ABONE OL!



Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 3 Sayı: 704

Sisteme gir!

Merhaba Sevgili KM dostu, hoşgeldiniz!

 18 Mart 2005 - Fincanın İçindekiler


 

 Editör'den : NUSRET MAYIN GEMİSİ VE 18 MART ZAFERİ


" Çanakkale savaşları deyince akla ilk gelen ve bu savaşların simgesi olan kahraman Nusret Mayın gemisidir. Nusret Mayın Gemisi18 Mart Deniz Savaşı'nda Müttefik Donanmasını dağıtan, Müttefik Komutanlarını şaşkınlığa uğratan, Türk askerine moral, Türk Milleti'ne sevinç kaynağı olan 26 mayınla bir yazgının değişmesine sebep olan bir kahramanlık hikayesidir Nusret Mayın Gemisi.

Nusret Mayın Gemisi'nin başarısı o kadar büyümüştür ki destansı özellikler katılarak menkıbe kitaplarında baş köşeyi almıştır. Çoğu kaynakta "17 Mart'ı, 18 Mart'a bağlayan gece" diye başlar Nusret'in serüveni. Bu verilen tarih doğru olmamakla birlikte, olayın dramatik yanını artırması açısından kullanılmıştır. Nusret'in kahramanlık hikayesi çok önceden başlar; Nusret Mayın Gemisi Boğaz sularına 3 Eylül 1914'te geldi.

Almanya'da özel olarak inşa edilmiş bu tekne, dar alanlarda kolayca manevra yapabiliyor ve az su çektiğinden mayın alanları üzerinde güvenle dolaşabiliyordu.

Nusret Mayın Gemisi'nin künye bilgileri şöyledir :
Tipi : Mayın Gemisi
İnşa Yeri : Almanya
Tonajı : 360T
Hizmete Girişi : 1912
Boyu : 40 m
Eni : 7,4 m
Çektiği su : 2 m
Silahları : 1 adet 7,5/40 Top, 2 Adet 4,7 Top, 2 mk. 5b.
Sürat : 15 mil
Hizmet Dışı : 16.06.1957

Müttefik donanmasının boğazlardaki tabyaları bombalamaya başlamaları (Şubat 1915) ile birlikte Mart ayına kadar geçen süre içinde, dünyanın en büyük donanması boğaz önünde toplanıyor, keşif uçuşlarıyla mayın alanları belirleniyor, mayın araştırma ve keşif gemileri boğazın içlerine kadar girip mayınları temizliyorlardı. Nusret'in mayınlarını döktüğü Karanlık Liman önündeki mayın hatları ise tamamen temizlenmişti.

Uzun süreli bu temizlik çalışmalarının ardından Müttefik donanmasının boğazı geçme girişiminde bulunacağı kesinde. Bunun üzerine Müstahkem Mevkii komutanlığı daha önceden düşündüğü gibi, bir Alman subayının da teklifiyle elde kalan son 26 Mayını Karanlık Liman'a dökme kararı aldı.

Bu olayın içinde yaşayan Müstahkem Mevkii Kurmay Başkanı Selahattin Adil anılarında şöyle yazmaktadır :
"Düşman kesin saldırısının birkaç gün içinde yapılacağı belli oluyordu. Deniz işlerine bakan ve izleyen tecrübeli, sevimli, uysal bir ihtiyar olan Alman Amirali Menter Paşa'nın teklifine uyularak, geride kalan yedek mayınların atılmasına karar verilmiş ve 30 kadar mayın Nusret gemisinde hazırlanmıştı."

Böylece Müstahkem Mevkii Komutanı Cevat Paşa'nın da görevlendirilmesiyle, Yüzbaşı Tophaneli Hakkı Bey komutasındaki Nusret Mayın gemisi 7/8 Mart gece yarısından az sonra göreve çıkıyordu. Müstahkem Mevkii Mayın Grup Komutanı Yüzbaşı Hafız Nazmi (Akpınar) Bey'de Nusret Mayın Gemisi'ndeydi.

7/8 Mart gece yarısından az sonra sisli bir havada Çanakkale'den ayrılan Nusret Mayın Gemisi bütün ışıklarını söndürmüş, kıvılcım atmasın diye ocaklarını bastırmışlardır. Daha önceden dökülmüş olan mayınların arasından, Nazmi Bey'in kılavuzluğunda geçerek karanlık Liman'a doğru ilerlemeyi sürdürürler. Kıyıya paralel olarak 100'er metre aralıklarla ve suyun 4,5 metre altında 26 mayın da sessizlik içinde dökülür. Görev tamamlandığında yine aynı sessizlik ve dikkatle geriye dönen Nusret Mayın Gemisi, bir savaşın kaderini değiştirecek 26 Mayınlık imzasını bırakmıştır geride.

Ertesi günlerde, Müttefikler tarafından yeni keşif uçuşları ve mayın taramaları yapılmıştır. Her nasılsa bu 26 sürpriz mayın kendilerini saklamayı başarmıştır. Hatta Karanlık Koy'da mayın bulunmadığına dair rapor veren İngiliz Pilot, bu sürpriz mayınların başarısından bir gün sonra kurşuna dizilmiştir.

18 Mart günü yaşananlar Türk tarihinde gerçek bir zaferdir. Bu zaferde Nusret Mayın Gemisi'nin başarısı tartışılmazdır. Winston Churchill 1930'da ""Revue de Paris" dergisinde bu olayı şöyle yorumluyordu.
"Birinci Dünya Harbi'nde bu kadar insanın ölmesine harbin ağır masraflara mal olmasına, denizlerde 5,000 tane ticaret ve savaş gemisinin batmasına başlıca neden, Türkler tarafından bir gece önce atılan ve incecik bir çelik halat ucunda sallanan 26 adet mayındır."

Görüldüğü gibi Nusret Mayın Gemisi ve 18 Mart Zaferi bütünleşmiş ve bu zaferle birlikte anılan bir destana dönüşmüştür.

Nusret Mayın Gemisi halen Mersin'de bulunmakta, batmaması için vakıflar ve gönüllüler yardımı ile içindeki su boşaltılmaktadır. Belki Yavuz ve Midilli gibi jilet olmayacaktır, ama bu kaderi paylaşmamak için yardıma ihtiyacı vardır. "


Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

8 Mesaj/Yorum var. Mesaj/Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 PASTORAL EFEMER : Zeki Yıldırım


REŞAT VE ALİ


Bugün 18 Mart, bahara bir adım daha yaklaştık. Dışarıda bol güneşli ama hala buz kesen bir hava var. Ben ve benim gibi yaşayanlar için sıradan bir gün ve olağan işlerle geçiyor. Yaşama bağlılığımızı oluşturan günlük, küçük problemlerimiz dışında her şey oldukça güzel. Oysa, doksan yıl önce bu tarih, ülkemizin aziz topraklarında, kahraman insanlarımızın kanlarıyla yazdığı zaferin en önemli günlerinden biriydi. Aynı başlangıç cümlelerini o günlerde Çanakkale Savaşlarında bulunmuş 19 yaşında genç bir Tıbbiyeli Reşat komutanın günlüğünden takip edelim. Bu günlük, savaşın sonunda Hafız Ali ile birlikte savaşmış Tokatlı Gazi Mehmet tarafından büyük babaanneme, dedemin diğer şahsi eşyaları ile birlikte teslim edilmiştir.

