|
|
|
1 Nisan 2005 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : pijamaylapiknikyapangillerden misiniz? |
Merhabalar,
Onca günün emeğini sarıp sarmalayıp bir CD'ye yerleştirdik. Basılıp ele gelmesi için İbrahim Müteferrika'nın torununa teslim ettik. Son gün uğraştığımız cila işlemi belki de işin en güzel anıydı. Vallahi ben yaptım diye demiyorum, yerken parmaklarınıza sahip olmanız gerekecek. Ya da okurken gözleriniz kamaşacak. Uydu mu bilmem ama bildiğim şey, ben zevkten dört köşeyim. Sabah gidip benim merkebi tamircinin ahırından aldım, bir kabloyu takmamışlar diye biraz canım sıkıldı falan ama yolda sıkışan merkep sürüsünün arasında, yol kenarında bol miktarda bulunan yeşilliğin yanında birkaç dakika durmak zorunda kalınca dert tasa kalmadı. Aman Allahım o ne koku öyle. Yeni biçilmiş çim kokusunu doya doya içinize çektiniz mi hiç? Ben çektim. Ayıptır söylemesi, merkebi bırakıp gidip yiyesim geldi. O ne güzel kokuydu yahu. İnsanı içine alıp bir başka yerlere götürüyor inanın. 10 gündür ağzını bıçak açmayan ben, çenesi düşük koca karılar gibi susmadım akşama kadar. Bunun bir önceki yaşantımla bir ilgisi olabilir mi acaba? Bir öküz ya da tekeden olma inek ya da keçiden doğma olasılığım yüzde kaçtır mesela? Yok yok bunu olsa olsa "pijamaylapiknikyapangillerden" olmamla açıklayabilirim. Bir türlü gelişip "oteldebrunchyapangiller" arasına katılamamamı bu bilinç altındaki otobur genlerimle değerlendirmek mümkün mü? Ben bu sorulara cevap ararken o güzelim çim kokulu bahar yerini buz gibi esen rüzgara bıraktı bile. Ben de yeniden süngüsü düşmüş Aslan Asker Şvayk hallerime bürünüverdim. Ben Çarşamba'ya kadar böyleyim dostlar. Şu yanda resmi görülen yeşil şeyi elime alıncaya kadar dudaklarımı yiyeceğim. Güzel oldu, inanın çok güzel oldu, bayılacaksınız elinizden bırakamayacaksınız. Biraz abarttım ama bırakın bu kadarcık şımarma hakkım da olsun artık. Paradan puldan şımarmıyoruz ya, şımarıklığımızın nedeni birlikte kotardığımız güzel bir dergi. O kadar kusur kadı kızında da olur.
Birkaç gündür elimde bir albüm dolaşıyorum. Gökhan Kırdar'ın Yağmur adlı albümü. Fanatik dizi izleyicileri hemen hatırlayacaklardır. Haziran Gecesi'nin o harika jeneriğinin bestecisi Gökhan Kırdar. Affına sığınarak o güzel albümün o güzel jenerik müziğinin aslını sizlerle paylaşmak istiyorum. Devamındaki harika melodilere ancak albümü alarak ulaşabilirsiniz. Benden söylemesi. Şimdi sizleri birbirinden güzel günlük yazılarımızla başbaşa bırakıyor, güzel bir hafta sonu dileğiyle aranızdan ayrılıyorum. Esenkalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
|
KIRK1YAMA HİKAYELERİ LODOS |
|
10 Nisan 2001/ Paris
Selin Paris'te yediği vurgunla bütün yaşam sevincini yitirmiş olarak İstanbul'a döndü. Uzunca bir süre kulağına kar suyu kaçmış balık gibi geceyi, gündüzü, yediğini, içtiğini, nereye gittiğini, ne yaptığını bile ayırt etmekten yoksun olarak yaşadı. Arada bir "Bütün aynalar bana seni sevdiğimi söylüyor. Senin aynaların sağır ve dilsiz mi oldular?" diyerek Cem'in telefonuna sesli mesajlar bırakıyordu.
Cem, tam üç ay sonra gecenin hayli geç bir saatinde Selin'i telefonla aradı. Aralarındaki ilişkinin bu kadar büyük girdaplara kapılmasının nedenini anlamadığını, her şeyin daha güzel olması için yeterince çaba harcamadıklarını, Selin'in uzun süren kararsızlığının kendisini çok yıprattığını ve bu ilişkiye duyduğu güveni sarstığını uzun uzun anlattı. Selin Cem''in söylediklerine arada bir itiraz ettiyse de sık sık hatalı davrandığını kabul edip özür dileyerek aralarındaki buzları biraz olsun eritmeye çabaladı.
Sonraki haftalarda içinde hiç aşk geçmeyen, yaşadıklarından ve geçmişten söz etmeyen cümlelerle iki eski arkadaş gibi telefonda uzun uzun konuşmayı sürdürdüler. Zamanla telefon konuşmalarının rengi değişmeye, her şey Selin'in istediği sonuca doğru gitmeye başladı. Altı ayın sonunda son kez aynaların ne söylediğine yeniden bakmaya, bir kez daha denemeye ve her şeye yeniden başlamaya karar verdiler.
Mutlu sonlar bütün öykülere yakışır. Bütün insanlar her damlası aşklar tarafından kutsanmış kırk ikindilere yakalanıp sırılsıklam olmak isterler. Sevda sözlerinden ilmek ilmek dokunmuş bir masalın içinde sonsuz bir mutluluğa müptela, yalan kadar güzel bir ülkeye gidip bütün zamanların uzağına kaçabilmeyi ister. Bunun imkansız olduğunu aslında çok iyi biliriz. Her şeye, hatta yaşamın acıtan gerçekliğine rağmen geceler boyu sarılıp kucağında huzurla uyuyabileceğimiz rüyalarımız olsun isteriz.
Selin ve Cem bu en eski, en yorgun masalın bir ucundan tutup evlendiler. Cem Paris'te babasının düşlerini ve mastır programını yüz üstü bırakıp gelmişti. İstanbul'da orta halli bir semtte, orta halli bir apartman dairesi kiraladılar. Birkaç ay sonra adam akıllı geçim sıkıntısıyla boğuşmanın ve yokluk çekmenin ne olduğunu öğrendiler. Çünkü Cem'in babası oğlunun mastır programını yarım bırakıp İstanbul'a dönmesini kesinlikle onaylamadı. Telefonda " Ne halin varsa gör. Kendi başına verdiğin kararın sonuçlarına katlanmalısın." deyip onu yüz üstü bıraktı.
Selin'in ailesi Cem'i tanıdıktan sonra çok sevdiler. Onun kızları için uygun bir eş olduğunu düşündükleri için evlenmelerine destek bile oldular. Yeni evlilere oturdukları apartman dairesini kiralayıp iyi kötü dayayıp döşediler. Selin'in ailesi zaten Cem'in ailesi kadar varlıklı da değildi.
Cem İstanbul'a döndükten sonra bir arkadaşının yöneticiliğini yaptığı Salacak civarındaki Anadolu Kültürü ve Araştırma Derneği adındaki bir lokalde çalışmaya başladı. Lokalin muhasebesinden, dernek mensuplarının ağırlanması, yemek ve müziklerin organizasyonu dahil bütün işlere koşturuyordu. Kazandığı para oturdukları evin kirasını ve mutfak masraflarını zar zor karşılıyordu. İşin en kötüsü yeni evlilerin birbirine ayıracak hiç zamanı yoktu. Öğleye doğru başlayan mesaisi gecenin saat birine ikisine, kadar sürüyordu. Eve geldiğinde genellikle çok yorgun ve alkollü oluyordu.
Mevsimler boyunca, geceler boyunca yıldızların ışıltısının sönmeyeceğine, hep parlak kalacağına inanırız. Gece hiç bulutlara teslim olmayacak, düşlerimiz hiç sislere bulanmayacak sanırız. Zaman gözle görünmeyecek kadar küçük karıncalardan bir orduyla rüyalarımıza saldırır. Her sabah kıyıları aşınmış, rengi biraz daha solmuş bir sevdanın kollarında uyanırız. Sıradan sıkıntıların bakışlarımızdaki şiiri tükettiğini ürpererek seyrederiz. Sinsi bir kıvılcım kocaman bir geceyi yakar kavurur… "Ben seni çok sevmiştim. Senden önce hiç kimseyi böyle sevmemiştim ki…" diyerek ağlarız.
Selin özellikle Cem'in eve sarhoş olarak gelmesinden rahatsızlık duyuyordu. Cem; "Ne yapayım? Yemeğe gelenler ikram ediyor. İçmeyip kabalık mı edeyim? İnsanları mı gücendireyim? Ben iş icabı içiyorum." diyordu. İlk tartışmaları ve ilk ağız dalaşı bu konu yüzünden yaşandı. Ve Selin o zamanlar henüz on iki haftalık bir bebeği karnında taşıyordu. İşten eve sabaha yakın saatlerde ve hep içkili olarak dönen kocasının o eski, sevecen, sabırlı ve ilgi dolu insan olmadığını, çok değiştiğini düşünmeye başlamıştı.
