|
|
|
25 Mart 2005 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Gelibolu mu? Gallipoli mi? |
Merhabalar,
Dün söylediklerim için aldığım mesajlar beni yüreklendirdi, sağolun varolun. Dediğimin bir gazetenin manşeti olması da cabası oldu. Tabi aklın yolu bir. İfrazata kaçınca durup düşünmek gereğini hissediyor insan. Düşününce de çifte standartlar, bazen var bazen yok olan değerler akla geliveriyor. Bu bayrak nasılsa daha çok konuşulur ama yanısıra bir başka konu da gündeme oturdu, gelin biraz da ona dokunalım.
Gelibolu ya da ticari adıyla Gallipoli filmi. Bu filmin gerçekleri saptırdığına ya da küçümsediğine dair aklı başında varsayılan köşelerden sesler gelmeye başladı. Yanısıra şakşakçıları da bayrak üstüne az Gallipoli diyerek hemen konuya atladılar. Şimdi bir kere önce yola çıkılan yere bakmak gerek. Benim bildiğim Çanakkale Zaferi Türkiye Cumhuriyeti'nin varolma savaşına ait değildir. Çanakkale muharebesi Osmanlı'nın son demlerinde üçyüzbin tane kalifiye vatan evladına malolmuş bir savunma savaşıdır. Sonuç zaferdir ama o anda Çanakkale boğazını geçemeyen küffar 2 yıla kalmadan boğazları ellerini kollarını sallayarak geçmiş Anadolu'yu dört bin yandan işgal etmiştir. İşte asıl savaş ondan sonra başlamıştır.
Hep aklımdan geçmiştir, "Çanakkale'de üçyüzbin kalifiye asker şehit verilmeseydi Kurtuluş savaşı nasıl bir şekil alırdı?". Bunun cevabını vermek çok güç tabi ama aslolan şudur; Atatürk Kurtuluş savaşını kazanabileceğine dair güveni yanındaki silah arkadaşlarına ilk Çanakkale'de vermiştir. Yoksa o sırada sadece onbin kişilik bir tümenin komutanı olan Mustafa Kemal'den Çanakkale'nin mimarı olarak bahsetmek diğer arkadaşlarına haksızlık olur. O nedenle konusu Çanakkale olan bir filmde Mustafa Kemal'den fazla bahsetmemek çok doğaldır. Bunu göz ardı edip galeyana gelmeye hiç gerek yoktur.
Çanakkale Zaferi 1915'te başarı gibi görünse de sonuçları itibariyle büyük bir yıkım ve kayba malolmuş, Mustafa Kemal'i kazanmayı bir kenara bırakırsak bir koca hiç elde edilmiştir. Dünyanın dört bir yanından gelenlerle, vatanını savunanların meydana getirdiği yüzbinlerce insanın tek ortak paydada yani ölümde buluşmalarıdır Çanakkale Savaşı. Ve bu ortak payda düşmanları bile kaynaştırmış, sayısız hüzünlü hikayeye neden olmuştur. Gerçek belgelerden yola çıkarak hazırlanan bu filmde ise dramatik kurgu işte bu hüzünlü hikayelerden oluşmuştur. Yakın tarihimizin bu kanlı kavgasının gerçek hayat hikayeleriyle film haline getirilmesi bir ayıp değil bir gurur vesilesi olmalıdır. Hala bir Atatürk Filmi çekemeyen, yedi düvelin soykırım diye pişirip pişirip önümüze koyduğu Ermeni olayları hakkında hala birşey söyleyemeyen vatanın çocukları olarak bırakın bu korkunç ama bir o kadar da insani savaşın bir başka yönünü anlatan filme şapka çıkaralım. Gelibolu mu? Gallipoli mi? diye sormayı, Eurovision'a Türkçe mi? İngilizce mi? şarkıyla katılalım demekten farklı olduğunu düşünmüyorum. Eğer dünya orayı Gallipoli diye tanıyorsa filmin adı da Gallipoli olur, ne var bunda?
***
Bugün TRT Türkiye'nin Sesi Radyosunda Satır Arası programına konuk oluyoruz. Saat 10:10-11:00 arasında dergimizle ilgili söyleşmek üzere sevgili Mehtap Yıldız canlı canlı stüdyoda olacak. Türkiyenin Sesi Radyosu maalesef yurtiçinden dinlenemiyor ama internetten rahatlıkla dinleyebilirsiniz. http://www.trt.net.tr/wwwtrt/canli.aspx Mümkün olursa kaydedip arşive koyacağımdan emin olabilirsiniz. Hepinize güzel bir haftasonu diliyorum. Esenkalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
|
KIRK1YAMA HİKAYELERİ LODOS |
|
5 Nisan 2001/ Paris
Yol boyu bulutların üstünde uçarken kurduğu hayaller sonunda gerçek olacaktı Selin'in. Cem onu görür görmez havalara kaldıracak, olduğu yerde daireler çizdirecek, dakikalarca öpüşeceklerdi. Sabahlara kadar sevişecekler, Paris sabahlarına birbirlerine aşık uyanacaklardı. Mavi göklerden Cem'e doğru yol alırken bunları düşünüyor, Paris'e yakışır bir buluşma olacağını hayal ediyordu.
Ancak ters giden birşeyler vardı. Cem'in bakışlarında şimşekler çakıyor, sert lodosların ruhlara verdiği delilik havası gözlerinden okunuyordu.
- Neden geldin?
- Özledim.
Bu tek kelimelik açıklama Cem'in sorusuna cevap değildi, bir süre sabırla öylece yüzüne bakıp devamını getirmesini bekledi. Selin için ise, söylenmemiş herşey bavulunu kapıp sevdiği adamın peşine özlemle düşmekle açıklanabilecek kadar basitti. 'Daha ne açıklamamı bekliyor ki?' Diye düşündü içinden. 'Onu sevdiğimi söylemiyor mu burada oluşum; ardına düşüşüm; herşeyi bırakıp ona koşmam yeterli değil mi?' diye düşünürken Cem gitmeye hazırlanıyor, bir yandan kitaplarını topluyor bir yandan bilgisayarda açtığı dosyayı kapatıyordu.
Cem'in ceketini giyerkenki gergin halinden bir şeylerin ters gittiğini hissetti. Olan bitenle ilgili senaryolar üretmeye başlamıştı. Yine haklı olduğuna dair senaryoları zaten hep hazırdı. 'Başka biri olmalı hayatında, gelişime bu kadar kayıtsız kalmasının başka bir açıklaması olamaz!' diye düşündü. Cem'de, Yusuf gibi çıkmıştı işte... Kayıtsız ve küstah!