Bu gün 18 mart, bahara bir adım daha yaklaştık. Dışarıda bol güneşli ama hala buz kesen bir hava var. Ekim ayı ile birlikte yerleştirildiğimiz Tabya'da çok güç günler geçirdik. Kasım ayında düşman donanmalarının sürekli top atışları bazı tabyalarımızda büyük hasarlar oluştursa da, büyük saldırılar şubat ayının 19 ve 25'inde oldu. Yer gök ateşler içinde kaldık. Tabyalarımızın hizasına demirleyen bir çok zırhlı savaş gemisi, uzun menzilli toplarıyla ateş ve ölüm kusuyordu. Yirmi beşi akşamında büyük hasarlar ve can kayıpları oluştu. Komutasını yürüttüğüm bölükte 11 ölü 45 yaralı vardı. Erlerimin ağır savaş koşullarına ve üstün silah gücüne sahip düşmanın durmak bilmeyen saldırıları karşı yiğitçe duruşları ve hiç eksilmeyen umutları zemherinin o en şiddetli soğuk gecelerini mutlu bir temmuz akşamına dönüştürüyordu. Gece çok çetin geçiyordu. Kendi bölüğüm ve yakın mevzilerdeki bölüklerdeki erlerin tedavisine koştuk gece boyu. Sabaha bizi ne bekliyordu bilmiyorduk. Karanlık ve soğuk aleyhimizeydi. Sabaha karşı bir ara dalmışım. Nöbetçinin kısık sesi ile uyandım."Komutanın XIX. Tümen Komutanı Mustafa Kemal siperleri geziyor". Hemen üstümü başımı düzeltip, bölüğüme teftişe hazır olmaları emrini verdim. Az sonra yanımızdaydı Komutan, gözleri çakmak çakmaktı. Kısa bir tekmilden sonra elini omzuma koydu "Dayanın, bu can bu topraklar için var" dedi. Mavi gözleri umut ve sevgi doluydu.

Yirmialtı şubat şafak sökmek üzereyken düşman gemilerinde bir hareketlenme göze çarpıyordu. Az sonra topları tabyalarımızı dövmeye başladı. Bu kez gemiler sabit durmuyor kıyılarımıza doğru yavaş yavaş yaklaşıyorlardı. Kuşluk vaktini geçerken hafif topçu atışı yapan düşman gemileri kıyılarımıza demir attı. Çıkarma yapacaklardı, bölüğüme hazır olmaları emrini verdim. Sınırlı sayıda mühimmatlarını idareli ve dikkatli kullanmaları talimatını eklemeyi unutmadım. Çünkü boşa harcanacak mermimiz yoktu...

İkindi zamanıydı, saatlerdir karşılıklı çatışmalar oluyordu. Düşman bize yaklaştıkça biz de daha fazla atış yapmaya başlamıştık. İnsan sesleri, çeşitli çap ve büyüklükte silahların sesleri içerisinde garip bir uğuldama halinde perde perde yükselip sönüyordu. Birden "Komutanım !" diye bir ses duydum siperin derinliklerinden. Aynı anda metal bir nesnenin yanı başıma düştüğünü duydum. Ben düşen metal nesneye yöneldiğim anda, çevik bir gölgenin yan tarafımdan metal nesneye atladığını gördüm. Gölge aynı hızla metal sesi çıkaran nesneyi siperin dışına fırlattı ve yanı başıma uzandı. Nesne daha yer düşmeden patladı, bir el bombasıydı bu. "Aman Allahım" diyebildim. Bir patlasaydı, sadece ben değil bölüğümün önemli bir kısmı ölecekti. Yüzüstü kapaklanan gölge bana doğru döndü "Bir şeyiniz yok ya komutanım ?" Hafız Ali'ydi bu sesin sahibi. Keçiborlu'nun Eber köyünden. İncecik seyrek bıyıkları ve hep terleyen yüzüyle, geçen günlerde kaybettiğim ağabeyime ne kadar benziyordu. "Sağ ol Ali, yerine geç !" "Emredersin, komutanım !" dedi ve üstü başını hafifçe silkeleyerek sağıma geçip mevzisini aldı. Konuşamadım uzun süre, ölüme ilk defa bu kadar yakın oluyordum. Akşama doğru düşmanın ateşi azaldı, belli ki geri çekilme hazırlıkları yapıyorlardı. Kayda değer bir ilerleme yapamamışlardı, muhtemelen ciddi kayıplar vermişlerdi. Az sonra düşman topları mevzilerimizi dövmeye başladı belli ki daha fazla zayiat vermeden geri çekiliyorlardı.

Tokat'lı Gazi Mehmet anlatıyor. Şubat ayının son günlerinde yapılan deniz destekli başarısız kara hareketinden sonra, düşman sessizliğe gömüldü sanki. Hepimiz bunun fırtına öncesi sessizlik olduğunu biliyorduk. Komutanlarımız sık sık siperlere girip, bu son büyük saldırı olabilir diyorlardı. "Bu seferde püskürtebilirsek, düşmanın belini kırabiliriz" diyorlardı.

O sabahta her günkü gibi şafakla uyandık. Gittikçe daha da az verilen azıklarımızı siperin nemli duvarlarına yaslanarak yedik. Güneş her tarafı ışıl ışıl parlatıyordu. Tam siper almış bekliyorduk. Kuşluk vaktini biraz geçe ön nöbetçilerin canhıraş bağırışları tabyaların sessizliğini bozdu. "Geliyorlar, bir çok düşman gemisi var". Nöbetçilerin seslerine komutanlarımızın "Tam siper, hazır olun !" emirleri bastırmaya başladı. Az sonra denizin görülebilen tüm yerlerinde düşman gemilerinin karaltıları doldurmuştu. Çok geçmeden cehennemi andıran top atışları başladı. Allahım ne kadar çoktular, ne kadar çok top atışı yapıyorlardı. Tabyalarımızdan az sayıda mukavemet atışları yapılıyordu. Ne zaman bitecekti, bu topların ölüm kusan haykırışları ?

İkindiye geliyordu, düşmanın atışları hız kesmemiş aksine bir o kadarda hızlanmıştı. Yer gök patlıyordu. Patlamalar bizim mevzilere doğru kaymaya başlayınca Reşat Komutan, bölüğün daha geri mevzilere kaydırılması için hazır ol emri verdi. Yer değiştirme mangalar halinde olacaktı. Siperin en solunda bulunan askerlerden ilk üçü yavaşça çıkıp geri mevzilere doğru sürünmeye başladılar. Oldukça yakın bir patlama ile birlikte "Yandım anam" diye bir feryat duyuldu. O anda Ali Hafızın ani bir hareketle mevziden çıktığını gördük, feryadın geldiği yere doğru fırlamıştı. Bir patlama daha duyuldu "Yandım Allah !" Bu ses hafızın sesiydi. Reşat komutanın siperden doğrulduğunu ve ani bir sıçrayışla Ali'nin gittiği yöre doğru koştuğunu gördük. Bir yakın patlama daha "Allahım Allahım..." Bakmaya bile gücümüz kalmamıştı. Sürünür halde birinin yaklaştığı duyuldu, başlarımızı hafifçe doğrulttuk Reşat komutandı bu. Yüzünün her tarafı kanlı bir çamurla sıvanmıştı sanki. Siperin kenarına geldiğinde başını aşağı doğru sarkıttı ve bir çuval gibi aşağıya yuvarlanarak, yüz üstü yere düştü, sırtında kocaman bir delik açılmıştı. Yüzünü çevirdiğimizde son nefesini vermişti. Elinde sıkıca kavranmış bir başka el gördük. Kopmuş ve adeta kanla yıkanmış gibiydi. Biraz dikkatli bakınca bu elin hafızın eli olduğunu anlamıştık. Belli ki Reşat Komutan Hafız Ali'ye yaklaşabilmiş ve onu sipere doğru taşımaya başlamıştı. Heyhat ki son patlamayla gencecik komutanımıza ve Ali'ye büyük şarapnel parçaları isabet etmişti. Komutanımız ölümcül yaralanırken, Ali'nin yaralı vücudunu paramparça etmişti.

