi, az bile olsa bekleyenlerimin var canım. Ee, ben zaten çok bunalmıştım. Gerçi; doyasıya kavuşmaya daha epey zaman var, ama en azından bir başlangıç olur. Soluk alamıyorum artık, biraz hava almam gerek. Yok yok öyle biraz falan değil, sanırım havanın içine paat diye dalmam ve iyice dağıtmam gerek. Hani şöyle pamuk yığını bir yatak olsa, içine düşüversem. Ve derin derin özlediğim havayı koklayabilsem. Sabretmeliyim. Yarına birşey kalmadı şuracıkta. Aaa, saat gece yarısına gelmiş bile ben yazarken, biraz daha karalayıp tarihi düzgün yazayım bari ..! 20.Şubat
Ohhh, nasıl da güzel geldi değil mi Sevgili Günlük ? Özlemişim gerçekten. Tam dediğim gibi; çat kapı demeden, düşüverdim içine. Çok şaşırmadı elbette, hatta beklediğini söyledi. Epeyce konuştuk, eften püften, havadan sudan bile olsa konular, özlemişiz epeyce birbirimizi. Kavuştuk birbirimize, saatlerce konuştuk. Ağzından bal akıyordu, mest oldum, içine düştüm onu dinlerken. Laf lafı açtı, sohbet sohbeti doğurdu, epey bir kaynattık, iyi oldu. "Sonra nereye gidecektin, aklım karıştı" dedi, unutmuş besbelli. Bugün günlerden ne ? Aaa, hiç söylemiyorsun Sevgili Günlük, vakit gelmiş bile, tüh, inşallah gecikmemişimdir. Gerçi biraz cıvık birşey, tam sohbete dalıyorsun, hemen konuyu sulandırıyor, içimi de bulandırıyor ama uğramadan olmaz. Zaten geçen hafta yaptığım ziyareti mutlaka duymuştur, geç kalmadan gideyim ben Sevgili Günlük.. 27.Şubat
Sevgili Günlük, tam sana yazdığım gibi, geç kaldım diye yapmadığını bırakmadı. Daha ben ağzımı açamadan verdi veriştirdi sulu şey. Her zamanki konular... Hep önce diğerine gidermişim, onu hep ihmal eder ikinci plana alırmışım, vs.vs.. Onun için yolumu mu değiştireceğim ? Bunca zamandır bir türlü öğrenemedi gitti. Birazdan sana da veda etmeliyim Sevgili Günlük. Sırada bir tane daha bekleyenim var biliyorsun. İyi dosttur o biliyorsun, sağlamdır, ayakları yere basar hep. Öyle havadan sudan mevzular konuşmayız onunla. Nasıl özlemiştir beni kimbilir ? Ana gibidir zaten yüreği, bu özlemle basar şimdi beni bağrına. Geliyoruuuuum dostum, aç kollarını, düşüüüüyorum... 6.Mart
Kesmedi iyi mi ? Ne yani bir de Edi'nin göbeğine mi düşseydim ..? Bir düşmediğim yer orası kalmıştı.. Hayır, bilsem oraya düşersem kesin gelecek, hiç beklemezdim bu kadar. Şöyle bir bakayım yukarılardan... Hımm, epey haşmetli görünüyor. Haydi bakalım, deneyeyim... Düşüyooooorum... Düüüüüştüm...
Ne vuruyorsun be ..! Ben kim miyim ? Tanımadın mı ? Tanımazsın elbette, yok e-gazete, yok dergi.. Havaya düştüm, suya düştüm, toprağa düştüm, yetmedi göbeğine de düştüm. Hala gelemiyorsa şu bahar; ne bakacak yüzüm, ne söyleyecek sözüm, ne de düşecek gözüm kaldı... Sahi, bugün ayın kaçı ? 11.Mart ...
Amaniiiin ..! Kocakarı soğukları... Bendeniz Cemre, kalın sağlıcakla, pek yakında...
asesen@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 11 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Pratisyen Kahveci : Seda Demirel AŞK REZONANSI |
|
Ah o öfke!...
Karnımdan başlayıp boğazıma doğru alev alev yükselen ve gözlerimi dumanıyla yakan-içimiSahra'yıkavururcasınakavuran-öfke!
Aşık olmalara "kıskançlık ile yanmalar " yakışıyor...
Kafalar dumanlı anlayacağınız...
Neyse, konumuz kıskançlık değil çünkü konumuz aşk...
Ben ve aşktan bahsetmek?...
Ya bismillah...
