|
|
|
22 Mart 2005 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Hafıza-i beşer bazen gevşer!.. |
Merhabalar,
Sizi bilmem ama ben bütün gün sizinle konuşuyorum. Kendimle kaldığım her yerde, banyoda, göz kapaklarımı seyrederken, arabada hep sizinle dertleşiyorum. Kelimeleri ardarda diziyor, beğenmeyip bozuyor tekrar diziyorum. Bunu dersem, onu derler, şundan biraz eklesem tadı kaçar diye kendi kendime konuşuyorum. 4 kere memleket kurtarıyor 5 kere hükümet düşürüyorum. Ulusal bir televizyon kanalında Anchorman oluyorum. Haber okuyup üstüne cila çekiyorum. Anlatıyor da anlatıyorum. Gelin görün ki gece oluyor, şu ekranın başına oturuyorum, o birbirine yakışan yüzlerce kelime yerini "hıııı" "hooooo" "haaaa" lara bırakıp çekip gidiyor. Gündüz sövdüklerimle can ciğer kuzu sarması, dost bildiklerimle yedi kat yabancı oluveriyorum. Balıktan geçtim, kurbağa hafızasından bile nasibimi almamışım. Unutuyorum, öyle böyle değil herşeyi unutuyorum. Yooo yaşlılıktan değil, benimkisi hard diski optimum kullanma içgüdüsü. Gereksiz herşeyi siliyor, yerine yenilerini gerektiği sürece koyuyor, sonra atıyorum. Durun şimdi ama, olmadı ki, öyleyse günboyu kurduğum cümleler hep yalan mı? Yoksa herbiri içiboş birer kedi ayağı mı? Bakın mesela, günboyu size mutlaka söylemem gerek diye beynime dövme yaptığım birşey vardı, unuttum. Vallahi de billahi de unuttum. Bakmayın öyle dışarıdan salak göründüğüme. Bunu birde tersten düşünün. Unutulmaması gerekenleri unuturken, unutulması gerekenleri de unutuyorum. Kızgınlıkla söylenmiş kelimeleri, çıkar çıkmaz pişman olunan cümleleri, hepsini unutuyorum. Güzel değil mi? Kin yok, düşmanlık yok, intikam yok. Buyrun alın benden üçer beşer. Ben gibisi her eve lazım kuzum. Sonra üzülürsünüz, benden söylemesi. ( Not: Yukarıdaki paragraf, lüzumu üzerine aniden klavyeden dökülmüştür. Editör burada kendine salak derken aslında böbür böbür böbürlenmektedir. )
Dün dediklerime bir ek açıklama yapma ihtiyacı doğdu. On-Line Alışveriş imkanı tanıyalım diye Buybye.com'la anlaşma yaptığımızı söylerken Abonet'le ilişkimizin kesildiği yolunda bir anlam çıkmış sanırım. Oysa bu haber külliyen yalan olup, tüm uzun vadeli abonelik işlemleri hala Abonet tarafından yürütülmektedir. Buybye.com da sadece tek sayılık sipariş verilebilmektedir. Keyfiyeti ilgililere önemle duyurulur.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
|
KIRK1YAMA HİKAYELERİ LODOS |
|
2 Mart 2001/ İstanbul
Selin korkmuştu. Cem, köpeği biraz uzaklaştırdı.
Selin Cem'in sözlerinden mi korkmuştu, yoksa köpekten mi? Cem, Selin'in gözleri ile buluştu. Cevaplarını oradan alacağını biliyordu. Ürkerek baktı Selin'in gözlerine... Gözler duyguları yansıtmıyor mu? Kelimelerle anlatılan, bakışlarla desteklenmez mi? Öyle değil mi? Aynı şeyleri söylüyorlarsa iyi de, ya değilse?
Selin, konuşmalıydı, bir şeyler söylemeliydi, korktuğu köpek değildi ki? Düşünecek vakit yoktu, birşeyler söylenmeliydi. Hadi hadi.... "Sevmem köpekleri hem de hiç! Kedileri severim ben. Daha onurlu gelirler bana. Zorla sevdiremezsin kendini, zorla da sevemezsin. Sevgi için yalvarmaya ihtiyaç yoktur. İstiyorsa yanındadır, istemiyorsa zaten tutamazsın. Sen onu sevesin diye çaba göstermez boş yere. Sevmem köpekleri..."
Buz gibi bir rüzgar esti. Esen rüzgar mıydı? İkisi de bilemedi...
Cem şaşkın şaşkın bakındı. Selin de şaşkındı, bu cümleler onun muydu? Evet, tabii ki onundu, ama ağzından nasıl çıkmıştı? Onu kırmak, hele hele yaralamak hiç istemiyordu ki. Ancak duygunun; mantığı, aklı yoktu işte. Olsaydı adı duygu olmazdı.... Duyguların aklı olsaydı daha kolay olmaz mıydı her şey? Çözümlenirdi...
Cem ısrarla Selin'in gözlerini yakalamaya çalıştı. Israrla, inatla. Selin, kaçırabildiği kadar kaçırdı gözlerini. Ne yazık ki engelleyemediği duyguları gözlerinden bakıyordu gerçeğe.
Köpek hissetti. Anlamıyordu bu insanları! Karmaşık yapıları vardı işte. Kocamandılar, akıllı ve herşeye muktedirdiler... De, duyguları zayıflatıyordu onları; karmaşık duygular. Huzursuz oldu. Gitmek en iyisi... Git sıcak bir kuytu bul, hele bir de şanslı isen bir parça kemik...
Yan yana iki insanın uzak olması ne korkutucudur! Elleri buz kesti. Midelerinde anlatılmaz bir yumruk darbesi. Dilleri kuru, bedenleri soğuk. Cem ilerledi, sarıldı Selin'e... Sağ kolu dolandı narin bedenine, çekti sağ yanına doğru, sımsıkı. "Buradayım, seninleyim, hırçınca çırpınsan da yanındayım, buradayım... Yanındayım... Hadi sokul bana..."
Üzgündü Selin... Yine yapmıştı işte... Mantığın süzgecinden geçmeden öylesine söylemişti sözlerini. Hayvan sevgisi, sevilecek hayvan tercihi görünen konu... Öyle olmamıştı işte. Gidip dokunmuştu en derine...
Derinde, en derinde gördü kendini. Kendi içinde bir yerde kim vardı? Seslendi, beklemediği bir ses cevap verdi. Ürperdi. Anneannesi hep demez miydi; "Kızım, istediğine değil, seni sevene varacaksın" diye. İşte karşısında onunla birlikte onun için ağlayan bir adam... Yüreğinin tüm odalarında kendisini görebildiği bir adam. Yağmurun altında onunla beraber yürüyen; rakı içerken gözlerinin içine, ta derinine giren; en derin hayallerini paylaştıkları bir adam... Bir beden... Kendisini seven... Hem de karşılıksız seven... Karşılıksız... Seven... Anneannesi bağırdı kafasının içinden bir yerden; "Yapma kızım, yapma deli kız. Harcama yüreğini..."