Yürekler yakan bu manzaraya bakarken deniz tarafından arka arkaya, o güne kadar hiç duymadığımız patlamalar duyuldu. Düşmanın ateşi birden kesildi. Siperlerden doğrulduk, bir büyük patlama daha geldi. Denizde bir şeyler oluyordu, büyük patlamalar ve kargaşalar yaşanıyordu. İki zırhlı geminin battığını haber verdi gözcüler. Derken o en şiddetli üçüncü patlama ile yer gök sarsıldı. Hepimiz başımızı siperlerden doğrulttuk, bir düşman gemisi daha sulara gömülüyordu. Siperler bayram yerine döndü. O anda rütbeli, rütbesiz birbirini kucaklıyordu. Sonradan bizimkilerin saldırılarını yoğunlaştırmasıyla üç düşman gemisinin ağır yara alıp karaya oturduğunu sevinçle gördük. Artık sıra bizdeydi...

Tarihe Çanakkale Savaşları olarak geçen bu büyük savaş 18 Mart'ta bitmedi ancak Türk askerlerinin büyük moral kazandığı gün oldu. Savaş zaman zaman daha da şiddetlenerek yaklaşık altı ay sürdü. Büyük destanlar yazılarak kazanılan savaş, karma bir yönetim ve çok az bir cephaneyle yürütüldü. Yıllarca hafızalardan silinmeyecek bu savaşta Türk kuvvetleri Tıbbiyeli Reşat komutan ve Hafız Ali gibi 55.000 şehit, 100.000 yaralı, 10.000 kayıp, 25.000 hastalıktan olmak üzere 190.000 insanını yitirdi. Düşman kuvvetlerinin kayıbı ise 150.000'i buluyordu.

Geçen yıl düzenlenen Çanakkale gezisinin büyük bölümünü bu kutsal destanın yazıldığı yerleri gezmeye ayırdık. Okuduklarımız ve rehberimizin anlatımında o anı hissetmeye çalıştık. Elbet mümkün değildi o anları anlamak ama o yerlerin kasveti ve ihtişamı ile hepimiz suspus olmuştuk. En çok heyecanı büyük komutanımız Gazi Mustafa Kemal'in siperini görünce duyduk. Daha sonra ben guruptan ayrılarak şehit büyük dedemin mezarını aramaya koyuldum. Hep yüreğim ağzımdaydı. Sanki rahmetli büyük dedem ve kucak kucağa öldükleri komutanı Reşat'ın mezarlarını hemen göreceğimi sandım. Ama ne mümkün, o kadar çok isim arasında gözlerim yoruldu, yüreğim kalktı daha fazla bakamadım. Ayrıca saçmada geldi, onların hepsi benim dedemdi ve bu cennet vatanın aziz bağrında ebediyen uyuyorlardı. Üstelik düşmanlarını alt ettikleri yerde özgürce uyuyorlardı. Bizlere bu cennet vatanı bırakma uğruna şehit olan bu yiğit kahramanların aziz hatıralarını düşünmek bile beynime, gözlerime çok ağır geldi. Yere oturdum ismini okumadığım bir mezarın taşına sarıldım ağladım ağladım...

Zeki Yıldırım
zekiyildirim@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
              5 Kahveci oy vermiş.
8 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

Cumhur Aydın

 Önce İnsan : Cumhur Aydın


  Berber Recai ile sohbet

Berber Recai ile sohbetlerimiz benim için neredeyse haftalık vazgeçilmezlerimdendir. Ayda bir kaç kez zorunlu, sonrası bizim keyfimize kalmış bir 'seanslar'dizisi olagelmiştir bu sohbetler. Hemen bütün berberler gibi, kimi kez başka müşterilerle yaptığı konuşmalardan biriktirdiklerini yoğurma yeteneğinden olacak bizim Recai de müthiş entellektüeldir. Olayları, siyaseti, olanı biteni günü gününe izler, bazen açtığı konulara, sorduğu sorulara şaşar kalırsınız. Kuşkusuz aynı zamanda insan sarrafı da olduğundan benden alacağı yanıtları pek iyi bilmektedir, sorduğu sorular, kendi yorumları azcık spekülatif, çoğu kez sataşma uslubunda açıkçası beni kışkırtmak içindir.

Geçen gün hiç bulaşmak niyetinde değildim beni yine yoldan çevirdi. Yapma etme Recai dediysem de, çayı ayarlamış, önünde bir tomar gazete, bir süredir boynuna doladığı kordonlarla takmaya başladığı gözlükler ayrı bir hava yaratmış üstünde, beni zoraki oturttu.

"Hocam bu Orhan Pamuk'a ne diyorsun?" diye başladı. "Kim o Recai?" diyerek savuşturuyum dedim ama kaçın kurrası. "Bir şey demiyorum Recai" diye üzerine konuşmak istemediğimi yeniden belirtmeye çalıştım. "Ağbi bana göre bu yıl mutlaka Nobel'i ona vermeliler, bizde gayret göstermeliyiz" diye devam etti. Ya havle. 'Tamam Recai öyle diyorsan öyle' gibisinden suratına baktım. "Sohbet ediyoruz ağbi, neden diye sormadın ki?" "Sormadım Recai, bilmek te istemiyorum." "İyi Hocam, çayını iç git istersen, Nobel alamadığı her yıl bizim öldürdüğümüz Ermeni sayısına 500 bin zam yapıyor diyorlar, üç beş yıl sonra rakkam daha da kabaracak." diye söylendi. Bak şimdi şu ettiği lafa bak, allahın cezası adam, nerden de bulur!"

Çaktırmadan-beni yumuşatıp konuşturacak ya- futbola geçti. Hakemler, goller, Hagi'nin itirazları, ıvır, zıvır. Belki on dakikadan fazla konuştu, dayanamadım "Recai bu haftanın ne özelliği var?" diye sordum. Afalladı birden, "Ne oldu Hocam, sınav mı yapıyorsun?" diye sırıtmaya başladı. Yapmıyorum Recai, yalnızca soruyorum. "Galiba Ankarasporla karşılaşıyoruz" dedi. Pes yani, gözümü gazeteden kaldırmadan "Recai futbol dışı soruyorum" diye geveledim. "E söyliyecen ağbicim, hangi kategoriden yarıştığımızı bilelim yani!"

Yok gerçekten en iyisi bulaşmamak. Bir daha kalkmaya niyetlendim, yeniden engellendim. Ağbi, yeni başladık diyerek çırağı taze çaylar için gönderdi. Ufukta müşteri de yok, yandık ki, ne yandık.

"Mumcu'nun biz Baykal'la anlaşmıştık lafını soruyon değil mi" diye gözlüklerinin ardından baktı. "Recai Bey kardeşim bu Cuma Mart'ın 18'i, Çanakkkale Savaşlarının yıldönümü" dedim. " Ne yapalım ağbicim?" "Bi şey yapma Recai yalnızca nereden nereye geldiğimizi düşün yeter" dedim. Azcık bir suskunluk oldu. Bizimki başladı yeniden konuşmaya.

"Ağbi bak kızma yeminlen ben şöyle düşünüyorum" deyince lafı ağzına tıkadım. "Ne düşünüyorsun Recai?" "Hocam dur anlatacaz. Şu olup bitene bakıyorum da biz bu Çanakkale ve dahası Kurtuluş Savaşlarını boşuna yapmışız Hocam!" Ya allah ya bismillah... "Neden Recai?"

"Neden olacak ağbi, binlerce insan öldü, yıllarca sefalet çektik. Senin gazeten yazmaz tabi, al oku yazarları şu derin devlet, kabuk devlet mevzularını Ahmet Hoca'dan oku mesala. Hala Avrupalılaşmaya direniyor insanlar. Hocanın kanal kanal gezmekten başı döndü. Ama dinleyen kim? Halbuki bu savaşları yapmasaydık, ne bu derin devlet mevzuları olurdu, ne köylülükten şikayet ederdi üstadlar. Doğrudan yüzyıl önce Avrupa Birliği'ne girmiş olurduk. Yani bir bölümümüz en azından farklı ülkelerin içinden de olsa önceki ve bugünkü eziyetleri çekmeden Avrupalı olurduk. Şimdi bayrak mayrak dersin beni güldürürsün Hocam, sınırlar mı kalıyor allasen...."