Kızı Ceren dünyaya geldikten iki hafta sonra Cem yeni bir işe başladı. Lokalde çalıştığı arkadaşı ile birlikte. Yurtdışından gemi yapımında kullanılan malzemelerini yanında denizcilikte yaygın kulanlar çeşitli araçların ithalatını ve Türkiye'deki pazarlama ve dağıtımını yürütüyorlardı. İş saatleri daha düzenliydi ve daha iyi kazanıyordu. En azından hafta sonlarında bile olsa eşi ve küçük kızıyla birlikte zaman geçirmeye fırsat buluyor ve alkollü olarak eve gelmiyordu. Cem'in işini değiştirmesi ve tatlı küçük kızın gelişi Selin'i yeterince mutlu ediyordu. Zaman içinde Cem'in iş arkadaşlarının eşlerinden ve mahalledeki komşulardan kendisine küçük bir sosyal çevre yaratmayı da başarmıştı. Küçük Ceren'den ve ev işlerinden artan zamanları ev gezmeleri, pastalı börekli sohbetlerde geçiriyordu.
Büyük fırtınalar kocaman bir sessizliğin ardından patlar. Her şey yerli yerindeyken deniz kudurur, tıka basa yolcu yüklü gemiler alabora olup denizin karanlıklarına gömülürler. Güneşli güzel bir öğleden sonrası hafif bir uykuya dalıp çıkarken onlarca vagondan oluşan ihtiyar tren raydan çıkar. Ne olup bittiğini anlamaya fırsat bulamadan kendimizi siyah dumanların arasında çaresiz buluveririz. Bizi nerede, ne zaman, neyin beklediğini hiçbir zaman anlayamayız. Büyük sürprizler hep kocaman bir sükunetin arkasında gizlenir.
Cem yeni işinde iyi kazanmasının yanında saygı görmeye ve takdir edilmeye başladı. Şirketin bütün ülkedeki satış sonrası işlerini, garanti ve servis hizmetlerini yürütmekle görevlendirildi. Yeni görevi ayda en az bir hafta Ege ve Akdeniz ve Karadeniz kıyısındaki kentlere seyahatini ve evden uzak kalmasını gerektiriyordu. Gittiği kentlerde yeni insanlarla tanışıyor, güzel otellerde kalıyor, hatta yeni ve farklı iş teklifleri bile alıyordu. Selin'in de Cerenle birlikte yeni bir uğraşı daha olmuştu. Eşinin kendisine hediye olarak aldığı bilgisayarla oyun oynamak ve sanal dünyada dolaşmaktan büyük zevk alıyordu.
Cem'in iş seyahatleri ve eşini kızıyla evde tek başına bıraktığı yalnız geceler Selin'in kocaman bir sanal dünya yaratmasına zemin yarattı. Yazışmak ve sohbet için kalabalık bir arkadaş grubu biriktirmeye başladı. Onlarla günlük sıkıntılarını, sorunlarını paylaşmanın yanında düşük tansiyonlu duygusal iletişimlere doğru ilerlemeye başladı.
Cem de sürekli gittiği Marmaris'te cüzdanı fazla kabarık, kibar ve seçkin beylere hizmet veren muhitinde ünlü bir kadınla tanıştı. Kendisini hiç olmadığı kadar erkek ve güçlü hissettiren o kadınla ayda birkaç geceyi birlikte geçirmeye başladı. Hatta iki kez kadını alıp İstanbul'a getirdi. Birlikte dolaşıp hoş vakit geçirdiler.
Evliliklerinde hiçbir sorun yoktu. Cem zaten eve hep yorgun geliyor ve eşiyle yemeğin ardından biraz televizyon izleyip erkenden yatmaya gidiyordu. Çocuğuna karşı şefkatli bir baba, eşine karşı da sevecen ve nazik bir koca olmaya çalışıyordu. Selin de evinin faturalarını yatıran, alış verişini yapan, çamaşır, bulaşık, ütü , temizlik ve çocuğunun bakımı ile ilgilenen müşfik bir anneydi. Bundan daha iyisi zaten Şam'da kayısıydı.
Yaşam günlük bir rutinin içinde eriyip akarken onlar da Paris'i ve İstanbul'u, ilk aşıklık zamanlarını, bütün başlangıçlarda çokça bulunan o en eski, en güzel kaygılarını ve heyecanlarını unutup gittiler. Selin'in netten edindiği sohbet arkadaşı listesi çığ gibi büyüdü. Artık onları birbirine karıştırmamak için isimlerinin yanına kısa kısa notlar ekleyerek bir deftere kaydediyordu. Sohbet saatlerini birbirine denk getirmemek için en ince ayrıntılarına kadar planlıyordu. Bütün sosyal ilişkilerini sınırlandırmış ve bütün zamanlarını bilgisayarın başında geçirmeye başlamıştı. Netten tanıştığı birkaç kişiye yüzyüze görüşmek ve daha yakından tanımak için randevu bile vermişti. Ve bu buluşmalardan büyük keyif almıştı. Tanıştığı erkeklerden biriyle yaşanabilecek her şeyi yaşamak, yeni bir aşkın peşinden sürüklenmeyi, gerekirse acı çekmeyi bile istiyordu. Cem'in artık ona karşı ilgisinin iyice söndüğünü düşünüyordu.
Mart ortalarında bir akşam ılık bir bahar esintisi başladı. Akşamın o ılık bahar esintisi çok geçmeden zorlu bir lodos olduğunu haykırmaya başladı. Çatılardan söktüğü kiremitleri sokaklara savurmaya, ağaçları hoyratça kucaklayıp kocaman gövdelerini parçalamaya çalışıyordu. İlerleyen saatlerde lodos bıkmadan, usanmadan kapıları, pencereleri açmakve kırmak için zorlayan kocaman bir cinnete dönüştü. Çok geçmeden Marmara'yı köpük köpük beyaza boyadı. Boğaz'ı teslim aldı. Radyolar Yenikapı İskelesi önlerinde bir roro gemisinin battığını, likit gaz yüklü beş tankerin denize düştüğünü ve lodosun etkisiyle serseri mayın gibi denizde dolaştıklarını söylüyordu. Lodos tenekeden tırnaklarıyla sokakları, duvarları, kapıları tırmalıyor, sık sık elektrikler kesiliyor, şehir karabasan yüklü bir geceye teslim oluyordu.
O gece Cem karısını banyoda kesilmiş bileğinden fayanslar üzerine akan kanı seyrederken buldu. Küvete sırtını dayayarak soğuk zemine oturmuştu. Kan kadının bacaklarını yalayıp kapıya doğru akmıştı.
Cem, büyük bir soğukkanlılıkla yatak odasına koştu. yatakodasındaki çekmeceden kendi atletini alıp yırtarak beyaz kocaman iki parça bez haline getirdi. Karısının bileğini sıkıca bağladı. Telefonu açıp ambulans istedi. Banyoda kanlar içinde oturan karısını kucağına alıp salona taşıdı. Karısı ışıltısı sönmek üzere olan gözleriyle boş boş etrafa bakıyordu.
- Bunu neden yaptın Selin? dedi.
- Telefonun çaldı, açtım. Bir kadın sana sevgilim diyordu.
- …
- Mesajlarını okudum. Sen artık başkasını seviyorsun. Buna katlanamam.
- Ben seni seviyorum. Başkasını sevmiyorum…
Selin'in kesilmiş bileğine dikiş attılar. Psikolojik muayene ve yarasının pansumanı için birkaç gün hastanede kaldı. Telefondaki kadın ve mesajlar hiçbir zaman tam olarak konuşulamadı. Herkes gibi dışarıda mutlu bir aile görüntüsü, kendi içlerinde hiç bitmeyen lodoslarla yaşamaya devam ettiler.
Bitti
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 20 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Önce İnsan : Cumhur Aydın Şimdi de rüya yorumu! |
|
Sizi bizim mahalleli ile tanıştıracağım bu gidişle. Anımsayacaksınız geçenlerde Berber Recai'den söz etmiştik. 'Dert bir olaydı, uğraşması kolaydı' demişler, benimki de o hesap! Bir günün içinde Recai'den sıyrılsanız bile aynı anda Bakkal Haluk'tan da kurtulmanız neredeyse olanaksız gibidir.Yok bir yandan gözünün içine bakıyorum bu adamcağızın; böylesine süper, hiper market istilasında giderek küçülüp artık gazete, ekmek ve Tekel'le idare eder hale geldiyse de, yine de ayakta duruyor! O nedenle onun dükkancağızını her gördüğümde içim cız ediyor. Sütü, yoğurdu, gazeteyi özellikle Haluk'tan alıyoruz, bu nedenle her gün yanına uğramadan olmuyor işte.
Haluk lise mezunu, üniversiteden terk. Her nasılsa her üç yılda bir çıkarılan aflar buna denk gelmemiş ya da o istememiş, kimbilir? Dükkana gelen bütün günlük gazeteleri, ölüm ilanlarına kadar okur, arada sırada elinde kitap görmüşlüğüm bile vardır. Kırıkkaleli mi, Keskinli mi ben karıştırıyorum. Babasının da bakkalı varmış, Ankara'ya göçmüşler, altı kardeş dört bir yana dağılmış, bizimkine de baba mesleğini sürdürmek düşmüş. Artık ne kadar sürdürebilecekse! Üç çocuğu, eşi ile birlikte yakındaki modern gecekondularda otururlar, yakında sırf bu nedenle birkaç daire sahibi olurlarsa da şaşırmam.