Cem ile birlikte binayı terk ederken, yolun yorgunluğu ve yaşadığı hayal kırıklığı ile süklüm püklümdü Selin. Uzun süre konuşmadan hızlı hızlı yürüdüler. Bir ara Selin Cem'i kolundan yakalayıp durdurdu.
- İstersen hemen geri dönerim.
- Sebep?
Selin tam bir açıklama yapmak üzereydi ki vazgeçti. Cem'in kolunu bırakıp yürümeye devam etti. Olanı biteni anlamıyordu. Böyle bir karşılamaya kendini hazılamamıştı. Oysa Cem tam da böyle bir karşılaşmaya hazırlanmış gibi kendinden emindi; ilk kez. Eyfel Kulesi'nin olduğu meydana gelmişlerdi. Kulenin ayaklarının altında boş bir banka oturdu Selin. Daha fazla gidemeyeceğini anlamıştı. Cem tam karşısında ayakta duruyor, arkada Eyfel bütün heybetiyle göğe doğru yükseliyordu. Cem çok güçlü görünüyordu gözüne Selin'in. İlk kez. Çelik gibi sağlam. Eyfel kadar ulaşılmaz. Ve küstah!
- Ne oldu sana Cem?
- Lodos nedir bilir misin? Güneyden esen sert bir rüzgardır. Herşey birbirine karışır, herşey kendini başka bir yerde bulur. Ben sert bir Lodos yedim Selin ve buralara kadar sürüklendim.
Selin artık hiç bir şeyin eskisi gibi olamayacağını onun ses tonundaki kararlılıktan anlamıştı. Oysa ne kadar emindi onu kadın olarak etkilediğinden. Ilık vazgeçilmezliğinden emindi. Cem'in içindeki soğuk karları eriten ılık havaları estiriken; bir yandan da içine sağanaklar yağdırdığını görememişti.
Selin esmişti, Cem savrulmuştu. Şimdi Cem esiyor, Selin savruluyordu.
- Evet sıcaktın ama öylesine serti ki rüzgarın, kafamın içi allak bullak oldu. İçimde bir metafor oluştu sanki. İçimdeki fırtınayı dindirmek için senden tek bir şey istedim. 'Sevdiğini bilmek'. Oysa sen içimdeki fırtınayı dindirmek yerine her seferinde daha sert estin. Her seferinde başka kıyıya vurdun beni. Şimdi kollarına atılıp 'Hoşgeldin' dememi bekliyorsun öyle değil mi?
Bu soru karşısında ne diyeceğini bilemedi Selin. Cem'in her sözü onu başka yerinden tutup yere vurmuş; yollarda sürükleyip, kıyı köşelerde allak bullak olmuştu. İçinde bir metafor oluşmuştu sanki tıpkı Cem'in dediği gibi. Cevap vermek için, Lodos fırtınasının dinmesini, yerini tatlı bir serinliğe bırakmasını bekledi Selin. Uzun süre birbirlerinin gözlerinin içine baktılar.
- Cevap versene. Benden ne bekliyorsun Selin?
Cem'e, onu kollarına alıp 'Hoşgeldin' demesini beklediğini söyleyemedi.
- 'Hoşgeldin' yerine, sana 'güle güle' diyeceğim. Sana gerçek bir kadın olma şansı vereceğim. Git ve bu şansını kullan.
Duymak istediği şeyler bunlar değildi. Ondan bir tek şey duymayı bekliyordu; Cem'in ondan aylarca duymayı beklediği şeyi... Sevildiğini bilmek.
Selin, ne yaptığını anladığında, Cem kendi şansını kullanmış ve Paris'in ara sokaklarına dalmıştı. Geriye sadece Eyfel'in çelikten soğuk görüntüsü kalmıştı...
Arkası Pazartesi
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 16 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Önce İnsan : Cumhur Aydın Zamanla unutulan. |
|
Telefondaki sesi titriyordu. Oğlum sen... Evet benim. Ne yapıyorsun, nasılsın oğlum? İyiyim... Annenler, babanlar nasıllar yavrum? Şey, teyze siz yanlış aramış olmayasınız?
Oğlum sen Sapanca doğumlu değil misin? Evet. Annen...., baban.... Biz onların Sapanca'dan dostlarıyız. Babanla, benim eşim beraber çalışmışlardı bankada kaç yıl. Ah yavrum sizi çok aradım ben. Senin adresini, telefonunu aylardır arıyordum. Ankara'da olduğunu biliyordum. En son babanlarla on yıl önce İzmir'den konuşmuştuk. Onlar söylemişlerdi. Sonraları izlerini kaybettim. Bizim sıkıntılarımız çıktı. Üç yıl önce adreslerini bile bilmediğim halde, telefondaki eski tariflerinden İzmir'de evlerini aradım saatler boyu. Nasıllar, iyiler mi?
Şey teyze... Babamı yedi, annemi beş yıl önce kaybettik. Biraz duraksamama karşın yine de fazlaca rahatsız olmadan söylemiştim bu sözleri. Geçen zaman oğula bile anne baba ölümünü sıradanlaştırmıştı, bir yere kadar. Teyze... Ses kesilmişti, birden belli belirsiz hıçkırıklarını işittim. Öldüler mi? İkisi de mi? Düşünmedim değil ama yine de bir umut. Birinden birinin sesini duyabilirim diye. Geç kaldım işte. Geç kaldım.
Tam kırk yıl öncesinden, Sapanca'nın kiraz bahçeleri arasından bir dost, arkadaş sesi yankılanan. Neler paylaşılmıştır? Henüz ömürlerin yarısında kaç zaman birlikte geçirilmiş, hangi sevinçlere, tasalara ortak olunmuştur? Çocukların ilkokul telaşları. Beylerin iş koşuşturmaları. Ailelere beklenen yeni bireyler, yeni umutlar. Ülkedeki sıkıntılar. Askerin yönetime el koyması, yüzüklerin devlete verilmesi. Günlük telaşlar. Akşam ne pişireceğim tasası. Biraz pirincin var mı? İstanbul'dan getirilen küçücük hediyeler. Babanın kaybından sonra sarılmalar. Çocukların emanet edilişi. Gözün arkada kalmaması. Beyin kursa gitmesi, paylaşılan yalnızlık.... Akrabadan öte yakınlık dedikleri böyle bir dostluk mu acaba?
