|
|
|
4 Nisan 2005 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : KIRKBİR... KIRKİKİ!... |
İyi haftalar,
Kırküççç... Bu böyle gider siz merak buyurmayın. Biz de bu kadar yetenekli yazıcılar varken benim şimdiden kırkdokuzdan sonra ne yama diyeceğimi düşünmem gerekir. Kırk durmalı da gerisi nasıl gelmeli? Kırkon, kırkonbir... Buluruz bir yol nasılsa. Demokrasiler bir çare üretimler bütünüdür. (Anlamsız ama iyi laf. Bunu kaydedip biryerlerde kullanmalı.) Şimdi büyük ihtimalle bugün Lodos'un yazar kadrosunu açıklamamı bekliyorsunuz. Üzgünüm daha çok beklersiniz. En azında 2 hafta daha ser verip sır vermeyeceğim. Siz tahminlerde bulunmaya devam ediniz. Yakında bunu iddia saflarına aldırıp birkaç kuruş kazanmanın yolunu arayacağım. Kırkbir ve kırkiki birlikte yazıldığından arka arkaya geldi. Kırküç yamanın bir "Mikrofonda Tiyatro" oyunu olmasını istiyorum. Daha sonra bunu kaydedip, elde CD, o radyo benim bu radyo onun, sana su yok, gezip yayınlatmaya çalışacağım. Olmadı bizim net radyoda yayınlayacağım. Güzel olur değil mi?
Gelelim Tahta Kurdu'na. Kırkikiyama'ya malzeme olan Tahta Kurdu bir avantür ekşın kıvamında. En az Lodos kadar ilginizi çekeceğine eminim. Yazım kuralı bir öncekinin aynı. Gene yazanlar kendilerinden önce yazanları bilmiyor sadece yazılanları okuyorlar. Haydi bakalım size iyi kemirmeler.
Sevgili Cüneyt Göksu'nun TRT1'de "Genç bakış" programında yaptığı söyleşiyi nihayet tamamlayıp medya sayfamıza yerleştirdim. Dinlemesi bedava. Bugünkü yazıların kesilemez uzunluğu nedeniyle hiç olmazsa ben kısa kesiyor ve huzurlarınızdan koşar adımlarla ayrılıyorum. Hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
|
KIRK2YAMA HİKAYELERİ Tahta Kurdu -1- |
|
1
Yaşam gittikçe bir tahta kurdununkine benzemeye başlamıştı. Sadece önüme geleni yutarak ilerleyebiliyordum. Önümde yutulacaklar ilerleyebilmek için tek yolum, ardımda ise bedenimin reddettikleri, aynı karanlık dehlizde ilerlemeye çalışıyordum. Geri dönmek de olanaksızdı, ilerlemekse çok, çok zor.
Hiçkimselerle tanışıp ilişki kurma imkanı bulamadan, hiç gün yüzü göremeden ölmek de vardı bu işin sonunda, aynı bir ağaç kurdunun yaşamı gibi. Ama, böyle yaşamlar da vardı işte ve ben, nasıl ve ne zaman olduğunu hatırlayamadığım, kestiremediğim bir şekilde bu deliğe düşmüştüm.
Bunca zaman sonra baktığımda, aslında genç yıllarımda okula gitmek konusundaki hevessizliğim; babamın vakitsiz gelen ölümü ve buna benzer bir sürü aksiliğin sonunda bu geleceği kaçınılmaz olarak hazırladığımı görebiliyorum. Lise son sınıfa kadar işler yolunda sayılırdı. Babam, her ne kadar belediyede ufak bir memur bile olsa, yine de eve para giriyordu. Yoksulduk, ama bunun farkında da değildik. Babamın zorlamaları ile okumaktaydım. Çok başarısız bir öğrenci de değildim. Ama dediğim gibi, lise sonuncu sınıfta, üniversite sınavlarına hazırlanmaktayken gelen bu ani ölüm hem tüm planlarımı yıktı, hem de birden evin sorumluluğu omuzlarıma aniden, hiç hazırlıksız olduğum bir anda çöktü. Karabasan gibi.
İşte okulu bırakıp tekdüze bir iş yaşamına girişim de böyle oldu. Hazırlıksız, eğitimsiz, deneyimsiz. Son sürat dibi buldum ve bir daha da uzun yıllar üste çıkmak mümkün olmadı. Öylesine alışmış, kanıksamıştım ki durumumu, bırakın ışığın olabileceğini, varlığını bile hatırlamıyordum. Her günüm aynı, her günüm boşlukta ve amaçsız geçmekteydi. Evden işe, işten eve. Sabahın kör karanlığında kalk, uykulu gözler ve yorgun bir bedeni banyoya sürükle, traş ol, mutfakta iki lokma birşeyler atıştır ve koşar adımlarla fırla dışarı, aceleyle merdivenleri in. Servise yetiş. Uyuyarak devam et yola ve fabrikanın kapısından girdiğin andan itibaren başlayan, düzeysiz, sığ ve sıradan konuşmalarla günü tamamla. Sonra, gene servise binip evin yolunu tut. Tam bir saat yirmibeş dakikalık yolun üzerine eve ulaşabilmek için kar kış demeden yirmibeş dakika yürü. Yorgun ve umutsuz, televizyon karşısında uyuklayarak gene mideni doldurmaya, açlıktan kurtulmaya çalış ve oracıkta sızıp kalmadıysan eğer, giysilerini çıkartıp yatağa at kendini. Yaşam bu muydu ? Bu muydu beklediklerim gençken, okul yıllarımda ?