Geçen akşamüzeri yoğurt almak için uğradığımda yüzünde hafif bir tebessüm "Ağbi, Serdar (çırağı) versin yoğurdu, dün gece akıllara zarar bir şey oldu, sana anlatmak istiyorum." diye söze girdi. Azcık şaşırmadım değil, hırsızlık, yangın gibi bir şey duyarım diye bekliyorum, bana rüyasını anlatmaya kalkışmasın mı? Bu kadarına da pes! "Haluk, değerli kardeşim bütün günün yorgunluğu üzerimde, üstelik rüyadan, faldan hiç mi hiç anlamam." diye sözünü kesecek oluyorum. Bir yandan "Ağbi bir dinle, senden yorum morum isteyen yok, ömrümde böyle bir rüya görmedim." diye söyleniyor diğer yandan beni haniyse çekiştirerek iki bina altta taksi durağı ile birlikte kullanılan küçük çay ocağına sürüklüyor. Valla bazen kendimi tuhaf hissediyorum bu mahalleye girince. Belki bir bölümümüze bulaşmış hafif tırlatma vaziyetlerinden bu Recai ve Haluk da nasiplerini aldılar her yakaladıklarını mı böyle bunaltıyorlar; yoksa benim gibi saf, dinleme eğilimlileri mi özellikle gözlerine kestirip, hallediyorlar, artık bilemiyorum. Giderek başka sokaklardan eve ulaşmayı ciddi ciddi düşünür oldum.
Çaresiz dinleyeceğiz. Naklen rüya anlatısı. Rüyadan kişiler ve olanlar anımsanır, sözlerin, hele bu ayrıntıda anımsandığına ben ilk kez şahit oluyorum. Hoş rüya mı görmem, yoksa usumda mı bir şey kalmaz, söyledim benim hiç ilgim yoktur bu işlerle. Neyse, belki de kafasında kuruyor bütün gün, sonra da bize rüya diye naklediyor, fukara. Nerden baksan başka türlü saçma.
"Agbi, Gazi Mustafa Kemal deniz kenarı bir çay bahçesine oturmuş, kahvesini içiyor. Karşısında kalburüstü gazeteciler; Ertuğrul Özkök, Mehmet Barlas; Mehmet Ali Birand, Nazlı Ilıcak, belki birkaç kişi daha var. Sohbet ediyorlar. Bense garsonum, kenarda duruyorum, bir şey istendikçe servis yapıyorum. Gazi, 'Uğur Mumcu ve M. Ali Kışlalı neredeler, göremiyorum.' diye söze giriyor. Ertuğrul Bey, 'Efendim onların türü gazetecilik yapma dönemi bitti, üstelik ne yazık ki öldürüldüler.'diyor. Paşa derin bir iç çekiyor ve bazı sorular yöneltiyor sonra. 'Söyleyin bakalım arkadaşlar, medenileşme, çağdaş uygarlık yarışında neredeyiz?'
Gazeteciler sanırım hep bir ağızdan yanıtlamaya başlıyorlar. 'Paşam, çok iyi gidiyoruz. Avrupa Birliğine katılma sürecinin başlamasına yönelik müzakere tarihi aldık. Elliyi aşkın televizyon kanalı, yirmi milyona yaklaşan cep telefonu kullanımı, giderek dengeleri oturmuş borsamız gibi bir çırpıda sayabileceğimiz kimi göstergeler de zaten bu tespitimizi doğrular nitelikte.' Gazi kahvesinden bir yudum daha alıyor ve şunu soruyor. 'Bu Birliği anladığım kadarıyla bizim karşılarında kurtuluş savaşı verdiğimiz ülkeler yönlendiriyor. Biz demek bu kadar ilerledik ki, davet ediyorlar. Peki hiç şart falan öne sürmüyorlar mı?'
Gazetecilerin yüzlerinde birer tebessüm. Ben o sıra yan masaları sildiğim için arkam dönük, kim konuşuyor tam göremiyorum ancak işittiklerimden eminim. 'Paşam, ulus devletler süreci sona erdi. Bu uluslar ötesi bir birlik. Ufak tefek şartları var elbette. Örneğin Kıbrıs'ın tümünü bir Rum Cumhuriyeti olarak tanımamızı rica ediyorlar. Osmanlıların milyonu aşkın Ermeni'yi katlettiği savını kabul etmemizi istiyorlar. Dini ve etkin azınlıklar tanımlarını daha açarak, onların mülk edinme, eğitim gibi kimi haklarının verilmesini ya da genişletilmesini talep ediyorlar. Ayrıca Kürtlerin yaşam düzeyleri konusunda çok hassaslar, Türk Mahkemelerince suçlu bulunan liderlerinin yeniden yargılanmasında direniyorlar. Nihayet Fırat, Dicle gibi önemli akarsuların işletiminde kendilerini de içine alacak yeni bir sistem öneriyorlar.'
Gazi'nin sinirlenmeye başladığını izleyebiliyordum. 'Yeter. Bu söylediklerinizin uygarlaşma ile ilgisini kuramıyorum. Yüz yıl öncesinin rövanşını almak yeniden Sevr'i geçerli kılmaya çalışıyorlar gibime geliyor. Bunları talep edebildiklerine göre bağımsızlığımızdan ve ekonomik durumumuzdan daha fazla endişeleniyorum şimdi. Ekonomimiz ne alemde?'
'Paşam, ekonomimiz demekle tam da doğru bir tanım yapmış olmadınız. Malumunuz seneler geçti ya, artık bir ekonomik globalleşme sürecinde yer alıyoruz. Bu nedenle kendi sınırlarımızla çevrelenen bir ekonomi tarifi ve yaklaşımı bağışlayın biraz abes. Her ne kadar iç ve dış borçlarımızın toplamı 300 milyar doları geçiyorsa da, özellikle son dönemde borç ödeme konusunda olağanüstü başarılı ve dengeli bir pozisyon yakalamış durumdayız.'
Gazi kahve fincanını masanın ortasına doğru itiyor. 'Yatırımlar ne alemde çocuk? Vatandaşımız iş bulabiliyor mu? Enerjide, tarımda, endüstride üretimler artıyor mu; milli, planlı bir ekonomik program yürütülüyor mu? Yerli müteşebbisler ile devletin el ele verdiği kalkınma hamleleri sürdürülüyor mu?'
Gazeteciler birbirlerine bakıyorlar. Hava azcık tuhaflaşmaya ve elektriklenmeye başlıyor. Yine tam kim söz aldı göremiyorum. Ancak bütün dikkatimle dinlemeyi sürdürüyorum. 'Paşam, bağışlayın ama bazı yeni kavramları yerli yerine oturtmamız gerekecek, izninizle. Bir kere, büyük şirketlerin yönetimindeki uluslararası sermaye öylesine güçlendi ki, onları ülkemize onların uygun göreceği şartlarda davet etmekten başka fazlaca yapılacak bir şey yok.Yanlış anlamayın, bu diğer birçok ülke için de böyle. Özelleştirme marifetiyle önemli kuruluşları yabancı sermayeye devredip, gelen para ile borç stoğumuzu hafifletmeye ve acil bazı gereksinmelerimizi karşılamaya çalışıyoruz.'
Birden Gazi'nin bana seslendiğini duyuyorum. 'Gel bakalım evladım buraya. Bana bir Türk Kahvesi daha getir. Gazetecilere de istediklerini sor bakalım' Yeni siparişleri alıp tam çekilecekken, Paşa'nın yüksek sesle başka bir soru yönelttiğini işitiyorum. 'Halkın eğitim durumu nasıl? Benden sonra çok mükemmel bir Köy Enstitüsü eğitim hamlesi başlatıldığını duymuştum. Sürüyor mu? Sağlık hizmetleri dengeli dağıtılıyor mu?'
'Paşam, okur yazarlık oranımız artıyor. Köy Enstitüleri amacı dışına çıktığı için 1950'lerde kapatıldı. Bunların yerine geniş ve yaygın bir biçimde İmam Hatip Okulları açılmaya başlandı. Her alanda yeterli ve doğru dini eğitim almış yurttaşlarımız etkin görevler almaya başladılar. Yerel yönetimlerde, yargıda yeni dönemler başladı, başlamak üzere. Sağlık alanında reformlar birbirini izliyor, herkese ücretsiz sağlık hizmeti artık demode, dahası imkansız, ancak yeşil kart uygulamaları başlattık.'
Gazi ikinci kahvesini daha hızlı içiyor. Birden gazetecilerin elindeki birkaç günlük gazeteyi göstererek onları kendisine uzatmalarını istiyor. İlk sayfalarına göz gezdirmeye başlıyor. Bir yandan da konuşmaları dinliyor. Derken başını kaldırıyor, 'Beyler, Amerika neden İncirlik'ten yeni kullanım olanakları talep ediyor? Kuzey Irak'ta neler oluyor?' diye soruyor. Gazetecilerin ortak yanıtı Amerika'nın gücü ile Yeni Dünya ve Ortadoğu Düzeni' üzerine küçük bir sunuş niteliğindeydi.
Sonra mı ne oldu? Gazi ayağa kalktı. Gazeteciler böyle ani bir hareket beklemiyorlardı. Yanına yaklaştılar. Kemal Paşa gazetelerde yer alan bazı fotoğrafların kimlere ait olduğunu sorup, öğrendikten sonra, bir köşede sessizce olup biteni izlemekte olan bana dönerek, evet kesinlikle benim yüzüme bakarak, 'Halk ne yapıyor peki, halk?' diye sordu.
