|
|
|
23 Mart 2005 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Uyy Temel!.. |
Merhabalar,
Bir gün bizim Temel minübüse durması için el etmiş. Şöför ellerini havaya kaldırıp tüm parmaklarını oynatarak "çok kalabalık" demeye çalışmış.
Ama Temel çok sinirlenmiş, baş parmağını işaret ve orta parmağının arasına sokup yukarıdan aşağıya sallamış. Bunu gören şoförün tepesi atmış, atlamış aşağıya.
"Sen ne kadar terbiyesiz adamsın." diye bağırmış.
Bunu duyan Temel "Asıl sen ne kadar terbiyasuzsun, bana pöle pöle yaptun." diye haykırmış.
Şoför "Ben sana kalabalık, yer yok demek istedim." diye cevap verince Temel;
"Uyy paşamm, penda penu pir araya sıkıştırsan diyordum zaten" deyivermiş.
Buyrun gelin siz şimdi bu Temel'e saf deyin. Buna dense dense uyaroğlu uyanık derler ve her seferinde yanaklarından öperler. Efendim yazmaya madem vakit yok bari ben de fıkra anlatayım dedim. Bilenleriniz vardır mutlaka ama olsun bir kez de benden duymuş olun. Her ne kadar sürçü lisan ettimse affola.
Dergiyi matbaaya vermeye az kaldı. Herşey harika gidiyor. 2. sayıyı görünce 1. sayının pabucu dama atılacak gibi gelse de, ilk göz ağrısının yeri başkadır her zaman diye kendimi avutuyorum. Sizde elinize aldığınızda benim gibi davranın olur mu? Halen birinci sayısı eline geçmeyenlerin bana yaptıkları başvuruları gerekli mercilere ulaştırma işini layıkıyla yaptığımdan emin olabilirsiniz. Ancak sorunları çözmede kimi zaman yetersiz kalıyorum. Bu konuda sizden özür dilerim ve bir daha olmaması için elimden geleni yapacağıma söz veririm. Zaten 2. sayıdan itibaren dergimize pekçok noktada ulaşmak mümkün olacak. Bunu şimdiden müjdeleyebilirim. Görüşmek üzere hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
|
KIRK1YAMA HİKAYELERİ LODOS |
|
3 Mart 2001/ İstanbul
Selin, Cem'in gözlerini, duruşunu, ellerini bir cebine sokup bir çıkarışındaki tedirginliğini, dışa vuran bekleyişini seyrederek bir iki yutkundu. Dudaklarını büzüp, araladı birkaç defa. Konuşmaya başlamak için en uygun sözcükleri en açık vurguyla bulmaya çabalamanın gerginliğinden bir iki derin nefeslenip yutkundu.
- Cem, bak.
-Lütfen Selin, ben duyacaklarıma hazırım. Eğer sevmiyorsan, kendini hazır hissetmiyorsan veya emin değilsen, yani ne dersen de, anlarım. Lütfen, tam bir cevap istiyorum.
- Cem, ya, bak.
- Evet Selin, dinliyorum! Rahat ol!!..
- Cem, aynalar neyi gösterir!??
- ??
Cem, duraladı... Kendini gelecek her cevap ihtimaline ve özellikle en çok yaralayıcı olana ayarlıyken, alacağı cevapların hepsine ve sonuçlarına günler boyunca yorumlar senaryolarken duraladı...
- Nasıl yani?..
- Sence neyi gösterir Cem?
Sormuş olduğu soruya cevaba tetikteyken 'bu da nesi' anlamında bir çehreyle bakındı:
- Soru mu şimdi bu? Hadiii... Lütfen, bırakalım şimdi kelime oyunlarını. Ben cevap istiyorum. Bak ne zamandır bu anı bekliyordum.
Selin, ellerini uzattı, yeniden sımsıkı kavradı Cem'in ellerini. Gözlerini gözlerine çok derinleri görmek istercesine bakıp, acele etmeden, ellerini bırakmadan, önce yanaklarından; sonra dudaklarından öptü. Veda öpücüğü değildi bu. Sevgi veya iştah öpücüğü de değil; mesafe, nefes payı habercisi dileğiydi bu öpüş.
Cem konuşmaya davrandı, ama Selin çok sevecen bir avuç kapatmayla izin vermedi.
Selin ellerini kararlı ama nazikçe çekip, son bir yanak öpücüğünden sonra hiç acelesiz geri dönüp parkın caddeye çıkan sol sapağına doğru yürüdü.
Cem, ardından bakakalmıştı. Tuhaf!... Selin birkaç dakika sonra caddeye ulaşarak çiseleyen yağmura aldırmadan, durak çatısı dışında beklerken; bir iki defa yanına gitmeye yeltenmiş, ama Selin'in soruşundaki samimiyeti ve kararlılığı düşününce vazgeçmişti.
Bu kadınları anlamak ne kadar zordu. Niçin bu kadar basit bir cevabı bile bunca karmaşık yumak halinde, üstelik soru kipinde sorarlar. Neden açık, aydınlık cevaplamazlar?
Gerçekten neyi gösterirdi aynalar?
Lodos sonrasında başlayan sağanakla Selin sırılsıklamdı. Asansörün ağır inişine sinirlenip, merdivenleri ikişer üçer çıkmaya davrandı. Üçüncü kattaki dairelerine homurdanarak çabucak ulaştı. Zili çaldı, bir iki saniye bekledi. Kapı açılmadı.
- Hadi ya. Hadi yaa... Öff!!
- Selin? Anahtarın yok mu senin? Hemen saçlarını kurula.
- Tamam anneciğim, tamam!...
Annesini yarım öperek, üstündekileri aceleyle çıkarıp, odasına girdi, kapıyı kilitledi. Boylu boyunca yüzüstü yatağa uzandı. Saçlarını kurulamayı unuttuğunu hatırladı. Bir iki soluklandı. Sırt üstü dönerek bir iki dakika gözlerini kapayıp uyumayı düşündü. Saçlarının ıslaklığı, düşüncelerinin karmaşası ve duygularının gelgitleri buna izin vermedi. Banyoya attı kendini.
Aynaya baktı. Aynayı inceledi, yeni görmüşçesine, şimdi keşfetmişcesine. Sahi aynalar neyi gösterirdi??
Bir yabancı yüzü tanımaya çalışırcasına baktı çehresine. Saç rengini, burnunu, yanaklarını, çenesini bir sağ, bir sol profil çevirerek inceledi. Sonra gözlerine odaklandı kıpırtısız. Kaşları, kirpikleri. Ve sonra gözbebeklerine mıhlandı. Ne yapsa aynısına karşılık alıyordu aynadan. Yoksa 'nasıl bakıyorsam onu görüyorum' muydu cevap?
- Cem seni seviyor...
Evet Cem beni seviyordu... Peki ben de sevdiğimi söyledim diyelim, bu neyin garantisi ya da ön koşuluydu sonrasında. Hem, Yusuf...
Yusuf'u unutmaya çalıştığı her seferinde, daha çok hatırladığını fark etti. Onu görmek incitmek, aşağılamak istiyordu.
Birden bire o soruyu tekrar hatırladı: aynalar neyi gösterir?
Arkası Yarın
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 13 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
PASTORAL EFEMER : Zeki Yıldırım |
Ah şu biz insanlar
Saldırganlık II
Elindeki sopayla büyük kuklalara saldıran adam sahnesini izleyen çocukların, daha sonra baş başa bırakıldıklarında aynı kuklalara, tıpkı filmdeki adam gibi saldırdıkları gözlendiğinden söz ederek bunun başka kişilerin saldırganlığının örnek alınmasıyla ortaya çıkmakta olduğunu söylemiştik.