Hoppala. Recai bugün iyi hazırlanmış belli. Üstelik ciddi ciddi söylüyor, şaka yapar tarafı da yok. "Vatan millet diye her yeri hortumladılar Hocam, madem dünyada sınırlar kalkıyor, ne demeye yüzyıl eziyet çektik. Valla bu son şansımız bence sen de burun kıvırmaktan vazgeç artık Hocam."

"Emredersin Recai. Öyle yaparız kardeşim" " Ağbi bak dalga geçtiğimi zannediyorsun ama geçmiyorum. Mesala şu örtünme konusuna gelelim. Gerçek inananlarla, uzman Hocalar birleşti, görmüyor musun? Bu bir özgürlük ve demokrasi konusu ağbi. Aslında bu savaşları vermeseydik, ya da yenilseydik bu konuda kökünden çözülürdü Hocam."

Hoppala. Buyrun bakalım Recai beni dağıttı. "Bu son dediğin nasıl olacaktı Recai?"

"Hocam, bu Osmanlı paylaşılırken, eşek değil ya adamlar illaki orta anodoluda falan bir toprak parçası, müslümanlara da bırakacaklardı. Orada da halkın diniyle barışık olduğu, tüm özgürlüklerin ve demokrasinin geliştiği bir yapı daha 1920'lerden itibaren kurulacak, bunun kazanılması için yıllara varan çok masraflı, zorlu, sistemli çabalar harcanmayacaktı. Boşa geçti onca sene..."

"Recai kardeşim sen kafayı mı yedin? Ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu?" "Duyuyor ağbi duyuyor. Sanma ki bu lafları oradan buradan işitip, evirip çevirip sana satıyorum. Bunlar benim görüşlerim. Ayıp değil, günah değil, ben böyle düşünüyorum ağbi."

Amanın Recai azcık sinirlendi de. Tuhaflığa bakın ki, nerdeyse adamı ben yumuşatacağım. Bu sefer ben futbol konusuna bir yatay geçiş yapayım dedim. Çünkü önceki söylediklerine devam etsek işin tadı kaçacak. O da ne, bu kez benim futbol sataşmalarım havada kalıyor, beyimiz sürdürmeye kararlı.

'Hocam, biraz gerçekçi bakacaksın, olan biteni iyi süzeceksin. Bugün gizliden ısıtılan ya da görüntüde farklı amaçlarla aynı değirmene taşınılan sularla körüklenen paylaşma o günden gerçekleşir, olur biterdi.'

Dayanamadım, 'Peki Recai halk; onur, vicdan, bağımsızlık gibi kavramları tümden unuttu mu ? Onlar ne düşünüyor ? ' diyecek oldum. Recai gözlükleri göğsüne indirerek yeniden borbardımana başladı.
'Ağbi, ne halkı gözünü seveyim. Herkes kendi paçasını kurtarma telaşında. Kusura bakma ama onur, vicdan gibi laflar karın doyurmuyor artık. Binlerce şehit verdik te ne oldu? Boşuna öldü onca insan ve genç senin anlayacağın. İşte tarihin akışı bizi yeniden aynı şansın eşiğine getirdi. Ne yani bu devirde topla tüfekle mücadele mi vereceğiz Hocam. Yok artık güldürme beni. Ne diyorlar kardeşim Kıbrıstan çekilin, Ermenileri öldürdüğünüzü kabul edin, nehirlerinizin, madenlerinizin işletimini devredin, olsun bitsin. Bitsin kardeşim. On yıl sonra Hocaların ve büyük gazetecilerin dediği gibi ha Fransız olmuşun, ha Türk bir manası mı kalacak? İnsanlık bir ortak uygarlığa yürüyor, biz hala ilkel milliyetçilikle ayak sürüyoruz."

Kesinlikle bu adamı bugün daha fazla dinleyesim kalmadı. Ayağa kalkıp, elimi uzatıyorum. Sustuğu yok, neredeyse arkamdan bağıracak.

"Oralı olmadın biliyorum Hocam. Olma da zaten. Ya Bush geçenki toplantıda bizimkilerin hatırını sormasaydı? Ödüm koptu. Senin umrunda değil tabii. Adamlar zaten ekonomini, siyasal yapını yönlendiriyorlar, hangi ülkeyi ne zaman ziyarete gideceğine bile karışıyorlar. Sen daha hala atıp tutuyorsun. Güle güle ağbiciğim. Gene bekleriz."

Cumhur
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,839,839,839,839,839,839,839,839,839,83
              6 Kahveci oy vermiş.
4 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

Gülcan Talay

 Gülümse'nin Dilinden : Gülcan Talay


   Aşka Veda -2-

II. BÖLÜM

Melda, oturduğundan beri sağa sola bakarak yüzüne bile bakmadan kısa cevaplar verdiği meraklı adama yüzünü döndü. Gözlüklerini çıkartmış kendisine bakan içten bakışlı iki gözdü yüzüne şefkatle bakan.

- Ama sen...?
- Dur sakin ol. Ben otobüsü kaçırdığım için uçakla geldim ve sen beni buradan alacaksın diye burada beklemeye başladım. Seni tanımak güç olmadı. Hiç değişmemişsin, hep aynı güzel, narin Melda. Hatta; daha da güzelleşmişsin.
- Hoş geldin!

Melda mesafeli bir şekilde sarıldığı eski arkadaşını alarak arabasına yöneldi. Küçük bir el çantasıyla gelmişti. Demek ki az kalacaktı. Yol boyunca Melda' nın çekingen suskunluğunu eski anıları anlatarak bozdu Serkan. Konuşulacak çok şey vardı ona göre. Oysa Melda' nın hiç acelesi yoktu.

- Sen çok değişmişsin Serkan. Selam vermesen hayatta tanıyamazdım inan. Darılma ama evde hazırlanırken kelleşmiş, göbekleşmiş olabileceğini bile düşünmüştüm. Aksine olgun ve hoş bir bey olmuşsun. Sana yaramış İngiltere.
- Bende seni hala eskisi gibi bulduğumda çok şaşırdım. Saçın ve hatta parfümün bile aynı. Her zaman demişimdir, saçını toplamak güzel yüzün daha bir ortaya çıkarıyor.

Melda vites değiştirirken, Serkan elini elinin üzerine koyduğunda utanmış ve çekmişti elini. Araba ani bir hareketle sarsıldı... Hemen toparladı. Serkan az daha kaza yapacağı hakkında bir süre şakalaştı. Hem, Melda' yı heyecanlandırmış olması hoşuna gitmişti.

- Karnın aç mı yada bir şeyler içmek ister misin?
- Tokum... Ancak bir kahveye hayır demem.
- Sen şöyle otur ben hemen dönerim.

Serkan L tipi solanda bakışlarını gezdirdi. Sıcak bir atmosferi vardı. Tarzına yakışır renkler ve mobilyalarla döşenmişti. Köşeye sabitlenmiş beş katlı üçgen dolaba resimler yerleştirilmişti. Hatta bir resimde kendisi bile vardı. Mezun oldukları üniversitenin önünde ellerinden şapkalarını havaya uçurttukları gün çekilmiş doğal bir resimdi. İşte sağda ikinci sırada duran ve yanındaki Melda' ya bakan kendisiydi. Gerçekten değişmişti. Ne kadar sıska ve kendinden güvensiz göründüğünü ancak yıllar sonra fark etmişti. Melda ise, bugün ki Melda ile çok farklı değildi. Sürekli gülümseyen, hayat dolu bir çift parlak gözdü resimden bile yansıyan. Evlilik resmi benzeri bir şey yoktu raflarda. Belki de evlenmemişti kendisi gibi. Balkona açılan kapının yanında bulunan bordo koltuğa ilişti.