Adını şu an anımsayamıyorum, gazetecilerin en hazırcevap, en esprili olanı 'Efendim bir bölümü televizyonlarda dizi takip ediyor, bir bölümü bayrak mitingleri yapıyor, diğer bazıları da para kazanmaya çalışıyorlar.' diye yanıt verdi.
Ne yazık ki Gazi'nin son sözlerini duyamadım, kan ter içinde uyanmışım."
Cumhur
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 9 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Cemreler Düşerken : Zeycan Irmak |
SAKİ...
BÖLÜM 1...M.G.'ye sonsuz saygımla...
Başını ellerinin arasına almış, şilteye oturmuş, karışıklığın içinden görebildiği kadarıyla zemindeki karoya dalgın dalgın bakıyordu. Bütün kitaplar yerdeydi. Kitaplar gibi kendi düşünceleri de alt-üst olmuştu. Hiçbirini hiçbir rafa yerleştirmek içinden gelmediği gibi, hiçbir düşüncesini de değiştirmek, kendine teselli vermek istemiyordu.
Olan olmuştu... bundan sonrası için yapılacaklar onun kontrolünün dışında gelişecekti. Tek bildiği buydu. Mutlaka küçük kara delikten onun yaptıklarını izleyen bir çift göz, sesini duyan yan duvarlar durumu birilerine bildirecekti. Ve bu noktada yaşadıklarına birileri tarafından müdahale edilecekti.
Ellerini başından çekti, rafları tamamen boşalmış sağ ve solundaki kitaplığa baktı. Derin bir iç çekti. Sonra bakışları yerde sayfaları açılmış, kapakları düşmenin etkisiyle katlanmış, bazı sayfaları dağılmış kitaplarına kaydı... Dört yıl öncesine gitti... Dört yıl önce yine böyle bir gece... işte şimdiki kadar soğukkanlı ve duygusuzdu...
...
Epi topu ona kalan dört metrekare alan... diktörtgen şeklindeki bu alanın karşılıklı iki uzun duvarı köşelerden birer metre boşluklarla tavandan zemine kadar kitaplık. Diğer karşılıklı iki kısa duvarın birinde zincirlerle duvara bağlı, bir insan boyu uzunluğunda lata somyanın üzerinde şilte. Tam karşısında ise soğuk demir kapı. Kapıdan girişte hemen sağda, içinde temiz bir klozetin, duş armatürünün ve ufak bir lavabonun bulunduğu kabin. Tavandan sarkan ve de aslında çok da aydınlatmayan bir ampül.
Dört yıldır içinde yaşadığı sekiz metrekare alanın daralacağını umursamadan bu hale getirebilmek için epey kavga etmişti. Bir hücre mahkumu için gereğinden fazla konfor talep ediyordu. Fakat müdüriyetle, gardiyanlarla, yan komşuları, öbür hücrelerdeki suçlularla yapılan fikir uyuşmazlığına rağmen başarmıştı. Öyle veya böyle savaşmaktan yılmamış, kazandığı zaman ise sağ elini yumruk yapıp havaya sıçrayarak "Başardım!" diye zafer naraları atmıştı. Onun kendine zarar vermeyeceğine, kaçmaya yeltenmeyeceğine, üstelik kağıttan uçaklar yapıp herhangi bir küçükdelikten küçülüp kaçmanın imkansız olduğuna onları ikna etmeyi sonunda başarmıştı. Yüzüne tuhaf bakan gözlerin, arkasını dönünce "bunu yanlış yere getirmişler, tımarhanelik bu herif" dediklerini duymuş, yine de sesini çıkartmamıştı.
Otuzdört yaşına girmişti bugün. Dört yıldır bu tek göz hücredeydi. Gerçek adını müdür bile unutmuştu. Herkes ona Saki derdi. Müebbetti... Çok fazla konuşmayı sevmez, sorarlarsa cevap verir, verdiği cevaplarla karşısındakini düşündürmeyi severdi. En çok gardiyanlar arasında merak uyandırırdı onun mizacı; "böylesine sakin görünüşlü bir adam... nasıl olurda?... hayret doğrusu?!"
O şu an bunların hiçbirini düşünmüyordu. Düşündüklerini gerçekleştirmesi için özgürlüğe de ihtiyaç duymuyordu artık. Kendi durumunu çoktan kanıksamıştı. Birçokları gibi yeni çıkan kanunlar, af söylentilerine kulak asmıyordu. O kendi özgürlüğünü kendisi yaratmıştı zaten. Gecenin ve gündüzün ayırtedilemediği daralanda kendi kendinin efendisi olmayı başarmıştı... Mesela Shaekspear'in bütün
tragedyalarını ezberlemiş, tiradlarını kendi kendine oynuyordu. Oysa ki oyunculukla ilgili daha önce hiçbir tecrübesi yoktu. Kurguyu kendi hazırlıyor, sonra yönetiyor, yönetirken oynuyor ve sonunda kendine dışardan bakmayı deneyip, oynadığını izliyordu... Böylece diğerleri gibi zamanı öldürmüyor, zamanı yaşıyor ve kendine yaşatıyordu. Çok da eğleniyordu. Aslında düşündüğünde başka türlüsü de mümkün değildi. Eğer kitaplarını yanına aldıramasaydı 'kesin tırlatırdı...' aynen böyle düşünüyordu.
Kitapları gelene kadarki geçen sürede delirmek üzereydi. Oysa kitapları geldikten sonra öyle miydi ya? Dört metrekare alan kalmıştı ona volta atacak ama olsundu. "Çok bile... çok bile" diyordu.
Ta ki dört gün öncesine kadar...
Dört gün evveline kadar, kitaplar raflarında, Saki hücresinde bir önceki günün benzerini takip ederek yaşayıp gidiyordu. Düzenli ve titiz bir adamdı. Pasak ve dağınıklığa tahammül edemezdi. Gün aşırı mutlaka hücresine berber gelir, traş ederdi. Her sabah kahvaltıdan sonra ve akşam yatmadan önce dişlerini fırçalar, duşunu alırdı. Dışarıda günlük hayatında nasılsa, burada da düzenini değiştirmemişti. İlla birilerinin görmesi, fark etmesi değildi ki olay; kendini böyle iyi hissediyordu. Önemli olanda buydu. Artık yasaklarının çoğunun kalkmasına rağmen, odasından pek fazla dışarı çıkmıyordu. Hatta müdür bey, dilerse onu diğer mahkumlarla beraber yaşayacağı bir koğuşa bile "iyi niyet halinden" aldırabileceğini söylemiş, Saki kabul etmemişti. Daha vardı... daha vardı... Her şeyin mutlaka bir zamanı vardı. Zamanından önce yapılan işleri hep yüzüne gözüne bulaştıran kendisi değil miydi? Handiyse, savcı karşısına geçip; "oğlum, senin cezan doldu, af çıktı, artık özgürsün" dese dahi o burada kalmayı isteyecek durumdaydı. Önemli olan devletin adalet sisteminin verdiği ceza değil, kendisinin verdiği cezanın süresinin dolmasıydı....
O gece.... o gece... o geceye döndü yine...
"Tam ayrımsayamıyorum... büyük olasılık geceydi... hah! Tamam, hatırladım... akşam yemeği sonrasıydı. Demek ki gecenin ilk saatleri... Fahişelerle ilgili bir kitap okuyordum. Neden mi? Çünkü onları merak ediyordum. Sokak veya genelev kadınlarıyla karıştırmayınız lütfen... 'Fahişe' diyorum! Onlar başkadır... adamı delirtirler, tutsakları ederler...Gılgameş'in Engidu'sunu ağına düşüren o değil midir? İlk çağdan bu zamana dişil olanın eril olana karşı kullandığı cazibenin en büyük göstergesi ve de eril olanın dişil olana karşı duyduğu en büyük zaafı değil midir? Fahişeliği kutsamayan ruhlara lanet ederim! Onlar ki Tanrıça Kibele'nin evlatlarına da ihanet etmişlerdir. Yani aslında kendi soylarına. Severim ruhlarındaki fahişeyi azat eden kadınları. Her önüne gelene değil, kendileri için özel olarak seçtikleri er kişiye sunar onlar bedenlerini.. Aslında korkmalı onlardan; tek bir geceyi sabaha etmek değildir niyetleri. Onlar çırılçıplak severler ve yılkı atlarına benzerler... esir alır, esir olmazlar. "
Saki bunu zaman zaman yapar... kendi kendine iç sesiyle konuşur... Şimdi de hazırlık yapıyordu. Ola ki biri gelir onu sorguya çekerse bunları anlatacaktı. Oturduğu somyadan ayağa kalktı... incitmekten korkarcasına ayağına takılan kitapları sakince sağa ve sola diğer kitapların üzerine bıraktı. Şimdi sağında ve solunda iki küme halinde kitap yığını vardı. Ellerini arkasında birleştirip volta atmaya başladı. Adımlarını saymıyordu. Düşüncelerini toparlamaya, o geceyi detaylarıyla hatırlamaya çalışıyordu.