Yazılı tarihin belirlendiği günden beridir insanoğlunun bu huyundan vazgeçmediği hatta artırarak sürdürdüğü genel bir kabuldür. Türler arası saldırganlığında zengin bir çeşitlilik sergileyen insanoğlu, tür içi saldırganlığında da inanılmazları kolayca uygulayabilmektedir. Bunlardan birinde, çeşitli dogmalar ve inançlar çevresinde bir araya gelen -ya da kendini bu çevrelerin içinde bulan- insanların, kitleler durumunda, çeşitli amaçlar doğrultusunda yönlendirilmelerinden kaynaklanan yıkıcı eylemler söz konusudur. Örnek olarak çeşitli tarikatlara inanmış kimselerin topluca ölüme gitmeleri verilebilir.
Kişi isterse, bilinçli olarak kullanılan yönlendirme biçimlerinden kendini koruyabilir. Kuşku uyandıran yöntemlerin içyüzü ortaya çıkarılabilir ve böylece, uygulanmaları kısıtlanabilir. Saldırganlık alanında insan davranışlarına, -gözdağı verme, düşman gösterme, savunak üzerinde hak iddia etme gibi- doğal tepkiler aracılığıyla da yön verilebilir. İnsandaki saldırganlığı güdüleyen çok yönlü etmenlerden ikisi, davranışlara yön verme açısından özellikle önemlidir. Bunlar, hiyerarşik yapının kurulması sırasında ortaya çıkan saldırganlık ile kümenin düşmanlarına karşı gösterilen saldırganlıktır.
İnsanda önemli saldırganlık nedeni olan hiyerarşi davranışlarının kalıtsallığına ilişkin bulgular vardır. Bu konuda, insanın etki uyandıran duruşları da birtakım ipuçları vermektedir. Diğer insanlar üzerinde etkili olma amacıyla kullanılan -cüppe, kaftan gibi- özel giysiler, vücudun olduğundan büyük görünmesini sağlar. Otomobil, gösterişli yapılar, takılar, nişanlar gibi statü simgeleri, kişinin kendini üyesi kabul ettiği kümeyi belli eder.
Hayvanlarda hiyerarşik basamaklar, kavgalarla düzenlenir. Doğuştan getirilen bir hiyerarşi saldırganlığı temelinde ortaya çıkan bu kavgalar, her zaman, kavgacılardan birinin diğerini "kışkırtması" üzerine başlar. Bu "kışkırtmanın biyolojik açıdan anlamı, karşıdakinin hiyerarşik yerinin ve gücünün anlaşılmasıdır ve yalnızca, birbirinin gücünü ölçme amacı taşır. Saldırıda bulunanda, saldırganlığını rakibinin yararına ayarlamasını sağlayan, doğuştan getirilmiş herhangi bir eğilim yoktur. Her iki hayvanın da hedefi, ya kesin üstünlük sağlamak ya da rakibin üstünlüğünü kabul etmektir. Kavgadan üstün çıkan hayvan, yenilence "saygı" gördüğü gibi, topluluk içindeki yerini de öğrenmiş olur. Buradan, rakibin "pes etmesi"nin, onu yenen hayvanda saldırganlığın azalmasına değil, daha çok, boşaltılamayan dürtülerin birikmesine yol açtığı, bunun da yeni saldırganlıklar doğurduğu sonucu çıkarılabilir. Hayvanlar için belirtilen bu durum, insandaki hiyerarşi saldırganlığı için de geçerli olabilir. Bu, eşit konumdaki insanlardan oluştuğu varsayılan bir toplumda da, başarılı ve güçlü olma, başkalarını buyruğu altına alma çabalarının ve bencilliğin ortadan kalkmış olmayacağı anlamına gelir. Ancak, insancıllık ve dostluğa dayalı, bilinçli bir eğitim yoluyla, söz konusu davranışların olumsuz etkileri yumuşatılabilir ve herkes için daha dayanılır bir duruma getirilebilir. HASSENSTEIN, insanda, kendisininkiyle aynı kümeden olmayanlara karşı, doğuştan getirilen bir saldırganlık güdüsünün var olduğunu ve bunun kanıtlanabileceğini belirtir. Hayvanlarda bu tür saldırganlık, küme içinde yayılma özelliği gösterir ve rakibin kovulması ya da öldürülmesiyle sona erer. Öldürmekten alıkoyan toplumsal uyarılar, küme saldırganlığında yoktur. İnsanda, belli bir düşman yaratılarak etkin duruma getirilen küme saldırganlığı, gerçek ya da olası düşmana sözlü saldırılarla kendini göstermeye başlar. Düşman, artık bir insan gibi görülmekten çıkar, sövgü, alay ve aşağılamalara hedef olur. Bu aşağılayıcı saldırganlık, küme üyelerinde bir tür saldırganca heyecana yol açar. Dayanışma içine giren küme üyeleri, dışa karşı toplu bir çıkış yaparlar. Aşağılayıcı saldırganlığın oluşturduğu ve bireylerde bir ürperti biçiminde algılanan "heyecan fırtınası", tüylerin diken diken olmasına neden olur. Gerçekten de "kılların dikleştirilmesi" ile ilgili olan bu bedensel tepki, özellikle kürklü hayvanlarda çok daha belirgin olarak ortaya çıkar ve saldırma davranışları içinde, vücudun olduğundan daha büyük görünmesini sağlar. Kabartılmış tüylerin, gözdağı verme duruşunda da işlevi vardır. Saldırganlığın kendini gösterdiği durumlarla ortaya çıkan tüylerin diken diken olma tepkisi, insanda küme saldırganlığının biyolojik kökleri bulunduğunu, bir başka deyişle doğuştan getirildiğini, gösterir. Ardında bir davranış biçimi olarak küme nefretini saklayan aşağılayıcı saldırganlık için hedef, artık rakibin "ikna edilmesi" değil, doğrudan doğruya rakibin kendisidir. Diğer kümede de aynı biçimde etkin duruma geçen karşı tepki, birinci kümedeki saldırganlık davranışlarının daha da artmasına yol açar. Sonuçta sövmeler, aşağılamalar ve kişi ayırımı yapmayan, nefretle dolu çıkışlar görülür. Daha sonra iş, nesne ve kişilere saldırı girişimlerine varır. En sonunda, zor kullanma tehdidinin ardından, yaralama ve öldürmelerle sonlanabilen çatışmalar patlak verir. Sözlü aşağılamalarla başlayan küme saldırganlığı, öyle bir duruma gelir ki, insan artık kendini çekip alamaz. Duygusal saldırganlığın karıştırıldığı böyle bir durumda kalan kişi, davranışlarının yönlendirilmediğini, kendi özgür istenciyle davrandığını sanır. Bu koşullar altında, bir eylemdeki yanlışı görüp "yanlış" diye değerlendirebilme yeteneği olan sağduyu, azalır, bir başka deyişle, aldatıcı gerekçelerine bakılıp, yanlışlar doğrulanır. Saldırganlık duygularına kapılmanın bir başka göstergesi, kalıplarla düşünmedir. Kimi kavramlar, içerdikleri anlamlarıyla değil, salt saldırganca duygusal eylemleri kızıştırma amacı güden söylemler olarak kullanılırlar.
Bir başka aşağılayıcı saldırganlık türü, kümeler arasında fark gözetme biçiminde ortaya çıkar. Bu çeşit saldırganlıkta, kümeye özel düşman tipleri yaratılır (örneğin "zenciler", "yahudiler", "çingeneler"), öteki kümeler aşağılanırken, üyesi olunan kümeye üstün nitelikler yakıştırılır. Sonuçta, belli kümelerle ilgili toplumsal klişeler durumunda, stereotip modeller ya da görüşler belirir ve artık bu kümelerle ilgili yansız ve nesnel değerlendirmeler yapılamaz olur. Etnik ya da dinsel azınlıkların uğradıkları olumsuz uygulamaların günümüzde de sürüyor olması, bu toplumsal klişelerin ortadan kalkmasının genellikle güç olduğunu gösterir.