Cem anlayamıyordu... Annesi ile babası geldi o an aklına. Bir ömür sevmişlerdi birbirlerini. Babası annesine kızar, bağırır çağırır, sonra da gider alırdı gülpembesinin kalbini geri. Zaman zaman Cem'i dizlerine alır, büyük bir adamla konuşur gibi anlatırdı. 'Sevgi' derdi, 'oğlum büyük nimettir'. Her şey değişir, değişmeyen tek şey sevgindir. Bak Gülpembe'me, ilk gördüğüm an sevdim onu... Ölene kadar da seveceğim. Ölümün ayırmaması için yalvarıyorum geceleri. Öylesine sevdim ki anacığını, onu bırakıp gitmektense onunla gitmek isterim ölüme. Sen de öyle sev. Öyle sev ki, herşey gitse de yüreğinden gitmeyen bir o kalsın.
Babasının sözleri deldi, geçti yüreğini... Öylesine seviyordu ki, bitmiş bir aşkın anısını da paylaşmaya razı idi. Değer miydi peki, bunca şeye? Çığlık attı yüreği, "Değer!" dedi. "Değer, sevmeye devam et hadi!".
Sarılmış duruyorlardı yolun kenarında... Köpeğin uzaklaşmasını seyrettiler. Köpek ilerledi, yavaşladı, geriye döndü, onlara baktı. Yok, yok, anlamadı yine bu insanları. Birbirlerine sıkı sıkı sarılmış iki insan, ama aralarından koşarak geçebileceği kadar büyük bir boşluk... Anlamadı, sıkıldı. İlerledi...
Cem'in bedeninden Selin'in bedenine sürekli mesajlar gönderiliyordu. 'Gitme kal yanımda', 'uzaklaşma', 'fırsat ver bana'. 'Fırsat ver'... Selin sessiz durdu önce. Kıpırdandı yavaşça. Kelimelere dökülmeyen, dil tarafından seslendirilmeyen duyguları almıştı ruhuna. Kıpırdandı... Doğru değildi ki. Yaptığı dürüstçe değildi. Seni seveni, sadece seni sevdiği ve senin isteklerini verdiği için yanında tutmak doğru değildi.
Hafifçe uzaklaştı, yüreğinden geçeni söyleyemese de, gösterebilirdi. Ellerini Cem'in ellerinin içine koydu. Buz gibi elleri, sıcacık güçlü ellerin içinde eridi. Gözleri Cem'in gözlerinde yer buldu. İlerledi. Kalbine, ruhunun en derinine erişti. Kelimeler sese dönüşmeden "İzin ver" dedi. "İzin ver gideyim. Gidip, ruhuma izin vereyim. Sevgini tüketmeme izin vermeyeceğim. Sen versen de, ben vermeyeceğim. Eğer yanında isem; seni senle paylaşmak için geleceğim. Senin beni yaşaman için değil, birlikte olmak için geleceğim. Beni yaşamak için değil, bizi yaşamak için geri geleceğim... "
Selin uzun uzun baktı Cem'e. Yavaşça çekti ellerini... Bir iki adım attı. Durdu. Geri döndü. Cem'in gözlerini buldu.
- Beni eve bırakırken sorduğun soruyu hatırlıyor musun?
- ...
- Hani eve gidince bana aynada kendime bir şey söylememi istemiştin... Hatırladın değil mi?
- Hatırladım mı? ... Ne diyorsun sen... Aylardır cevabını bekliyorum. Senden her ayrıldığımda, "Bugün de cevap vermedi" diyorum... Hatırlamak mı?
Kırgındı, bir de üstüne kızgın. Neye kırgındı? Selin'in söylemediklerine mi? Hiç bahsetmemesi gerekenlere mi? Köpeğe mi? Yanlarından hızla geçip giden arabaya mı? Aniden lodos sonrası bastıran yağmura mı? Yoksa Selin'in onca seslendirilmemiş söylediklerine mi; durup aniden her gün merak ettiği soruyu hatırlayıp hatırlamadığının sorulmasına mı? Yoksa, yoksa sevdiğinin kendisini bırakıp gidişine mi? Buğulandı gözleri... Sesi çatallaştı. Elleri soğudu. Midesine ikinci darbeyi attıklarını hissetti.
İlk Selin, kızgınlığı da, kırgınlığı da hissetti. Bu kızgınlık ne seslendirilmemiş sözlerdi, ne giden köpek, ne hızla geçen araba, ne de aniden basan yağmur.
- Tamam işte. Sorunun cevabını aldım ben...
Durdu. Söylediklerinin ulaşıp, ulaşmadığını kontrol etti. Hava gittikçe daha çok esmeye, yağmur sanki daha çok yağmaya başlamıştı. Soğumuştu hava. Lodos sonrası.... Kırgınlığın arkası...
- Aldın mı cevabını?
Gülümsemeye çalıştı. "Adam gibi adam ol" dedi babası derinlerden. Annesi kesti sözünü. "Korkma oğlum. Sevginin acıtmasına da izin ver. Bu acıyı hiç bilemeyen var."
- E hadi, söylesene aldın mı cevabını?
- Hemen cevap vermedi bana. Her gün senden ayrıldıktan sonra sordum sorumu. Bekledim cevabımı. Bazen baktı bana bön bön. Bazen gözlerini kaçırdı benden. Bazen de döndü arkasını... Bazen...
Sustu yine. İyice ıslanmıştı. İyice üşümüştü. Teninin soğuktan buz kestiğini, saçlarının ucundan akan yağmur damlalarını hissetti. Neden? Neden konuşulacaklar hep ayrılırken söylenirdi? Neden konuşulacaklar doğru yerlerde değil de, kapı önlerinde, minibüs duraklarında, tam ayrılırken anlatılırdı? Söyleyip hemen kaçmak daha mı kolaydı? Söyleyip uzaklaşmak...
- E hadi. Dolandırma lafı. Uzatma. Anlamıyorum siz kadınları. Söyleceklerinizi neden doğrudan söylemezsiniz ki... Üşüdün hadi... Ne dedi aynadaki?