Melda kahveleri hazırlarken, bir yandan içeriden seslenen arkadaşına laf yetiştirmeye çalışıyordu. Hiç değişmemişti huyu. Hala eskisi kadar içten ve konuşkandı. Üniversitedeyken içkiyi fazla kaçırdığı bir parti çıkışında onu evine götüren Serkan' a nasıl güven duyuyorduysa, hala aynı güveni ve rahatlığı hissetti. Her zaman kendisini korumuş, aşkına karşılık vermese de hep yanında olmuştu. Ve yıllar sonra şimdi içeride oturuyordu.

- Kahveler geldi.
- Ooo çok güzel koktu. Özlemişim ülkemin kahvesini.
- Sahi, İngiltere de yok mu kahve?
- Var da, ülkemin havasını solurken daha bir başka oluyor tadı. Eee söyle bakalım sen yalnız mı yaşıyorsun? Bu kadar güzellikle evlenmedim dersen şaşırırım.
- Aslında evlendim. Üniversiteyi bitirdikten sonra iki yıl taşra da görev yaptım. Orada doğmuş büyümüş bir gence aşık oldum. Çok geçmeden evlendik, çok geçmeden de boşandık. Belki de sırf yabancı ellerde yalnızlığımı gidermek istemiştim, bilemiyorum. Aslında iyi biriydi. Ne var ki birbirimizden çok farklıydık. Dört aylıkken bebeğim karnımda öldükten sonra oralarda duramadım ve ailemin yanına döndüm. O ise doğduğu topraklarda kalmayı tercih etti. Peki sen?
- Ben hiç evlenmedim. Aslında evlenmeye niyetlendim bir iki kere. Ama bir türlü aradığım aşkı duyamadım kimseye. Bu sebeple bekar kalmayı tercih ettim.
- Senin adına üzüldüm.
- Hiç sormuyorsun neden geldin diye.
- ?
- Ben seni hiç unutamadım Melda. Bekar olmana da bu yüzden çok sevindim. Bir şansım olabilir mi?

Serkan' ın elini avuçlarıyla kavrayıp, gözlerine bakarak söylediği son cümle Melda' nın duymaktan korktuğu cümlelerden başkası değildi. Bunu beklediği halde, henüz kendi içinde yanıtlarını bulamadığı için susup kalmıştı. Mahçup bir tavırla başını öne eğdi. Biliyordu ki aşkına layık olabilecek ender insanlardan biriydi o. Yine de hep onu arkadaşı ve dostu olarak gördüğünden asla o gözle bakamamıştı. Serkan yıllar sonra bile aşkına hazır olmadığını anladığı aşkının omzunu eliyle okşayıp, yıllar önce nasıl ısrarcı olmadıysa, bugünde kendisini mecbur hissetmemesi gerektiğini anlattı. Yanında kaldığı sürece bir daha bu konunun bahsi hiç açılmayacaktı.

Devam edecek...

Gülcan Talay
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
              4 Kahveci oy vermiş.
7 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Kahveci : Barış Gündoğdu


İstanbul


Üzerinden gözlerinizi alamadığınız güzel bir kadına bakmak gibidir kimi zaman İstanbul'u seyretmek.Gün batımında,etrafında martıların çığlık çığlığa uçuştuğu larcivert bir sonbahar akşamında, dalga seslerinin vapur seslerine karıştığı güzelim kız kulesini izlemek te güzel bir kadına aşık olmak gibidir aslında...

Camileri bakmaya doyamayacağımız gözleri oluverir; iki kıtayı birleştiren köprüleri,birlikte yürürken tutuştuğumuz sıcacık eleridir; sıkışık trafikte, tesadüfen boğaz köprüsünde trafiğin açılmasını beklerken, kendini boğazın serin sularına bırakmış,zerafetiyle gözlerinizi mıknatıs gibi üzerine doğru çeken kız kulesi ve güzelim sahilleri, bizi tekrar kendimize getiren cilveli bir kadının çekiciliği gibidir.

Posta Kartı yollamak için tıklayın.Sultan Ahmet'te birbirlerine kur yaparken karınlarını doyuran ürkek ve kalabalık güvercin sürüsünü izlemekte,bakarken şimdiye kadar çoktan aşık olduğumuz o güzel kadının davetkar gülümseyişi gibidir aslında.

Güneşli bir sonbahar sabahında, boğazın öteki yakasına geçmek için,bindiğimiz suları köpürterek ilerleyen eski bir şehir hatları vapurunun en arkasından martılara simit atmakta İstanbul'da yaşamanın ayrıcalığındandır,bu aşık olmanın ayrıcalığıdır belkide... Yada gündüzle gece ufukta denizin üstüne öylece düşerken, Galata köprüsünde balık ekmek yemek,hemde öyle tesadüfen falan değil; Akşam çökerken yavaş yavaş yanmaya başlayan şehrin ışıklarının denize yansıması, bir yerden bir yere koşuşturan insanları,vapurların son kalkışları ve koşuşturan telaşlı insanların tam tersine inatla ve sabırla bekleyen köprüde balık tutanların son umutlarını da denizden çekmelerini izlerken, yediğim balık ekmeğin tadının başka bir yerde olmadığını bildiğim için...

Tarihi delip tekrar gözlerimizin önüne getiren eskimiş yada unutulmuş duvarlarından çiçekler, sarmaşıklar fışkıran,geçmişin tüm dönemlerine şahitlik etmiş pitoresk mimarisiyle, kimbilir kim nezaman ve nasıl yapmıştır diye düşündüğümüz,daha bilmediğimiz ve görmediğimiz kimbilir ne çok şey vardır dediğimiz,bir kadının esrarı gibi çepe çevre sarar etrafımızı.
Belkide bundandır bütün çekiciliği İstanbul'un...

Geçmişin tüm dönemlerine tanıklık etmiş, bir çağı kapatıp yeni bir çağ başlatmış ve hala sapa sağlam dimdik ayakta yaşayan kocaman bir tarih...

İstanbul...

Bir yakasında tarihe meydan okurcasına dimdik ayakta duran yaşayan bir yapı varken bir yakasında çok geçmeden karşılaşacağımız modern dünyaya ait alışveriş merkezleri çıkar karşımıza.Bir zaman tüneline girmiş gibi hissederiz kendimizi.
İstanbul,insanı içine kapatan bir hüzünde barındırır içinde, belkide eski yapılarındandır bu hüznün nedeni. İstanbul'un hüznü insanı bir melankoli yalnızlığına iter kimi zaman;kimi zamanda,şarkılar türküler...

Acaba uğruna bu kadar şiir bu kadar şarkı yazılmış, bu kadar ağıt yakılmış başka bir şehir var mıdır yeryüzünde?
Hayatımızda herşeyin kötüye gittiği anlarda bile biz farkında olmasakta İstanbul'a sığınıveririz yine, alıp kendimizi tenha sahillere atarız kimi zaman;gece yada gündüz,sabah yada akşam bomboş sahillerde,kıyıya vuran dalgaların sesleri, parlayan güneş yada ay, çaktırmadan gözyaşlarımızı saklayan yağmur damlaları,uçuşan başı boş martılar ve vapur sesleri şahitlik eder göz yaşlarımıza,İstanbul şahidimiz oluverir. Biz bilmesekte, biz İstanbul'u dinleriz;o da bizi...
Yerle gök arasında var olan büyülü bir cennet gibi...
Bir kere görünce bir daha asla bırakamayacağımız bir sevgili gibi...

İstanbul aşık olmak gibidir...

Barış Gündoğdu
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,188,188,188,188,188,188,188,18
              11 Kahveci oy vermiş.
3 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

Leyla Ayyıldız

 YazıYorum : Leyla Ayyıldız


  KIZ KULESİ'NDEN GALATA'YA ASIRLIK YALNIZLIKLAR

Ayakları oymalı, küçük ahşap yazı masası üzerine eğilmiş bir kadın; önündeki kağıtlara bir şeyler yazıyordu. Bu epey sürdü.