Örneğin İngiltere'de, Asyalıların beyazlara oranla 50 kat daha yüksek oranda ırkçı şiddet kurbanı oldukları; ABD'de düşmanlık/nefret suçundan 6'sının ırkçı eğilimlerden kaynaklandığı ve bunlardan %36'sının siyah karşıtı, %13'ünün Yahudi karşıtı olduğu saptanmıştır. ABD'deki siyahlar, beyazlara göre iki kat; İngiltere'deki etnik azınlık iki kat, kadınlar üç kat daha yüksek oranda işsizdir. Bu ülkelerde de, etnik azınlık ucuz işgücü olarak kullanılmakta, güvensiz ve sağlıksız alanlarda çalışanların tümüne yakın bölümü bu kesimden oluşmaktadır. Ayrımcılık, her alanda olduğu gibi, barınma, eğitim, sağlık gibi konularda da kendini göstermektedir. Ayrıca, toplam nüfus içinde küçük bir yer tutan etnik azınlığın cezaevi nüfusu içindeki payı oldukça büyüktür. Bu oran, İngiltere'de nüfusun %5,5'ini oluşturan azınlık için %18,6; ABD nüfusunun %12'sini oluşturan zenciler içinse %48'dir.
Irkçılığın getirdiği çatışma ve soykırımlar günümüzde de korkunç tablolar oluşturmaktadır: Afganistan'da her 6 kişiden biri mayınlar yüzünden sakat kalırken, Zaire'de 800.000 insan yurdundan göç etmek zorunda bırakılmış, Sri Lanka'daki çatışmalarda 14.000 kişi yaşamını yitirmiştir. 1993 yılında Burundi'de 50.000, Ruanda'da 500.000 kişi ölmüştür. Brezilya'da her yıl bir kabile etnik çatışmalarda yok olmaktadır.
Tırmanma eğilimi gösteren aşağılayıcı saldırganlığa ancak, eğitim yoluyla, toplumun her üyesinin, bu saldırganlığın biyolojik temelli bir davranış kalıbı olduğunu bilmesi sağlanarak karşı konabilir. Böylelikle, insanlara, salt biyolojik temelli eylemlerin yerine, aklın ışığında yön verilmiş, somut gerekçelere dayanan edimler koyma yeteneği kazandırılmış olacaktır.
Yararlanılan Kaynaklar
Etoloji: Şahin, R. Biricik, M. Dicle Üniversitesi Basımevi.
Hayvanlarda Sosyal Davranışlar: Şahin, R. Hatipoğlu Yayınevi.
Yaşamın Temel Kuralları: Demirsoy, A.
Evrimsel Analiz. Komisyon.
Zeki Yıldırım
zekiyildirim@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 7 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Rengarenk: Tuba Çiçek MÜSAADENİZLE ÖLECEĞİM! |
|
Bunu da yaptım sonunda!
Üst komşunun kapısını çalıp: "Bizde yazacak konu bitti de, annem sizden bir kase konu istiyor" dedim.
"Ne o; yazıya misafiriniz mi var?" dedi komşum.
"Çıtır olduğunuz kadar küstahsınız da" dedim, sesimin en şuh tonuyla.
"Hayır, konu bulup yazacaksınız da n'olacak? Amacınız, hedefiniz nedir? Sahi sizin bir hedefiniz, bir amacınız var mı şu hayatta?" diye karşılık verdi, komşu hazretleri.
"Tamam, kes! Alacağımı aldım ben" diyip merdivenin trabzanlarından kayarak yuvama döndüm ve çöktüm klavyenin başına..
Sahi neydi benim amacım? Bir hedefim var mıydı? Amaç dediğin ne işe yarardı? Hedefim olmasa kim küserdi?
Oturup yukarıdaki soruları biraz düşününce, 'bu işte bir bit yeniği' var dedim.
Gene birileri insan oğlunu tuzağına düşürmüştü ve insanlığın bana ihtiyacı vardı! Derhal "süperyazar" kostümlerimi giyip, halkımı bu beladan kurtarmalıydım.
* * *
Batı dünyası ekonomik, toplumsal ya da siyasi çıkarları uğruna buyurmuştu ki: 'Her insan kendine bir hedef, bir amaç belirlemeli ve insanın yaşam içindeki çabalarının bir planı, bir anlamı, bir neticesi olmalı. Tıpkı her filmin, yazının, hikayenin, romanın bir sonu ve verdiği bir ders olduğu gibi.. Ya da, her sevişmenin ardından hedeflenen orgazm gibi.. '
Tabii Batı dünyası hedefe kitlenmemizi buyururken kariyerden, paradan, mülkiyetten felan bahsediyor. Mutluluk, tembellik hakkı, eğlence, huzur, serserilik felan gibi kıytırık hedefleri (!) fasulyeden sayıyor. Hem zaten bu mantaliteye göre iyi bir iş, iyi bir kazanç, iyi bir at, iyi bir kat, iyi bir yat, iyi bir avrat gibi şeylere sahipseniz; mutluluk, huzur, sağlık gibi tali hedefler de kendiliğinden geliyor!
Haa, asıl hedefe ulaşmaya çalışırken tali hedeflere ayıracak vaktiniz kalmıyorsa, o da sizin ayıbınız sayılıyor. Yerseniz!
İyi de kardeşim insanoğlunun akıbeti belli: Ölüm!
Üstelik ölüm denilen illetin bir müzakere tarihi, bir müktesebatı felan da yok.. Küt diye geliyor; küt diye gidiyorsun. Hal böyleyken, hedefe ulaşacağım diye didinip dururken, daha ön hazırlığı bile tamamlayamamışken zırt diye yok olabilirsin.. Orgazma ulaşamadan, ereksiyon mağduru olmak gibi..
Hintli bilge Bhaqway'ın da dediği gibi: "Varoluşun bir amacı yoktur. Yalnızca bir yolculuktur. Hayattaki yolculuk o kadar güzeldir ki, hedefi kim düşünür?"
Bir başka deyişle: "Hedefine koim, varoluşuna bişi olmasın!"
* * *
Şimdi sizden, biricik yazarınıza itaat edip iki dakika ciddi olmanızı istiyorum. Size bir kötü, bir de iyi haberim var. Önce kötü haberi vereyim ki damağınızda iyi haberin tadı kalsın.
Kötü haber: Eğlence bitti.. Buraya kadarmış!
İyi haber: Ölüyormuşum.. Benden kurtuluyorsunuz!
Tıbbi detayları boş verin; püsürükten bir ağrı için doktora gittim ve doktor en fazla bir yıl ömrüm kaldığını söyledi..
Yazının bu bölümünü, hiç tanımadığınız birinin ölüm haberini okur gibi okumayın, vallahi tepelerim!
Hatta, hemen şimdi yazıyı okumayı kesip arkanıza yaslanın ve bütün samimiyetinizle kendinizi benim yerime koyarak, şu anda 'bir yıl ömrünüz kaldı' haberini aldığınızı düşünün.. Eh o kadarını borçlusunuz bana!
Bir yıl sonra bu zamanlar son soluğunuzu alıp verecek, gözlerinizi yumacak ve bir daha hiç yüzünüzü yıkama gereği duymayacağınız sonsuz uykunuza geçeceksiniz.
Bir yıl sonra bu zamanlar birileri size kefen giydirip, tabutun içine yerleştirecek; mezarlıkta bir çukur kazacak, sizi tabutunuzdan çıkarıp o çukura koyacak ve üstünüzü toprakla örtecek. Sonra da o birileri (anneniz, babanız, kardeşleriniz, dostlarınız, sevgiliniz/sevgilileriniz) mezarınız başında oturup ağlayacak. Üstelik tüm bu olan biteni algılayamayacak; sizin için ağlayanlar olduğu tesellisini bile hissedemeyeceksiniz.