Evdeyim, yorgunluktan ölmüş bitmişim. Ayaklarımın zonklamasının sesi apartmanı inletiyor. Alt komşu kapıya gelip "Lütfen bu saatlerde fazla zonklama, zonk zonklarından televizyonun sesini duyamıyoruz. Haberlerden sonra zonkla." filan diyor. İkna da edemiyorum kadını. Sallıyorum "Hı hıı.. Tamam.. Peki.." diye. Kapıyı kapatıp yatağa gerisin geri dalıyorum. Gözlerim kapandı kapanacak. Saat daha 20:00 bile değil. O kanal senin bu kanal benim zap yapıp uzaktan kumandan olmanın bireysel ve bencil ve azıcık da kırgın (keşke yanımda olsaydı da kumandamı azıcık ödünç verseydim...) kısaca karışık duygu durumu halinde (yanımda olsa en azından sırtımı filan da kaşırdı...) bir kanala gelip takılıp kalıyorum.
Ne diyordum?
Hah, kanal demişim...
Dönüp ikide bir yazdıklarımı baştan okuyorum, iyi mi?
Yahu bu kafa karmaşası hali de yeni musallat oldu. Konu dağılıyor çünkü kafamı toparlamakta zorlanıyorum...
Aşk olsun bana...
İşte saplanıp kaldığım o kanalda olan biteni anlatacağım. Zira bazen şu bilim adamlarına gıcık oluyorum. Neymiş? Güya beynimizde çok özel tam dört tane aşk merkezi tespit edilmiş. Bilim adamları yine bir işgüzarlık yapıp şu Rebeka'mın da bahis ettiği G-Spot(God Spot-Allah-İnanç merkezi)'un ötesinde berisinde, biri corpus collosumun hemen üstünde diğerleri de televizyondaki görüntüden lateral ventriküllerin üstünde gibi seçtiğim mini mini aşk noktaları bulup buluşturmuşlar. MR (Manyetik Rezonans) benzeri bir alet ile beyin kan dolaşımınıza, beyin aktivasyonuna bakıyorlarmış.
Veee şıppadanak; "Heyyoooo! Sena aşıksııııın, arkadaaaaaaaaş..." yada "Siz arkadaşsınız, boşuna fantezi kurma. Bu makine kül yutmazzzz" gibilerinden ukalalıklar yapıyorlarmış.
Bir takım-elbette olumlu-duygulanımlarda bahsi geçen bu dört bölgede kanlanma çok artıyormuş. Özellikle de aşıkken bariz farklı sonuçlar elde ediliyormuş. Artık sevgilimiz bize "sana aşığım" dese bile bu testlerin sonuçlarına göre doğruyu söyleyip söylemediğine emin olabiliyormuşuz. Hatta yakında bu noktalardaki kan dolaşımı normale döndüyse sevgili değiştirme zamanının geldiğini de anlayacakmışız.
Ayol, affedersiniz ama...
Ay, dayanamayacağım...
"Hadi ordan!!!...."
Sevgili beyin uzmanı amcaların bu olumlu hissiyatlar ile beynimizin bu bölgelerinde artan aktivasyonu (kan dolaşımından kastedilen bu olabilir) arasındaki orantıyı yakalamış olması çok hoş bir gelişme de olsa, bunu kalkıp "aşkın kati kanıtı" diye ortaya atmaları yok mu? Hah, işte ben o noktada deli oluyorum!
Yahu ne alaka?
Aşık insanın günün yirmi dört saati aşk sarhoşu şeklinde gezeceğini kim uydurmuş?
Hangi sağlıklı ilişki türü aklı tamamen silip atıyor?
Aşkın "kara sevda" denilen gemiye su kaçırmış şeklinden yada kulak kestirten o feci ruh hastalığı zemininde gelişen-takıntısal tutkusal-bir acayip halinden bahsetmiyorum ben.
Normal bir aşktan bahsediyorum!
Aşkın normali var mı diye sorana küseceğim. Zor soru. Sormayın...
Hani ne bileyim, köylü Mehmet'in çeşme başında Zeynep'i görüp vurulması hallerinden, Üniversitede aynı sınıfta okuyan 2 gencin salak salak "biz kankayız" kamuflajı altında birbirlerine temas edebilmek için yanıp tutuşmasından, beden diline vurmuş, hormonları karmakarışık etmiş aşklardan bahsediyorum elbette...
Aşkın; süresi belirsiz ama her zaman nihayete eren bir aldanma veya yanılsama hali olduğuna inandığım için olsa gerek, yine aşkın, aynı kişi ile, defalarca tazelenebileceğine de inanıyorum. Yeter ki tembelliği ruhumuza sokmayalım. Aşk dediğin de emek ister, dinlenmeyi hak eder, havaların durumuna bağlı dalgalanır, hayatın müziğine kulak verip dans eder. Değil mi ama? Bu doğru olmalı!!!