Geç kaldım oğlum. Senin doğumunu mektupla bildirmişlerdi. Bizim yerimiz değişmişti. Ondan sonra hep mektuplaştık. Beyler görüştü zaman zaman. Biz de bir araya geldik birkaç kez. Çocukların büyüyüşünü, iş tutmalarını, evlenmelerini hep yazdık birbirimize. Sonra kopuverdi işte bağlantılar. Hay allah. Senin yüzünü görseydim... Ağlamaya başlıyor yeniden.
Eski dostlarının sesini duyma umuduna mı sarılmıştı yıllar yılı? O da yaşam yoldaşını yitirmiş dokuz yıl önce. Çocukları farklı illerde. Torunlar, tasalar, gelip gitmeler. Çevresinde yalnızlığını paylaştığı arkadaşları, tanışları yok mudur? Vardır elbet. Örgüsü, alışverişi, bir kap yemek hazırlama telaşı. Günler geçmiyor mudur? Geçiyordur elbet. Yalnızca geçmişe bir kuru özlem midir eski izlerin bulunmasına yönelik bunca çabanın arkasındaki ? Şu sıra ahizenin arkasında boğaza düğümlenenlere ne demeli? Yitip giden zamana mı, yoksa dostlara, dostluklara mı bir iç çekiştir bu?
Telefon kapandığında annemin babamın ölümlerini, onların seslerini duymak için on yıldır umarsızca iz sürmüş eski dostlarına, bir yaşlı kadıncağıza ne kadar da doğal, ne kadar da donuk bir sesle söyleyiverdiğime bir kez daha şaşırdım. Zamanın un ufak ettiği yalnız ölüm acısı mıydı, yoksa dostlukların anlamı mıydı belli belirsiz aşınan kafamda, bilemedim.
Günler geçiverdi bu telefon konuşmasının üstünden. Posta kutuma faturaların dışında belki de yılda birkaç kez düşen bir mektubun içindeki fotoğraflarla anımsadım bu teyzecikle konuşmamı günler sonra.
Mektubun içindekiler üç ay önce yaşama merhaba diyen ikiz kız bebeklerin fotoğraflarıydı. Anne ve babaları şu notu düşmüştü arkalarına. "Dünyaya gelmemizde gösterdiğiniz fedakarlık ve katkılar için teşekkür ediyoruz. Sizler bizim için hep çok önemli olacaksınız."
Sevgili arkadaşlarımız, çok arzu ettikleri bebeklerine yıllar sonra kavuştular. Onlara evlerinden uzak Ankara'da geçirdikleri zamanda moral vermeye çalışmış, sıkıntılarını paylaşmış, yüreklendirmiştik aklımızca. Bazı geceler dillerimize gelen kuşkuları seslendirmemeye gayret etmiş, başka konular açmış başka konular konuşmuştuk. İyi haberler sonrası birbirimize sarılmış, bazen biz ev sahipleri kendimizi kaptırıp kontrollerden azcık geç çıkılsa, kuruntudan içimizi yer olmuştuk. Ege kıyılarından gidilmiş, gelinmiş ve işte en sonunda kavuşulmuştu çok umut edilenlere, çok istenenlere.
O koşuşturmalı günlerde, arkadaşlarımızı yolcu ettiğimiz kimi akşamüstlerinde biz evdekiler bazen sözcüklere dökerek, bazen susarak, nice zamandır dostlarımızla, arkadaşlarımızla böylesine yüreklerimizin birbirine değdiği, sık sık akıllara düşülen, merak edilen saatler, günler, dahası böyle duygular yaşamadığımızı itiraf etmiştik. Dostlara yardım ediliyor olması değildi bizi heyecanlandıran yalnızca, nice zamandır dostluğu özlediğimizi, merak etmeyi ve merak edilmeyi özlediğimizi duyumsamıştık.
Yok, dostlar neler yapar, bugün neleri ıskalıyoruz laflarına uzatmayacağım bu fotoğrafların izdüşümlerini. Çoraklaşan, tekdüze koşuşturmalarla, televizyonların başında geçirilen akşamlarda, ancak hastalık ya da başsağlığı ziyaretlerine indirgenen, kırk yılda bir rastlantı karşılaşmalara kadar gerileyen sözüm ona dostluklara da bir şey demeyeceğim işte.
Ancak düşünmeden edemiyorum, otuz yıl sonrasını. Bu küçük kızların günün birinde bizim telefonumuzu çevirdiklerinde hissedeceklerimi.
Ya da.
Onları yanıtlayacakların, benim Sapanca'daki dostluklara gösteremediğim özeni, Ankara'daki dostluklara göstereceklerini ummak istiyorum.
Cumhur
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 8 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Kahveci : Ayşen Tekşen Kapkın |
KELEBEK TUTUŞLU BABALAR
Kızlarıyla dans edebilmek için orada olan babalara.... anılarına...
Olmazlar diyarı İzmir, kordonda bir Yunan tavernası, Yunan tavernasında ağdalı bir Sezen Aksu;
Küçüğüm, daha çok küçüğüm
Bu yüzden kendimi değersiz sanmam
Pistte Alp ve Nezih; elleri Denizle Zeynep'in belinde, dudaklarında uçuşan gülümsemeler, gözlerinde o hınzır bakış. Siz şimdi "hınzır bakış da ne?" diye sorarsınız. Hınzır bakış, kızlarını uçurmaya az kalmış -yani tehlikenin eşiğindeki- babaların bakışıdır. O bakışlar, bunu diyemeyeceği günlerin yaklaştığının bilinciyle "benim işte!" der, "hala benim!". Gururlu bakışlardır, meydan okuyan bakışlardır, sevgiden gözbebeğini çatlatan bakışlardır. Babalar kızlarıyla dans ederken hep bu bakışı takınırlar gözlerine. Babalar kızlarıyla dans ederken... Babalar kızlarıyla.... Babalar....
Olmazlar diyarı kafam, Fuar'da Ada Gazinosu, ağdalı bir Berkant:
Bir şarkısın sen, ömür boyu sürecek
Dudaklarımdan yıllarca düşmeyecek...