Bir yıl sonra bu zamanlar bedeniniz toprağın altına hapsedilmiş, yalnız başına uyuyor olacaksınız. Sevenleriniz, sizi o ıssız ve soğuk mezarlıkta bir başınıza bırakacak ve helvanızı karmaya gidecek.
Bir yıl sonra bu zamanlar son sevgiliniz ya da eşiniz belki başka birini seviyor, başka biriyle sevişiyor olacak.
Bir yıl sonra bu zamanlar siz olmayacaksınız. Yaşadığınız ve yaşayacağınız deneyimler de sizinle birlikte yok olacak. Birini öpemeyecek, işe gidemeyecek, yemek yiyemeyecek, gülemeyecek, televizyon izleyemeyecek, yürüyemeyecek, müzik dinleyemeyecek, sevişemeyecek, çalışamayacak, konuşamayacak, YAŞAMAYACAK, YAZAMAYACAKSINIZ! (Kefenin cebi olsa sizleri şahane yazılarımdan mahrum bırakmazdım; heyhat önümüzdeki 5 yıl da cepsiz kefen modaymış!)
Bir yıl sonra bu zamanlar biteceksiniz! Tıpkı bir dilim ekmek gibi, yaşam sizi midesine indirecek ve bir daha asla sofraya gelemeyeceksiniz. Arkanızdan yakılan ağıtlar, tutulan yaslar da ölümünüzden -en iyi tahminle- bir yıl kadar sonra son bulacak. Hayat sizsiz devam edecek ve unutulacaksınız. Eğer şanslıysanız bayramlarda, seyranlarda mezarınızı ziyarete gelen birkaç insan olacak; hepsi bu!
En kötüsü de, bu konuda yapılabilecek hiçbir şey yok. Hiçbir şey!
* * *
Parmağımı şıklattığımda ölüm kasavetinden sıyrılarak yazıyı okumaya devam edecek ve muhtemelen iki dakika önce düşündüklerinizi unutacaksınız. Zira domuz gibisiniz ve bir yıl sonra ölmeye de hiç niyetiniz yok, değil mi? (İnanır mısınız; benim de niyetim yoktu!)
Peki elinizde, yarın yaşıyor olacağınıza dair garanti veren herhangi bir belge var mı?
Belgesi olanlar, kariyer hedeflerini ileriye dönük olarak planlamaya devam etsinler. Belgesi olmayanlar da evrakta sahtecilik yaparak, acilen kendilerine bir adet 'uzun yaşam garanti belgesi' edinsinler!
Ne bakıyorsunuz aval aval? Yoksa kariyer hedefinizde bir sapma mı oldu? Hesapta ölüm yoktu değil mi?
Öyle ya, sizin hesaplarınıza göre 2 sene sonra arabanızın, 5 sene sonra da evinizin kredisi bitecekti.. Muhtemelen 6 sene sonra çalışmalarınızın karşılığı olarak terfi edecek ve Havai'de tatil yapacak kadar para kazanacaktınız..
Peki ya 80 yaşına kadar ölmezseniz?
50'li yaşlarda yaşayacağınız refahı, 30'lu yaşlarda yaşadığınız tesellisi ile avunur; hayatı çakmış yazarınıza minnet duyarsınız. Bu!
* * *
Alçak yazarınız, size ikide bir ölümün varlığını hatırlatarak hiçbir şeyin önemli olmadığını söylüyor ve alıcılarınızın ayarlarıyla oynanıp kafanızı karıştırıyor değil mi?
O halde Irvin Yalom'un bir diyeceği var size: "Hiçbir şey önemli değilse; hiçbir şeyin önemli olmaması da önemli değildir.."
Şimdi, ben üst komşuma çıkıp verdiği ilham için teşekkür edeyim ve kariyer planlarımdaki 'üst komşuyu tavlama' hedefine ulaşmanın sarhoşluğuyla coşayım; siz de uzaklara dalıp derdinize yanın. Sakın ha efkara kesip içki felan içmeyin, yarın sabah mesainiz var!
Haa bir de, çingene pembesi çelenk isterim. Vasiyetimdir!
Tuba ÇİÇEK tuba@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 14 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
DİNGİN : Gizem Tekebaş YOGA 5 |
|
PRANAYAMA (nefes teknikleri)
"Prana"; sadece nefes demek değildir... Bu, evrende varolan enerjiye verilen isimdir. Nefes yoluyla pranayı alış veriş "Pranayama"'dır. Prana solunum hareketine neden olan güçtür, nefesteki canlılıktır. Uygun nefes yöntemleri kullanarak, bedenin çeşitli davranışları ile onun içinde gelişen sinirsel akımları kontrolümüz altına alabiliriz. "Prana",, Tai Chi "deki chi kelimesi ile aynı anlamı taşımaktadır. Prana ; Sanskritçe, "Chi" de Japonca'dır. Uzakdoğu felsefelerinin hepsinde bu teknikler mutlaka kullanılır. Asanalarla uyumlu,senkronize bir şekilde yapılır. Çünkü nefesle beraber yapılan hareketler faydalı olur,hiçbir asana sırasında düzensiz nefes alınmamalı ve nefes tutulmamalıdır.
Düzgün nefes alıp vermek, iç organlara masaj yapar, solunum sistemini temizler, kalp ve damarlara destek verir, hipotalamus bölgesine etki eder, sakinleştirir,tiroid bezlerine etki eder, sinüslerdeki baskıyı rahatlatır.
Yogada sadece burnumuzdan nefes alıp veririz.Sağ burun deliğimiz sindirim sistemine etki eder yani iştahımızı dengeler -hatta size geçen yazımda bahsettiğim "yoganın kilo dengelemesi" bununla da ilgilidir.
Sol burun deliğimiz ise sinir sistemimize etki eder,sakinleştirici etkisi vardır.
Bu nedenle pranayama nefes egzersizlerinden biri de teker teker burun deliklerimizi kapatarak nefes egzersizi yapmaktır.Önce birini kapatıp solunum yaparız,sonra diğerini. Daha sonra birinden alıp diğerinden veririz, verdiğimiz burun deliğinden alıp diğerinden veririz.Daha sonra da normal (ikisinden birden). Bunları uzun uzun yaparız. Zaten bu paranayama egzersizi genelde yoga dersinin sonunda yapılır, çünkü artık daha derin solunum yapmaya başlamışızdır, sakinleşmişizdir.
MEDİTASYON
Zihin dinlendirme tekniğidir. Zihinsel fonksiyonlarımızın aracı olan merkezi sinir sistemi, yorgunluk ve stresten en fazla etkilenen yerdir. Üstelik bu olumsuz etki diğer organlarımıza göre çok daha fazla kalıcıdır. Yani stres birikimi olur. Bu da zihinsel fonksiyonların giderek bozulmasına yol açar. Merkezi sinir sistemimizin ve onun fiziksel fonksiyonlarının beden sağlığımız üzerinde çok önemi vardır. Pek çok hastalığa da zihinsel nedenler etkendir.
Sabah ve akşamları 15-20 dakika kadar meditasyon yaptığımızda giderek bu stres birikiminden arınırız.Arındıkça zihnimizde yaratıcılığa ve yeni herşeye alan açılır,gereksiz şeyler gittikçe yokolur. Stresten arınan zihnimizin ;solunum sistemi, dolaşım sistemi, sindirim sistemi, iç salgı bezleri ve tüm bağışıklık sistemi üzerinde düzenleyici ve kontrol edici etkileri vardır.
Meditasyona pranayama egzersizleri ile başlarsak ve günde 1 yada 2 kez özellikle günün sonunda yaparsak çok faydası olur.Buarada meditasyon genellikle "lotus" oturuşunda yapılıyor ancak tabi ki rahat olduğunuz bir oturuşta yapmanız yeterli ve daha etkili olur.
"Dingin" oluruz : sevgiler..:-)
Gizem Tekebaş
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 8 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Kahveci : İlker Özlük Sobalarında kuru da meşe… |
|
Sobalarında kuru da meşe yanıyor efem.