Arkası Yarın
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 15 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
İstakozun Kabarcığı Ve Çam Fıstığı
Bir dalış klübünün kursiyerleri Yassıada yakınlarında ihtiyar bir ıstakoza rastladılar ve onu fotoğraf makineleriyle avladılar. Bu sadece onlar için değil bütün insanlık için şaşırtıcı bir durumdu. Çünkü bu sularda ben diyeyim yirmi siz deyin kırk yıldır ıstakoz görülmemişti. Gazeteler ihtiyar ıstakozun fotoğrafını yayınladılar; ileri doğru uzattığı duyargaları akıntıyla dalgalanıyor, görmüş geçirmiş kıskaçları gövdesinden bir karış ilerde, kumun üstünde asimetrik bir sükunetle yatıyor ama "yaklaşanı yakarım" diye de nara atıyordu. Fotoğrafta çok yakışıklı çıkmıştı.
İhtiyar ıstakozun iki üç mil kadar uzağında bir klübede Turan Usta yaşıyordu. Buraya yolu düşen fotoğraf meraklıları, Turan Usta'nın her zaman üç beş günlük sakallı, kırış kırış ince uzun suratını, heybetli burnuna ve içeri kaçmış masmavi gözlerini güneşten saklayan fırça kaşlarına iyice yaklaşarak senede birkaç defa mutlaka avlıyordu. Turan Usta'nın klübesi, sandalları, iskelesi hatta ipe serdiği kiralık mayoları bile sık sık av oluyordu fotoğraf meraklılarına.
Ona ihtiyar demek istemiyorum ama Turan Usta buralara geldiğinde fotojenik ıstakoz daha annesinin bacakları arasında yumurtaydı. Turan Usta'ya ihtiyar demek istemediğim gibi ihtiyar ıstakozu da "senin yaşadıkların benim yaşadıklarım yanında hiç kalır" demek istediklerimize karşı kullandığımız "portakalda vitamin" metaforunun pespayeliğiyle muhatap etmek istemiyorum. Ama demek istiyorum ki Turan Usta bu adaya geleli kırk elli yıl kadar olmuştu. Kadın olma ihtimaline karşı ihtiyar istakozun yaşını böylece söylemedikten sonra gelelim her ikisine de orada varoldukları ilk günden beri tepeden bakan fıstık çamına.
Bu fıstık çamı yüzünü açık denize döndüğünde sağına bakarsa ihtiyar ıstakozun, soluna bakarsa Turan Usta'nın yaşadığı adayı görüyordu. Kendi adasının en yükseğindeydi.
Onlarla ilk karşılaştığında henüz fidanlıktan delikanlılığa doğru ilerliyordu. Bundan bir on yıl kadar önce de, tam yok olmak üzereyken tamamen şans eseri başlamıştı ağaç olmaya. Kocaman annesinin üst dallarından birinde bir kozalağın içindeydi önce. Kozalak olgunlaştı, olgunlaştıkça ağırlaştı ve kendisini koca çama yani hayata bağlayan sap artık onu taşıyamaz hale geldi. Bir gün sert bir rüzgar kozalağı hayattan kopardı. Rüzgar o kadar sert esiyor, yapraklar öyle savruluyor, dallar birbirine öyle bir vuruyor, koca koca gövdeler öyle sallanıyordu ki; değil olgunlar, genç kozalaklar bile patır patır yerlere dökülüyordu. Ama bizim kozalak yere düşmedi. Tuhaf bir rastlantı onu, oradan oraya savrulup duran dallar arasında bir çatala sıkıştırdı. Hayattan kopmuş ama yere düşmemiş, yüksekte kalmıştı.
Kaldığı yerde de kurumaya başladı. Kurudukça içindeki fıstıkların üstünü sıkı sıkı örten zırh önce çatlamaya, sonra da açılmaya başladı. Zırhı oluşturan küçük kapakçıklar iyice açılınca kozalağın her bir odasının içinden birer fıstık çıktı. Bu fıstıkların sağlam kabukları vardı. Odalarında, kozalağın onlar için hazırladığı ortopedik yataklarda yatıyorlardı. Ancak kuruma devam ediyordu ve hem kozalağın, hem de fıstıkların yapısal özellikleri farklılaşıyordu. Her bir fıstığın beden ölçüsüne göre özel olarak yapılmış yataklar bollaşmaya başladı.
Bizim hikayenin çamının fıstığı da bir öğle vakti yatağından düşüverdi. Aşağı doğru inerken yeşil iğne yapraklar, ince, esnek, yeşilimsi uç dallar, uzunlu kısalı kalın kollar, görkemli gövdeler gördü. Bir de sonsuz maviliği gördü ağaç denizinin arasından. Fırtınada kozalağın içinde savrulduktan sonra bu onun yaptığı ilk yolculuktu. Yere doğru yaklaşırken rüzgarın yüzüne çarpmasına şaşırdı. Bu güne kadar hep rüzgar ona gelmişti, şimdi ise hayatında ilk ve son olarak o rüzgara gidiyordu.
Böylece uzun süre düştü, düştü, düştü... Ve en sonunda kendi kabuğundan çok daha sert bir taşa çarptı. Bu öyle bir çarpmaydı ki, kabuğun içindeki narin gövde duvardan duvara defalarca savruldu. Dışarıdan ise "çıt" diye bir ses duyuldu. Sonsuz maviliğin içindeki bütün balıkçılar, bütün balıklar, ıstakozlar ve martılar sesin geldiği yere baktılar. Fıstığın kabuğu çatlamıştı.
Bir big bang daha yaşıyordu evren milyarlarca yıl sonra ve kim bilir kaç milyarıncı defa.
Fıstık, taşın üstünden fırlayıp yeniden yere düştüğünde bu defa toprağın üstündeydi. Şimdi ne olacak diye beklerken, dört ayaklı, çok büyük bir yaratık dolaşmaya başladı etrafında. Yaratık onunla ilgilenmiyordu. Toprağı, ağaçların gövdesini, taşları kokluyordu sürekli. Sonunda bir yer beğenip oraya kakasını yaptı. Ve adeti olduğu üzere işi bittikten sonra arka ayaklarını yere sert sert sürttürerek hiç farkında olmadan bizim fıstığın üstüne bir tutam toprak attı.
Yağmurlar denk düştü, önce minik bir ot, sonra küçük bir çiçek oldu. Minicikti, küçücük oldu çok narin, çok çok korumasızdı. Ama kimseler ona dokunmadı, kimse üstene basmadı, hiçbir kuş, hiçbir dört ayaklı ve hiçbir insan yanına yaklaşmadı. Büyük "çıt"lamayı takip eden birkaç kış boyunca şiddetli bir don olmadı. Ve daha bunun gibi bir çok olağanüstü olay birbirini izledi. Böylece fıstık çamı, Turan Usta'nın oralara geldiği güne ve İhtiyar Istakoz'un doğduğu zamana kadar geldi. Artık esebilecek her rüzgara, buraları üşütebilecek her soğuğa dayanacak, kuzuya, kurda, kuşa pabuç bırakmayacak kadar güçlüydü.