Pistte Yaşar ve Muzaffer beyler; elleri kızlarının belinde, dudaklarında uçuşan gülümsemeler, gözlerinde hınzır olmayan bakışlar, etrafta hınzır bakışlı Alpler. Eski adamlar hınzır bakamazdı. "Benim" demeyi hak görmezlerdi kendilerine. Neyi hak gördüler ki zaten. Her şey çocukların hakkıydı. Ne antropoz bildi gariplerim, ne başka sıralara kaydı gözleri, ne de "kendi hayatları" vardı karı-çocuk derdi olmadan yaşanacak. İyi babalardı... Adam babalardı...
Alp'in ya da Yaşar beyin bakışları, dansları, gülüşleri, hayatları farklı da olsa elleri aynıydı. Kızının beline bir ya da en fazla iki parmakla dokunan eller. "Sen nadidesin, özelsin, kırılgansın ve ben bunu biliyorum" diyen eller.... Diğer el ise kızını avucunun içinde minik bir temasla tutulacak. Asla kavranmayacak. Çocukluktaki uçuç böcekleri gibi duracak kızının eli avucunda. "Gideceksin, biliyor ve onaylıyorum" diyen bir temasla. Sonra adımlar.... Yönettiğini hissettirmeden yöneten adımlar... "Şimdi sağa" demeden sağa götüren adımlar...
Biz babalarımızla dans ederek başladık yaşamlara. Özeldik, ayrıcalıklıydık... Öyle öğrendik bellerimize uzanacak ellerin önemli olduğunu. Hoyratça saran ellerden kaçtık, kelebek temaslı elleri tuttuk. Birbirine eklenen yıllar yanlarında tokatları, şamarları da getirse o kelebek dokunuşlu eller, kibritçi kız çabasıyla üşüyen yüreklerimizi ısıttı, karanlığımızı aydınlattı. Onlara tutunup direndik. Umut ettik. Hiç unutmadık kelebek tutuşlu elleri.
Alp ve Nezih pistte kızlarıyla dönerken hepsinin şakağına uçuşan bir öpücük yolladım. Sonra tavernadan gecenin serinliğine çıktı kelebek öpüşüm; evde uyuyan ve babasıyla hiç dans edemeyen kızımın alnına kondu; biraz nemlenip sevinçli, minnettar yoluna devam etti; ikinci durak Işıkkent'ti. Ve biliyorum ki hiçbir mezar taşı böylesine zarif, böylesine kelebek öpülmemişti.
Ayşen Tekşen Kapkın
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 13 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen Asla BÜYÜK Konuşmayacaksın |
|
Annem; "Asla büyük konuşmayacaksın hayatta..!" demişti. "Ben, bunu yaptım ve tövbe ettim" diye de eklemişti. Ağabeyinin gömleklerini yıkarken başlamış ilk kez söylenmeye. Matbaada çalışırmış Dayı'm. Pek de yakışıklı imiş; sarı saçlı, uzun boylu, mavi gözlü. Tam bir Priştina'dan ( Selanik yakınlarında ) göçme ailenin genci. Her sabah; emek zahmet yıkanmış ve ütülenmiş gömleklerden birini sırtına geçirdiği gibi matbaanın yolunu tutar ve kimbilir kaç genç kızın pencereden kendisini süzdüğünü, bu tiril tiril giyinmiş yakışıklıya bakıp iç geçirdiğini farketmezmiş bile. Akşam karanlığı çöktüğünden dönüş saatinde pek göremezmiş o iç çeken mahalle kızları. Annem ise; pek iyi bilirmiş o dönüşün muhteşem izlerini. Gömlek, pantolon hepsi simsiyah. Elleri, kolları benzer şekilde, burnuna kadar matbaa mürekkebi olmuş neredeyse. Çamaşır makinası desen o devirde ne mümkün. Çaresizlik içinde çitile ki çıksın kirler, lekeler. Çamaşır kolası, çamaşır suyu, çivit vb. bir sürü uğraşlar verilirmiş evde. Kolalanmış, yıkanmış gömleklerin son aşaması da bilindiği üzere ütü. Jilet gibi olması gerekir üstelik ütünün. Nefret etmiş annem ve dolayısıyla; "Asla, matbaacı ile evlenmem" diye de kestirip atmış.
Efendim, sebebi ziyaretimiz .... bilindiği üzere .... hülasa, kızınızı istiyoruz, ne dersiniz ?
- Münasip deriz, deriz demesine de, ne iş yapar acaba damat bey oğlumuz ?
Matbaa'cıdır efendim kendileri...
- Biliriz biliriz... Ağabeyi de matbaacıdır, daha önce bilgilenmiştik ama adettendir diye yine de soralım dedik efendim... Hayırlısı olsun...
"Cıyaaaaaak, yine mi matbaacı ..! Rezil bir kahve yapayım da görsünler günlerini, istemem işte..!" demiş olsa bile, büyük konuşmuş olsa bile, bir de bakmış gelin gitmiş matbaacıya... Gerçi; rahmetli babam pek benzemezmiş ondan yıllar önce rahmetli olan dayıma. Ben de gayet iyi bilirim onun çiçek gibi giyindiğini, ayakkabılarında hiç çamur izine bile rastlamış değilizdir.
"Ne nefretlik şey şu komşunun çocuğu, hiç düşmüyor anasının paçasından. Cıyak, vırak.. Böyle çocuğum olsun bir kaşık suda boğarım..! Benim Ahmet'im öyle mi ?" demiş büyük konuşmaktan akıllanmayan annem. Sanki kardeşim bu lafı etmesini bekliyormuş gibi doğuvermiş bu lafın üstüne. Üstelik komşunun çocuğundan daha da beter. Tüm mahalleyi ayağa kaldırıyor, bir bütün gün balkonun altında;
"Anneeeeee, bi 25 kuruş atıversen, n'ooolur be Anne, n'ooolur ..!" diye iki gözü iki çeşme zığlıyor ( ağlama ve zırlama karışımı ). Tüm komşular anneme dert yanıyormuş, hatta; "Biz verelim sırasıyla bi 25 kuruş, n'ooolcek canım !" diye çözüm yolları önerenler bile varmış. İşte bu durum üzerine "Asla büyük konuşmam artık, tövbe..!" demiş Sevgili Annem.
Belki annem gibi çoğumuz BÜYÜK laflar etmişizdir yaşamımızda. Hatta edeceğiz belki de. Her ne kadar atalarımız konu ile ilgili; "BÜYÜK lokma ye BÜYÜK laf etme" demiş olsalar bile bunu yapacağız. Büyük kelimesi içimize BÜYÜK olarak yerleşmiştir bir defa.