Yatakta söylene söylene-kanalı yine de değiştirmeden-sonuna dek izliyorum. Gözümün önüne bir sürü komiklik geliyor. Bu traji-komiklikleri düşünmeye başlıyorum. Ayaklarımın zonklaması gittikçe artıyor mu ne?
Bir hafta önce bekaret kontrolünde yırtan ama dün 60 yaşındaki kocasına aşkını "aşkı katiyen tespit eden makine" üzerinde ispat edemeyen 16 yaşındaki L.A. aile meclisince "linç edildi".
Komşusunu poposundan bıçaklayan R.K. komşusunu karısına aşık olduğu için bıçakladığını iddia edip, mahkemeye "aşkı katiyen tespit eden makine" sonuçlarını sundu.
Peki bugün havadan sudan sebepler ile kavga edip buz gibi soğuk davrandığım sevgilime iki üç saat sonra aşık olduğumu anımsarsam?
Güven duygusu değil midir aşkın temeli?
Güvenmek ve güvenmekte hata yapmamış olmak?
Yanılmamak, yanıltmamak değil mi?
............
Ne diyorum ben yine yahu??...
Hah!
Aşk olsun bilim adamı amca!
Bak nasıl da karıştı kafam.
Zaten iki gıdım çalışıyor son zamanlarda!
Aşk olsun sana...
Seda Demirel
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 21 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Temsili Paradoks ya da sadece O
Güneşin damlalarını alıp kendime yoğurduğum zamanlarda...
-I ıh olmadı...
Martıların sessiz haykırışları....
-Hayır! Bu da olamaz...
Ağaçların dalları...
Bir melek sanki karşı kıyıda...
-Kahretsin olmuyor!..
-Anne şuna bir gelip bakar mısın eksik olan ne? Bir türlü yazamıyorum.
-Retorik...
-Doğru ya! Sahi anne retoriğimi gördün mü?
-Kirlilerin arasına atmıştım, şu an makinededir.
-Ya anne saçmalama nerden çıktı şimdi bu? Neden yıkıyorsun ki?
-Neden yıkanmasın evladım? Eee insan bu kadar gerekli gereksiz her yerde kullanınca kirleniyor elbet bu meret de...
Bir an afalladım. Galiba bunu annemden beklemediğim için hazmedememiştim.
-Anne?! Sen iyi misin?
-Evet neden şaşırdın?
-Senden böyle bir şey beklemiyordum ya...
-Zaten bu gerçek ben değilim ki...
Bu iş iyice çığırından çıkmaya başlamıştı. Artık iyice karışıyordum...
-Nasıl yani?
-Bu ben, senin şu an yazdığın şeyin bir kahramanıyım...
-Of anne ya offff!!!
Bütün her şeyi bir anda dağıtmıştı. Neden söyleyip beni gerçekliğe itti? Ya da hangisi gerçek? Elbette bunun da farkında değilim ya...
Aslında annem bu kadar kötü değildir, sanırım bir anlık gafletine yenik düştü. İnsanoğluna yaptığı tek kötülük beni onların aralarına göndermek oldu. Ya da onları benim yanıma aldı. Hadi bakalım çık çıkabilirsen bu işin içinden...
Biliyorum ya annem kötülük yapmaz, yapamaz. Kendisine göre iyi olmaya çalışan, senin benim gibi bir insandır. Öyle ki ''Anne bak kral çıplak'' diye bağırsam, kralın statüsünü önemsemeden benim eskilerimi, giymediğim kıyafetlerimi ona bile verir.
* * *
-Anne bak kral çıplak!
-Eee?!
-Anne?
-Sen de kralın salak olduğunu düşünüyorsun değil mi?
-Evet de... Başka ne olabilir ki?
-Ah evladım, sadece sana söyleneni hemen alıp diğer tarafını hiç kurcalamadan kabullenmişsin....
-Başka ne olabilir ki anne?
-Bir düşünelim... Ya kral teşhirciyse ve bu yaptığı işten zevk aldıysa?.. Ya da kral bu riski göze alıp halkının gerçekliğini ölçüyorsa?
-Olabilir...
-Bu durumda nasıl krala nasıl ''salak'' diyebilirsin ki?
Bir şey diyemedim çünkü daha önce annem bu halinin şu an yazıda yaşadığını söylemişti. Bu durumda ne söylesem cevabı hazır olduğu için devam edecekti.
O an yapabileceğim en doğru şeyi yaptım. Çıkıp gitmekti benim için doğru olan... Amaçsız bir şekilde çıkmak hoşuma gitmediği için tekrar O'nu görmek için gitmeye yeltendim.