Memet efem de dam başında üşümüş de donuyor Boncuklu gelin orta yerde dönüyor da dönüyor Aslanım da efeler Yiğidim de efeler Kar mı yağıyor yaren güvenin dağına efem Haden kalkam da şu dağların başına da başına Memet efem de oturu da vermiş efelerin sağına… ………… Kaç zamandır yoksun… Ne mübarek insansın sen, sesin kulaklarımda son demlerini yaşıyor.
Aldın başını gittin…
Aslında bu mevsime o kadar çok yakışıyorsun ki. Elini tutsam aşık olacakmışım gibi geliyor. Sen beni kaçırırken, ben; benden kalanların dağınıklığını topluyordum. Hala içimde seni özleyen bir parça kalmış. Sadece gözlerinin parlaklığı sinmiş aklıma.
Güldüğünde bende gidiyordum ağırdan, ağırdan eski bir hikayenin içine.
İznik’ten göl satın alsan böyle keyifli yanaşamazdık limana, ben senin bana vurduğun dalgalarında kayboldum aslında.
Aldın başını gittin…
Kime sorsam utanıyor yanaklarımın en ince derileri, kime sorsam akşama çıkartamıyor beni.
Ben seni öyle kaybettim ki, kendimi bile bulamıyorum aslında.
Üşütüyor bunlar beni; Üşüyorum…
Yanımda bir çınar kadın gibi ısıtıyor kendini, çırılçıplak bir güneş gibi.
Üşüyorum, buza kesmiş uykularım. Yalnızlığı arıyorum bir yanım soğuk, adı yalnızlık olsa gerek sabah ayazının.
Üşüyorum. Yapraklar toprağı örttükçe sarılıyor gecelerim. Hangi kuytu karanlıkta esirim onu bile bilmiyorum.
Yanımda her geçen gün sararan o bildiğin ağaçlardan var. Yanları yosunlu Göl’e tutunmuş bir yanı.
Üşüyorum…
Bir adımda kaçabilecek kadar yakınım ateşe, gözlerim maviye vurmuş kendini, ne yana baksam senden bir hikaye.
Üşüyorum…
Sabaha açılıyor kapılarım, yarı bela olmuş peşimde rüzgar. Gecenin elinde tuttuğu ay gibi parlıyor yüzün. Birde adını sorabilsem… Birde seni bulabilsem… Hep bunları söylüyorum; senden ötürü bir şüphe uyanıyor içimden, senden ötürü öyle bir sabaha açılıyor ki kapılarım, sen yoksun ya yetmiyor bunlar bana.
İçimde sana ait büyük bir yer kaldı. Ben artık aşık olmak istiyorum. Ben artık seni bulmak istiyorum…
15/03/2005
neden bunları yazdım bilmiyorum, içimden geldiği gibi davranmak istedim herhalde.
“Sobalarında kuruda meşe” bugün yeniköy ilköğretim okulunda yapılan bilgisayar açılışında çalıyordu. Eğitime yapılan yardımların amacından uzak fakat, tam manasıyla sahipliliği anlatıyordu.
Ney mi?..
Yukarıda sözleri yazılı şarkı, bunu da sonra anlatacağım, şarkıya kurban ettim hayal gücümü.
Yarından tezi yok toparlar kendini.
İlker Özlük
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 10 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Korku Kültürü ve Yeni Etiket
Canterbury Üniversitesi sosyoloji bölümünde öğretim üyeliği yapan Frank Furedi Korku Kültürü isimli çalışmasıyla günümüz insanının içinde bulunduğu koşulları analiz ederek kitlelerin nereden nereye doğru ve niçin sürüklenegelmekte olduğunu aydınlatmaya çalışmakta. Bu yapıtta ortaya koydukları, toplumsal olup bitmelerin temel dayanaklarını bulmayı kendilerine dert edinenler için oldukça rehberlik edebilecek türde: Furedi bu yapıt aracılığıyla bireyin yaşamını etkileyen toplumsal sorunlara, birey ile toplumu birlikte ele alan bir perspektiften yaklaşarak ortaya bir dizi saptama koyuyor. Furedi'ye kulak vermek etrafımızda olup bitenlerin nedenlerini anlamamıza büyük bir katkı sağlayacak:
Furedi'ye bakılırsa, David Rieff'e göre "bundan sonra bizi bekleyen büyük bir olay, teknolojik ya da tıbbi bir buluş değil, ancak korku olabilir", ne var ki korku 11 Eylül saldırılarından önce de bir "sorun", toplumsal nitelikli bir sorundu ve bugün itibariyle Amerika, korku kültürü tarafından kuşatılmış durumda (Korku Kültürü; s. 7).
Furedi'nin dilinde korku herhangi bir beklenmedik ve\veya öngörülemeyen bir durumla karşılaşan insanın, zihnini yoğunlaştırmasını sağlayan bir mekanizmadır. Ne var ki günümüz insanının yaşadığı birçok korkunun kaynağında kendi kişisel deneyimleri değil, başka birçok faktör var. Bu faktörlerin sayısının artışına ilişkin algılama biçimleri de güvenlik sektörüne ilişkin hizmetlerin sayısında bir artış, bir patlama yarattı korku, günlük yaşam üzerinde geçmişte olmadığı kadar fazla egemen bir durumda. Böylelikle korku, insan ruhunu denetimi altına almakta ve ona "yok edici güçlerle çevrelenmişlik duygusu" yaşatmakta.
Küreselleşme de bunun yaygın kabul görmesini sağlayacak türden bol örnek yarattı. Günümüz insanı artık salt mevcut riskleri incelemekle yetinmiyor, olası tehlikeler hakkında da konuşuyor. Bunun en somut örneği birbirlerine anlatageldikleri rivayetler. Böylelikle topluma büyük bir korku ve şüphe atmosferi siniyor (s. 8). Hal böyle olunca da insan ilişkilerine korkunun gölgesi düşüyor ve aşırı bir güvenlik paranoyası içinde her bir tekil olumsuz olaylardan aşırı genellemeler yapılarak yeni tehlikelerle ilgili rivayetler oluşturuluyor. Bu yolla hem insanların korku ve kaygıları arttırıyor, hem de mevcut korkuları güçleniyor (s.11). Böylelikle "eş-zamanlılık" ile "nedensellik" arasındaki ince çizgi kayboluyor ve herşey altüst oluyor. Örneğin korku, başı boş şiddete yol açıyor (s. 12). Hal böyle olunca da korku kültüründe en istisnai olaylar, normal bir risk hâline getiriliyor. Artık İngilizler aşık olmayı bile riskli bir durum olarak görmekte. Bu nedenlerle risk altında kavramının kullanımı İngiltere'de 1994'ten 2000'lerin başlarına kadar geçen sürede yaklaşık dokuz kat arttı (s. 14).
Furedi'ye göre korku bir kez zihinlere hakim olmaya başlayınca dünyadaki sorunlar ve zorluklar abartılmaya ve olası çözümler göz ardı edilmeye yüz tutar, bunun nedeni de korkunun kendini haklı çıkartan bir iç dinamiğe sahip olmasıdır (s. 13). Korku kültüründe en güvenilir korunma yolu olarak beklentileri azaltma görülmekte ve bu yolla kültürel soğuma ortaya çıkmakta: kültürel soğuma aracılığıyla risklerin en alt seviyeye çekilebileceği düşünülmekte ve örneğin hiç hayal kırıklığı yaşamamak için ötekinden uzak durulmakta ve tutkular askıya alınmakta (s. 17). Ne var ki kültürel soğumanın yayılmasıyla insanlar birbirlerine daha fazla yabancılaşıyor ve sorunlarla mücadele etmeyi engelleyen şüphe atmosferi insanları daha fazla girdabına çekiyor (s. 19). Hal böyle olunca da güvenliği sağlamak için yapılan her türlü girişim, kendini meşru gösterecek koşulları da beraberinde getiriyor. Riskleri ortadan kaldırma çabası altında, yenilik yapma şansı boğazlanıyor. Böylelikle de insanlık pasif bir yaşama tarzını benimsemeye zorlanıyor (s. 24).