Bu hafta 3 atarız abi, Denizli kim be ? .. "Atıyorsun ooolum, ufak at da civcivler yesin"
En büyük Türkiye, boşver sen onu bunu...
Büyüklük sende kalsın abi, uyma şuna ..!
Ben, büyük yazarım Abi ..! Büyük yazarım dedim sana... "Bana ne kardeşim KÜÇÜK yaz"
Eğer bir yerde küçük insanların büyük gölgeleri oluşuyorsa orada güneş batıyor demektir.
Bütün büyük yanlışların altında gurur yatar.
En büyük yalancı en çok kendinden bahsedendir.
Dergimiz; 5000, 10000, 25000 satar mı ? Site abonelerimizin sayısı 50000 olur mu ?
Satar... Olur, neden olmasın... Başarının en BÜYÜK sırrı, beklemesini bilmektir...
asesen@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 14 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Pratisyen Kahveci : Seda Demirel Acımadı kiii... |
|
Acımadı kiii...
Hah işte, sivilce, ilaç, sağlıkta reform derken metabolizma kaçak verdi, arsız çocuklar gibi gözlerimi pörtlete pörtlete bir yandan ağlamak, bir yandan tepinmek, bir yandan da bağırmak istiyorum. Bakın size ne söyleyeceğim; Gandhi vakti zamanında sigara da içmiş, babasının cebinden para da çalmış, okulu da kırmış. Karısını da kıskanıp tartaklamış. Vallahi. O zamanlar Mahatma değilmiş ama olsun. Mahatma olduktan sonra da karısını evden kovmuş. Son anda karısı ağlamış zırlamış yalvarmış konu komşuya rezil olmayalım diye de olay öyle kapanmış. Hoş Gandhi aynı zamanda kendi işini kendisi yapan dikiş filan da diken bir derviş kişiymiş...
Olsun, bana ne!
Halk çocuğu Gandhi de allahın maçosuymuş işte!
Velhasıl kerim benim kafam bozuk kardeşim. Barut gibiyim. Patlayacak yer arıyorum; hastalara, çalışan personele, aileme filan dişim geçmediği için de aşık olduğum zat-ı muhtereme suyu az kaçmış bol limonlu macun gibi bulaşıyorum. Garibanım hem şaşkınlıktan (öyle salakça bulaşıyorum ki mevcut zekam ile uyuşmadığından afallıyor olacak) hem iyi niyetinden bir yandan da yavaş yavaş sinirlenmeye başladığı için olacak deşelemeden olayı kapatma yolunu seçiyor.
Hahahaaa.. Yanlış!!! Elime kozu veriyor...
Alıyorum sazı elime ve; Vay efendim, "Sen beni önemsemiyorsun! Beni dinlemiyorsun!" (hoş dinlemediği doğru, algısı çok dağınık hele hele konuşmak istemediği bir konu ise özenle dağıtıyor) "Ben acı çektiğimi söylüyorum, sen duygularıma saygısızlık yapıp bana inanmayan bir ses tonu kullanıyorsun. Mutsuz olmadığımı iddia ediyorsun,çünkü beni anlamak yerine reddetmek senin için çok kolay bir kaçış noktası" (Cümledeki ince ayara bakın. Helal bana!) .
Vır da vırvır da vırvır...
Yani o derece ki en sonunda kendimden sıkılıyorum. Ayol basbayağı nevroz bu!!!
O an kendimden utanıveriyorum ama geçmiş olsun. Ölmek var dönmek yok. Tüm nevritik kadınlar gibi (Ben onlardan hiç haz etmem) gemileri yakıyor ve dönüş yollarını da itina ile kapatıveriyorum.
Olay ortada aslında. Bunca sıkıntının bir şekilde bünyemden çıkması gerekiyor ama benim kendimi topraklayacak zamanım yok. Hoş topraklama bile kesmemeye başladı son günlerde; yatay ve dikey bütün limitlerim doldu. Yıllık izin kullanmam şart oldu...
Yıllık izine çıkana kadar da madem bir aşkım var o bana destek olmalı! (Sanki garibimin tek misyonu beni deşarj etmek) İllaki adamcağızı tırmalayacağım!
Derken bir şey oluyor ve karşımdaki ses bana;
"İyi o zaman, ben artık yokum!" diyor...
Amanın!
"Nasıl yani...? Nasıl yoksun?"
Bütün yelkenleri ve hatta çarşafları (Bilumum ne kadar hırs, öfke, direnç, stres döktüysem ortaya-her şey aniden süt-liman-bitiveriyor) suya seriyorum!
(Gider mi be? Yok ya, nereye gidecek ki? Olay sudan ucuz. Komik olur yani beni terk etmesi... Ben olsam beni terk etmezdim..ama.. hayatta da bu çeneyi çekmezdim! Olsun, benim onu sevdiğimi biliyor. Gitmez, hayatta beni terk etmez.. ...mi? Halt ettim ben de bütün sıkıntımı ondan çıkardım. Çok da önemli bir şey demedi....... Dedi!!! Beni önemsemedi!!! Hayır pes edemem!!!!... Ben önemsenmeyecek kadın mıyım????)
"Hıh! Sen nasıl istersen, oyalanma..."
(Burundan soluma sesi) Çattt!!!
Asıl ben sana Çatttt!!!
Dıııııttttttt......
Yani şükür ayrı illerde ikamet ediyoruz!
Yirmi dakika sonra başlayan toplam 3 mesajlık aralık kapı bırakma ritüeli ardından, kafa olmuş kazan, yatıp oflaya puflaya yorganla kapışıp uyuya kalınıyor...
Sabah uyanır uyanmaz telefona sarılınıyor...
"Mırmırmır...
Maço erkeğim benim...
Mıırrrrr..."
Sabah sabah bana soğuk yapıyor ama olsun...
"Nasılsa bir punduna getirip bu soğukluğun da hesabı sorulur yani... " diye iç geçirilip sessizliğe bürünülüyor. İç ses mikrofonu ele alıyor; "Gandhi bile zaman zaman maçoymuş işte! Aman sende. Düşünmeyeceksin! Kadın dediğin kendini bile anlayamıyor. Aşk böceğim anlamamış, çok mu???"
Yok canım...
Benim light maço erkeğime az bile...