Yolda giderken önüme çıkan her şeyi sayıyordum. Kaldırım taşlarını, insanları, arabaları... Ne saydığım pek önemli değildi. Ama ne sayarsam sayayım başına beni ekliyordum:
-Bir, üç, beş, yedi, dokuz...
Kendimden başladığım zaman her şey çifter çifter gidiyordu ve ben yalnız kalıyordum. En iyisi kendimden başlamamak:
-İki, dört, altı, sekiz, on... Bitireyim burada... Ve ''on bir''...
Bitirmek doğru değilmiş, en iyisi kaldığım yerden devam etmeliyim:
-On, on iki, on dört, on altı... Şimdi bitireyim... Ve ''on yedi''...
Ne yaparsam yapayım sonunda yalnız kalıyordum, O yoktu...
Bütün yol bununla geçti. Ama bu kuramsal yalnızlıktan da pek hoşnut değildim, mutsuz etmişti beni. Kendimi mutlu etmenin o anda tek yolu O'nu görmekti ve bunu başardım. Ama bu benim bir zaferim miydi, yoksa zamanın mı bilemiyorum? Hoş zaman kavramı da pek mühim değildi, belki de yoktu...
Eve doğru mutlulukla koştum ve bunu yaparken gene bir şeyleri saymaya devam ediyordum. Önce kendimden başladım:
-Bir... Ve bir adet ''bir'' daha eklendi benim yanıma, ettik iki... Dört, altı, sekiz, on...
Mutluydum ama emin değilim. Hani bazen insanoğlunu tek bir şey tatmin etmez ya, diğer yolu da denedim, benden başlamadım:
-İki, dört, altı, sekiz, on... Bitirdiğim yerde ''on iki'' ile eklendik...
Evet, sanırım şimdi biraz daha tatmin olmuştum. Eve ulaştığımda ise annem heyecanla bana sevinçle karşılayacağımı sandığı haberi verdi:
-Retoriğin kurudu, alıp istersen hemen yazacağın şeye başlayabilirsin.
-Hayır anne, gerek yok...
Ama bilmiyordu ki o anki mutluluğum üzerine bir mutluluk için yer kalmadığını...
Evet gerçekten gerek yoktu. Güzel cümleler kurarak bu şeyin önüne geçmemeliyim. Zaten bu sevginin güzel tarafı O, benim bir şeyler yapmama ne hacet!
Süslü değildi sevgim, süslememe de gerek yoktu. Çok sade seviyor, salt cümleler kuruyordum. Dedim ya, bu sevginin güzel olan kısmı o, ben ondan daha güzelini yapabilir miyimdim ki?
* * *
Ertesi sabah olmuştu. Evet, ''sabah'' olmuştu çünkü zaman kavramı da yerine gelmişti. Hemen koşup anneme baktım ve gördüm ki annem gene her ''normal'' gün gibi ''rutin'' işlerini yapıyordu.
Ben ise ''gerçek'' olup olmadığından emin olmasam bile O'nu gördüğüm için -hala- mutluydum. Bu sefer O'nu görmeye gittiğimde bu işi başarabilmiştim, ya da dediğim gibi benim zaferim değildi bu. Önemli de değildi ya. O'nu gördüm ya, yetiyor bana...
-Anne ya mutluluk nedir anlatabilir misin bana?
-Dur oğlum televizyonda bir şey izliyorum şimdi...
Ve emin olmuştum, bu benim ''gerçek'' annemdi...
Ve annem beni tekrar aranıza gönderdi...
Özür dilerim...
Cem Tüzün
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 10 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
YazıYorum : Leyla Ayyıldız BİR BEYEFENDİ |
|
-Beyaz?
-Pike.
-'Masumiyet' demeni beklemiştim. Pembe?
-Bebek.
-Cinsiyet?
-Kız.
-Deli!(?)
-Ben... Yok. Sen.
-İzbe?
-Tekke.
-Ne Tekke'si?
-Tekke işte... Du bak, anlatıcam;
Işıkları kapatalım. Hah, tamam, böyle daha iyi oldu.
İki yıl önceydi, bir restorasyon projesi çizecektik; tarihi bir Tekke'nin projesiydi bu. Elimizde sokak krokileri, kadastral paftalar, halihazır haritalar, eski fotoğraflar, imar planları, düştük yola. Sora sora bulduk Tekke'nin bulunduğu sokağı. Ağaçlar arasına saklanmış bir yapı karşıladı bizi. Öyle gizlenmişti ki, içerisini görmek ne mümkün.