O zamanlar umut vardı. Neyi nasıl yapacağımı bilemez, ama ümit ederdim. Sevgilimle konuşur, hayal kurardım. Sanki, otomatikman olacakmış gibi düşünürdüm istediklerim. Liseyi bitirdikten sonra, üniversiteyi kazanamayınca anladım, neyin ne olduğunu. Onu bile anlamam vaktimi aldı aslında. Artık çalışmalıydım. Yani herkes böyle söylüyordu. Ama hangi işe girdiysem bir tatminsizlik bir yokolmuşluk duygusu sardı benliğimi. Önce konfeksiyon işçiliği, ( ki bu beni çıldırma noktasına getirmişti ), sonra bir fabrikada montaj işçiliği yaptım.
Bunların hiçbiri bana göre değildi. Sabahtan akşama kadar tamamen tekdüze ve birbirini tekrar eden şeylerle uğraşıp, ayın sonu geldiğinde elime geçen paranın azlığı karşısında, bazen hayrete düştüğümü hatırlıyorum. Sonunda, şu pazarlama işini buldum da, biraz gün ışığı görmeyi başardım. Hiç değilse, gündüzleri dışarıda oluyor, şirketin ürettiği paketlenmiş bakliyat ürünlerini şehrin uzak semtlerindeki mahalle bakkallarına satmaya çalışıyordum. Anlaşılmaz bir şekilde terslendiğim, ya da aşağılandığım zamanlar o kadar çok oldu ki başlarda, bir ara bu işi de bırakmayı düşündüm. Ne var ki, o aralar annem hastaydı ve benim kazandığım üç beş kuruş ev için çok önemliydi. Sırf bu nedenle moralimin çok bozuk olduğu günlerde bile dayanmaya çalıştım. Aradan geçen yıllar içinde, alıştım işe. Ve gelirim biraz artınca evden ayrılıp, kendime iki odalı, ucuz bir apartman dairesi buldum, dış semtlerden birinde. Burası, bir gecekondu apartmandı. Çevre, sıkışık ve pis, yollar kışın çamur, yazın toz içindeydi. Bunlara aldıracak halim yoktu aslında çünkü zaten yeni giysi alabilecek kadar da para kazanamıyordum, eskilerse, kirlenmiş ya da ütüsüz. Umurumda bile değildi. Artık, başka bir işten anlamadığım için ve başkaca hiçbir işe ilişkin bir eğitimim de olmadığından bu satış işinden emekli olacağıma kanaat getirmiştim.
Onu bu sıralarda tanıdım. Bizim şirkette, muhasebe bölümünde yeni başlamıştı. Silik ve gösterişsiz bir kız olduğundan, ilk zamanlar hiç dikkatimi çekmedi. Ama sonraları, sabahları servise bindiğinde, daha bir dikkatli bakmaya başladım. Kısa boyu, tahta göğüsleri ve bozuk cildiyle hiç de güzel sayılmazdı. Kapalı kıyafetler giyer, kimseyle de pek konuşmazdı. Bir gün, işe gelmedi, ertesi gün servise bindiğinde, yüzünün yanındaki morumsu kırmızılık dikkatimi çekti. Ya birisinden dayak yemişti, ya da bir yere çarpmıştı. İlk o gün konuşma cesaretini buldum. Ama bulduğum gibi de kaybettim bu cesareti. Geçmiş olsun dediğimde, yüzüme terslenerek baktı, "hasta değildim !" dedi. Ama nasıl olduysa, soğuk ve donuk bir sesle anlattı sonra yolculuk boyunca, erkek kardeşi, bir lokantada garsonmuş, akşam eve geldiğinde yemek istemiş, o da "ben çok yorgunum, kalk kendin koy" deyince, kopmuş bir kızılca kıyamet. Sonra da girişmiş oğlan buna. "Hayvan !" dedi. O moral bozukluğuyla gelememiş o gün işe. Bu kısa sohbetten sonra, daha sık konuşur olduk. Hatta aramızda bir yakınlaşma bile başladı denebilir. Dediğim gibi; kesinlikle güzel bulunabilecek biri değildi, ama bende o kadar yalnızdım ki. İki ay kadar sonra, nihayet evime geldi ve o gün hemen kapıdan içeri girer girmez yatağa atladık. İyi sevişiyordu. Nereden öğrendiyse, bu işi biliyordu. Böylece, o zamanlar tamamen şehvet üstüne kurulmuş bir ilişki başlamış oldu. Her ikimiz de umutsuzduk. Benim hiç param yoktu, sanırım o da benden farklı değildi. Zaten evlenmek fikri bana hep çok uzak gelmiştir. Belki o da böyle düşünüyordu. Bilmiyorum. Bir şekilde eve yalan söylüyor ve bazı akşamlar bende kalıyordu.