Seda Demirel
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 19 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Marmaris Balıkçısı : Osman Günay Bahar Sofrası |
|
Herşeyin tadı yerine geldi ilkbaharla.. Etrafta çiçek böcek canlandı, hayata karıştı, pazarda çarşıda otun enva-i çeşidi boy gösteriyor.. Kokular, renkler herşey yaklaşan yaz mevsiminin, deniz sezonunun habercisi gibi.. Ben bu mevsimlerde bir tuhaf, bir acaip olurum, yerimde duramaz, oradan buraya yeni sene oğlakları gibi zıplar dururum.. Ya da tam tersi, oturduğum yerden kalkamaz, yataktan çıkamaz olup iyice ağırlaşırım hem kilo hem de ruh olarak.. Bu durumun senelerdir farkında olmama karşın teşhisi koyamamış, vitamin takviyesi, pehriz, kan tahlili vesaireyle uğraşırken abilerimizden biri "Osmancım meraklanma kafana "cemre" düşmüştür, bahar geçip yaz gelince düzelirsin" demişti.. Gerçekten de öyle oldu; bahar yemeklerini yiyip kiloları arttırmaya rağmen, her sene aynı şey olur, deniz sezonunun gelmesiyle hem ruh hem de beden düzene giriverir birden...
Benim için baharın gelmesinin tadı "bakla otu"ndadır.. Kim nereden bulur-buluşturur orasına karışmam!!.. Ama güneyde her tarlanın her narenciye bahçesinin bir köşesinde illa bakla ekilidir.. Geçerken her türlü riski göze alır, (köpek saldırısı, baklaların sahibinin haykırışları, etraftan "huuooop!!" sesleri, vs) bitkinin canını alma bahasına bile olsa en uçtaki salkım kılıklı incecik bakla filizlerini, küçücük minyatür yapraklarını toplarım.. Tekneye gelip bakla filizlerini güzelce yıkar, üzerine has zeytinyağ, tuz ve dövülmüş sarımsak koyar taze taze yerim.. Fazla bakla katliamı yapamadıysanız bile kıvırcık salatanızı yapıp üzerine bir kaç bakla otu takviyesi salatanıza yeni bir ruh katar, mutlaka deneyin.. Baharın kokusu, yeşilin tadı, baklanın da rayihası karışır, bendenizi oralardan buralara götürür getirir, yanına bir kadeh anzorotu da mecburi kılar zorunlu olarak!!! Hazır kırlara-tarlalara çıkmışken de taze kekiklerin, kuzukulaklarının, ebegümeçlerinin, labada otlarının da teker teker hatırlarını sormayı ihmal etmemek gerekir...
Madem bahar yemeği yiyor, masada mis kokulu sümbüllerle, renkleri mahallelerine göre kırmızıdan mora, maviden beyaza değişen kır laleleriyle kadeh tokuşturuyor, tomurcuklanmış dallara, çıtır yeşil sürgünlere " hoşgeldiniizz!!" diyoruz, bir de karides salatası yapalım beraber...
Karidesler taze olmalı, en azından donmamışını seçmelisiniz.. İstanbul lular "çim-çim" in kabadayısından seçmeli, ya da güneyin babacan karideslerini tercih etmelisiniz.. Çim-çim leri pişirmek pek kolay, tencerede fokur-fokur kaynattığınız, tuzlu ve maydanoz saplı suya karidesleri funda eder, ocağın altını kapatırsınız.. On dakika sonra karidesleri ayıklamaya başlar, her on karidesten birini de ağzınıza atarsınız.. Soyulmuş karidesleri bir tabağa dizer, üzerine iyice çırparak hazırladığınız bol limon-zeytinyağı, tuz-karabiber ve üç damla soya sosu karışımını döker, incecik kıyılmış maydanozu, belki biraz taze naneyi ekleyip masanın tam göbeğine buyur edersiniz... Daha iri karidesleriniz varsa onları fokurdayan suyunuza funda ettikten sonra gözler, renkleri iyice kırmızıya döner dönmez çıkarırsınız.. Karidesin piştiği kolay soyulmasında anlaşılır, fazla pişirirseniz lezzeti kaybolur, ne demişler "balık canlı-et kanlı-karides oynak!!!"
Masamız yavaştan şekillenmeğe başladı, bakla otlu yeşillikle karides salatası, yanına da biraz beyaz peynir Ezine mahreçli, zeytinlere de zeytinyağı kekik ve kırmızı biber ilave edelim.. Şimdi de sıra ufak bir ara-sıcağa geldi..
Cevizli ciğer tava duymuş muydunuz?? Ben geçen gün karşılaştım, pek ala pek güzel.. Size de selamları var!! Ciğerinizi alın, zarını ve damarlarını temizleyin, ister yaprak, ister kuşbaşı kesin.. Unlayıp kurutmadan, sertleştirmeden tava yapın.. Ciğer pek çabuk pişer, inceyse daha da çabuk!! Bir tarafı yarım dakikada olduysa diğer tarafı yarısı kadar zaman tavada tutmak lazımdır.. Ciğerleriniz lokum gibi oldu, yağını peçeteyle alıp servis tabağına koydunuz, tavadaki yağdan bir iki kaşık başka bir tavaya, az ateşte birazcık unla çevirmece, un kavrulunca bir kaşık elma sirkesi, üzerine bolca ince kıyım ceviz !!! Hepsini karıştırır, kırmızı pul biber ve tuz ilave edersiniz; yanına soğan piyazı da isteyen olursa, kırmızı soğanı piyazlık doğrayıp, tuzla ovalar, ince kıyım maydanoz, sumak ve kırmızı biberle karıştırırsınız, yanına bir duble daha rakı ister baştan söyleyeyim.. Rakının da hakikisini seçmeyi unutmayın!!!