Ahşap bahçe kapısına yaklaştığımızda, sokakta oynayan çocuklar bizi uyardı;'Köpekler var, sakın izinsiz girmeyin' dediler. Koşarak, bahçe kapısının üzerine tırmanıp, içeriye seslendiler. Az sonra kapı açıldı, çok iri bir adam karşımıza çıktı. Etrafında koskomacannnn köpekler, dört beş tane...
-Ne kadar kocaman?
-Koskomacannnn.
-Korktunuz mu?
-Hem de nasıl. Hepimiz duyulup, duyulmadığı belli olmayan birer minik çığlık atıp, yarım adım geriye kaçtık. Ama köpeklerden daha çok, adamdan korktuk. Açık yeşil renkli gözlü, çok iriii bir adamdı, çok çok iri... Üzerindeki kıyafetleri nasıl anlatabilirim sana? Tarkan filmlerini izlemiş miydin? Ya da Malkoçoğlu? İşte o filmlerden fırlayıp, kaçmış birini düşün. Hani görsen; 'Yaa bunun bu yüzyılda ne işi var?' dersin. Zaten Tekke'nin mistik havasını daha kapının önünde hissediyorsun, bir de adamı görünce 'Kaçıncı yüzyıldayız biz?' diye sersemliyorsun.
Vücudu kaslı mı kaslı... Haki renkteki kumaştan bir şalvar giymişti; yırtık, pırtık. Belinde iki üç tane tabanca... Öyle bakma, kaç taneydi anımsamıyorum, ama kesinlikle bir taneden çoktu, iki üç tane olamaz mı? Neden olmasın yaa... Du, devam edicem. Tabancaların yanında komacan bir bıçak, yanında mermilerin dizili olduğu o şey, hani kemer gibi.......
-Palaska.
-Hah, palaska... Elinde bir tüfek, ayağında eskimiş deri çizmeler, üzerinde açık yeşil renkte kaliteli olduğu belli olan ama yırtık bir atlet. Kırlaşmış saçları upuzun, kirli bukleler oluşturmuş, karman çorman... Hani şu çöp yiyerek yaşayan, akli dengesini yitirmiş adamlar var ya, onlara benziyor. Fiziği çok güzel. Ama çok, çok kirli vücudu. Bir parmak kalınlığında olmasa da, simsiyah, zifte benzer kir tabakası tüm vücudunu kaplamış. Parmaklarında çeşitli metallerden kocaman yüzükler var. En irisi başparmağındaki.
-Kaçmak istemediniz mi, oradan? Silahlar falan.
-Hı hııı... Gözlerimizle birbirimize kaçmak için komutlar versek de, bizi içeri çeken bir şey vardı. Adrenalinimiz oldukça yükselmişti. Adam, tüm bu görünenin aksine öyle kibar konuşuyordu ki. 'Bismillah' dedik, girdik içeri... Sanırım o an, hepimiz içimizden ayrı ayrı dualar okuyorduk.
Köpeğin bir tanesi bana çok fena askıntı oldu. Duymuş muydun bilmiyorum, köpeklerden ne kadar çok korkarsan, salgılanan hormonlarının kokusuyla, senin için tehlike daha da artarmış. Peşimden ayrılmıyor, beni kokluyor, korkutuyordu. Huzursuz olduğumu fark eden adam, köpeği azarladı. O canavar şey kuyruğunu sallayıp, uslu bir çocuğa dönüştü.
İçerisi muhteşemdi. Asırlık ağaçların sardığı bir bahçe içinde, bir yanda haziresi, bir yanda kuyusu, bir yanda tekkenin muhteşem ahşap yapısı, birbirinden güzel orijinal ahşap detayları hepimizi büyüledi. Fonda bir de Hammamizade İsmail Dede Efendi'den 'Zülfündedir benim baht-ı siyahım, sende kaldı gece gündüz nigahım' olsaydı, hiç de fena olmazdı hani.
Hepimiz, ağzımız yarı açık, o mistik havayı içimize çekerken, bir yandan da yarı ürkek, yarı rahatlamış olarak, adama mırıl mırıl bir şeyler soruyorduk. Adam Tekke'nin içine aldı bizi. Loş, nemli havayı soluduk. İçimizden 'Tanrı detaylarda gizlidir' diyorduk. Gözümüzü o harika detaylardan ayırdığımızda bir de ne görelim; deminki adam yanımızdan ayrılmış, onun yerine takım elbiseli bir beyefendi gelmiş... Diğer adamın ikizi gibi bir adam.