İşte bu gecelerde boşluktan sıkılıp yaptığımız sohbetlerden birinde çıktı bu fikir. Birlikte hırsızlık yapmaya karar verdik. Uzun uzun konuştuktan sonra, bu işe araba çalmayla başlamakta karar kıldık. Ancak bu sayede iyi para kazanılabileceğine karar verip, işi, nasıl ve kimden öğrenebileceğimizi konuştuk. Konuştukça ikimizin de heyecanı artıyor, avuçlarımız terliyordu. Gittikçe her seferinde daha bir hevesle ve daha koyu bir heyecanla sadece bunu konuşur olduk. Dayımın bir otomobil egzoz tamirhanesi vardı, ara sıra uğradığım ufak ve fakir bir dükkan. Aniden aklıma geldi, orada rastladığım gençten bir adam, birgün sohbet sırasında arabaların motor seri numaralarının nasıl değiştirildiğini detaylarıyla anlatmıştı. O zamanlar konu ilgimi çekmemişti, ama gene de adamın aynı sanayi sitesinde bir tamirhanesi olduğunu hatırladım. Bir cumartesi, iş edinip siteye gittim. Adamın dükkanını buldum ve elimde çalıntı bir BMW olduğunu, değişim işi için satışa yardımcı olup olamayacağını gayet düz bir biçimde sordum. Önce hafif şaşırdı, hatta belki de şüphelendi. Ama dayımın bu işten haberi olmadığını falan anlatınca, yatıştı, tozlu masadan aldığı bir küçük kağıt parçasına bir telefon numarası ve bir isim yazdı. Hemen o gün aradım verdiği numarayı, adama telefonunu nasıl bulduğumu uzun uzun anlatmam gerekti. Sonunda ikna olup, bir Mc Donalds'da randevu verdi, ertesi güne.
İşe böyle girdik. P'yi yanıma alıp ertesi gün sözleştiğimiz saatte Mc Donalds'a gittik. Serin, ama güneşli bir sonbahar günüydü. İkimiz de gergindik. Adam randevuya onbeş dakika kadar geç geldi. Önceleri şüphe ile yaklaştıysa da, sonunda bize inandı ve iki yaşındaki bir BMW için, aslında çok sayılmayacak bir fiyat önerdi. Dediğim gibi, aslında o kadar parasız ve umutsuzduk ki, rakam bize gene de çok fazla gibi göründü. Ve önümüzdeki hafta kendisini arayıp, aracı getireceğimizi söyledik. Artık iş, bir BMW çalmaya kalmıştı. Önceleri bu işi nasıl yapabileceğimiz konusunda uzun uzun konuştuk. Hiçbir yol, yeterince güvenli gelmedi, ya da akılcı diyelim. Her gece, iş çıkışında P bana geliyor, bu işi nasıl kıvıracağımızın planlarını yapıyorduk. Ama her seferinde planlarımız batağa saplanıyor, umutsuzluk içinde yorgun düşüp, dolu sigara tablaları arasında sızıp kalıyorduk koltukta.
Sonunda, sanırım aradan iki hafta kadar geçmişti, birden aklıma çok uzun yıllar önce bir filmde gördüğüm bir yöntem geliverdi. Filmdeki kahraman, araba çalmak için bir otelin önüne gidip bir kenarda dikiliyor sonra da otelin kapı görevlisinin meşgul olduğu bir anda gelen bir müşterinin arabasının kapısını açıp sanki otel görevlisiymiş gibi arabayı alıp otoparka götürüyormuş pozlarında basıp gidiyordu. Bu fikir çok parlak bir buluş gibi geldi, o kadar sevindik ve inandık ki bunun çalışacağına, evdeki tek kutu birayı, büyük bir törenle açıp iki bardağa koyup, sanki çok değerli bir şampanya içermişcesine bir kutlama yaptık gecenin bir vaktinde.
Ertesi gün, hangi otel veya barın önünde çalışabileceğimizi anlamak amacıyla şehrin lüks semtlerinden birine gidip bu tarz yerlerin önünde derinlemesine bir araştırma yaptık. Kendi kendime şaşıyordum, planlama konusundaki yeteneklerim ve detaylara olan hakimiyetim karşısında, ben bile kendimi tanıyamıyordum. Sonunda, işin çok kolay olduğunu düşündüğümüz bir yer buldum gerçekten. Bütün yapacağımız gününe karar vermekti. Bunu da o gece evde konuşup karara bağladık ve aramızdaki iş bölümünü belirleyip gönül rahatlığıyla uyuduk.
Çok heyecanlı olacaktı. İki günümü, heyecan içinde, ellerim terleyerek geçirdim. Geceleri yatağa girdiğimde, tüm senaryoyu tekrar tekrar kafamda evirip çeviriyor, aksayan yer olup olmadığını anlamaya çalışıyordum. Sonunda, ilk işimizi yapacağımız gün gelip çattı. Ne yazık ki o gün hiçbirşey yapamadık. Çünkü, söz konusu yere gittiğimizde durum uygun olmasına rağmen hiç BMW gelmedi! Birkaç saat sonra da gelen araç sayısı çok azaldı ve durum ümitsiz bir hal aldı. Yorgun, gergin ve mutsuz bir şekilde eve gittik.
O gece, bundan sonra marka sınırlaması yapmamaya karar verdik. Adama BMW dedik diye ille de BMW bulmamız gerekmiyordu. Nitekim, ertesi gece aynı yere gittiğimizde onbeş dakika bile beklemeden ilk fırsat geldi ve kendimi pahalı bir arabanın kapısını açarken buldum. Adam hiç şüphelenmedi bile, direksiyona kurulup bir apartman ilerideki köşede beni beklemekte olan P'nin yanına gittim. Büyük bir rahatlıkla, gülümseyerek bana otostop yaparmış gibi bir işaret çaktı ve arabaya atladı. Ben çok heyecanlıydım ve P'nin ısrarlarına rağmen dolaşmak istemedim, direkt benim evin yakınındaki bir sokağa arabayı parkedip eve gittik.