"En son duygularımı dört yıl önce onun kapısından çıkarken, onun odasında bırakmıştım... Hayır! Tanrım! Hatırlamak istemiyorum! Acı veriyor! Çok acı veriyor! Anlatmalıyım ama öyle değil mi? Anlatamazsam iyi edemem ki, kabuk tutmuş yaralarımı kökünden kazıyamam ki..."
Yere oturdu, bağdaş kurdu, ellerini apışarasına aldı. Onu en çok inciten mevzuu, onu buraya getirendi sebepti. Öne-arkaya sallanmaya başladı. Gözlerini sımsıkı kapadı... ağzından tuhaf iniltiler çıkıyordu. "IIII.... Iıııı... Aahhhh! Aaahhhh..." Yine başlamıştı acı. Dört gecedir buraya kadar geliyor, bu kısmı bir türlü geçemiyordu. İç sesini, içteki acıyı bastırmak imkansız hale geliyordu o zaman.
Onu bu hale getiren... dört gece öncesindeki rüyaydı.
Fahişelerle ilgili kitabı okurken uyuya kalmıştı. Erken bir saatti. Rüyasında bir iskemlede oturuyordu. Karanlık bir mekandı. Fakat sorgu odalarına da benzemiyordu. Daha geniş, iç rahatlatan bir karanlıktı. Sadece Saki'yi aydınlatan projektör, gözlerini alıyordu. Işığa bakamıyordu. Karanlığın içinden bilge bir ses, sakin, munis, insanı dinginleştiren bir erkek sesi onunla konuşuyordu. Yalandan hiç hoşlanmadığını, yalan söyleyen insanların yaşamın hiçbir alanında varolamayacaklarını anlatıyordu. Adam konuştukça, Saki içinden kendisiyle muhakeme yapıyordu "bende yalan söylemeyi sevmem. Gerekmedikçe söylemem. Peki ne zaman gerekir ki yalan? Mecbur kaldığımızda, beyaz, küçük yalanlar söyleriz ya bazen?"
Bilge Saki'ye;
-Sen duygusal biri misin?, diye sordu. Hiç düşünmeden yanıt verdi Saki;
-Evet, oldukça duygusal bir insanım...
Devamı Pazartesi
Zeycan Irmak
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 11 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen Fırsat bu fırsat |
|
Söz vermiştim kendi kendime, "Yazmayayım, üzmeyeyim, germeyeyim kendimi, ne gerek var şimdi ?" diyordum ama bardak dolmuş da taşmış meğerse. Belki kendimden başka birkaç kişi daha üzülebilir diye iteledikçe öteledim durdum yazacaklarımı. Zaman ise akıp gidiyor bir yandan. Bunları yazmaya kimbilir bir daha ne zaman vakit bulabilirim ? Diyelim vakit buldum, nasıl denk getirebilirim. Gerçi; bazılarının kulağından girip burnundan çıkacak, hatta sevinip; "Oh be ! Dünya varmış, kurtulduk bir dinazordan" diye zillerini bile takanlar çıkacak, ama olsun varsın. KM'nın bu demokratik platformunda herşey mümkündür sonuçta. İlk kurulduğu günden beri yazıyorum neredeyse Kahve Molası'nda... Ve yoruldum artık... Ciddi bir bakıma ihtiyacım var... Ayrıca; bir sürü genç arkadaşım geldi, çoğu pırlanta gibi, yetenekli mi yetenekli. Futbolda yaptığım gibi ( "Yedek kalacağıma, jübilemi yaparım" daha iyi demiştim ) yapmalıyım. Şimdi ne farkı var ki ? Belki de benim yazılarım nedeniyle birkaç genç yeteneğin yazıları KM sayfalarında yer bulamıyordur. Üstelik; geriden gelenlere örnek olmalıyım, kendi köşeme çekilip başka türlü hayallere dalmalıyım. "Her hafta yazmaktansa işte böyle sıkıla ıkına, kimilerine gelmiştir belki de gına, sevinenlere de kıyağım olsun bir yakımlık kına !" diyorum ve fırsat bu fırsat diyerek girişiyorum... İster haşlama deyin, ister taşlama ..!
Balık baştan kokar misali; önce Edi'den başlıyorum ( Aslında Edi'den yola çıkınca başka bir yöne sapamam ama yine de denemekte fayda var ). Bu kadar ikiyüzlü bir Edi'ye hayatım boyunca rastlamadım inanın. İlk yıllarda; "Aman paşam, canım, cicim, çok güzel yazıyorsun, hani nerede kaldı bu haftanın o güzelim klavyenden çıkmış yazısı ?" falan filan. Vıcık vıcık yağ kokusu imiş meğerse. Yeni ve yetenekli gençler gelince, ne arayan var ne soran, ne yalandan da olsa; rüyamda seni gördüm diye hayra yoran. Abone sayısı beşbinlere bile varmadan takken de düştü, kelin de göründü. Göbeğin, çoktaaan göründü Edi Efendi ..! Herkese mavi mavi boncuk dağıtmalar, yeni yetme yazarları allayıp pullayıp pohpohlamalar, eski yazarlara gereksiz şakşaklar ! Çok merak ediyorum, bu satırlarım yayınlanacak mı acaba ? Zaten ben bu yazının bir kopyasını da ( her ihtimale karşılık ) güvenilir bir yere yolladım, göreceğiz bakalım gerçeğin astarını yüzünü, aslını özünü.
Ben sana demedim mi; "Çok yüz veriyorsun bunlara, iyice şımarttın, tepene çıkardın.." Ne cevap verdin ? Hiç... Yazar sayımı arttıracağım, okur sayımı şeyttireceğim diye yapmadığın promosyon kalmadı. Fincan işine girdin boğuldun. Akıllanmadın, bodozlama dergi işine girdin. Dağıldın. Sen kim dergicilik kim be ? Telif hakkı diye birşey verir insan hiç olmazsa, sen ise telef hakkı bile vermedin. Herkese boş hayaller dağıtmakla editörlük yapacağını zannediyorsun, söylesene kimi kandırıyorsun ? Üstelik, burnundan hiç mi hiç kıl aldırmıyorsun. "Bu işler, ekip çalışması ister" dedim ama nato kafa nato mermer.
"Ne ekiple işim olur ne Şekip'le, ben tek kişilik bir orkestrayım" desene dobra dobra ..! Onu da demiyorsun.. Demediğin gibi; şöyle göbeğini gere gere doğru düzgün şeyler de yemiyorsun. Varsa yoksa kepekli. "Bırak bu işleri, sende kilo verecek göz yok !" dedim, "Gözümü ye !" dedin utanıp sıkılmadan, bir de Edizör olacaksın, hıh ..!
Tersten bakan biri var mesela; "Yaramaz" dedim, dinlemedin, sonunda haksız mı çıktım ? Yoooo ..! Bahçıvanı öyle, şifanur böyle, feşmekan şöyle. Çete halinde hepsi yaramaz. "Külliyen yalan" bile diyemiyorsun ne yazık. Yetmedi, ününe ün katacağım diye sarkmadığın memleket kalmadı. "Cidde'den ciddiyet beklersen bende Arap olayım" demiştim, haksız mı çıktım ? "Güven olmaz bunlara" dedim, inadına Belçika'ya sarktın. Fransa ha keza öyle. Çalışkan insanlar olabilir belki. Aydın insanlar da olabilirler. Zeki olanlar da vardır elbette ama sonuçta hepsi "Yaramaz". Üç-beş vakte kadar kitap yazar bunlar, kalırsın dımdızlak ortada .! "Üç-beş vakit deyince aklıma geldi; kesin vardır senin adamların, baktırırsın fala mala, öyle değil mi ?". Zaten, sarmadığın nota da kalmadı başımıza, neymiş efendim çok seslilik olsunmuş, başlarım ben böyle armoniye.. Eskiden Fa mı vardı La mı ? Bunların hepsi yaramaz. Bak buraya yazıyorum : Ya-ra-maz... Bu sitede; "Dr., Prof., Doç., Asistan, vs. olmaz, akademik takılma, bunlar da yaramaz" dedim, "Güzel güzel yazıyorlar, sana ne yahu ? Elleşme" diye cevap verdin. Hala, aynı fikirde olduğumuzu kabul edip; "Evet, yaramaz bunlar !" demiyorsun ama sağda solda cesur yürek pozlarından da vazgeçmiyorsun. İkiyüzlü değil de nesin, söyler misin ?
Bir dolu fotoğrafçı, gezgin, ıvır kıvır, gezen, tozan, tozutan, cozutan, çıtır düşkünü, kıtır meraklısı insanlarla doldurdun siteyi. Eskiden fotoğraf mı vardı ? Haspalar, şimdi "Foto olmadan totomuzu kımıldatmayız, yazmayız" diyorlar. Pabuç kadar oldu dilleri. Bunlara da; "Yaramaz" dedim ama yine dinletemedim sana. Köşe ismini bile aylar sonra verirdin. Kahvecigiller, Kahveci, Dost Meclisi isimleriyle idare ederlerdi aylarca. Şimdi bakıyorum, her gelene şıpın işi bir köşe, yetmedi köşenin soluna bir de resmini döşe, ohh.. Bir kırmızı halı sermediğin kaldı. Bunlar yetmez gibi; Forum, Yorum, ..... ( şimdi ..... yerine uygun birşey koyardım ama tırstım yeni kanundan neme lazım ) gibi bir sürü çorap ördün başımıza. Desturlu, destursuz dalıp hiç bakmadılar gözyaşımıza, çomak soktular aşımıza. Bir de kalktın; Yorum'un altına fincan koydun o kadar söylememe rağmen. Sonuç: Fincan'ı taştan oydular, taşı da Yorum'un içine ... ( bknz önceki paragraf benzeri ) Yazanlara bi kuruş dahi telif ödeme, kalk git dünyanın bir ucundan dünyanın dolarını harcayarak Yorumcu getirt, pes yani ..! "Bu da yaramaz" dedim sana ama nafile. Şimdi; başta sen Edi olmak üzere; hepinize "Yaramaz" diyorum... Ya-ra-maz...