Furedi'ye bakılırsa özellikle de 90'lardan buyana güvenlik, en temel değer hâline geldi. Artık dünyayı değiştirme çabalarının yerini, güvenliği sağlama çabaları aldı. Hal böyle olunca da kişisel güvenliğin sağlanması için çalışma sürdüren dev bir sektör ortaya çıktı ve sigortacılık sektörü kârlarını geometrik artışlarla katladı. Tüm olası tehlikelere karşı insanları uyandırmaya çalışan gönüllü uzmanların sayısında da müthiş bir enflasyon yaşandı (s. 25). Ne var ki risk altında bulunmak artık herhangi bir spesifik sorundan bağımsız, kalıcı bir durum olarak düşünülmekte. Her bir soruna özgü unsurlar genelleştirilerek yeni riskler uydurulmakta. Böylelikle toplum dinamikleri, değişen risk algısı nedeniyle olur olmaz her olaya aşırı tepki vermeye sürüklemekte (s. 32). Oysa ki güvensizlik aslında riskten kaçınmaya yol açmaz, ancak bu güçlü bir ihtiyat duygusuyla birleşince, ihtiyatlılık ilkesi giderek abartılıyor ve toplum yapısı için bir dizi sakınca doğuyor, örneğin bu ilkenin aşırı bir biçimde abartılması sonucu, önceden kestirilemeyen durumlarda riske girmemek en doğru yol olarak görülüyor ve bu ilke her türlü deneyimi engelleyici bir rol üstleniyor. Furedi içinde bulunduğumuz dönemi ıralayan özelliği, onun bir güvensizlik ortamı sunmasında değil, bu güvensizlik ortamının muhafazakar bir biçimde yaşanmasında görüyor (s. 36). Böyle bir dönem içinde insanlar başarısızlıkları, ders alınacak birer deneyim olarak değil, yaşamla başedemeyen bir varlığın doğal durumu olarak görmeye aşırı yatkın oluyor. Ne var ki riskten kaçınmaya ve güvenliği abartılı bir biçimde arttırmaya çalışanlar sonuçta salt kendi saplantılarının arttığına tanıklık ediyor (s. 39).
Furedi bu saplantı artışındaki enflasyonu şu şekilde irdeler: aslında risk, belirli bir tehlikeyle bağlantılı olarak hasar, yaralanma, ölüm gibi olumsuzlukların meydana gelme olasılığıdır. Tehlike ise insanlara ve onların değer verdikleri varlıklara yönelik bir tehdittir (s. 43). Herhangi bir şey hakkında riskten bahsedildiğinde, o şeyin tehlikeye yol açma olasılığından bahsedilmiş olur. Ne var ki toplumun geleceği konusunda belirli bir dönemde geçerli olmuş bazı inançlar risk algısını etkiler ve daha tehlike dolu bir dünyaya doğru gidilmekte olduğunu düşündürür. Böylelikle gelecek endişesi risk hakkında olumsuz tavır almaya sürükler, riskin salt tehlike doğuracağı sanılır ve riskten kaçınma stratejileri benimsetilmeye çalışılır. Bu yolla olasılık kavramı, yerini "tehlikeden kaçma"ya bırakır ve riskten topyekün uzak durulmaya özen gösterilir. Oysa ki risk yaşamın temel bir zorunluluğudur (s. 44). Bu zorunluluk hesaba katılmadığında, yaşama ilişkin bir dizi saplantı ortaya çıkıyor ve bu saplantılar günlük yaşamı etkisi altına alınca dünya daha da fazla bir biçimde yaşanmaz bir hâle sokuluyor (s. 51).
Hal böyleyken Furedi'ye göre medya da yangına körükle giderek toplumun risk algısının olumsuz yönde biçimlenmesine neden olmakta (s. 85): sorumsuz medyanın yaptığı yayınlar nedeniyle toplum içinde güveni sağlamak için aşırı ve ölçüsüz davranışlar sergileniyor ki bu da paniğe yol açıyor, bu nedenle panik daha geniş toplumsal olayların parçaları olarak görülmeli (s. 76). Bu da şu demeye gelir: toplumlardaki risk algısının değişimini salt teknolojik bazı ilerlemelere dayandırmaya çalışanlar başarısız kalmaya mahkumdur. Başka deyişle riskin toplumsallığını görmek bu yolla imkansız bir hâle gelir, çünkü riskler toplumsal yapıdan bağımsız olamaz (s. 88). Örneğin 60'larda "sex insana hayat verir" deniyordu, şimdilerde ise "sex tanımı gereği risktir" deniyor. Riski salt teknolojiyle açıklamaya çalışmak beraberinde toplumsal nedenleri küçümsemek gibi bir sayıltıyı işte bu tür nedenlerden dolayı doğurur. Üstelik riski teknolojik ilerlemeye bağlayanlar, paniği de doğal bir durum olarak görme eğilimindedir, oysa asıl önemli olan, toplumun sorunlar'ı nasıl belirlediğine bakmak ve ilişkilerdeki tüm dönemsel değişimlerin sorunlar hakkındaki kabulleri nasıl etkilediğini görmeye çalışmaktır; çünkü ancak bu yolla panik davranışları hakkında konuşulabilir (s. 94).
Furedi'ye göre toplumsal nedenlerle risk bilincinin artmasına bağlı olarak değişim, artık sorunların çözüm yolu olarak değil, sorunların kaynağı olarak görülmekte ve böylelikle bilime, teknolojiye ve diğer insan başarılarına kuşkuyla yaklaşılmakta, çünkü bir şeylerin mutlaka kötüye gideceği endişesi zihinlere hakim olmakta (s. 95). Bütün bu endişeler, geleceğin kötülük getireceği beklentisi yaratıyor ve kollektif güvensizlik, artık geleceği yönlendiren başat unsur oluyor. Oysa korkulan gelecek, bugünkü davranışlarımızın sonucudur ve gelecekten abartılı bir biçimde endişe edilmesi, bugünkü toplumun lanetlenmesi gibi bir sonuç doğurur. Hal böyle olunca, bugünkü davranışların gelecekteki tehlikeleri arttıracağı sayıltısı eşliğinde en mantıklı strateji olarak, gelecekteki riskleri azaltmaya çalışmak adına davranıştan sakınma ve pasif bir yaşam tarzını benimseme görülür (s. 97). Ne var ki yapılagelen davranışların gelecekteki sonuçları önceden kestirilemediği için risk bilinci daha da şiddetlenir ve bu da olumsuzluk beklentisini güçlendirerek toplumda bir panik havası estirir (s. 98). Böylelikle insanlar kendilerini daha fazla çaresiz hisseder ve risk bilinci, insana biçilen rolü önemsiz bir hâle sokar. Artık riskler giderek birer özerk güç hâline getirilir. Oysa riskler, bireyin davranışlarını az ya da çok riskli hâle sokan davranışlardan kaynaklanır, ancak insanın pasifliği ön plana çıkartılınca yaşam sürekli alarm konumuna geçer ve panik dalgası yayılır (s. 99). Artık insanlar, "kendi sınırlarını kabul etme"ye zorlanır ve kahramanlara pek prim verilmez olur, çünkü sınırlarını kabul etme ve olumlama, övülen erdemler olarak, baş değerler olarak görülür, hedeflerinde sınırları gözetenler bol alkış koparırken, bu yolla öznenin yeniden yapılandırılması sağlanır (s. 100).