Nasıl bir adam mı? Üzerinde pırıl pırıl, ütülü bir takım elbisesi olan, beyaz gömleğinin yakası kolalı, boynunda çok şık bir kravat, ensesinde topladığı kırlaşmış, uzun saçları jöleli. Çok etkileyici bir adam...
Bizim sorduğumuz sorulara İngilizce yanıtlar vermeye başladı. Hayat hikayesini anlatıyordu. Bir inşaat mühendisiymiş. İngiltere'de okumuş, uzun yıllar orada çalışmış. Sonra yurda dönmüş, biriyle evlenmiş. Birkaç çocukları olmuş. Karısıyla anlaşamamışlar, ayrılmışlar. Bu dönemde işiyle ilgili de sorunlar yaşamış. Manevi güçlerin etkisi altında hissetmiş kendisini, bir gece rüyasında ona bu tekkeyi koruma görevi verilmiş. O zamandan beri de köpekleriyle beraber burada yaşıyormuş.
-Nasıl yani? Nereden çıktı şimdi bu takım elbiseli adam?
-O iki adam; aynı adam, akıllım. Bizi kapıda karşılayan adamla, takım elbiseli olan aynı kişi. Bizimle konuşmaya başladıktan sonra üzerindekileri görmez olduk, adam öyle hoş bir beyefendiye dönüştü ki. Ne vücudundaki, ne saçlarındaki kiri görüyorduk artık. Kapıda bizi karşılayan adam gitmiş, yerine bu beyefendi gelmişti. Bir mühendisti o, kendisine verilen ulvi bir görevi yaptığına inanıyordu. Hoş, gerçekten çok önemli bir görev üstlenmişti. O olmasa o tekkenin özgün elemanları birer birer çalınacak, bir gece yarısı bilinmeyen güçler tarafından güzelim tekke kundaklanacaktı.
Komşularının verdiği yiyeceklerle, yakacaklarla yaşıyordu. Bize cep telefonu numarasını verdi.
-Cep telefonu mu varmış?
-Ben de şaşırdım. Evet, varmış. İlk gördüğümüz anda eğer belinde cep telefonunu görseydik, tüm o Malkoçoğlu manzarası alt üst olurdu. Sanki o sahnenin büyüsünü bozmamak adına cep telefonu görünen bir yerde değildi.
Biz oradan ayrılırken, 'Yeni bir rüya gördüm, bir mertebe daha yükseleceğim, bu sefer de şuradaki tekkeyi koruyacağım' diyordu.
O güzelim Tekke'yi bir beyefendiye emanet ettik. Daha sonra restorasyon projesini başkaları çizse de, yüreğimizin bir yerlerinde o beyefendi hep var oldu.
Böyle işte. İzbe? Tekke...
-Sen bir alemsin.
-Biliyommm kiii...
Leyla Ayyıldız layyildiz2@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 23 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
TAŞKINCA : Hasan Taşkın Polis-provokasyon, AB ve Medya |
|
Başbakan Erdoğan medyayı eleştirdi. Başbakan Erdoğan, "Mesela geçtiğimiz pazar günü yapılan eylemler var. Burada bütün medya adeta ülkeyi Avrupa'ya ispiyon etti. Bir kere ayın 6'sı mı yoksa 8'i mi Dünya Kadınlar Günü? Böyle bir günde bölücü başının resminin ne işi var. Burada emniyet birimlerinin hatası olabilir, daha yumuşak geçiş sağlanabilir, ama bunları sürekli yayında tutmak ne amaç taşıyor" dedi.
Sayın Başbakan'ın bu sözlerini 2 yönüyle tahlil etmek istiyorum. Birincisi, terör örgütlerinin provokasyonu... Bunda haklı. Bu bir provokasyondu... Buna katılıyorum. İkincisi ise polisin şiddeti... Bunu da iyi tahlil etmiş. Yani polisin daha yumuşak geçiş sağlayabileceğini ama bunu yapamadığını belirtti... Bunun arkasında da şu var. Polis, bu provokasyona alet oldu. Yani göstericilerin ekmeğine yağ sürdü. Peki Polis ne yapmalıydı? Polisin ne yapması gerektiğini buradan söylemek belki doğru değil. Çünkü yöneticiler bunu daha iyi tahlil ederler. Benim yaptığım ise sadece bu konudaki düşüncemi yansıtarak katkıda bulunmaktır...
Ülkemin huzurunu bozmak isteyen herkese karşıyım... Ama ülkemin huzurunu kaçırmak isteyenlere çanak tutanlara da karşıyım... Eğer AB yolunda ilerliyorsak ve bu noktada Yasama Organı olan TBMM, kanunları değiştiriyorsa, bu kanunları güvenlik güçleri koruyacaktır. Dahası uygulamak zorundadır... Kanunları beğenmemezlik etmeyecektir. Yani keyfi hareket etmeyecektir... Bu noktada benim acizane düşüncem, hata yapanlar ayıklanmalıdır... Çünkü hassas bir yolda ilerliyoruz... Ülke menfaati keyfiliğin üstündedir...