Böyle masalara ana yemek koymak hem göbeği şişirir, hem de damak tadını karman çorman eder.. Muhabbeti mezelere katık edip masada o konudan bu konuya geçersiniz.. Felsefeyle karışık deniz, balık, yelken konuşursunuz.. Konularımızın önemlilerinden kadın ve memleket meselelerinin halli bir müddet sonra çıkmaza girince hemen tatlı gerekir.. Tatlı için de bizim "Şambaba Kaptan" ın "Üç Kaşık Helvası" tarifi gerekir.. Hem pratik, hem lezzetli, hem Türk işi !! Un helvası pek güzel olur, hele vereceğimiz misket arkadaşı tarifi pek lezzetlidir.. Üç kaşık unu üç kaşık tereyağında esmerleşene kadar kavurun.. İçine üç kaşık ta şeker ilave edin kavururken ki, karamel tadımız oluşsun.. Kavrulan unun içine, ısıtıp üç kaşık şeker erittiğiniz sütü ilave edin, karıştıra karıştıra sütünü çektirin, kıvamını bulmaya başlayınca, kavrulmuş fıstıkları koyup üç kaşık şeker daha koyun ki, yerken kıtır kıtır ağzınıza gelsin.. Demlendirdikten sonra isteyen biraz tarçınla servis yapar,çala kaşık yenir, damak tadı oluşur, kahveye hazırlık yapılmış olur...
Hepinize bahar kokulu, tatlı-tuzlu, keyifli, frişka rüzgarlı günler dilerim, görüşürüz...
Osman Günay
osmangunay@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 10 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
TAŞKINCA : Hasan Taşkın Bayrak |
|
Mersin'de gerçekleştirilen ve bölücü örgütün propagandasına dönüşen eylemin yankıları sürüyor... Çünkü bölücü örgüt hala ayakta durmaya çalışıyor. Bunun için de çocukları kullanıyor... Böyle eylemlerle de var olduğunu gösteriyor...
PKK Kongra-Gel Tüm yurt çapında, eylemci gençleri organize ediyor... Bir yandan da artan kap-kaç olaylarının yanı sıra asayiş olaylarında ortaya çıkıyor... Yani bir yandan dağda silahlı eğitim yaparken, diğer yandan da Türkiye'de çeşitli illerde silahsız ama, asayiş olaylarını etkileyecek eylemler için organize oluyor.
Yani başta İstanbul olmak üzere kap-kaç ve hırsızlık türü olayların artmasında bölücü örgütün organize bir çalışması sonucu ortaya çıkan gerçeklerdir...
Geçtiğimiz hafta Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt'ın bölücü terör örgütü ile ilgili, 'Eski sayılarına ulaştılar' değerlendirmesi hiç boş değil... Çok düşünülmüş ve yapılan araştırma ve çalışmalar sonucu elde edilmiş bilgiler doğrultusunda yapılan bir açıklamadır... Bu açıklama ve uyarma çok yerindedir...
Şimdi gelelim Mersin'e... Burada Türk Bayrağı yakılmak istendi... Bayrak demek ülke demektir... Yani burada bir ülkeye karşı eylem yapma cüreti gösterilmek istendi... Bu ülkede yaşayan herkese yapılan bir harekettir bu. Benim aklıma hemen Kıbrıs'ta Türk Bayrağı'nı indirmek için bayrak direğine tırmanmak isteyen ve bayrağa ulaşamadan tek kurşunla vurulan Rum geldi... Bayrağa uzanan el burada kırıldı... Hiç kimse bayrağa el uzatamamalı... Bayrağa yapılan her türlü hareket bir ülkeye ve onun insanlarına yapılmış harekettir... Çünkü o bayrak rengini kandan almıştır... O bayrağı bayrak yapan nice şehitler, 20'li yaşlarında canlarını bu topraklar için seve seve vermişlerdir...
Mersin Polisi bayrağa bu hakareti yapma cüretini gösterenleri tespit etti. Dahası yakaladı... Operasyonlar devam ediyor. Ama kısa zamanda daha derin bir sonuç alınacaktır.
Hemen sonuç alınamamasının altında yatan gerçek ise, terör örgütün bu tip adamları kollayıp saklamasından kaynaklanıyor. Sahte kimlikle dolaşmasını sağlamasından kaynaklanıyor.
Bayrağa el uzatan o çocuklar ve arkasındaki örgüt bilmelidir ki, yaşadığı bu topraklarda o bayrak dalgalanmazsa, onun can ve mal güvenliği olmaz... Namus kavramı da olmaz. Çünkü o ve onun sevdiği tüm kişiler bu topraklarda yaşamaktalar. Hem de huzur içerisinde... Türkiye'nin huzurunu bozmak isteyen her fert, bilmelidir ki, ülkenin huzurunu bozduğunda, kendi anası, babası, kardeşi, eşi veya sevdiğinin huzurunu bozacaktır...
Ama ne yazık ki, bayrağa karşı harekette bulunanların bir kısmı daha çocuk denilecek yaşta. Çünkü bu çocuklar kendi ailesine ve sevdiklerine karşı düşman yetiştiriliyor... Peki ne uğruna? Boş hayal ve boş vaatler uğruna.
Bayrak hassasiyetini en güzel Genel Kurmay ortaya koydu... Bu bayrak için can verenler kadar hassasiyet gösterdi... Ama bu sorumluluk her Türk vatandaşında olması gereken bir sorumluluktur...
Çünkü bu vatan, bu topraklarda yaşayanlarındır... Bu topraklarda yaşayıp da öz vatanının bayrağına göz dikenlerin gözlerini ise yine bu millet çıkaracaktır...
Hasan Taşkın www.noktadergisi.com.tr
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 11 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Bayrak Meselesi
Nedendir bilinmez, bir olguyu gerçek anlamda sahiplenebilmek için hem yönetenler hem de yönetilenler olarak, onun başına bir şey gelmesini bekliyoruz. Müzakere tarihi alamayacak gibi oluyoruz, Avrupa Birliği süreci tehlikeye giriyor; dikkatlerimizi hemen oraya yoğunlaştırıyoruz, yöneticiler olarak ard arda yasalar çıkarmaya başlıyoruz. Devletin doruğunda irtica gerginliği yaşanıyor, laik şeriat tartışmaları alevleniyor; dikkatlerimizi diğer tarafa çeviriyoruz, yönetilenler olarak tarihte görülmemiş eylemlerle tepkimizi gösteriyoruz. Mersin'deki bayrak yakma olaylarında karşımıza çıkan durum da bunların bir benzeridir. Avrupa Birliği'nin resmi görevlileri Güneydoğu Anadolumuzu Kürdistan olarak adlandırıyor, sınırlarımızın dibinde fiili bir Kürt Devleti kuruluyor, bölücübaşı İmralı'daki sözde hapishanesinden konfederasyon çağrısı yapıyor, terör örgütüyle birebir bağlantısının olmadığını hiçkimsenin iddia edemeyeceği siyasi parti her toplantısında devlete meydan okuyor, sokaklarda her fırsatta olaylar çıkarıyor ve devletin hiçbir organı bu tür faaliyetlerin önünü alamıyor; vatandaşlar ise yalnızca söylenmekle yetiniyorlardı. Bir bayrak yakma olayıyla kralın çıplaklığı; Hitler kitaplarının neden bu kadar çok sattığı ve hamasi kardeşlik nutuklarının altının doldurulması gerektiği anlaşıldı.