Turan Usta, ihtiyar ıstakoz ve tepedeki fıstık çamının yolları paylaştıkları küçük coğrafya parçasında sık sık kesişti. Bazen bir rüzgar çam ağacından aldığı tozları ıstakozun yaşadığı sulara taşıdı, bazen Turan Usta fıstık çamının gölgesinde soluklandı. Ama ıstakoz ve Turan bir kaç defa bizzat göz göze geldiler. Nitekim son göz göze gelişlerinden sonradır ki, ıstakoz Turan'ın klübesinin bulunduğu Çamlimanı'ndan uzaklaşmaya karar verdi.
Ama uzaklaşa uzaklaşa varabildiği yer Yassıada oldu. Aslında bu ıstakoz takımı öyle pek denizdeki kirlenmeden falan etkilenecek canlılar değildi. Turan Usta bıraksa Marmara'nın koynunda yaşardı bunlar. Denizin karafatmaları gibiydiler. Kirlilik pek çok türü yok eder ya da göçe zorlarken gidecek yeri olmayan ıstakozlar direnirdi.
Direneceklerdi de. Gelgelelim denizde yemek çeşitleri giderek azalıyordu. Yemek yiyebilmek için kayalıklardaki güvenli evlerinin dışında daha çok vakit geçirmeleri gerekiyordu. Ve yemek aramak için evinden ayrılan bir çok ıstakoz bir daha geri dönmüyordu.
Turan Usta o günleri, "bir zamanlar bu Çamlimanı'nda her taşın altından ıstakoz çıkardı" diye anlatıyor şimdi torunlarına. Her taşın altında ıstakoz var ya, bu da yaşlı-genç, çoluk çocuk demeden yakalayabildiği her ıstakozu yakalayıp atmış o zamanlar kayığının livarına. Birkaç tane uyanık kaçıp canını kurtarabilmiş Çamlimanı soykırımından.
Çamlimanı'nda ıstakoz kalmayınca bu defa bir algarna bağlamış kayığının arkasına. Onunla denizin dibini taramaya başlamış her allahın günü. İşte o sağa sola kaçışan ıstakozları da böyle toplamış denizden. Bir iki tane ıstakoz uğruna ne yengeç deliği bırakmış ne balık yuvası denizin dibinde. Oralarda yaşayan bütün mahlukatın evini barkını başına yıkmakta da bir sakınca görmemiş. Daha doğrusu böyle bir sakıncayı aklına bile getirmemiş.
Fıstık çamı gelişip serpilirken ve etrafında akıl almaz mucizeler birbirini izlemeye devam ederken bir gün artık rahat rahat görebildiği denizde minik hava kabarcıkları farketmiş. Ve bunların bir ıstakozun kabarcıkları olduğunu hemen anlamış. Istakozun göçüymüş bu gördüğü. Yassıada'ya kadar, yeni evine kadar takip etmiş fıstık çamı ıstakozu. O yeni yerine varıncaya kadar üstünden yüzlerce defa Turan Usta geçmiş. Sağından solundan, önünden arkasından onlarca defa taranmış denizin dibi Turan Usta'nın algarnalarıyla. Ve bir mucize daha gerçekleşmiş fıstık çamının gözleri önünde. Genç bir ıstakoz Çamlimanı'ndan Yassıada'ya başına hiçbir şey gelmeden ulaşmış.
Istakoz, mercan, barbun, tekir, kırlangıç hepsi uzaklaşmış zamanla Çamlimanı'ndan. Sonunda Turan Usta kayığıyla baş başa kalakalmış klübesinin önünde. Herkes gitmiş ama onun gidecek başka yeri, yaşayacak başka hayatı yokmuş. Denize baka baka, geçmişi hayal ede ede, uzun yıllar geçirmiş kayığıyla birlikte, klübesinin önünde.
Yakınlarda bir zamanda, sıcak bir yaz sabahında, çoluk çocuk yedi sekiz kişi geldi iskelesine. Elleri kolları torbalar, çantalar ve bidonlarla dolu.
"Usta bizi Burgazada'ya atar mısın?" dediler.
Pazarlıkta anlaştılar, Turan Usta'nın kayığına doluştular. Birisi cep telefonuna sarıldı, makinenin pat patları arasında bağıra çağıra Burgazada'daki arkadaşıyla konuşmaya başladı:
- Lan olum biz bi kayık bulduk geliyoz oraya.
- .................
- İyi ki aradınız lan. Burası dandikti lan zaten. Orda nereye gelelim biz?
- .................
- Bişey alalım mı lan gelirken?
- .................
- Kaç şişe var ki olm sizde?
- .................
- Taam lan taam iki büyük daha alırız biz gelirken.
- .................
- Sigara migara yeter mi olm? Sonra tırmalamayalım oralarda..
- .................
- Taam lan işte yarım saat bir saat sonra ordayız biz. Siz mangalı yakın.
- .................
- Nee? Lan olum pikniğe gidiyonuz mangalınız yok. Oha lan.
- .................
- İyi iyi biz geliyoz işte.
On dakikada vardılar Burgaz'a. İki tekne arasında bir boşluk bulup, rıhtıma baştan kara yanaştı Turan Usta. Piknikçiler eşyalarıyla, torbalarıyla teker teker atladılar karaya. Ama en hayati parçayı unutmuşlardı kayıkta. Neyse ki hemen fark etti içlerinden biri. "Aman ustam" dedi, "mangalı unutmuşuz kayığın arkasında uzatıversene bi zahmet.." Turan Usta gazete kağıtlarına sarılı mangalı alıp rıhtımdaki adama götürürken çok uzun yılların ardından onunla bir kez daha gözgöze geldi. Mangalı saran renkli gazete kağıdından uzun zamandır ortalarda görünmeyen eski bir tanıdık bakıyordu. Onun nerede olduğunu, gazeteye neden düştüğünü çok merak etti. Yıllar geçmişti son karşılaşmalarının üstünden. Daha torunların hiç biri doğmamıştı. Kayığın orta yerinde eski tanıdığının resmine bakakaldı. Mangalı biraz daha gözlerine yaklaştırıp resmin altındaki yazıları okumaya çalıştığı sırada, rıhtımdaki adam seslendi, "Hop ustam, amma daldırdın ha. Hadi ver şu mangalı da gidelim. Zaten geç kaldık."