Sonuç: bireyselleşme. Devletin ekonomik nedenlerle toplumsal işlerden elini eteğini çekmesiyle yaşamla mücadele etmek de bireyin omuzlarına kaldı. Bu da başta sağlık alanında olmak üzere pek çok alanda bireyleri büyük zorluklarla karşı karşıya getirdi ve risk algısı nedeniyle geleneksel dayanışma biçimlerinin askıya alınması sonucu birey, kendini daha da fazla aciz hissetti (s. 102). Bu durumla kalakalan bireylere bir parça da olsa yardım etmeye çalışan yardım ve dayanışma örgütleri de bireyin kendini aciz hissetmesine bir nokta koymada yeterli olamadı. Böylelikle bireyselleşme süreci kökleşti ve temel davranış normlarında birtakım çeşitlilikler ortaya çıktı, güvensizlikler arttı. Artık risklerle dolu bir ahlâki ortam doğuyor ve insanlık ideallerinin unutulmasına bağlı olarak bireyler kendilerini taciz kültürünün içinde buluveriyor, bu kültür benliklerini savunmasızlık duygusuyla sarıp sarmalarken, bireyler sınırlı sayıdaki ilişkilerine hep şüpheyle yaklaşıyor (s. 104).
Furedi'ye göre günümüz toplumlarında taciz olgusu hakkında görülmemiş bir saplantı var. Toplumların risk algısındaki değişim, ötekini potansiyel bir tacizci olarak görme eğilimi yarattı. Toplumlardaki çeşitli kesimler sanki tacize ilişkin saplantıları arttırmak için özel olarak çaba sarf etmekte. Üstelik entellektüeller bile bundan sakınmıyor. Taciz günümüz toplumlarında rutin bir tehlike olarak görülürken, insan ilişkileri de bundan yara alıyor. Eskiden çocukların çıplak resimleri masumiyet'i yansıtırdı, günümüzde ise hemen her taşın altında sübyancılık aranıyor. Romanlarda ve filmlerde aile ahlâksızlığın sınırsız hâle geldiği bir toplumda can çekişen bir konumda, bunların odağında gösteriliyor (s. 113). Başta Amerikan talk showları taciz meselesini normalleştiriyor ve "insan doğası gereği taciz riski altındadır" söylemi benimsetiliyor, tacize ilişkin çok sayıda spesifik tanım ortaya çıkıyor ve giderek tacizden şikayet eden herkese hak verilmeye başlanıyor. Böylelikle de tacizle ilişkilendirilen olayların kapsamı genişletiliyor ve bu yolla hayat tam bir karabasana dönüştürülerek insan ilişkilerine lanet yağdırılıyor (s. 116).
Taciz kültürü tüm insanların günahkar olduğunu iddia eden dini inanışlar gibi tüm insanların zarar gördüğünü ve yardıma muhtaç olduğunu iddia ederek toplumun kendisine ve üyelerine yönelik iğrenme duygusu aşılamakta. Böylelikle de taciz kültüründe hayatta kalmak temel ilke hâline gelmekte ve yaşam içinde yer bulan tehlikeler hakkında giderek umutsuz bir ruh hâline bürünülmekte. Modernizmden buyana ilk defa insan gücü bu kadar yoğun bir biçimde inkar edilmekte. Taciz kültürünün toplum içinde bir kısır döngü yarattığı sanılıyor ve buna bir mutlak hakikatmiş gibi yaklaşılıyor: tacize uğrayanlar tacizde bulunur. Bu düşünce tüm kaderci yaklaşımların olumlanması ve insan gücünün tümüyle inkar edilmesinin en somut göstergesi (s. 124). Oysa ki bu düşünce, insanları geçmişin kurbanı olarak değil, gelecek için bir potansiyel tehlike olarak görme anlamına gelir ve kendi kendisini haklı çıkartan bir kehanet yaratır. Bu kehanetin gerçekleşmesinde de başat unsur, kişisel güçsüzlüğün olumlanmasına bağlı olarak ortaya çıkan faktörlerdir (s. 129). Bu faktörlerin bir araya gelmesi yetersiz insanlar kavramını yaratır. Son zamanlarda özellikle de danışmanlık hizmetlerine artan bu yöneliş, yetersiz insanların kendi başlarına sorunların üstesinden gelemeyeceklerini düşündüklerini gösterir. Taciz kültüründe çıkış yolu olarak tıpkı korku kültüründe olduğu gibi beklentilerin azaltılması benimsenir (s. 133).
Taciz kültürünün dayattığı kurban kimliği, bu kültüre damgasını vuran başat bir unsur oldu. Başta ünlüler olmak üzere tüm toplum kesimleri yaşadıkları tacizleri anlatmak için birbirleriyle yarışıyor, iç acılarını insanların önüne ulu orta seriyor. Örneğin Prenses Diana, BBC'ye içini dökerken, ulusunun dert anası olduğu türünden bir izlenim uyandırdı. Günümüz toplumlarında bireyin iç acılarının teşhiri oldukça prim yapmakta (s. 137). Mağduriyet kavramının kullanımında da, günden güne ilerleyen geometrik bir artış var. Dolaylı kurban terimi ise bu kavramın içeriğini genişletmekte. Olumsuz bir durumla karşılaşmış ve bunlara tanıklık etmiş kimselere dolaylı kurban denmeye başladığından beri, risk bilinci artmaya ve kurban kimliği yaygınlık kazanmaya başladı (s. 141). Böylelikle insanlar artık birer potansiyel kurban olarak algılanmaya başladı. Eski zaman dilimlerinde ağır ve üzücü olaylar kişinin kendi kimliğini belirlemesinde kullanılmazdı. Oysa ki günümüzde artık böyle değil. Üstelik bu türden bir olayın tüm yaşamı etkileyeceği inancı var bunun nedeni de insansal olanakların hesaba katılmamasıdır. Dolayısıyla da sürekli bir kaybetmişlik duygusu dalga dalga yayılıyor. Bunlar yetmiyormuş gibi yaşanagelen toplumsal olaylarla ilgisinde solun ve feministlerin kurban kavramına abartılı bir biçimde yönelimleri de insansal olanaklara duyulan güvensizlikleri arttırıyor (s. 145). Hal böyle olunca da tehlikeli yabancılarla dolu bir dünyada insanların bir başlarına kalakaldıkları hissi yayılıyor (s. 146) ve bu dünyada ihtiyatlılık ilkesi tüm yaşama yön veriyor (s. 147). Böylelikle her an her şeyin olabileceği düşünülüyor ve dünya hastalıklı bir biçimde algılanıyor (s. 149). Hep en kötü olasılıkların düşünülmesine bağlı olarak sıradan olaylar bile birer tehlike kaynağı olarak görülüyor. Verilen mesajlar hep aynı: yabancılara karşı dikkatli olmak (s. 151). Ne var ki özellikle de çocukların güvenliği için alınan tedbirlerde ölçüsüz davranılmakta ve örneğin çocukların oyun aktivitelerinde azalmalar ortaya çıkmakta. Çocuklar özgürlük yitimiyle karşı karşıya kalmakta ve bu durum onlar için büyük handikaplara neden olmakta (s. 159). Artık güvenilecek herhangi bir kimse bulunamayacağı düşüncesi adım adım zihinlere işlenmekte ve mekansal olarak yakın, fakat aralarında hiçbir ilişkinin bulunmadığı insanların sayısı giderek artmakta (s. 168).