Ertesi gün, sabah adamı aradım. BMW'yi ortağımın benden habersiz satmış olduğunu, ama elimizde bir Nissan olduğunu, ilgilenip ilgilenmeyeceğini sordum. Adam, getirin göreyim deyince, işin olmuş olduğunu anladım. Aynı gün, gene aynı Mc Donald's da buluştuk. Araba yeniydi, bir yaşında bile değildi. Adam beğendi, ama gene de BMW için önerdiğinin yarısından bile az bir fiyat önerdi. Bu bile ikimizin bir yılda kazandıklarımızdan fazlaydı. Kabul ettim, hep birlikte arabaya binip, adamın çok uzak bir semtteki kapalı tamirhanesine gittik. İzbe bir yerde, temiz, içerisi görünmeyen tek arabalık bir tamirhaneydi. Camlar boyanmıştı, ve iki kanatlı kapı açılınca bir arabayı içeriye kolaylıkla sokabiliyordunuz. Biz de arabayı içeri aldık, adam küçük camlı ofisin içindeki eski bir kasayı açıp, paranın tamamını nakit olarak ödedi. Bizi geri götüremeyeceğini, hemen arabayla ilgilenmesi gerektiğini falan söyledi. Yüzündeki ifadeden iyi bir alışveriş yaptığını düşündüğünü görebiliyordum. Belki kazık yemiştik, ama bu bizim ilk işimizdi, ayrıca arabayı teslim etmekle işten sıyrılmış da oluyorduk. Lafı uzatmadan tamirhaneden çıktık ve bir taksiye atlayıp çabucak eve gittik. Parayı tekrar sayıp bölüştük.
Ertesi gün hiçbirşey olmamış gibi işe gittik. Öğlen tatilinde birlikte çıkıp yakındaki bir seri sonu mağazasından P'ye bir etek, iki pantalon birkaç çift de ayakkabı aldık. Mutluluktan uçuyor gibiydi. Hatta güzelleşmişti bile denebilir. Artık bir süredir eve pek gitmiyordu, daha çok bende kalıyordu. Eve ne söylediğini hiç sormadım, o da söylemedi, ama artık garson kardeş ya da sorun çıkartan baba konuları hemen hiç açılmıyordu. Bir hafta sonra, yine aynı heyecanı yaşamak istediğimizi itiraf ettik birbirimize. Araba işi böylece sürdü. Tabii her defasında mekan değiştirmek zorunda kalıyorduk. İstanbul çok büyüktü ama bu işleri yapan kişiler belli bir kitle olduğundan, lokanta ve eğlence yerlerindeki kapıların gittikçe daha sıkılaşmaya başladığını farkettik. Bir süre sonra ( sanırım 15-17 arası bir sayıya ulaşmıştık ) bu işi değiştirmek gerektiği konusunda mutabık kaldık. Aslında bana son zamanlarda bir korku gelmeye başlamıştı. Sırf bu nedenle, artık çok param olmasına rağmen oturduğum evi değiştiremiyordum. hatta kendime kıyafet bile alamıyordum. Mümkün olduğunca dışarıda dolaşmıyor, polis olması ihtimali olan yerlerden uzak durmaya özen gösteriyordum. Bir süreden beri güneyde bir yerlere gidip herşeye sıfırdan başlamayı konuşur olmuştuk. ama her defasında "bu son !" dediğimiz bir iş daha yapıyor, arabayı üst sokağa park ettikten sonra eve girdiğimizde, nefes nefese, ter içinde kendimizi yatağa atıyor ve o endişe dolu heyecan içinde delirmişcesine birbirimize saldırıyorduk adeta.
Temmuz ayıydı sanıyorum. Yazlık eğlence yerlerinin ve gece hayatının zirvede olduğu dönemlerdi. P, yeni bir araba istediğini söylemişti. Spor bir şey. daha önceden gözüme kestirmiş olduğum lüks bir kebapçıdan bahsettim, aynı gün öğleden sonra, her zamanki gibi keşif yapmaya gittik. Günlerden Pazar, ve saat öğleden sonra 4 olmasına rağmen içerisi doluydu. Kapıda bir tane kahya vardı ve lokantanın giriş kapısı yan sokaktandı. Ayrıca kahya arabaları bir üst sokakta bir yere götürüyor, buraya gidip dönmesi de her defasında 4 dakikayı buluyordu. Kısacası yer bizim için biçilmiş kaftandı. Pazartesi akşamı gelmek üzere konuştuk. P, o gece annesinin evine gitti. Ertesi sabah işten çıkıp bana gittik, ve her zamanki kıyafetlerimizi kuşanıp yeni yerimize gittik. Bir gün öncesinden bölgeyi tanımış olduğumuz için rahattım, gerginliğim geçmişti. Ne olabilirdi ki ? Gerçekten de kısa sürede P'nin istediği kıvamda bir araba denk geldi. İlerideki köşeden aceleyle onu aldığımda biner binmez bir çığlık attı. O gün ilk kez tökezliyeceğimiz günmüş. Ama bunu henüz bilmiyorduk.