Akşamüstü klübenin önünde oturuyordu Turan Usta. Yüzü denize dönüktü. Kiradaki köhne sandallar birer birer dönüyordu iskeleye. Koydaki motor botlar, motor yatlar, yelkenliler demirlerini toplayıp yavaş yavaş İstanbul'a yollanıyordu. Çam dallarına kurulan salıncaklar sökülüyor, yerlere yayılan örtüler, kilimler, halılar toplanıyor, çilekeş piknikçiler bundan sonra işlerine yaramayacak her şeylerini arkalarında bırakıp, sanatoryum yokuşunun köşesinde gözden kayboluyorlardı üçer beşer kişilik gruplar halinde. Çamlimanı boşalıyordu.
Sıcak bir rüzgar esti birden. Yüzlerce martı dönmeye başladı gökyüzünde. Adanın köpekleri havladılar hep bir ağızdan. Gelip geçen faytonların atları huysuzlandılar. Çamlimanı'nın bütün ağaçları sıcak rüzgarın önünde yerlere kadar eğildiler. Sonra rüzgar değil ama sıcak daha da arttı. Ayağa kalktı Turan Usta, sıcağın geldiği tepelere doğru baktı.
Tam ters yönden; sanatoryumun olduğu yokuştan bir fayton indi. Atlar, klübenin olduğu düzlükten Burgaz tarafındaki tepelere doğru yürümek istemedi. Faytoncu hayvanları kamçılarken Turan Usta, "Ne oluyor o yanda?" diye bağırdı adama. "Burgaz yanıyo be" dedi faytoncu, "Haberin yok mu?"
İskeleye koştu, kayığa atladı makineyi çalıştırıp tam yol verdi koyun çıkışına doğru. İki dakika sonra gözleriyle gördü felaketi. Ölümü hissetti. Burgaz'ın bütün sincapları, gelincikleri, fareleri denize doğru koşuyor, yılanlar, karıncalar, böcekler toprağın girebildikleri kadar derinine girmeye çalışıyor, belki bir asırdır içinde yaşadıkları evler görmüş geçirmiş kaplumbağaları felaketten koruyamıyordu.
İğne yapraklar hemen küle dönüşüyor, yanan dallar kırılıyor, kalın gövdeler simsiyah, kozalaklar nar gibiydi. Fıstıklar kozalakları ilk defa bu kadar hızlı terk ediyor, kimi yanarak, kimi dumanlar saçarak gidebildikleri kadar uzağa gitmeye çalışıyorlardı.
Denizin üstünde her şey durmuş kalmıştı. Bütün başlar Burgaz'a çevrilmiş. Bütün gözler ağlıyor, gökyüzünden kül yağıyordu. Turan Usta da denizin ortasında Burgaz'a doğru bakakaldı. Kar, yağmur, serpinti, dolu, dalga, fırtına; kayığının üstüne bugüne kadar her şey yağmıştı. İlk defa kül yağıyordu.
Bir ara "çıt" diye bir ses duydu. Bir fıstık küpeşteden sıçrayıp denize düştü. Batmadı. Önce avucuna aldı, sonra cebine koydu Turan Usta onu.
Bir kağıt parçası geldi sonra gökyüzünden süzülerek. Kayığa kondu. Yine o resmi gördü Turan Usta. Onu yıllar sonra aynı gün ikinci defa görüyordu. Öldüğünü bildiği, ama çok özlediği bir dostu, bir can yoldaşını sanki rüyasında görmüş gibi oldu. Resmin altındaki yazıları okudu bu defa. Bir buğunun ardında mavisi görünmez olan gözlerini Yassıada'ya doğru çevirdi. Suyun üstünde hava kabarcıkları vardı.
Onunla beraber herkes gördü o gün Yassıada'nın açığındaki kabarcıkları. Sonra bu kabarcıklar Burgaz'a doğru yürümeye başladı ıstakoz hızıyla. Denizin üstünde ve içinde başka hiçbir şey kıpırdamadı. Bütün balıklar, bütün kuşlar, insanlar ve ağaçlar onu izledi.
Derya İzbul
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 7 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Beyaz Düşler : Sabiha Rana Şehit Melekler.. |
|
Meğer ben ne mühim bir şeymişim.
Asıl başlayıp da içimde başlayamadığım, zaman içinde asılı kaldı yazmak istediğim..
Üzerine koydu da koydu zamanlar ve mekanlar...
Oturdum yüreğimin bir köşesine aldım kalemi elime, yazmak istemedi kalemim bile..
Kalem yazmasa da göz kalem içinde başladı gördüklerini yazmaya, geliverdi ruhum çırpınarak öyle bir heyecan içinde boğuluyorum sanki boğazın sularında gırtlağım parçalanmış okurken karşı tepede..
ÇANAKKALE GEÇİLMEZ.
Dünya savaş açmış düşlerime, düşlerim kudurmuş düşman güçlerine.
Bir meydan ki ortası deniz, iki yakası dantel gibi süslü, hüznü celladını boğmuş içinde.
Bir Cuma vaktiydi ninemle köy meydanından geçerken, caminin avlusundaki çeşmenin başında aptes alıyordu namaza yetişmek için Çerkez dedem..
RABBİM atıverdi bizi bir kıyıya...
Belki de bir çoban,bir balıkçı alır bizi yurduna..
Önce bir ocağın başına, sonra sığınırız çobanın ağılına..
Anlatır sonra dedem anlamak istediklerimi...
Çıkmasını bilmiyorsan kör kuyuya inme derdi rahmetli dedem..
- Kuyuda ne var? Kim söyleyecek? Kuyudan nasıl çıkılır kim bilecek sorardım..
- Göz var mı? Kuyunun içinde çok şeye cevap var, derdi gülerek..
- Belki kurbanlığız bu meydanda amma! Eşek olmaktan iyidir derdi..
- Rabbimiz yarattıklarına sahip çıkar merak etme sen diye öğütlerdi..
- İçimin ağlaması dinmedi, ninemle hatırlarken dedemin anlattıklarını..
- Dünya devrilir, billah öyle güç verir hissettirir ki büyük ALLAHIM yeri göğü kaldırır yinede teslim etmeyiz ALLAHIN izniyle yurdumuzu ocağımızı düşmana..
- Dedemin kendinden emin sesini duyunca gayret geldi benimde içimden...
- Düşündüm biraz emin olmak gerek düşmanın şerrinden..
Dayanamıyorum yokluğuna, Allah rahmet nurları yağdırsın dedeciğime ve silah arkadaşlarına sızlamaz mı burnumun direği kırılmış zaten içinde..
Canlı cansız bir dünya ki dünya içinde, manasız doğmayacak bir daha, içinde yatan bunca kimse..
Bu dünya o dünya, yakalasak diyorum kaçmadan haince öteki dünya içine..