Bu Cuma yazısında elime geçirmişim : Fırsat bu fırsat ...
Şeytan diyor; e-gazeteyi al, hepinizin başına fırlat ... Hem fırlat, hem tırlat ...
Benim gibi "Yaramaz" isen şu link'i tıklat - - - > Tam Şurayıııııı!...
Editör'den Not: Teessüf ederim, yazıklar olsun. Yayınlamazsam arkamdan laf edileceğinden gönülsüzce yer verilmiştir.
asesen@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 16 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
YazıYorum : Leyla Ayyıldız ÖĞRENİLEN MASALLAR |
|
Küçük erkeğim,
Şu an, içeride mışıl mışıl uyuyorsun. Üzerindeki tek gölge; meleklerin kanatları. Dudaklarında ise, büyük ihtimalle sana anlattığım son masalın tebessümü var. Bu gece de sana, şu beş para etmez, uyduruk masalımı anlattım. Dinlerken yine kıkır kıkır güldün. Hani, gizlice arabaya aldığın kertenkele arka cama yapışıyor da, arkadan gelen şoförlere muziplikler yapıyor, sense onu kavanozuna geri koymaya çalışıyorsun, hani, sesimi değiştirip, yüzümü cama yapıştırmış gibi yapıyorum da, 'Bir daha yap' diye, kahkahalar atıyorsun ya, işte o masal.
Keşke, yaşam sana anlattığım kadar güzel olabilseydi. Oysa, iki kişilik dünyamıza almak istemediğim sorunlarla boğuşuyorum bu ara. Bu gece de sana masal anlatırken, aklım hep başka yerlerdeydi. Dünyanın renginin senin için boyadığım renklerden çok farklı olduğunu anlatan, başka masallar düşünüyordum; öğrenilen masalları.
Yaşamın gerçek renklerine büründüğünü görmeye başlayalı beri, bu masalın satırları birleşip, kuyruğuna yenilerini ilave ediyor ve zihnimde bağıra çağıra naralar atıyor;
Evvel zaman içinde,
Kalbur saman içinde,
Küçük bir çoban varmış.
Sürüsünü alarak,
Kavalını çalarak,
Dağlara çıkarmış.
'Kurt var!' 'Kurt var!'
Diye bağırmış,
Köy halkını çağırmış.
Köylü koşup, gelmiş,
Meğer, kurt falan yokmuş,
Hepsi yalanmış.
Kurt nerede miymiş?
Çok acıkmış,
Arkadaşlarıyla birlikte
Yiyecek arıyormuş.
Az gitmişler,
Uz gitmişler,
Dere, tepe düz gitmişler,
Bizim çoban ve sürüsüyle
Bir türlü karşılaşamamışlar.
Açlıktan ölmek üzerelermiş,
Büyük bir halka oluşturup,
Hızla koşmaya başlamışlar.
Koşmuşlar, koşmuşlar,
Koşmuşlar.
Hızla, hızla, daha hızla.
Taa ki,
İçlerinden biri yorulup,
Düşünceye dek.
İlk düşeni,
Parçalayıp, yemişler!
Kurtlar sofrası!
O sırada çoban hala,
'Kurt var, kurt var'.
Diye, bağırıyormuş.
Sesi duymuş bizim kurt.
Karnı tok, sırtı pek.
Hani, tatlı niyetine
Bir iki kuzu, bir de çoban,
Hiç de fena olmazmış.
Dalmış sürünün içine.
Küçük çoban şaşkın,
Yine, 'Kurt var, Kurt var'
Diye bağırmış,
Köy halkını çağırmış.
Fakat kimse inanmamış,
Yalancıyı kurt yemiş.
Tüm bu olanları
Bir akrep izlemiş.
Kurt, akrebi görünce,
'Gel, buyur' demiş.
'Sen de ye'.
Akrep, teşekkür edip,
Karnını bir güzel doyurmuş.
'Susadım' demiş,
'Su da verebilir misin?' ...
Karnını ovuşturmuş kurt.
'Derenin kenarına gidelim',
Dişlerinin arasında et parçaları,
Kana kana içmişler suyu.
Akrep, rica etmiş;
'Beni karşı kıyıya geçirir misin?'
'Hayır' demiş kurt.
'Seni hiç sırtıma alır mıyım,
Sokarsın beni.'
Kurt haklı;
Akrep bu, sokar.
Binlerce kez yemin etmiş akrep,
'Ant olsun ki,
seni sokmayacağım'
Kurt dayanamamış,
Kabul etmiş.
Almış sırtına akrebi,
Yavaş yavaş geçmişler dereyi.
Tam karşı kıyıya ulaşacakken,
Sokmuş akrep kurdu.
Can çekişirken,
Acı ile sormuş kurt;
'Neden, neden yaptın bunu?'.
Akrep gülmüş,
'Neden mi?'
'Huyum bu!'
Böyle sürüp gidiyor, her yeni deneyimde, bu masalın kuyruğuna başka bir şey ekleniyor. Yaşam sana bunları anlatmak zorunda mı? Zorundaysa, ne zaman anlatır bilmiyorum. Dileğim az acı çekmen.
Şu an mışıl mışıl uyuyorsun ve ben dua ediyorum.
Leyla Ayyıldız layyildiz2@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 23 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Vestanca : Turan Bozkurt MAHİNUR! |
|
Aaa Mahinur!?..
Mahım!Nurum!Yağmurum..,gel!
Kız mahinur;
Ben yalnız,ben öksüz,ben yetim çoktandır;
Ya sen?..
Denizim ırmağım ruhum..gel!
Ben çöl,ben kuyu,ben kuruyel ne zamandır;
Ya sen bebeğim birtanem;
Ya sen?
Ya Mahinur,
Ebediyen dostuz biz demiştin ya bir zamanlar
Hani sularımdın ya can serinlik tazelendiğim;ölüme nanik hayata erkekçe direndiğim yar,
Bu kadar yaban durma ya,ne olur ki ayrılmışsak;bunca yıl en uzağa kaçıp çok kırgın darılmışsak
İnsanız yahu bi dur bak, belki yarına birimiz yok;hiç şansımız yok tekrar denemelik yerimiz yok,
Demelere haklısın;olsun!
Ama olsun, gel;
Gel yabancılar olup yeniden tanışalım ha?
Bizi bırak,gel bir ben bir sen barışalım ha?
Hadi can!Ne olur!?
Canımın canısı yıldız,
Bırak
Her şeyi bırak bir vakitlik unutarak,
Bir bırak,
Ne olur ver ellerini merhameten ve çekincesiz
Tut ellerimi tut ellerinden kendime dokunayım,
Temasından bileyim kendimi sana dokunarak;bir nem kalsın aramız sarılmaca eriyince buz
Tuz terlesek yine bir uykumuzda iki bedenlik;ruh bir ahenk bir dalgalansak iç içe med cezir
Yine cigara nefeslenmelik bir iştah heveslensek;ying yanglık his temasa bir daha seferlensek
Öpüşlerle hatırlasam seni yeniden haritalayıp;visal seferlensem seyire gamzenden başlayarak
Sarı ipeklerine ruhumu yarık dudak banarak;ırmaklık doysam hasretimi yanık yürek kanarak
Bırak
Ellerini bana bırak
Sadece gözlerime bak canımın içi kıpırtısız;germe korkularımı kaş çatıp göz kapatarak
Derin soluklan gerinip dilersen dizime uzan;aç şefkatini ki horsuz konuşalım patırtısız
O şiir derdiğimiz o günlerimiz hatırına kız!
Kız Nur;
Bir dinlesen ne olur,ne olur bir denesen!
Boğum tıkanırım ürkütürsen dar bahislik;anlatamam
Bir çırpıda koşamam vakit ver çok,yeter mesafe tanı
Yutkunup göçüyorum boğulayaz derinlere yukarı çek
Ta çenemde yalnızlık bu kuyuda bu çırpınışım gerçek
Bak nasıl hasretim bak,
Şiirle mahmuzlanıp öpüşlerle kanatlanınca; destanlık mesafeleri koşmaya
Kavuşmaya ki ram erişler ertesi daha bir yay gerilip ;saatlerce konuşmaya
Ki,temas,gülüş ve bakışla anca,hani kelimeler kifayetsiz kalınca , susuşup,
Hani o susuşlara ki susayışımıza kanış molalıktılar ya hani;yani sana bak;
Nasıl hasretim bir bak!.
Bir dinle bak!..