Arkası Yarın
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 12 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Arap Kahvesi : Beyhan Duffey OLMAMIŞ HÜSNÜ BEY - KOKU |
|
Merhabalar efendim. Sizi bilmem ama ben kötü bir hafta geçirdim. Geçen hafta bilgisayarda oynadığım araba yarışlarıyla bütün mahallelinin diline düştüm. Düşmanı alt etmenin en iyi yolu onu kendi safhına çekmektir derler ama ben bu işte muvaffak olamadım. Sabahat Hanım bu yarışlarla biraz ilgilenir gibi olduysa da çabuk bıktı. Eh.. durum böyle olunca da yine bütün mahalleye rezil olduk. Geçenlerde kahveden dönüyorum. Sokakta da çocuklar oynuyor. Efendim beni görür görmez bir araya toplaşıp “Shumaher Hüsnü Amca, Shumaher Hüsnü Amca...” diye bağrışmasınlar mı? Bu Sabahat Hanım beni delirtecek bir gün ya hayırlısı...
İki gün önce emekli maaşımı çekmek üzere yola çıktım. Takdir edersiniz ki erken giden yol alır. Onca teknolojik gelişmeye, çift numara tek numara kolaylığına, kartla dışardan çekebilme rahatlığına rağmen sabahın köründe düşmezsem yola içim rahat etmez. Haliyle diğer emekli vatandaşlarımız da benim gibi düşündüklerinden olsa gerek maaş çekme günleri otobüsler, dolmuşlar tıklım tıklım insan oluyor. Ne demiş atalarımız efendim, “alışmış kudurmuştan beterdir”. İlle de gidip o kuyrukta beklemezsek içimiz rahat etmiyor. Yazın güneşin alnında, kışın soğuğun altında o kuyruk çilesini çekmezsek sanki o ayki maaşımızın bereketi olmuyor gibi. Ne bileyim ?
Sabah güzelce hazırlanıp, kahvaltımı edip çocuklarla çıktım. Ahmet bankaya kadar bırakayım arabayla baba dedi ama kabul etmedim. Otobüse binerim. Biraz değişik insan yüzü görürüm. Geri kalan yolu yürürüm, bu yaşta yürüyüş en sağlıklı spordur efendim. öyle değil mi?
Havada kar kokusu var. Keskin de bir ayaz. Kar ayaklarımın altında gırç gırç sesler çıkarıyor. Havalar iki gün daha böyle giderse sokaklar buz pateni pistine döner mazallah. Koca kalçalı hanımlar ellerinde pastane torbaları, sabah sporuna çıkmışlar. Az sonra evlere girilip o poşetlerdeki börekcikler, poğacacıklar lup lup mideye indirilecek. Ee.. ne anladım ben bu spordan? Köpeğini sabah gezmesine çıkaran emekli albay Ferit Bey’le karşılaştim. Ayaküstü biraz sohbet ettik. Çok efendi bir adamdır bu Ferit Bey. Köpeği de şirin mi şirin bir şey. Şöyle bir köpek de biz mi alsak acaba? Sabahat’la yalnız günlerimize arkadaşlık eder. Köpeğinin basını okşayıp Ferit Bey’le bir gün kahvede buluşup pişti oynamak üzere sözleşip ayrıldık. Neyse efendim biraz yürüyüş çok iyi geldi. Tertemiz havayı derin derin içime çektim. Az sonra otobüs durağındaydım. Şu belediye iyi çalışıyor neme lazım mirim. Böyle merkezdeki bir kaç durağa elektronik okuyucu dedikleri şeylerden koydular, bir önceki otobüs ne zaman gitmiş, sıradaki kaç dakika sonra durakta olacak görebiliyorsunuz. Otobüsün gelmesine dokuz dakika daha varmıs. Durakta öğrenci olduğu göğsüne bastırdığı kitaplardan belli olan bir genç kız, iki inşaat işçisi kılıklı adam, bir de yaşlı çift var. Onlar da emekli maaşı için yola çıkmış olmalılar. Soğuktan birbirimizin duldasından faydalanabilmek için birbirimize çok yakın duruyoruz efendim. Yine de soğuk ta içimize işliyor. Öğrenci hanım kız arkamda kaldı.
Aman sormayın o yönden bir ağır koku geliyor bir ağır koku geliyor, dayanamıyorum. Burnumun direği kırılacak. Baktım olacak gibi değil kafamı çevirip kıza dikkatli dikkatli baktım. Gözgöze geldik. Dudaklarımı büzüştürüp, yüzümü kırıştırarak memnuniyetsizliğimi belli ettim. Kız da neredeyse benzer bir şekilde benim yüzüme baktı. Yahu gencecik kızsın değil mi? Üniversiteye de başlamışsın. Hanım hanımcıksın, geliri iyi bir aileden de geldiğin belli. Ne olur sanki evinizden çıkmadan bir yıkanıp arınsanız da milletin burun direğini kırmasanız böyle... Ben bunları içimden geçirirken durağa bir otobüs yanaştı. Yok bu benimki değil. Üniversite yazıyor üstünde. Öğrenci kız arkamdan dolaşıp otobüse yöneldi. Tam kapı açılmış içeri girmek üzereydi ki dönüp yüzüme bir daha baktı. Suratındaki ifadeyi bir görseydiniz, sanırsınız o değil de ben kokuyorum böyle iğrenç iğrenç. Bir anlık şaşkınlık yaşadığımdan kızın bu tavrına, ben kendimi hazırlayıp bir iki çift laf edemedim. Otobüs bastı gitti. Bari çok şükür kurtulduk şu pis kokudan.