Şimdi yürüdüğüm bu yollarda zaman aralıklarında sızmıştı hayatın içine belki mutluluk belki hıçkırık kırıntıları, toplamak gerekiyordu onları da,savrulan yapraklar gibi biten mevsimlerin içinden..
Devam et diyordu durmadan içimdeki kadife ses devam et, içim buya soruyordu inatla nereye kadar?
Mevsimleri bitirdim içimde, yeniden doğurmalıyım o zaman, umurum olmamalı belki de doğurmalıyım yeni bir dünya.
Ezanlar seslenmeli minarelerden..
Yeniden doğuyor dünya, haydi yeni dünyaya, haydi yeni dünyaya, son dünya bu diye...
Sevgiler doğuracak zaman içinde bir dünya, bu defa savaşsız sabır ve sebat içinde.
Bir iki adım ötemizdeydi şimdi Çerkez dedem..
Nineme bana gülümsedi elimizdeki dua çiçeklerini bekliyorum başucuma der gibi.
Nenem tutup ellerimden, sanki kendi yüreği de benim ellerimdeymiş gibi, ikimize de sabır öğütledi içinden mırıldandığı dualarıyla..
Dolaşırken iki kıyı boyunda şehitlik karşıladı hep bizi, çok dua ettik, aldığımız her nefese yediğimiz her yuduma içtiğimiz bir yudum suya şükrettik her şehit ruhuyla..
BARIŞ yağdır ALLAHIM dünyamıza...
Uzaklaştıkça adımlarımızdan biz, seslendiler...
Sabır ve barış dünyamıza evlatlarımıza olsun inşallah diye...
Yankılandı durdu bütün koyların koyunlarında yatan ruhlardan...
Tek inandığım, güvendiğim Rabbimin güzelliğine, sevgimle seslenmek istedim...
İç geçirip sorularımın ezikliğiyle, başımı eğip önüme.
- Gitmek istiyorum ALLAHIM bir yer söyle bana diye..
- Ama nereye?
- Bana adı konmamış bir dağ ismi ver,çıkışı olsun, inişi olmasın.. Bir yer söyle,dibi olmasın.
Bir gök söyle altı da çatısı da olmasın..
- ALLAH rızası için bir yer söyle gideyim ama dönmeyeceğim bir yer olsun..
- Yine ağlayayım,yanayım uzak olmayayım buralardan..
Bir de ne göreyim, caminin kapısında dedem beliriverdi yeniden...
- Öyle bir yer biliyorum!
- '' SABIR DAĞI! ''
- Ruhlar var ki berzahtadır..
- Nasıl gidilir oraya?
- Rabbe sığınıp susarak!
- O nadide güzelliğin sırrı, iman ve sabırdır diye öğütledi dedem.
- Yağ sabır, yağ sabır çekerek kıbleye yöneldi, selam verip durdu namazına..
- Aldım beni, çıktım sabır dağına yola..
- Bir durak dinlence gölgelik bir yer bakınıp, ağlayıp sızlıyorum içimin sesiyle didişiyorum..
- Aklımı çalıyorlar, sevgimi süngülüyorlar, hırpalıyorlar dayanamıyorum diye, çırpınıyorum karanlık soğuk sularda..
- Bu seferde sesim seslenmez mi?
- Kim bunlar?
- Sözlerin efendisiyle...
- Söyler misin erenler ereni?
- Yankı yapıyordu dağ sese..
- Kim bunlar? Kim bunlar?
- Meleklerim efendim, şehit Meleklerim.
- Bütün şehitler ayaktaydı..
- İbrahim çavuş? Burada.
- Yahya çavuş? Burada.
- Hasan, Hüseyin çavuşlar? Burada
- Binbaşı Hakkı Emin beyler. Burada
- Miralay Fevzi bey. Burada
KUMANDAN MUSTAFA KEMAL ATATÜRK ve BÜTÜN MEHMETÇİKLER KALBİ DUALARIMIZDA...
- Buradan ne geçerler ne dönerler..
- Düğüm,düğüm boğazımdasın, '' GEÇİLEMEYEN ÇANAKKALEM..'' Bir düş çalıp, söyledim sana içimde...
ÇANAKKALE İÇİNDE AYNALI ÇARŞI, ANNE BEN GİDİYORUM DÜŞMANA KARŞI...
İçimdeki müebbet kustu artık..
Çünkü; Düşman çoktan pişman...
Düşüm titredi içimde, ninemle dedemin koynuna giriverdim..
Sıcacık, sevgi dolu, öyle tatlı uyuyuverdim..
Sabiha Rana http://www.sabiharana.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 10 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Gülümse'nin Dilinden : Gülcan Talay Aşka Veda - DÖNÜŞ |
|
IV. BÖLÜM
Melda için, katlanmak zorunda olduğu uzun bir bekleyişti. En azından yanında olabilse ne iyi olurdu. Amma inatçıydı. O halde bile üzülmesin diye yanında götürmediği gibi, ulaşabileceği bir telefon bile vermemişti. Günlerdir hiçbir yere sığamıyor, daralıyor, sıkılıyordu. Dersleri de iyice asmıştı. Birkaç kez uyarı aldığı müdür beye nedenini anlatmak zorunda kaldığında, izne ayrılması gerektiğini anladı. Bu durumunu fırsat bilen öğrencileri, zaten lise sonda olduklarından dersleri asmaya dünden razı olduklarından sınıfın yarısı boştu. Son sınavını da yapıp, iki hafta sonra kapanacak olan okulundan ayrıldı.
Günler geçti, hala bir ses çıkmadı. Artık Melda hiçbir şeyden keyif almaz, gülümsemez olmuştu. Kimseyle konuşmuyor, paylaşmıyordu. Bu da acısını günden güne bir takvim gibi kalbine kazımasına neden oluyordu. Artık yaz sonu gelmiş, yapraklar bir bir sararmaya çoktan başlamıştı. Eylül ile birlikte içini daha çok kasvet sarmıştı. Sonunda dayanamayıp Amerikan Hastanesindeki Ahmet Beye gidip, İngiltere' deki hastanenin telefonunu almaya karar verdi. Netice kötü bile olsa, böyle eli kolu bağlı beklemekten iyiydi. Tam evden çıkacaktı ki telefonu çaldı.
- Efendim.
- Bayan Melda ile mi görüşüyorum?
- Evet buyurun.
- Sizi Bay Serkan' a bağlıyorum. Lütfen hatta kalın.
- Serkan !?! İnanmıyorum sen... İyi misin? Nasıl meraklandığımı anlatamam. Bugün bir şekilde senden bilgi alabileceğim bir yerlere ulaşmaya çalışacaktım. Çok oldu ve artık korkmaya başlamıştım.