Sen sözlerimi boşver ben koşuya duraksız hızlanırken
İçinden sadece gözlerime bakarak anla satır aralarımı
Anlamaya arala sesimin titremesinden derin yaralarımı
Ve beni dönemeçlerde rahat bırak bırak ta savrulayım
Rahat bırak beni akışıma cananım ırmak olup akayım
Sana çağlayınca dehliz uçurum yar dağ vadi dolanarak,
Sen de ırmaklığım boyu akışıma mevsim uy huy takın,
Öyle meltem savur saçlarını ki seni ilkbahar sanayım,
Dağ başlarından gürül gündüzleri,geceleriyse şırşırıl
Çağıldayayım adını,gümüş rengimi dere dere akayım
Ha bak,
Ağustos Atilla ustama şıngır mıngır kanatlandığından
Yazları ne söz ne şiir,yalnız ve nakıs,tenha ve manasız
Bir adem-i çorak olakalırım histen adora di feminasız
Ta yağmurlar göz kırpıncaya kadar seni sahillerden
Bu yüzden ben,
Beyazıtta kavrulurken sahafları bin aşarı bin yukarı
Çınar yüz vermiyor yapraklarını feci huzursuzum
Dizini ver ki mırıl mırıl gölgende sana dinleneyim
Serinleyim yani; ateş basınca buz,tuz terleyince su,
Hem güneş çok çiğ,ışıktan da muzdarıbım doğrusu
Gece ne güzel!gölgeler,mum,titrek hülyalı bakışlar
Pırıl parlayınca yaldızlanıp ırmak ırmak yakamoz
Yıldızlık nakışlarla şiirlere akışlar beni o bakışlar
Ah o bakışlar!
Mahinur kız;
Gerçekleri isteme benden hepsi de yalandır sevgisiz yalan!
Karanlık ben görmeyince,ben bilmeyince kıymetsiz yalan!
Kız mahinur;
Çok yalanlar söyleyeceğim çok;ihtiyacım var,
Koca,devasa azman bir devim ben şuracıkta;minnacık yıldızlarla işim olmaz bu odacıkta,
Şu ağaçları bir dokunuşta orman dokurum;bir oturuşta gemiler yelkenlerim sefer sefer,
Bir dikişte içerim ben bu nehri hık lıkırsız;Manas hikaye kalır bi destanıma davransam,
Fırat anca yetişir kıyamet yangınım var kız!..
Kız Mahanur,
Bu tuz öyle bir yakar ki beni,öyle susuz;öyle kahır ki ah;en çaresiz anda yakalar,
Kanağıma basınca tuzunu kara yalnızlık;kavur kıvrım bir tenlik vaha çatlatarak
Sahra kavurur:aşksız,kimsesiz,umutsuz;bu ellerde ne ırmaklar var ne de sakalar
Bırakma beni yine yarım bu harranlıkta;bu karanlıkta firavun yine sensiz yakalar!
Bırakma,
Bırakma ellerimi bırakma bak sana ihtiyacım var,
Kağıttan kaplan olurum ya bana inanmazsan eğer;bana güvenemezsen kelimelerimden olurum bak,
Bir tek kelimelerim var tek; sermayem ve sığınak;sen yoksan ne anlam var ne de sığınacak barınak
Bırakma ellerimi bırakma bak sana ihtiyacım var!
Yaklaş,
Ses sus kulağıma sen,manasına pustur ses,sus,
Temas konuşsun dudakların yanağıma,sen sus
Seni ellerin anlatsın yüzüme dudağıma,ses sus,
Sorma sez sızılarımı merhem ol sustur,sen sus
Hatırla bebeğim,
Bana bir çağrışım uzaksın yalnızca birtanem,
Hatıraları silerek o ilk tanışmamıza aralansan
Şöyle bir miş zamandaki öncemize yaslansan,
Anlarsın dene bak,
Turkuazdan akdeniz dolanıp güneşi akşama al,
Al,kızıl,herşeyin rengi var örneğin atlar kır,doru
Koşuya rüyalanınca bozkır kanatlan çok mesafe
Yorulunca denize bak varıp aydan dökülen ne,
Yakamozları tül tül sarın saçlarına sim yaprak,
Ağaçları gecelere bulaştırma hışırtısından bak
Aydır yükselen dallara sürtünerek karıştırma
Bir bozkurt siluetlense çır çubuk çıt kırılınca
Telaşlanma!
Çıtı sessize,sessizi ıssıza, ıssızı tenhaya çıkarınca
Tenha yalnıza, yalnız şaire,şair şiire çıkarsanınca
Şiirden yağmura,yağmurdan da o anımıza varınca
Oyalanma!
Fazla oyalanma akdenizde oradan babile sıçra;hemen ziggurat tırman bir topukta geç kalma
Tepeye varınca az soluklan ve her soluna bak;şemsiyesiz bir adam buhur nefes sırılsıklamsa
Bakışlarıyla bir kalbine ve bir ufuklara pır pır kanat niyetleniyorsa tedirgin;
Ilıksa gece ve hem kalbine damlayanlar pıt pıt yağmur ertesi duru belirgin;
Ve kanatlandıysan sen de ufuk-bir ve yıldızlandıysan sen de umut-bir;
Bak ,
Bak ne kolay hatırlamak beni babile lebleyince
Bak ne sevindim bak yine leblerimden bilinince
Gidişinden beri bak,
Çok yangınlardayım eskiyen hatıralardan kara kir;beyaz sayfalara durmak istiyorum duygu ve fikir
Öyle bir bak öyle bir gül ki öyle bir naz içten fıkır;kimliklerimiz yanıp kül olsun eskiyenlerimizden
Yarına yepyeni yabancılar olalım yenilerimizden;gel hadi,bak öyle bir gelelim ki gidenlerimizden
Tanımak için kıvranayım seni yine geceler;cesaretim bir parlasın bir sönsün ümitlerim
Öyle gidelim ki bugün gelince yarın güzelim;yine yemeği yak bardak düşür saati unut
Ben yine yoklamada yoksun diye üzüleyim;yine kahkahalar patlatsın talebelerim gafıma
Müdür mevzuattan kural karalasın sevincime;koridor koşulmaz bahar danasıca ya desin!
Ha desin!..
Ah Mahinur;
Her kadın sudur tuza ateşe ,yangınım var ;kara kahır yanığım var Nur ;bir anlasan,
Bir fırsat tanısan gör yeniye nelerim var;yine yağmurlarla gel yazları oyalanmasan
Hani o yanlış vapura bindiğimizi adalara varınca anca bildiğimiz günleri hatırlasan
Bir hatırlasan ha mahinur,çok ihtiyacım var!
Ha Mah!?
Bir bak;çok beyaz sayfalar tut çok gereğim var:
Şimdiden sonramıza birtek hatıra katmadan yar;
Bir bak;sana,seni,sende,senin tüm sorularla bak,
Ne olur bir bak!!..
Denizim ,ırmağım,yağmurum;kanağıma su ateşime buz kız!
Kara kahır yangınım var kız;canımın canısı yıldız!
Bir insanlık namına canan çok yalnızım ya!;çoktandır izah fırsatsızlıktan içerim sıpsızım ya!
Yeniden başlayalım mı ha?,
Hani o gözkırpışlık mis bakışmalara;el değince ılıktan his akışmalara o yağmur ertesi ha!?
Hadi ya,;ya kara kahır yangınım var kız!
Kız Mahinur,
Bir bak kalanımızdan bir ümit parlasın bozkır çatlayıp sende durulmalarıma yeniden,
Yeniden temas tutuşalım bakış bakışa kirpiklerimizden yağmurlarla arınalım yeniden
Beni öncene sil,seni sonbahara yaz hani artakaldığımız kimselerin kırıklarından o yaz,
Yazları yalnızlaşırım ya histen adora di feminasız ki nakıs kalıp aşka şiire kuru,manasız
Bu sebeplerimden çok yalnızım hem kahır kara yangınım var yokluğundan ayışığım kız
Ha Mahinur!?
Ya mahinur!?
Az dur!
Mahinur , dur az!!
Mahinur;
Kız!!!..
Turan Bozkurt vestana1bozkurt@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 9 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Gezgin Kahveci : Cüneyt Göksu Guantanamo... |
|
Küba'nın güneyinde Santiago de Cuba ve Holguin arasında, sakin, ufak, fazla turistin uğramadığı bir yerleşke Guantanamo. Guantanamo eyaletinde bulunan ve Guantanamo şehir merkezine otobüsle, iki buçuk saat uzaklıktaki Baracoa kenti, 1492'de adayı keşfeden Kolomb'un Hindistan zannederek ilk ayak bastığı kara parçası; aynı zamanda, İspanyollarca da adada kurulan ilk yerleşke. Palmiyeler'le kaplı, yemyeşil bir coğrafyanın içindeki bu bölgenin en önemli özelliği, hiç bozulmadan kalan doğası. Kentteki, İspanyol sömürge zamanlarından kalma yapılarsa, hâlâ korunuyor. Kentin en önemli geçim kaynağı kahve ve kakao.
Günümüzün en önemli emperyalisti ABD'nin, 40 yıldır "yönetim ve yaşam biçimini" değiştirmeye uğraş verdiği Küba'nın bu bölümünde bir deniz üssünün bulunması, Guantanamo bölgesinin bir diğer özelliği.
Peki, bu iki ülke, ne "dost ne de müttefik" olabilmişken, ABD'nin Küba topraklarında ne işi var?