Yok efendim ne gezer. Koku hala burnumun dibinde. Bu sefer de yanımdaki o iki inşaat işçisi kılıklı adamlardan geliyor. Yahu deli olacağım. Memlekette suya kıran mı girdi allah aşkına. Neden bu insanlar toplum içine çıkarken azıcık temizliklerine önem göstermezler. Biz mecbur muyuz efendim bu pis kokulara katlanmaya? Kokunun bu adamlardan geldiğini nereden bileyim, ben de kızcağızın günahını aldım boş yere. Meğerse sabahın bu kör saatinde, daha kargalar bokunu yemeden uyanmış, uyandığı gibi de kendini sokağa atmış, kafa kafaya vermiş derin mevzular tartışıp birbirlerinin yüzüne sigara dumanı üfleyen şu hırpanı kılıklı iki adam bu kokunun sebebiymis. Yuh ki ne yuh ! Oh!.. sonunda otobüsüm geldi. İnşallah bunlar da aynı otobüse binmezler. Güzel Allahımın işine bak. Keşke başka birşey dileseydim. Vallahi de binmediler billahı de. Çok şükür rahatça, o pis koku burnumda olmadan bir yolculuk yapacağım.
Sevincim uzun sürmedi. Yahu deli olacağım. Koku beni mı takip ediyor nedir. Hani kendimi bilmesem kendimden şüpheleneceğim. Sabah uyanıp ilk iş sakal traşımı oldum. Duşumu aldım. Af buyurun ayak tırnaklarım yaba gibi uzamıştı, üşenmeyip sabah sabah onları bile kestim. Sabahat Hanım’in jilet gibi ütülediği pantolonumu ve gömleğimi giydim. Kokomo sürdüm. Ayakkabılarımı parlattım. Yani bu bok kokusu benden geliyorsa ben İstanbul’a gidip kendimi Boğaz Köprüsü’nden aşağı atayım daha iyi.
Belki de aslında şimdi koku falan kalmadı da burnum kokuya alıştığı içn bana öyle geliyor. Yok yok ! Bu böyle olmayacak. Koku şimdi daha dayanılmaz oldu. Yüzüme yüzüme, buram buram kokuyor. Ben böyle oturduğum yerde sıkıntılı sıkıntılı kıpırdanıp, kendi kendime söylenip dururken çevremdekilerin bakışlarının üzerime yöneldiğini anlayamadım önce. Hepsinin yüzüne kötü kötü baktım. Kim böyle bok kokuyorsa sabah sabah efendim, utansın kendisinden der gibi! Sıkıntımı anlamış olmalılar ki, beni göstererek kendi aralarında fısıldaşıyorlar. Kimisi de kaşlarını çatmış dik dik yüzüme bakıyor. İyi vallahı millet koksun derdini biz çekelim, bir de suçluymuşuz gibi tavır görelim. Ar damarı çatlamış bu milletin ar. Olacak gibi değil. Dayanamayacağım. Daha yolum var ama dayanamayacağım, iniyorum. Düğmeye basıp, kendimi dışarı zor attım. Otobüs hareket ettiğinde abartmıyorum efendim ayaktaki yolcuların hepsi bana bakıyordu. Ben de durumdan istifade edip (biliyorum efendim yaşıma başıma yakıştıramayacaksınız ama çok madur oldum, zorunda kaldım af buyurun) iki elimle ayıp bir işaret yaptım kendilerine...
Ben bankaya gidip de kuyruğun ön sıralarında yer kapayım diye sabahın köründe yola çıktım ama neredeyse öğle paydosu olacak ben daha yolu yarılayamadım. Çıldırmamak işten değil.
Baktım bir dolmuş geliyor. Hemen el ettim. Adam kaldırıma yanaşıp durdu. Kapı tissss... diye açıldı. İçeriden ağır bir kaban, göçük, manto kokusu dışarı taşıp temiz havayla buluştu. Ben kafamı içeri uzatıp, yolcuların ve şoförün şaşkın bakışları arasında içeriyi bir güzel kokladım. Şoför deli falan olduğumu düşünmüş olmalı ki , “cek arabanı” der gibi bir işaret yapıp, söylenerek bastı gitti. Onca yolu yürüyerek gidemem. Son çare bir taksiye bineceğim.
En son taksiye ne zaman binmiştim sahi? Çocukların düğünündeydi galiba. Düz hesap var bir sekiz yılı. Ee!!... Hüsnü Bey, bir emekli maaşıyla ancak sekiz yılda bir taksiye binebiliyorsunuz n’aber? Yok öyle bolkeseden lüksler.
Gençten bir çocuk taksi şoförü. Güler yüzlü de bir oğlan. İki de günlük gazete koymuş arka koltuğa. Taksinin içi de dışı da pırıl piril. Ama içerde bok ko-ku-yooor. Şoför çocuk kibarlığı elden bırakmadan dikizden arada bir bana bakıyor. Yok bütün şehir kokamaz. Bu işte bir iş var. Dur oğlum şu köşede. Al paranı da. Kusura bakma, biraz yaya devam edeceğim...
Taksi bastı gitti. Az ilerideki çocuk parkına gidip bir banka oturdum. Koku hala benimle birlikte. Üstüme, başıma, elime, koluma, pantolonuma, ayakkabıma... AYAKKABIMA!!.. Ayakkabılarımı çıkarıp elime aldım. İkisinin de topuğuyla tabani arasında kalan boşluk ağzına kadar bok dolmuş. Ayakkabıyı çevirip de yüzüme doğru tutunca az daha düşüp bayılacaktim...