Peki! 8 Mart Kadınlar günü yerine 6 Mart'ta eylem yapan provokatörler için hoşgörülü mü olunmalıydı? Hayır! Ölçü kaçmamalıydı? Kişiye şiddet uygulama dönemi bitmiştir. İnsana şiddet vicdanları zorluyor çünkü... Suç işleyene cezasını adalet verir... Bu unutulmamalıdır. Polis ceza veren olmamalıdır. Zor kullanmak oluşabilecek kötü durumların önüne geçmektir. Zaten biber gazı sıkılmış ve göstericiler acıyla kaçışmaya başlamışlardı... Bu noktadan sonra teknik takip ve deliller toplanarak, suçlular savcılığın bilgisiyle (1 Nisan'dan sonra Cumhuriyet Savcısı'nın sorumluluğunda olacak) gözaltına alınmalı ve delillerle adalete teslim edilmeliydi... Artık, polisler her zanlıya 'suçlu' gözüyle bakmamalı... Orada hiç suçu günahı olmayan insanlar da olabilir. O ortamda olmaktan başka suçu olmayanlar bile o atmosferde aynı kaderi paylaşabilir... O insan suçsuz olduğunu nasıl ispatlayacak... Polis suçlu diyorsa suçlu mu sayılacak...? Bu nedenle suç işleyenin cezasını adalet yargılama sonucunda verir... Güvenlik güçleri ise, adalete zanlıyı delilleriyle birlikte telsim etmek durumundadır... 'Bu suçludur' demeyle değil... Veya 'Ben suçluyum' dedirtme ile de ğeğil...
Medyayı eleştirmek
Şimdi sayın Başbakan'ın medya ile ilgili sözlerine değinmek istiyorum. Medyayı dışardan tahlil etmek biraz ön yargılı oluyor...
Şimdi gösteriyi yapan provokatörler var. Bunların provokasına alet olmaması gereken görevlilerin alet olmaları da var... Bunlar suçlanmıyor, ama bu arbedeyi haber yapan, kamuoyuna duyurmak ve bilgilendirme görevi üstlenen medya suçlanıyor...
Şimdi bizim toplumda bir alışkanlık vardır... Yönetici yönetime geldiğinde çalışanlarını toplar ve şöyle der: 'Sakın bana sorun getirmeyin'... Avrupa'daki yöneticiler ise şöyle der: 'Sorunlarınızı bana getirin. Çünkü ben sorun çözmek için buradayım'...
Böyle olunca da kurumlarımızın içinde yaşanan sorunlar, kurum içinde hallediliyor. Herhangi bir kurumda hata yapan varsa. O kurumun yöneticisi 'Aman bana laf gelmesin' diye o olayı 'Kol kırılır yen içinde kalır' mantığı ile kapatıyor...
Böyle olunca da hatalar had safhaya ulaşıyor... Sorunlar büyüyor, büyüyor... Sonunda da sistem kilitleniyor... Çünkü 'Nasılsa bu düzen böyle gider' mantığı yayılıyor. Ondan sonra da devlete sırtını dayayan çalışanlar. Kendilerini birinci sınıf, vatandaşları ise 2. sınıf görüyor...
Peki, medyanın hiç mi günahı yok? Haber yapma adına yok.. Yani bu işte yok...
Ama Sayın Başbakan'ın değindiği medyanın başka alanı var. O konuda haklı... Tv. Dizilerindeki şiddet için şunu söylüyor Başbakan: 'Dizilere bakıyorsunuz, tamamen öldürme, katliam görüntüleri. Bunlar toplumu psikolojik olarak mahvediyor. Bu yayın politikalarının gözden geçirilmesi lazım... Reyting uğruna her şey feda edilemez...''
Çok haklı... Ama bunun düzeltilmesini sadece medyadan beklememeli bence... Ülkenin Başbakanı olarak buna el atmalıdır...
İnsanları eğiten ve üretkenliğe iten, sevgi ve paylaşımcı yapımların yayınlanmasını sağlayabilir.
RTÜK diye bir kurum var...
O nedenle Başbakan'ın şiddet filmleri ile ilgili eleştirilerine katılıyorum, ancak harekete geçmediği için de yeterli görmüyorum...