Boğazın suları üzerine eliböğründeli çıkma ile uzanmış, genişçe bir odaydı burası; aşı boyalı ahşap yalının ortasındaki, en büyük oda... Her iki yanından ipek perdeler sarkmış, giyotin pencerelerden içeriye giren güneş ışınları; tavan süslemelerinden yansıyıp, odanın içine dağılıyordu. Tüm bu aydınlığa rağmen, kadının masasını; gaz lambası içine gizlenmiş minik bir ampul aydınlatıyordu. Epey zamandır yanmadığı belli olan bir çini soba ise, odanın bir köşesinde yaz uykusuna yatmıştı.

Kalemini masaya bırakıp, ayağa kalktı. Pencereye yaklaştı.

.....

Lodos çıkmış; lacivert dalgaları beyaz köpüklerle kabartmaya başlamıştı. Kadın, dalgaların Kız Kulesi'ne doğru yükselişlerini izledi. Bir martı, kanatlarını sabitleyip, aşağıya doğru süzüldü, beyaz köpüklerin arasında rengi kayboldu, görünmez oldu. Az sonra, kadının baktığı pencerenin önünden göğe doğru yükseldi.

Ne hızlı gidiyorlar. Orhan Veli'nin dediği gibi insanların başına da konuyorlar mı acaba?

'İstanbul'da Boğaziçi'nde
Bir garip Orhan Veli'yim
Veli'nin oğluyum
Tarifsiz kederler içindeyim.

Urumeli hisarına oturmuşum,
Oturmuş ta bir türkü tutturmuşum.

İstanbul'un mermer taşları,
Başıma da konuyor martı kuşları,
Gözlerimden boşanır hicran yaşları,
Edalım...
Senin yüzünden bu halim.'

.....

-Ne zaman geldin? Fark etmedim, dalmışım.

-Gülleri yine budamamışlar anne. Her defasında söylüyorum, ama dinlemiyorlar. Lütfen, ciddi bir şekilde uyar onları, çimler de biçilmemiş.

-Nilüferler açtı, gördün mü? Dayanamadılar temmuz sıcağına.

- Arabamı almadım, vapurla geldim. Ter içinde kalmışım. Bahçeye girer girmez, ilk onları fark ettim. Suyun içinde yüzen bedenlerinden ayrılan, kalp şeklindeki yapraklar üzerinden nasıl arsızca, beyaz beyaz açmışlar. İnsan, bu sıcak günde onların yerinde olmak istiyor. Havuzun kenarına ektiğin mineleri de fark etmediğimi sanma.

-Onları ekeli epey oldu. Gül bahçesine dikilen beyaz gallias ta açtı. Her şey yolunda mı?

- Evet... Geçen hafta sonu şehir dışındaydım. Bu aralar çok yoğunum, seni ihmal ettiğimi düşünmüyorsun değil mi?

.....

Boğaziçi'ne bakan bir pencerede iki karartı görünüyordu; bir oğul, annesinin omuzları arkasından İstanbul'a doğru bakıyordu. Büyük bir şilep, ağır ağır süzülerek önlerinden geçti.

-Akşam yemeğini bahçeye hazırlasınlar. Musakka ve pilav var. Aç mısın?

- Henüz değil.

Uzun bir sessizlik oldu, kadın masaya doğru baktı.

.....

-Kurguyu oluşturabildin mi?

-Zor olacak... Epeydir uğraşıyorum. Ateş söndü, Leandra yolunu bulamadı.

-Nasıl?

-Efsaneyi biliyorsun değil mi? Kız Kulesi efsanelerinin birinde; Leandra isimli bir delikanlı, genç ve güzel bir kıza aşık olur. İki sevgili Kız Kulesi'nin bulunduğu adada buluşurlar. Leandra sevgilisiyle buluşmak için, her gece karşı kıyıdan yüzerek buraya gelir. Sevgilisi Leandra'ya yol göstermek üzere kayalıkların üstünde ateş yakar. Bir fırtınalı gecede genç kızın yaktığı ateş söner, Leandra yolunu bulamaz. Boğazın serin ve karanlık sularında kaybolup gider. Leandra'nın ölümüne dayanamayan sevgilisi de intihar eder. Ardından buraya, tüm geçenlere yol göstermek için büyük bir fener yapılır.

-Kitabındaki rolü nedir?

-Şu an bulunduğum yeri tasvir ediyorum; -yaşamımın bulunduğu noktayı-. Bir tarafımda Kız Kulesi bana bakıyor, bir tarafımda Galata... Kız Kulesi ve Galata'nın aşklarını yazıyorum, asırlardır bakışmalarını ve öylece yapayalnızlıklarını.

-Bedri Rahmi ne diyordu;

'İstanbul deyince aklıma kuleler gelir
Ne zaman birinin resmini yapsam öteki kıskanır
Ama şu Kız Kulesi'nin aklı olsa
Galata Kulesi'ne varır
Bir sürü çocukları olur.'

-Evet... Bu hiç gerçekleşemeyecek.

-Bir daha neden evlenmedin anne?

-Hadi, aşağıya inip, sofrayı birlikte hazırlayalım.

-Bu sefer yanıtlasan? Neden anne? Küçüktüm, anımsıyorum; arabanın arkasına oturturdun beni, yanımızdan geçen araçların şoförleri sana bakardı. Çok kıskanırdım. Bir gün sana şöyle demiştim; 'En şanslıları benim, güzele bakmak sevaptır ama, o sevabı en çok ben işliyorum. Onlar bir an bakıyor, bense hep.' . Çok gülmüştün. 'Bana böyle, böyle dedi' diye arkadaşlarına anlatıyordun, gülüyordunuz. Etrafında hep bir sürü insan olurdu. Ben mi engel oldum sana anne?

-Tam olarak değil. Küçüktün o zamanlar.

-Evet küçüktüm. Ama, sana söylemesem de hazırlıyordum kendimi. Neden, o denli koyu bir yalnızlığa ittin kendini? Büyüyünce sana kızmayacağımı biliyordun.

-Elli yıllık bir yaşamı, üç yüz sayfalık bir romanı anlatmamı istiyorsun benden.

-Peki... Başkaları gibi ben de kitabında okuyacağım her şeyi. Bir dönem kendimi suçlu hissettim bu konuda, artık yalnızlığında huzur bulduğunu biliyorum. İçim daha rahat şimdi... Acıkmaya başladım, hadi inelim aşağıya. Kapının önünde seni bekleyen bir sürpriz var; ada yasemini istiyordun, sonunda buldum. Öyle güzel kokuyor ki. Hava serinleyince ekelim. Tutar değil mi?

.....

Gece olmuş, ortalıktan el ayak çekilmişti. İstanbul ışıl ışıldı. Pencerelerden yayılan ışıklar, karanlık sularla dans etmeye başlamıştı.

Kadın masasının başındaydı yine... Önündeki karışmış kâğıtlara göz gezdirdi. Bir yaprağı eline alıp, ayağa kalktı. Pencerenin önüne yaklaştı. Bir Kız Kulesi'ne baktı, bir Galata'ya... Kız Kulesi yine cilveli dalgalar üzerindeydi. Galata ise, altmış metrelik yüksekliğindeki, heybetli, görkemli bedeniyle, yine tüm zamanlara kafa tutuyordu. Sanki İstanbul'un en eril sesiyle, tok bir şarkı mırıldanan beyefendi edasıyla, etrafına çapkın bakışlar fırlatıyordu.

Yeniden Kız Kulesi'ne baktı, kendinden olan nazlı dalgaların ortasında nasıl da huzurluydu.

O oraya aitti.

Yalnızlığa...

Oraya yakışıyordu.

Gülümsedi... Galata'ya söylendi; 'Bir de koca adam olacaksın, hala, cılız bir ışığın sana yol göstermesini bekliyorsun. Tıpkı Leandra gibi...'

.....