Emekli Albay Ferit Bey’in köpeğinin marifetleri bunlar.
Dün bizim bakkalda karşılaştık Emekli Albay Ferit Beyle. İnci gibi dizili takma dişlerini göstere göstere sırıttı. Kafamı öte yana çevirip cevap bile vermedim. Ömrüm oldukça ben daha konuşmam bu adamla. Uyuz iti de kendi de uzak dursun benden. Köpek meselesini de Sabahat Hanım’a açmıştım. Çok sevindiydi. Torunların doğum gününde alalım da sürpriz olsun, dediydi. Yok efendim ben köpek-möpek istemem evimde. Bunca rezil olduğum yeter de artar cümle aleme.
Sözlerimi bitirmeden affınıza sığınarak bir ricada bulunayım sizlerden. Öğreten adam durumlarına düşmeyeyim gözünüzde aman ha ! Bir büyüğünüz, bir abiniz olarak kulak veriniz sözlerime. Varsa itiniz evde hani çıkarıyorsanız gezdirmeye falan alınız elinize bir iki naylon torba, hayvancağız yapınca büyük abdestini bırakmayınız yerde. Alınız atınız bir çöp kutusuna. Hayır yani birşey değil koca koca adamlar arasında hiç yoktan yere küslüklere sebep olmayın diye...
Haftaya buluşmak üzere. Sağlıcakla kalın efendim. Saygılarımla.
Beyhan DUFFEY - Cidde / Suudi Arabistan duffey@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 10 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Cemreler Düşerken : Zeycan Irmak |
SAKİ...
BÖLÜM 2...
Bilgenin gözüne girmek, onun tarafından saygın olmak için söylemişti. Ama düşününce son dört yıldır hiç de duygusal bir insan olmadığını fark etti. Evet, evet! Eskiden olsa... eskiden bambaşka bir adamdı Saki... Yaşama karşı sevgi dolu bir yüreği, hep gülümseyen bir yüzü, onu seven insanları ve de sevdikleri vardı... Ama şimdi öyle değildi. Bilgeye yalan söylemişti... Utandı. Çok utandı. Ya da kendini kendine inandırmak için "iyi de, ben yine duygusal biriyim. Sadece, eskisi gibi duygularımı belli edemiyorum... Tamam, saçmaladım... duygularımı orada, o evin kapısında bıraktım..."
Uykusundaydı. İlk sarsıntıyı o an yaşadı. Deprem oluyordu! Deprem! Deprem içinde oluyordu! Deprem içinde olurken, bir an kendisini hücresinde gördü. Uyanmamıştı, uykusunda bilgenin yanından ayrılmış, hücresine ışınlanmıştı. Raflarındaki kitaplar sarsıntıyla yerlere dökülüyordu. Gümbür gümbür gümbür! Kitapları tutmak istedikçe kitaplar üzerine devriliyordu. Kalbinden midesine, midesinden bağırsaklarına bütün organları yer değiştiriyordu. Bulantı, baş dönmesi, ani ter basmaları... iyi değildi...
Tekrar bilgenin yanında, aynı göz kamaştıran ışığın altında, iskemlede otururken buldu kendini. Hiçbir şey olmamış gibi davranmaya çalışıyordu. Bilgeye bir şey belli etmek istemiyordu. Bilge duygusal insanların âşık olabileceklerinden bahsediyordu o sırada. Çok olağanmış gibi gayet safiyane;
-Sen hiç âşık oldun mu?, diye sordu bu kez.
İkinci büyük darbe! Saki, gözleri karanlığa alıştıkça bilgenin karaltı halindeki silüetini seçebiliyordu. Biraz daha dikkatli baktığında, bir kaç adım ötesinde, başka bir iskemlede oturan bilgenin güleç yüzünü iyice ayrımsamaya başladı. Kırlaşmış saçları, çenesindeki sakalı ve bıyığıyla, orta yaşlı ama yaşından oldukça genç görünen bir adamdı. Zayıf bir vücudu vardı. İnce uzun parmaklı ellerinden birini çenesinden şakağına doğru dayamış, diğerini de çenesindeki eline destek yapmış konuşuyordu. O konuşurken hem huzur buluyor hem de yıllardır ağlamadığı kadar çok katılırcasına ağlamak geçiyordu içinden Saki'nin. Bilge, karşısındaki insanın üzerinde yarattığı etkiden, sorularının onu ne denli harap ettiğinden habersiz konuşuyordu.
Saki yutkundu. Tam cevap vermek üzereydi ve bu kez doğruyu söyleyeceki ki, bilgenin arkasında başka bir karaltının varlığını sezinledi. Asla, asla güvenmediği kişilerin yanında duygularından söz etmekten hazetmezdi! İkinci karaltının kim olduğunu zerre kadar merak etmiyordu da, nedense iç güdüleri o bir çift gözün Saki'yi ziyadesiyle merak ettiğini söylüyordu. Bilge öyle değildi. O merekatan çok, karşısındakini rahatlatmak için soruyor gibiydi sorularını. Sesi bile uzun zamandır unuttuğu huzuru hissettiriyordu Saki'ye. İşte bu yüzden güven veren bakışlara çekincesiz hayatının her evresini anlatabilirdi. Sanki bilge, yıllardır, bu sekiz metrekarelik hücrede onunla birlikte yaşıyordu. Oysa hayat, insanlara güvenmemesi gerektiğini öğretmişti ona. Hiç değilse, tedirgin edici, meraklı bakışlarla, içten samimi olanları ayırt edecek kadar tanırdı insanları... Bu yüzden ilk gördüğü kişilerle az konuşur, az laf ederdi...