- İyiyim aşkım, çok iyiyim. Komadan çıkmam kolay olmadı. Bu yüzden uzun sürdü. Ama artık gerçekten çok iyiyim. Beni merak etme artık. İki güne kalmaz hastaneden çıkıyorum ve hafta sonuna kadar yanına dönmüş olurum.
- Şükürler olsun Allah' ım. Seni seviyorum Serkan. Dört gözle bekleyeceğim canım. Ailene haber vereyim mi?
- Yok canım. Zaten ameliyatımdan bile haberleri yok. Telaşlandırmayalım geçmiş bir şey için. Sen düğün hazırlıklarına başla. Ben düğüne gelmeleri için onları ararım. Seni çok çok seviyorum... Yaşama sebebimsin benim. Hafta sonu görüşürüz.
Melda sevinçten havaya uçtu telefonla birlikte. Nihayet sonu gelmez sandığı bekleyiş bitmiş ve yeniden gözlerinin içine kadar gülümsemeye başlamıştı. Artık hiçbir şey onu üzemezdi. Sonunda sevdiğinden emin olduğu adamı yeniden geri kazanmıştı. Kaybetseydi kendisini asla affetmeyecekti. Neden duygularını yoklamak için bu kadar gecikmişti ki? Çok önce aşkına karşılık verseydi, kendisinin de çok sevebileceğini geçte olsa anlamıştı.
Uçak havaalanına nazlı nazlı inerken gözleri dolmuştu. Gerçekten geri dönmüştü. Sesini duyduğu halde hala tam olarak olanlara inanamıyordu. Karşısında gördüğünde kesin olarak inanacaktı. Sırf kendisine dönebilmek için kafasındaki o koca tümöre karşı büyük bir savaş vermiş ve kazanmıştı. Aşkın gücü bu olmalıydı. Serkan uçaktan inmiş kendisine koşar adım gelirken, içinden sonsuza kadar onun aşkına layık olmaya çalışacağına dair yemin etti. Hayatında tanıdığı hiç kimse onun kadar buna layık olmadığı halde, boşu boşuna emek vermişti yıllar boyunca. Allah' a bu şansı ona bahşettiği için defalarca şükretti.
Serkan yanına gelir gelmez boynuna atladı. Uzun süre sarılmış olarak orada kaldılar. İkisinin de iki gözünden akan yaşlar sevinç gözyaşından başka bir şey değildi. Nihayet tüm talihsizlikler sona ermiş, yeniden dünyalarına güneş doğmuştu. Serkan bavullarını teslim aldıktan sonra koluna giren biricik aşkı ile arabaya doğru yürüdüler.
- Hala inanamıyorum aşkım. Sana yeniden kavuştuğuma inanamıyorum.
- Bende Serkan. Seni görünce inanırım sanmıştım ama hala bir rüya mı diye sormaktan kendimi alamıyorum. Meğer seni ne çok seviyormuşum. İnan kaybettiğimiz yılları telafi etmek için elimden geleni yapacağım. Ömrümüz sürdükçe.
- Şu andan önemli hiçbir şey yok benim için Melda. Dünü unuttum. İki gün sonra evleniyoruz. Benim için artık sadece seninle geçireceğim yarınlar var.
- Aşkımsın, bir tanemsin benim.
Direksiyonu sağa kırıp yanaştı ve Serkan' a yanaşıp dudaklarına koca bir buse kondurdu. İlk defa öpüştüklerinden olacak ki, ikisi birden kızardı. Sonra Levent' teki evlerine giden yol boyunca kızarmış hallerine gülüşüp durdular.
İki gün sonra gerçekleşen nikah törenlerinde aileleri ile bir grup arkadaşları vardı. Bu mutluluklarını sadece en sevdikleri ile paylaşmak istemişlerdi. Törenden sonra hazırlanmış olan kokteyl için bir süre kaldıktan sonra uçak ile Serkan' ın İngiltere' deki evine gittiler. Bu sayede hem balayı yapacaklar, hem de Serkan buradaki bağlantılarını sonlandıracak işlemleri takip edecekti. Böylelikle aşkını kollarına alıp, onu kendisine armağan eden vatanına dönecekti.
Bitti...
Gülcan Talay
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 5 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
BİR OYUNCUNUN DÜNLÜĞÜ : Bahadır Benli |
Yaralar sarmıştım farklı hüzünlerde...
Mart 2005, yeni bir dün
Yaralar sarmıştım farklı hüzünlerde, adı saklı, kimliği gizli,
Faili meşhur yarınların katilliğini üstleniyordum... Meçhul !
Göz göre göre, yarın katlediyordum,
Oysa kulis duvarlarında kendime kaldığım an demir parmaklıklar yoktu, yalandan da yalan insanlar, kiminin adı yaman, sevdalar kovalıyordu ...
Sonra düşündüm, yamanmış kumaş parçalarımıydık aşkın, sevdanın, hayatın...
Sormadım niye' sini kusura bakmadan, sormadan sorulmadan cevapları hazır depresyonlarda dingin saniyeler , ne güzelmiydi ? Aslın da nede güzeldi çocukça olduğum dakikalar ...
Sevgi' nin bir li takısı aradığı bir gün aşık olmaktan korkar oldum hüzünbaz nisan, adı bu gün gibi bir şey işte bu dünün...
Merhabalar belki de takip sevmez dünlük okuyucularına ilk seslenişim bu, içim de bilinir sanırdım duyguların en karmaşık orta yerinde cümleler gezindiğini derdim,beyaz dünlük sayfalarına dökülür derdim hep giden halinde aniden karışık ama düzeltilirse güzel olmuş denilebilecek kadar güzel...
İnsan niye içinde kileri yazar, içimde duygularımı sakladığım bir kiler var ki bazen bozulmasın dediğim her şeyi orda saklıyorum, yazar bu parağrafta içindekileri melankolik bir dille anlattı kısmını uzun tutuyorum, yada hayatımın kitabı olsa içindekiler kısmını incelerken biz buraları işledik deyip okuma gereği duymayan insanlara inatla aynı konuları işletiyorum, bilmiyorum ama günlüğüme eski aşklar rüyalarda yaşar adlı ünitenin en önemli dünleriyle başlamayı tercih ediyorum? Ondandır yine aşk, yoksa yenisi pek yazılmaz eskisi kıymet bilinir bilirsiniz..
Son sözler de bu kadar olur dedirtecek kadar,yazım yanlışlı tarifi imkansızlığın içinde yazılı cümlelerim var ama benim,yazılısından kaldığım kimi zaman sizlerce, üslubu her hangi birine benzesin kaygısı taşımayan yarınlarım var.