Mesele, 12 yaşında iki çocuğun Türk bayrağını yakma girişimi meselesi değildir. Toplumda terör zamanlarından bugüne görülen belki en yüksek huzursuzluk dalgası yayılıyor. Doğu bölgelerimizde eli kanlı terör örgütünün destekçilerinin sayısı hala endişe verici boyutlarda seyretmeyi sürdürüyor. Batı bölgelerimizde gün geçtikçe Doğu kökenli yurttaşlarımızın aynı geleneği sürdürerek yaşadıkları iç şehirler oluşturuluyor.
12 yaşındaki çocuğa bayrağına saygı duyması gereğini öğretemeyen eğitim sistemi sorgulanmalıdır. Binlerce vatandaşı böylesine mantıksız bir anlayışın peşinden giden devletimizin bir türlü yerleştiremediği yurttaşlık bilinci sorgulanmalıdır. Sorun, bayrağı yerden kaldıran polise 24 maaş ikramiye verince çözülecek kadar basit bir sorun değildir. Ne var ki, siyasi sistemimiz, sorunları çözmeye değil, yok saymaya veya ertelemeye alışkındır.
Zamanında müfettiş raporlarında Büyükşehir Belediyesi şirketlerinden DEHAP'a bile para aktarıldığı yazılıyor, basında Halk Otobüsü işletmecilerinin özellikle Doğu kökenli yurttaşlarımızdan seçildiği vurgulanıyordu. O zamanların Büyükşehir Belediye Başkanı, "Sen, ne mutlu Türküm diyene dersen, doğal olarak etki tepkiyi doğurur o da ne mutlu kürdüm diyene der. Yahu milletin bütünlüğü ne mutlu Türküm diyene ifadesi ile sağlanır mı? Osmanlı 30'u aşkın etnik grubu ümmet düşüncesiyle bir arada tuttu. Biz de inanç birliği ile tutacağız" diyerek gittiği yerlerde ulusal birlikten, Türk kimliğinden değil; inanç birliğinden, ümmet kimliğinden söz ediyordu. Sanıyorum başbakan olunca işlerin başka türlü yürüdüğü anlaşıldı. En azından, inşallah anlaşılmıştır..
Oktan Erdikmen
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 8 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 5.474 kahveciye doğru yola çıkmıştır.
Yukarı
|
ÇELİŞKİ
Ey benim keder bilmez dert bilmez mutlu yanım
Sen mi bihabersin dünyadan
Ben mi fazla kaptırdım kendimi hayata
Böyle yuvarlanıp gidiyoruz ama
Hangimiz doğru yapıyoruz acaba
Bir çizgi mi çekmek lazım karanlığa
Her defasında boyalar mı satın almak gerek
Taze bahar kokuları mı serpiştirmeli doğan her güne
Görmezlikten mi gelmeli kilo hesabı gelen loş ışıkları
Böyle düşüne düşüne
Yaşamın sonuna gelmek de var ya
Sonumuz hep çelişki herhalde
Elde avuçta cevapsız sorularla...
Funda Güven
Yukarı
|
Ben hava yastığı diye buna derim!..
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan Yamağı : Cem Özbatur |
|
http://www.buybye.com/detail.asp?PRODUCT_ID=F102A9K935M714ID1 "ALIŞVERİŞİN GÜLER YÜZÜ". Kahve Molası Dergimiz artık Buybye.com'da. Kredi kartınızla derhal satın alıp adresinize gönderilmesini sağlayabilirsiniz. Hatta dergiyi taksitle almanız bile mümkün. Tabi hepsi bu kadar değil. Dergi için gitmişken tüm reyonları dolaşmakta yarar var. Pekçok ürünün yanında hormonsuz doğal domatese özellikle dikkatinizi çekerim.
http://www.derki.com/sayfalar8/topik.html Kültürlerin kaynaşması bence "topik", sadece Ermeni mutfağına ait diyemeyiz, hele bu yazıyı okuduktan sonra. Ertan Yurderi gözlerinizi yaşartacak zaman zaman hazır olun. Hem topik için hem de daha önce en ki'li bu dergiyi ziyaret etmemişler için bulunmaz fırsat.
...-houston, sanırım koaksiyel ateşleme sisteminin duplikasyon bölümünde yakıt sıkışmasından kaynaklanan bir hata var. -gemi gidiyor mu genç? -onaylandı houston. -devam et o zaman devaaam... http://haydi.net/yazikazani/turkler.asp Türkler uzaya çıkarsa sizce ne olur?
...Sen kocaman göllerde bir kalabalık gibisin, Kocaman denizlerde ender bir balık gibisin. Bir ısıtır,bir üşütür,bir ağlatır,bir güldürür; Sen hem bir hastalik hem de sağlik gibisin. Özdemir Asaf. Daha nice güzel şiirler igin http://www.dosthane.de kısayolunu tavsiye ediyorum.
Çok hoş bir web sayfası keşfettim http://www.gezgin.com Ben bu sayfada yeniyim ama sağolsun editörler çok iyi çalışmışlar hiç yabancılık çekmedim. Özellikle rehber bölümünü ısrarla tavsiye ediyorum.
Ekmek teknesi isimli bir dizi var. Meraklıları bilir, gerçekten çok keyifle izlediğim ender dizilerden bir tanesi. http://www.ekmekteknesi.com kısayolunda bu dizi ile ilgili her türlü bilgiyi bulabilirsiniz.
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
MP3 CD Maker 2.0 [1,18 MB] Win95,Win98,WinME,WinNT 4.x,Windows2000,WinXP Deneme
http://www.zy2000.com/download/mp3cd200.exe Cd yazıcınızla bilgisayarınızdaki mp3 dosyalarını kullanıp harika müzik CD leri yapmak için hazırlanmış güzel bir program. Sizin yapmanız gereken mp3 leri seçmek gerisini o bir çırpıda yapıyor. İlgililere tavsiye olunur.
Yukarı
|
|
|
|
|
|