Dünyanın giderek hastalıklı bir biçimde algılanmasına bağlı olarak bilim adamlarına duyulan güvenin giderek azalması, risk algısının büyümesindeki en büyük etkenlerden biri. Bu büyüme sonucu teknolojik gelişmelere kuşkuyla yaklaşan insanların sayısı artıyor ve artık insanlar, kime ya da neye inanmaları gerektiğine karar veremez bir hâle geliyor (s. 176). Bilimsel araştırmalara yöneltilen tüm bu düşmanca tutumların kaynağında da aşırı bir biçimde abartılan ihtiyatlılık ilkesi var; söz gelişi genom projesine duyulan tepkilerin kaynağında. Bu da göstermektedir ki toplumdaki kuşku ve güvensizlik itkisi artık bilimsel çalışmalara bile yansıyor. Bütün bunların en önemli sonucu, 80'lerden buyana bireyciliğin giderek yayılması ve bir araya gelme becerisinin zayıflamasıdır; hal böyle olunca da "ortak değerler" yıpranıyor ve toplumsal kurumlar çözülmeye başlıyor. Bu nedenle risk bilinci büyüyor ve günümüz toplumu kendine güvenen bireyi değil, kurban ya da hayatta kalmayı başarabilmiş insan kimliğine asılıyor (s. 187).
Furedi'ye göre bütün bunları alt alta koyduğumuzda yeni bir "dünya görüşü"nün betimlemesini yapmış oluruz (s. 193) Bu dünya görüşünün sunduğu yeni etiket'i şu şekilde çözümleyebiliriz: toplumlarda risk bilinci geleneksel değerlerin zayıflamasıyla büyür. Bunun sonucunda da belirsizlik ve şüphe atmosferi yayılır (s. 194). Bu belirsizlik ve şüphe atmosferi içinde risk bilinci, yeni bir ahlâk anlayışı sunar. Bu ahlâk anlayışında, baş değer olan güvenlik'e uygun davranmak için yapılan her eylemin iyi, insanları riske sokacak türden her eylemin de kötü olduğu kabulü benimsetilmeye çalışılır. İnsanları riske atanlara lanetler yağdırılır. Geleneksel değerlerdeki zayıflamalar, tüm toplum kesimlerine hitap edebilecek insan modelleri geliştirmeye imkan verememekteydi, işte bu boşluğu korku kültürü içinde geleneksel değerlere göre değil, risk bilinciyle uyumlu bir biçimde yaşamlarını sürdüregelen yeni idoller doldurmakta (s. 195). Artık insan ilişkilerinin denetimi yeni bir etiket altında ele anıyor ve bu yeni etiketin en önemli özelliği de hiçbir değer yargısı içermediğini iddia etmesi oluyor. Oysa ki bu etiketin herhangi bir değer yargısı içermemesi, iç tutarsızlığının bir sonucudur. Abartılmış risk bilincine dayanan ve insanları belirsizlik deneyimiyle barışık bir hâle getirmeye çalışan bu etiketin içerdiği dünya görüşü, genel geçer olma iddiasını taşıyan herhangi bir değer yargısı kurmaya geçit vermez. Bu nedenle örneğin alkolün sağlık için riskli olduğu söylenirken, şarabın kalp krizini önlediği savunuluyor ki bu da iç tutarsızlığının bir göstergesi (s. 196). Yeni etiketle artık teknik dil kullanılarak açık ahlâki değer yargıları oluşturmaktan kaçınılıyor ve eylemler ile çeşitli riskler arasında bağlantılar kurularak insanlar belirli yönlere doğru yönlendiriliyor: örneğin reşit olmadan yapılan cinsel ilişki doğrudan lanetlenmiyor, belirli kimseler için riskli olduğu savunuluyor. Yeni etiketle artık yanlışlık'a değil, uygunsuzluk'a gönderme yapılıyor (s. 198).
Yeni etiket, geleneksel değerlerin alt kültürleri hor görmesini eleştirir ama yine de onlara kendi normlarını benimsetmeye koyulur. Bu yolla toplumsal sorunların aşılabileceğini iddia eder. Ne var ki yeni etiketin arka planında aslında geleneksel muhafazakarlıktan gelen birtakım tortular bulunur ve geleneksel muhafazakarlığın başarısız olduğu yerlerde, yeni etiket başarılı olur. Örneğin AIDS hakkındaki risk algısında ortaya çıkan değişim, tam da muhafazakarların istediği türden bir cinsel sorumluluğun yeniden tesis edilmesi gibi bir durum yarattı, başka deyişle Cizvit rahiplerinin öğütlerinin yerini korku kültüründe yeni etiket doldurdu (s. 217). Böylelikle geleneksel muhafazakarlık, korku kültürü içinde yeni etiketi kullanarak olumladığı insan modeline uygun kimselerin yetişmesinden büyük haz etmekte. Korku kültürü içinde kök salan yenilik karşıtlığı, geleneksel muhafazakarlıktan yana olanların çok hoşuna gidiyor. Ne var ki bu yeni insan modeli, kurban kimliğinin benimsenmesine yol açıyor ve insanlık ideallerinin unutulması gibi bir sonuca sürüklüyor. Furedi'ye göre risk almanın önemi ve gerekliliği de buradan kaynaklanıyor (s. 226).
Alkım Saygın
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 11 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 5.474 kahveciye doğru yola çıkmıştır.
Yukarı
|
GEL-GİT
Neden oldun böyle bir anda
O eski gel-gitlerden mi hissettin yine
Anlamama hakkım yok seni
Biliyorum kaç gel-git yaşadık
Sayıyorum hepsini inan uzaktan
Biz uzak ama yakınız değilmi
Sıcak ama soğuğuz
Somut ama görünmeziz
İstiyorum ama yokum değil mi..
Hem seviyorum hem incitiyorum dersem
+1 incitme -1 sevgi mi yazılıyor haneme
Sorgusuz ve yargısızsın ya;
Beklemezken düşünürsün sen beni
"Gel", "git" , hangisi gerçek?
Sen "git" tesin suanda
Ben de "git"teyim ama
Sen gel de gitme..
Gizem Tekebaş
Yukarı
|
İşbilir çizgi çekici!..
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan Yamağı : Cem Özbatur |
|
http://www.buybye.com/detail.asp?PRODUCT_ID=F102A9K935M714ID1 "ALIŞVERİŞİN GÜLER YÜZÜ". Kahve Molası Dergimiz artık Buybye.com'da. Kredi kartınızla derhal satın alıp adresinize gönderilmesini sağlayabilirsiniz. Hatta dergiyi taksitle almanız bile mümkün. Tabi hepsi bu kadar değil. Dergi için gitmişken tüm reyonları dolaşmakta yarar var. Pekçok ürünün yanında hormonsuz doğal domatese özellikle dikkatinizi çekerim.
http://www.gerd-turkey.org Şu reflü denilen medyatik hastalık başımın derdi. Bu konuda yazılar bile yazdım. İşte o yazılardan biri sayesinde bu siteye ulaştım. Reflü hakkında bilmeniz gereken herşey var. Siz de benimle aynı dertten muzdaripseniz, vakit geçirmeden tıklayın derim. Teşekkürler Dr.Serhat Bor.
https://secure.dobgm.gov.tr/dobgm.asp Devlet Opera ve Balesi'nin tüm gösterilerine direkt kendilerinden yer ayırtıp bilet alabildiğinizi biliyor muydunuz? Ben bilmiyordum yeni öğrendim. Özellikle bale de "West Side Story" var. Kaçırılmaması gerekir. Ayrıntılı tanıtımlar için tıklayın.
http://www.bbc.co.uk/science/humanbody/sleep/sheep/ İşte size kendinizi sınayabileceğiniz ilginç bir test. Birden fırlayan koyunlara ok atıp reflekslerinizi ölçüyorsunuz. Herkesin denemesinde yarar var. Üşenmeyin tıklayın.
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
Aurora MPEG To DVD Burner 4.4.3 [9,97 MB] WindowsXP Deneme
http://www.mediatox.com/download.htm DVD yazıcınız varsa, işte onu kullanabilmek için alternatif bir yazıcı program. Bilgisayarınızdaki mpeg filmleri menüleriyle birlikte DVD olarak hazırlayıp yazdırmanız mümkün. Aynı sitede daha birkaç tane daha bu tür dönüştürücüye ulaşmak mümkün. İlgililere tavsiye edilir.
Yukarı
|
|
|
|
|
|