Nisan 14 2000 ( sıcaktı yeteri kadar fazlası alkolün hatırasıydı )
Bu gün
Sıcaktı yeteri kadar fazlası gündüz şarabının hatırasıydı, içimde korkuları gezinen bilmediğim durduk yere sıkılmış bir ben hakimken,bir kırmızı şarabın şurup edasıyla ruhuma hediye ettiği neşeli saatlerin başlangıcıydı...
Buğra ve Tolga (biri cankim diğeri kankim) biliyorum Türk dil kurumu pek hediye sevmez ama idare ediversin işte günlük, bak bu gün bunlar oldu otur oku anla ...
Kapısında kaldım aşkın,oysa anahtarım vardı
Yalnızlığın çilingirine çektirdiğim,zdertlerimiz vardı adı adı hüzünler de böyle hikaye mevsimlerinde rüzgarlara saldığım...
Korkulan zaman gözlerime baktığı AN !!! Susmuyorum, susamışım ona bildiğim, sadece korkuyor ve ürkek bakışlarda saklambaç oynuyorum...
Kapısın da kaldım aşkın
Çok çaldım, açan O, olmadı
Uzak bir yarın Yakın bir günde sana aşık olabilirmiyim? Bilmiyorum ama insanın sana aşık olmak için izin isteyesi geliyor...
Oysa bu gün anlatacaktım ona her şeyi, yarım kalmış henüz olmamış ama büyüyen, önü ardı arkası gelmeyen bir masalın kahramanı olduğunu... Yapamadım,yapamadım be günlük anlatamadım rüyalarımı,uzak bir yere giderken sevda,arkasından cümleler koşsun istemedim, bari cümleler bize kalsın...
Deli kanlı kıvamın da mahalle abisi edasıyla kafa salladım ne derse ? Biliyorum haklısın öyle anlaşmamıştık söyleyecektim ona her şeyi,"ama yapamadık,"tolgayla buğranın da canını sıktık ama sonrasında akşamı da geldi bu günün ? Ne mi oldu ? Sende hiç bir şeyi bilmiyorsun be oğlum,"daha ne olsun saklambaç oynadık, harikaydı çocukluğuma yakın,"büyüdüğüm tarihe bir hayli uzak, evet birasına saklambaç oynadık, ebe olan sobeleyene bira ısmarlar,"ee tabi haliyle cankurtaran otomatikman Birakurtaran oluverdi ...
Güzeldi anılması gereken bir gün kadar güzel di günlük,iyi ki sen varsın bu arada sana da kalem dayandıramıyoruz nedir bu yazılma telaşın, aslında benimle konuşuyorsun ya o hoşuma gidiyor, yalnız bir huyun olmuyor, ne zaman kafam iyi olsa benimle konuşmayı tercih ediyorsun... ( bir de sana yazdığım yazı metnini bilgisayara gösterdiğimde yazdıklarımızın hepsinin altını kırmızı çiziveriyor, önemsiyor oğlum seni demek ki, belki bir gün çıkarsınız, hadi iyi uykular sana G-Dünlük...
Kapısında kaldım aşkın,oysa anahtarım vardı
Yalnızlığın çilingirine çektirdiğim, dertlerimiz vardı adı hüzünlerdi böyle hikaye mevsimlerinde rüzgarlara saldığım...
Korkulan zaman gözlerime baktığı AN !!! Susmuyorum, susamışım ona bildiğim, sadece korkuyor ve ürkek bakışlarda saklambaç oynuyorum...
Bahadır Benli bahadirbenli@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 8 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 5.474 kahveciye doğru yola çıkmıştır.
Yukarı
|
siz bu değişiklikleri fark ettiğinizde
siz bu değişiklikleri fark ettiğinizde
veya ne bileyim
kendinizle bir demli çay içtiğinizde
akılsız başınızla baş başa
belki bir bulut daha bir çocuğa takılacak
belki korkunç kalabalıklardan bir dost çıkıp gelecek
belki her şey düşündüğünüzden daha sarı
daha ekşi olacak
veya tersi
siz kabuğunuzdan aldığınız zevkle tüterken
vaktiniz kalıp da değerse eliniz sevgiye
veya ne bileyim
kendinizden başka insanlarla
bir demli çay içtiğinizde
belki çocuklar kahkahalarda sallanacak
belki bir karga peynirini paylaşacak sizinle
belki her şey düşündüğünüzden daha ılık
daha yumuşak olacak
veya siz artık fark edeceksiniz...
niyetiniz varsa.
Hüseyin Baskın
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan Yamağı : Cem Özbatur |
|
http://www.buybye.com/detail.asp?PRODUCT_ID=F102A9K935M714ID1 "ALIŞVERİŞİN GÜLER YÜZÜ". Kahve Molası Dergimiz artık Buybye.com'da. Kredi kartınızla derhal satın alıp adresinize gönderilmesini sağlayabilirsiniz. Hatta dergiyi taksitle almanız bile mümkün. Tabi hepsi bu kadar değil. Dergi için gitmişken tüm reyonları dolaşmakta yarar var. Pekçok ürünün yanında hormonsuz doğal domatese özellikle dikkatinizi çekerim.
http://www.gerd-turkey.org Şu reflü denilen medyatik hastalık başımın derdi. Bu konuda yazılar bile yazdım. İşte o yazılardan biri sayesinde bu siteye ulaştım. Reflü hakkında bilmeniz gereken herşey var. Siz de benimle aynı dertten muzdaripseniz, vakit geçirmeden tıklayın derim. Teşekkürler Dr.Serhat Bor.
https://secure.dobgm.gov.tr/dobgm.asp Devlet Opera ve Balesi'nin tüm gösterilerine direkt kendilerinden yer ayırtıp bilet alabildiğinizi biliyor muydunuz? Ben bilmiyordum yeni öğrendim. Özellikle bale de "West Side Story" var. Kaçırılmaması gerekir. Ayrıntılı tanıtımlar için tıklayın.
http://www.bbc.co.uk/science/humanbody/sleep/sheep/ İşte size kendinizi sınayabileceğiniz ilginç bir test. Birden fırlayan koyunlara ok atıp reflekslerinizi ölçüyorsunuz. Herkesin denemesinde yarar var. Üşenmeyin tıklayın.
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
Aurora MPEG To DVD Burner 4.4.3 [9,97 MB] WindowsXP Deneme
http://www.mediatox.com/download.htm DVD yazıcınız varsa, işte onu kullanabilmek için alternatif bir yazıcı program. Bilgisayarınızdaki mpeg filmleri menüleriyle birlikte DVD olarak hazırlayıp yazdırmanız mümkün. Aynı sitede daha birkaç tane daha bu tür dönüştürücüye ulaşmak mümkün. İlgililere tavsiye edilir.
Yukarı
|
|
|
|
|
|