1903 yılından beri varlığını sürdüren, Guantanamo Amerikan Deniz Üssü, Küba'nın güneydoğusundaki Guantanamo Eyaleti körfezinde, 49,4 km² toprak, geri kalanıysa deniz ve bataklıklarda oluşan, 117,6 km²'lik bir alanı kapsayan bir yerleşke. 20. yüzyılın başlarında, ABD Kongresi'nce onaylanan ve dönemin Başkanı Mackinley'in imzaladığı bir kanun değişikliğinin bir sonucudur bu üs. Bu kanun da Küba tarihinde "Platt kanun değişikliği" olarak bilinir.
İspanyol sömürgeciliğine karşı Küba'nın verdiği bağımsızlık savaşı 1868 yılında başlamış, 30 yıl sonra, artık İspanyol ordusunun, Küba bağımsızlık güçlerini durduracak yeterli gücü kalmayınca, ABD, İspanya'ya savaş ilan ederek en güçlü filolarını göndermiş. Kısa bir süre sonra İspanya'nın teslim oluşuyla birlikte ABD adayı işgal etmiş.
30 yıl boyunca mücadele eden Kübalılarsa, 1902 yılında Küba Cumhuriyetini kurabilmek ve Amerikan Birliklerinin adadan çıkmasını sağlamak için Amerikan hükümetinin koyduğu kuralları kabul etmek zorunda kalmış.
Bu kurallar ve daha önce değindiğim kanun değişiklikleri, Guantanamo Körfezinde, intifa hakkının sağlandığı bir arazide, bir deniz üssünün kurulması için bir anlaşma imzalanmasına olanak vermiş. 1903 yılında, ilk Küba Başkanı Tomas Estrada Palma tarafından imzalanan anlaşmanın sona erdirilmesiyle ilgili maddede şöyle deniyor: "İşbu anlaşma, her iki tarafın anlaşmanın sonlandırılmasına karar verinceye dek geçerli olacaktır".
1959 yılında Devrimin zaferle sonuçlanmasının ardından, Küba hükümeti bu anlaşmayı feshedeceğini duyurmaya başlamış, ancak ABD, Küba halkının ve hükümetinin bu talebine karşın, Küba topraklarındaki askeri üssünü elinde tutmayı günümüzde bile "yasal hakkı" saymakta.
Küba, Amerika'nın zorla elde ettiği bu kazanımlar karşısında temkinli davranmaya karar vermiş. Ama, ulusal topraklarının bu küçük parçasının kendisine iade edilmesini istemeyi, bir gün, tekrar elde edinceye kadar, hep sürdürecek gibi.
Küba Dışişleri Bakanlığı, 19 Ocak 2005 tarihinde, Guantanamo Amerikan Deniz Üssündeki mahkumlara yapılan zorbalıklardan ötürü Küba halkının hoşnutsuzluğunu dile getirerek, ABD hükümetine diplomatik bir nota verdi; 1903 Anlaşmasının II. Maddesine göre; Amerika Birleşik Devletleri Hükümetinin, "anlaşmada adı geçen yerlerin sadece Deniz ve Kömür istasyonları olarak kullanılması ve diğer hiç bir amaç için kullanılmaması koşuluyla gerekli olan her şeyi yapmayı" vaat ettiğini hatırlattı.
Bu gerçeklerden yola çıkan Küba, kendi toprakları üzerindeki bu yanlışlığı, devrimin kazanımları sayesinde uluslararası toplumla paylaşabildi.
Peki, ancak 1962 Küba füze krizinde, Sovyetlere karşı kullanılmak üzere ülkemize yerleştirilen "Jüpiter" füzelerinin varlığıyla bizleri öncelikli hedef yapan ABD gerçekten, bizim "dost ve müttefikimiz" midir?
Nükleer çalışmalarını her fırsatta eleştirdiği, tehdit ettiği İran, K. Kore'ye karşılık, İsrail için hiç bir şey söyle(ye)meyen, ayrıca dünyada nükleer gücü silah olarak bir başka ulusun sivilleri üzerinde kullanan ilk ve tek ülke olma özelliğini koruyan, "demokrasi ve özgürlük" savunucusu bu ülke gerçekten "dostumuz" mudur?
2 Yıl önce Anadolu gençlerini, Güney Kore'deki gibi "kırdıramadıkları" için, Irak'ta düştükleri durumu bize bağlayan, "işgalci", müttefik olabilir mi?
Bu sorular uzar gider!
Küba bu "dost ve müttefik anlaşmalardan", ancak devrim sonrasında haberdar olmuş ve uluslararası toplulukları bilgilendirebilmişti. Acaba, ülkemizin ABD ile yaptığı bu tür anlaşmalardan bizim haberdar olabilmemiz için ne gerekiyor?
1923'de Anadolu'da, 1959'da Küba'da olanların tekrarı mı?
Cüneyt Göksu cuneytgoksu@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 10 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Fotoğraf: Gülendam Z.Oğuz <#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 5.516 kahveciye doğru yola çıkmıştır.
Yukarı
|
Gülden Gelinciğe
Baktım..!
Gözlerinde kara bulutlar,
Yüreğinde yangınlar var.
Vurur tellerine bedenin,
Gözlerden akar bir hüzzam.
Esip de geçmiş bir poyraz,
Gül bahçendeki dalından,
Kırıp geçiyor kollarını,
Sancısı eziyor goncalarını,
Dikenli güllere takılı yüreğinin.
Darağaçları kurup dergâhında,
Fermanlara karşı çıkmışsın,
Peşine düşmüşsün asil duyguların,
Gözlerinin süngüleri dönmüş ise üzerine,
Kork..! Kurşun sağanaklarında ıslanırsın.
Yasak bir lânetin eşiğindesin,
Tutsan bir türlü, bıraksan acı.
Yağmalardan çıkıp da gelişin,
Esaret yavrusu duygularından,
Kapılma bir anlık güzelliğine.
Kervanlar yıkma ayaklarına,
Islanma çöreklenmiş topraklarında,
Bakma şeytan görmüş,
Cin çarpmış gibi,
Ellerin, ayakların sarmaşık,
Uçsuz bucaksız kainatında,
Üç yüz altmış beş gün,
Gündüz güneşler,
Gece aylar kıskandıran düşler tutma,
İnci taneleri gibi dizme tek tek umutlarını,
Gelip geçer, delip de geçer nasılsa.
Bakma..!
Bakma artık,
Gelip de geçiyor işte zaman,
Delip de geçiyor gül yüzünden,
Naz değil bakışlarındaki,
Yumuşak bir dokunuş sadece,
Uçurumunda bulduğu son gelinciğe verdiği.
Gülcan Talay
Yukarı
|
Çizen: Hüseyin Alparslan
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan Yamağı : Cem Özbatur |
|
http://www.buybye.com/detail.asp?PRODUCT_ID=F102A9K935M714ID1 "ALIŞVERİŞİN GÜLER YÜZÜ". Kahve Molası Dergimiz artık Buybye.com'da. Kredi kartınızla derhal satın alıp adresinize gönderilmesini sağlayabilirsiniz. Hatta dergiyi taksitle almanız bile mümkün. Tabi hepsi bu kadar değil. Dergi için gitmişken tüm reyonları dolaşmakta yarar var. Pekçok ürünün yanında hormonsuz doğal domatese özellikle dikkatinizi çekerim.
http://www.derki.com/sayfalar8/topik.html Kültürlerin kaynaşması bence "topik", sadece Ermeni mutfağına ait diyemeyiz, hele bu yazıyı okuduktan sonra. Ertan Yurderi gözlerinizi yaşartacak zaman zaman hazır olun. Hem topik için hem de daha önce en ki'li bu dergiyi ziyaret etmemişler için bulunmaz fırsat.
...-houston, sanırım koaksiyel ateşleme sisteminin duplikasyon bölümünde yakıt sıkışmasından kaynaklanan bir hata var. -gemi gidiyor mu genç? -onaylandı houston. -devam et o zaman devaaam... http://haydi.net/yazikazani/turkler.asp Türkler uzaya çıkarsa sizce ne olur?
...Sen kocaman göllerde bir kalabalık gibisin, Kocaman denizlerde ender bir balık gibisin. Bir ısıtır,bir üşütür,bir ağlatır,bir güldürür; Sen hem bir hastalik hem de sağlik gibisin. Özdemir Asaf. Daha nice güzel şiirler igin http://www.dosthane.de kısayolunu tavsiye ediyorum.
Çok hoş bir web sayfası keşfettim http://www.gezgin.com Ben bu sayfada yeniyim ama sağolsun editörler çok iyi çalışmışlar hiç yabancılık gekmedim. Özellikle rehber bölümünü ısrarla tavsiye ediyorum.
Ekmek teknesi isimli bir dizi var. Meraklıları bilir, gerçekten çok keyifle izlediğim ender dizilerden bir tanesi. http://www.ekmekteknesi.com kısayolunda bu dizi ile ilgili her türlü bilgiyi bulabilirsiniz.
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
ACXtractor 3.20 [772 KB] Win95,Win98,WinME,WinNT 4.x,Windows2000,WinXP Deneme (19$)
http://www.marvintec.com/download/acxtractor.exe Normal audio CD lerinizi bilgisayarınıza wav, mp3 veya ogg formatında almak için kullanabileceğiniz güzel bir program. Pekçok seçeneğin yanında freedb desteği de cabası. Bu küçük programı denemenizi öneririm.
Yukarı
|
|
|
|
|
|