  Adım; Kız Kulesi,
İstanbul'un en yalnızı.

Etrafımda yükselir dalgalar,
Üzerimden geçer martılar.

Soğuk bir gecedeyim,
Boğazın suları çok serin.

Üşüyorum,
Lodos işliyor ciğerime.

Leandra ışık ister,
İşaret bekler.

Gücüm yok, ateş yakamam.
Bul kendi yolunu!

Sen de bakma öyle Galata,
Çek üzerimden, şu, asırlık, çapkın bakışlarını.

Heybetli bedeninden utan,
Bir de koca adam olacaksın!

Hala, cılız bir ışığın
Yol göstermesini bekliyorsun.

Sana hiçbir zaman
'Gel' demeyeceğim.

Bilirsin,
Bazıları yalnızlığa aittir.

Onların tek sahibi;
Kendilerinin karanlık sularıdır.

Leyla Ayyıldız


Leyla Ayyıldız
layyildiz2@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,908,908,908,908,908,908,908,908,90
              29 Kahveci oy vermiş.
38 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

Hasan Taşkın

 TAŞKINCA : Hasan Taşkın


  Gazeteciler ve TCK

Yeni TCK ile ilgili Basın Konseyi'nin çağrısı üzerine bir araya gelen medya yöneticileri ve temsilcileri Medya Çalışma Grubu oluşturdu. Dahası 1 Nisan'da yürürlüğe girecek yeni Türk Ceza Kanunu'nun 6 ay ertelenmesini istedi.

Konsey'in çağrısıyla 12 Mart'ta İstanbul'da toplanan medya yöneticileri ile temsilcilerince oluşturulan ve Basın Konseyi Başkanı Oktay Ekşi, Anadolu Ajansı Yönetim Kurulu Başkanı ve Genel Müdürü Dr. Hilmi Bengi, Mehmet Güler, Hikmet Bila, Tayfun Devecioğlu ve Turgut Kazan'ın da aralarında yer aldığı 17 kişiden oluşuyor...

Peki yeni TCK ne zaman mecliste yasalaştı... 6 ay önce... Yani ilk yasalaştığı zaman yürürlük süresi bir yıl olarak düzenlendi. Ancak AB çerçevesinde bu süre 6 aya indirildi... Şimdi 6 aydır hiç kimseden ses çıkmadı ve bugün yaygara koparılıyor... Dahası 10 ay da Meclis'te tartışıldı... Ben bireysel olarak, gazeteciliğin artık 1 Nisan'dan sonra çok zor olacağını yazdım... Anlattım... Ama büyükler daha iyi bilirler ya o yüzden, onlardan ses çıkmadı diye hiç kimsede de ses çıkmadı...

Şimdi çalışma grubunun içine bakıyorum da çok önemli bir isim karşımda... Mehmet Güler.... Anadolu Ajansı'na 1997 yılında Hürriyet Gazetesi ANAP Muhabiri iken, emekli olan ve Mesut Yılmaz tarafından Genel Müdür yapılan kişi... Ajansta kaldığı süre içerisinde 30-40 çalışanı sürgünden sürgüne gönderen... Bir kısmını işten atan. Bir çoğunu da zorla emekli etme başarısını gösteren kişi... Şimdi ortada dolaşıyor. Anlaşılan gazetecilerin hakkını savunacak... Birilerini hak aramada başarılı olduğu konusunda ikna etmiş anlaşılan.... Biz gazeteciler olarak aklımız sonradan başımıza gelir... Öz eleştiri yapmak yerine vurmayı yeğleriz... Şimdi Yeni TCK'da da böyle... Kıyameti koparmak için son haftasına gelmeli miydik... Zina tartışmaları için koparılacak kıyamet sırasında, söz konusu TCK'nın tüm maddelerini incelesek, neyin ne olduğu konusunda daha çok bilgi sahibi olurduk... Bu tartışmaların ışığında halkın bakış açısını ve desteğini de almalıyız... Biz bu yakışır... Gazeteciler suç işleme imtiyazına sahip olmamalıdırlar... Ancak, yapılacak yanlış bilgilendirmeden dolayı yapılacak haberler için de hapse girmemelidir... Gazetecinin hapse girmesine karşı olmamak gibi bir şey söz konusu olamaz... Ancak, insan haklarına karşı atılacak her adım için medyanın da sorumlu olması gerekir.... Daha ciddi habercilik için daha deneyimli ve bilgili gazeteciler çalıştırılmalı... Daha az para ile stajyer muhabir çalıştırma dönemi bitmeli.... Böyle olsa bile cezalar hapisle değil, maddi olarak uygulanmalıdır...
Medya ülkenin birlik ve beraberliğini koruduğu kadar, kendi içinde de birlik ve beraberliği korumalı.... Halkın hakkını savunduğu kadar, çalışanının da hakkını hukukunu savunmalı.... Ama çalışan gazetecileri yönetme koltuğuna oturduğunda, sürgünler yapan, işten atan ve baskılar yapan Mehmet Güler gibi bir ismi bulup, bizler hak aramaya çıktık diye de kimseyi kandırmamalılar... Gazetecilerin haklarını arama bahanesiyle bu kişilere de prim verilmemelidir...

Sevgili meslektaşlarım... Sizler ve bizler, insanlarımızın hakkını savunmak için gecemizi gündüzümüze katarak, aldığımız üç kuruşun azlığına da bakmayarak, insanlarımızın hakkını savunmak için çalışıyoruz... Şimdi kendi haklarımızı savunmaya geldiyse sıra, o zaman da bizi temsil edecek insanları iyi tanıyalım... Medyayı da temizleyelim...
AB yolunda, biz de eteğimizdeki taşları dökelim... Biz hep haklıyız yerine, öz eleştiri de yapabilelim... Böyle olunca, daha deneyimli, 10 yılların verdiği birikimle tecrübelenenlere yol açalım... Siyasilerin verdiği koltukla kendini bir şey sananları ayıklayalım aramızdan... Bence Medya Çalıma Grubu'nun dediği gibi TCK ertelenmemeli... Ama basını hapse atmaya yönelik maddeler düzeltilmeli... Bunun için zaten meclis harekete geçmiş bile... Yeni TCK'nın bazı maddelerinin değişmesi için önerge verildi. Dahası Adalet Komisyonu bunu dikkate aldı ve alt komisyona havale etti... Şimdi değişiklikleri daha kolay elde edebilecek varken, neden zor yol tercih ediliyor ve ertelensin deniyor Mehmet Güler gibiler öne çıksın diye mi? ... Siz düşünün... Ama iyi düşünün...

Hasan Taşkın
www.noktadergisi.com.tr
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,409,409,409,409,409,409,409,409,40
              5 Kahveci oy vermiş.
3 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, aşağıdaki adresten tek tıklamayla zevkle okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın... Ayrıca bugünden itibaren duygu ve görüşlerinizi yorum olarak yazabilirsiniz.
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_1.asp

Devamı yok. BİTTİ

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Bu romanı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,588,588,588,588,588,588,588,588,58
              444 Kahveci oy vermiş.
58261 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Dost Meclisi


Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
Kahve Molası bugün 5.423 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

Yukarı

 

 Tadımlık Şiirler


ÇANAKKALE

"Söyle Arkadaşım" dedi Anadolulu Mehmet
yanıbaşındaki Anzak erine
"nereden kopup gelmişsin,
neden çökmüş bu mahsunluk üzerine?"

"DÜNYANIN ÖBÜR UCUNDAN" dedi gencecik Anzak
"Öyle yazmışlar mezar taşıma.
doğduğum yerler öylesine uzak,
örtündüğüm topraksa gurbet bana."
"Dert edinme arkadaşım"dedi Mehmet
"değil mi ki bizlerle birleşti kaderin,
değil mi ki yurdumuzun koynundasın ilelebet,
sende artık bizdensin,
sende bencileyin bir Mehmet"

Çanakkale'de toprağının
üstü cennet altı mezar
kavga bitmiş mezarlarda
kaynaş olmuş yiten canlar.