Unutulmamalıdır ki, son dönemde artan asayiş olaylarının arkasında, işsizlik de vardır... Sosyal ve psikolojik bozukluk vardır... Sevgisizlik ve ilgisizlik vardır... Dışlanmışlık vardır... Tüm bu olguları değerlendiren ve bu işten menfaat elde eden gruplar vardır... Tüm bu gruplar daha fazla büyümeden tedbir alınmalı...
Herkes elini taşın altına sokmalı... Ama sadece lafla değil... Amaç ülkemin huzuru ise, herkese görev düşüyor çünkü....
Hasan Taşkın www.noktadergisi.com.tr
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 7 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Fotoğraf: Zuhal Tos <#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 5.423 kahveciye doğru yola çıkmıştır.
Yukarı
|
Komşular Güzeli
Sen ki bu apartmanın en güzel kızı,
Sen ki içinde taşıdığı ince bir sızı...
Sen ki utanmaz sevdalar görmüş...
Asansör kutucuklarında sevişmiş.
Adının bile anılması komşularını tahrik etmeye yeten,
Yürüyüşünde kışkırtıcı bir hava varken...
Ağzında sevişmelerin kokusu,
Ceplerinde erkeklerin tortusu,
Mahallelisinin ağzında adı...
Sen ki hiç umulmadık platonik sevdaların,ucuz kahramanı..
Kendisine de sorarsanız 'budur hayatın tadı'
Her hafta sonu yapılır dedikoduları
Gezip tozar durmadan çarşı pazarları
Sanki dünya yarılmış bir o kalmış bir ben
Bütün salonda yankılanır kahkahaları
Genç yaşta asmış okulu,
Nouveau dè carmen kokulu
Şehla bakışlı zarif dokulu,
Sen ki sonsuz sevişmelerinin faili meçhulü...
İkindi çayını balkonda içmeyi sever,
Hayran kitlesi bahçeden geçmeyi sever,
İsteği kurbanı kendisi seçmeyi sever,
Şeytanı bile cezbetmeyi dener...
Umulmadık anda kapısı çalan,
Yine bir erkektir kesin arayan,
Gündüzleri yeni yeni canlar yakan,
Gece telefonları hiç susmayan.
Dudaklarında eskimeyen diş izleri,
Bembeyaz tenli,kollarında gümüş bilezikleri,
Belki hakaretten sayacaksın, belki iltifatlardan...
Belki gazabına uğrayanlardanım...
Kim bilir belki de;
Uğramak isteyen komşularından...
Mehmet Güneş
Yukarı
|
Çizen: Hüseyin Alparslan
Yukarı
|
Berrin Cerrahoğlu
"Kırklar Kilisesi/MARDİN"
Fotoğraf sergisinin açılışını
onurlandırmanızı diler.
Sergi: 4 Mart-17 Mart ,
Yer: Fotograf Sanatı Kurumu,
Fevzi Çakmak Sk.No:22/2 KIZILAY/ANKARA
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
Hafta sonu gazete eki bulmacalarında rastladığımız türden bir bulmaca.
Bir çeşit kelime avı bulmacası, denemek için
http://www.fisheries.nsw.gov.au/kids/fun/fun-games-shark-word.htm
kısayolunu tıklayabilirsiniz.
Mp3 konusunda yeni farkettiğim bir siteyi tavsiye edeceğim http://www.mp3int.com/tur/ Arşivleri hiç fena değil. İncelemenizde
fayda var. Hatta tavsiye ettikleri bazı web sayfaları da gerçekten görülmeye değer.
Flash animasyonlar ve flash oyunlar konusunda kendine özgü tarzıyla başarılı bir web sayfası http://www.miniclip.com/Homepage.htm Hatta
bilgisayarınıza indirebileceğiniz özel formatı bile mevcut. İyi eğlenceler.
...Kan dökmekten bıkmayan zalim Ares'in gocukları da tıpkı kendisi gibiydiler. Bunlardan en yamanı Kyknos idi. Bu genç haydut dap başlarında gezer, yolları keser, önüne çıkan yolcuları soyup soğana çevirir sonra kim olursa olsun hiç acımadan vahşice öldörördö. Vahşiliğini daha da öteye götürüp öldürdüğü insanların kafatasından babası Ares için bir mabet yapmıştı... Bu tarz hikayelerden hoşlananlar için http://www.masal.sehri.com/
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
Picasa2 [3.16 MB] All Windows Free
http://www.picasa.com/download/download_exe.php Google tarafından üretilip dağıtılan harika bir resim programı. Standart bir kullanıcı için yapmadığı tek bir şey yok. Yani fazlası var eksiği yok. Bilgisayarında resimlerle oynayan herkese tavsiye edilir.
Yukarı
|
|
|
|
|
|