"ya sen dedi Mehmet
oyun çağındaki İngiliz erine,
"yaşın ne senin kardeş
böylesine erken buralarda işin ne?"
"yaşım sonsuza dek onbeş"
dedi ufak tefek İngiliz eri.
"köyümde askercilik oynar
coştururdum trampetimle bizimkileri

derken kendimi cephede buldum
oyun muydu, gerçek miydi anlamadan,
bir sahici kurşunla vuruldum.
Sustu boynumdaki trampet,
son verildi böylece oyundan bozma işime
Gelibolu'da bana da bir mezar kazıldı
mezar taşıma ON BEŞİNDE TRAMPETÇİ" yazıldı.
Öyküm de künyem de bundan ibaret."

Yağmur yağıyordu usul usul toprağa
gözyaşları düşerek üstüne sanki
damla damla ağlıyordu uzaktan uzağa
sahibini yitiren bir trampet.

"ya sizler" dedi Mehmet
dünyanın dört kıtasından
mezarlar dolusu erlere,
"hangi rüzgar savurdu sizleri
bu bilmediğiniz yerlere"

kimi İngilizdi, kimi İskoç
kimi Fransızdı, kimi Senegalli
kimi Hintli kimi Nepalli
kimi Avustralya'dan kimi yeni Zelanda'dan Anzak
gemiler dolusu asker
her biri niye geldiğinden habersiz
Gelibolu'nun oya gibi koylarından şizarak
tırmanmışlardı dağa bayıra
siper siper yara gibi yarılan toprak
mezar olmuştu savaş ardından onlara.
Kiminin BURADA YATTIĞI SANILIR
Kiminin ADI BİLİNSE DE MEZARI BİLİNMEZ
kiminin de mezar taşında
on altı on yedi on sekiz yaşında
EBEDİ İSTİRAHATE ÇEKİLDİĞİ yazılı.
Çanakkale topraklarında,
her birinin erken biten yaşam öyküsü
eski yazıtlar gibi taşlara böyle kazılı.
"Anlamaz mıyım" dedi "halinizden kardeşler"
adına yazılı taşı bile olmayan asker
Anadolulu Mehmet
"ben de yüzyıllarca yaban ellerde
neyin uğruna bilmeden can vermişim
kendi yurdum uğruna can vermenin tadına
ilk kez Çanakkale'de ermişim.
Uğrunda can verdikce vatandı ancak
ekip biçtiğim padişah mülkü toprak
değil mi ki sizler alamasanız bile
bu topraklar almış sizi sizleri basmış bağrına
sizlere de vatan sayılır artık Çanakkale.

Çanakkale'de toprağının
üstü cennet altı mezar
kavga bitmiş mezarlarda
kaynaş olmuş yiten canlar.

Bir garip savaştı Çanakkale savaşı
kızıştıkça kızgınlığı dindiren
ara verildikçe ateşe
düşmanı kardeşe
döndüren bir savaştı.
Kıyasıya bir savaştı
ama saygı üreten bir savaş
yaklaştıkça birbirine
karşılıklı siperler
gönüller de yakınlaştı
düştükçe vuruşanlar toprağa
dostlar gibi kaynaştı.

Savaş bitti.
Ölenler kaldı sağlar gitti
köylü köyüne döndü evli evine
kır çiçekleri geldiler akın akın
çekilen askerlerin yerine
yaban gülleri, dağ laleleri, papatyalar,
kilim kilim yayıldılar toprağa.
Siper siper
toprağın savaş yaralarını örttüler
koyunlar koruganları yuva yaptı kendine
kuşlar döndü gökyüzüne kurşunların yerine.
Çiçeğiyle yemişiyle yeşiliyle
silah yerine saban tutan elleriyle
geri aldı savaş alanlarını doğa
can geldi toprağa silindikçe kan izleri.
Yeryüzünde cennet oldu öylece
o cehennem savaş yeri
şimdi Çanakkale Gelibolu
bahçe bahçe, ülke ülke
mezar dolu.

Üstü cennet altı mezar
Çanakkale toprağının
kavga bitmiş mezarlarda
kaynaş olmuş yiten canlar.

Huzur içinde uyusun
vuruştukları toprakta
kavgadan kinden uzakta
yanyana dostça yatanlar.

Bülent Ecevit

Yukarı

 

 Biraz Gülümseyin




Maskeli Balo
Çizen: Hüseyin Alparslan

Yukarı

 

 Kıraathane Panosu


İstanbul için Son Hava Durumu
Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü
Ankara için Son Hava Durumu
Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü
İzmir için Son Hava Durumu
Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü
Kaynak: http://www.meteor.gov.tr

Yukarı

 

Akın Ceylan

 İşe Yarar Kısayollar


  Şef Garson : Akın Ceylan

Hafta sonu gazete eki bulmacalarında rastladığımız türden bir bulmaca. Bir çeşit kelime avı bulmacası, denemek için http://www.fisheries.nsw.gov.au/kids/fun/fun-games-shark-word.htm kısayolunu tıklayabilirsiniz.

Mp3 konusunda yeni farkettiğim bir siteyi tavsiye edeceğim http://www.mp3int.com/tur/ Arşivleri hiç fena değil. İncelemenizde fayda var. Hatta tavsiye ettikleri bazı web sayfaları da gerçekten görülmeye değer.

Flash animasyonlar ve flash oyunlar konusunda kendine özgü tarzıyla başarılı bir web sayfası http://www.miniclip.com/Homepage.htm Hatta bilgisayarınıza indirebileceğiniz özel formatı bile mevcut. İyi eğlenceler.

...Kan dökmekten bıkmayan zalim Ares'in gocukları da tıpkı kendisi gibiydiler. Bunlardan en yamanı Kyknos idi. Bu genç haydut dap başlarında gezer, yolları keser, önüne çıkan yolcuları soyup soğana çevirir sonra kim olursa olsun hiç acımadan vahşice öldörördö. Vahşiliğini daha da öteye götürüp öldürdüğü insanların kafatasından babası Ares için bir mabet yapmıştı... Bu tarz hikayelerden hoşlananlar için http://www.masal.sehri.com/

Yukarı

 

 Damak tadınıza uygun kahveler


Hide Folders™ XP [973 KB] WindowsXP Deneme (24,50$)
http://www.fspro.net/download/hfxp.zip
Özellikle işyerlerinde kullandığımız bilgisayarlarımızda güvenlik çok önemli biliyorsunuz. Hele bir de meraklı gözlerden saklamak istediğiniz dosya ve klasörleriniz varsa işiniz daha da güç. İşte bu program dilediğiniz klasörü görünmez yapabildiği gibi, şifre koruması da ekleyebiliyor. Saklambaç oynamak zorunda olan tüm kullanıcılara tavsiye olunur:-))

Yukarı





Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



SON BASKI (HTML)

KAHVE YANINDA DERGi

Hoşgeldiniz
Arşivimiz
Yazarlarımız
Manilerimiz
E-Kart Servisi
Sizden Yorumlar
KÜTÜPHANE
SANAT GALERiSi
Medya
İletişim
Reklam
Gizlilik İlkeleri
Kim Bu Editör?
SON BASKI (HTML)
YILDIZ FALI
DÜNÜN
ŞARKILARI





ÖZEL DOSYALAR

ATA'MA MEKTUBUM VAR
Milenyumun Mandalı
Café d'Istanbul
KIRKYAMA
KIRK1YAMA
KIRK2YAMA
KIRK3YAMA
ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
Teröre Lanet!
Kek Tarifleri
Gezi Yazıları
Google
Web KM













Fincan almak ister misiniz?
http://kmarsiv.com/sayilar/20050318.asp
ISSN: 1303-8923
18 Mart 2005 - ©2002/05-kmarsiv.com
istanbullife.com