Bu düşüncelerle, içi burkularak, allak bullak bir halde;
-Hayır! Hiç âşık olmadım, deyiverdi. Buz gibi çıkmıştı sesi.
-Ya? Aşk çok güzel bir duygudur. Bir insanın hangi yaşta olursa olsun tatması gereken bir duygu.... acı çekersin, çok canın yanar, yüreğinde kor ateş taşırsın. Ama aynı zamanda korkunç mutluluklarda yıkanırsın... bir gün mutlaka âşık olmasın..., diye yanıt verdi bilge aynı içtenlikle.
Sesi titredi Saki'nin, gülmeye çalıştı, ağzı abuk bir şekilde çarpıldı;
-Dua mı ediyorsunuz, beddua mı?, dedi güçlükle.
-Beddua olur mu canım?, dilerim, dilerim bir gün yaşarsın....
İşte tam bu esnada uyandı Saki. Sırılsıklamdı. Rüyasındaki bilgeye yalan söylediği için pişmanlık duyuyordu. Ama aynı zamanda onun ölü sandığı duyarlıklarını harekete geçirdiği için kızıyordu bilgeye. Sonra hemen affediyordu "onun ne suçu var ki? O bende yarattıklarını bilmeden konuştu." Sanki bütün o beş-on dakikalık rüya, rüyadan çok gerçekti. Saki, anlık da olsa gerçekle düşü birbirine karıştırmış, düşü gerçek, gerçeği düş yapmıştı hafsalasında. Şoktaydı. İç organları şiddetle ve hızlı devinimleriyle yer değiştirmeye devam ediyordu. Kitapları en üstten en alta kadar yerlere atmaya başladı... Hırsla, öfkeyle, acıyla, kanayarak, içi kan kusarak, haykırarak al aşağı etti raflarda ne varsa...
Keşke şu an bilge yanında olsaydı ve söylemek zorunda kaldığı yalanlar adına ondan özür dileseydi.
-Evet âşık oldum! Delicesine sevdim. Öyle çok sevdim ki; sevgim, aşkım beni aştı. Öldürdüm onu! Duygularıma karşılık bulamadım. Bilge söyle bana; aşk sevdiğin kadar sevilmek midir? Yoksa sevdiğin kadar sevilmemek mi? Sevdiğin kadar sevilip kavuşamamak mıdır aşk? Yoksa duyguların, kendi kendinin duvarına çarpıp geri döndüğünde mi hissedersin aşkı can evinde? Ah bilge, sapır sapır dökülüyor ciğerim... affet beni yalan söyledim. Keşke o yaşasaydı ve ben yine burada cezamı çekseydim...
Sonunda olmuştu! Çektiği sancılardan konuşarak kurtuluyordu! Dağıttığı kitapların arasında yer açmaya çalıştığı küçücük alana çöktü. Dört gün, dört gecedir aynı soluk kesen işkenceyi yaşamıştı. Hezeyanlar, nefes daralmaları, terleme nöbetleri, yorgun uykular, kâbuslar... Yıllardır düşünmekten kaçtığı, unuttu sandığı ne varsa geri geliyordu. Ruhunu her gece ayrı bir işkence aletinde tımar ediyor, bir türlü başaramıyordu... Bu gece, tazyikli su etkisi yaratmıştı onda düşünceleri. Görünmez biri, hücrenin kapısını açmış ve o daha ne olduğunu anlamadan bedenine hortumla tazyikli suyu vermişti. İşte o an, çamurun içinde yatan ne kadar ikircikli, sahte, gamsız, nihilistliğini pekiştiren kötücül düşünce varsa hepsi açığa çıkmaya başlamıştı. Su, gerek kırbaç etkisi yaratıyor, gerekse korkunç acılar veriyor ama işe yarıyordu.
Oturduğu yerde öne-arkaya sallanırken apışarasında sıktığı yumruklarıyla yeri dövmeye başladı. Uluya uluya, kendine ilene ilene ağlıyordu Saki... Ruhunda koca koca gedikler açılmış, açılan gediklerden oluk oluk kan boşalıyordu...
-Güzeldi... Çok güzeldi... diye inledi. Sevdiği kadın karşısındaymış gibi bir elini ışığa doğru uzattı. Bakışlarından acısı, yüzünde beliren çizgilerden acısının şiddetini görmek mümkündü.
-O benim balamdı... Esmer tenine hep kırmızı entariler giyerdi... Salınarak her yürüdüğünde eteklerinde savrulur erirdim...
Başını öne eğdi, utanır gibi;
-Fahişeydi... diye mırıldandı.
-Ben onu çok sevdim. Çok ama çok sevdim. O gece... Onu evinde, odasında... giyinmiş, süslenmiş öylecene görünce... aklım başımdan gitti.. Beni aldattığını düşünüyordum... Odanın içinde elinde şarap kadehiyle dolanıp, kendi kendine konuşuyordu. Birini bekler gibi bir hali vardı. Benim anahtarla kapıyı açıp girdiğimi duymamıştı bile... Uzun süre onu seyrettim... "Sayın yargıç" diyordu.. "Mevsimler" diyordu... "Hayır, ben öldürmedim" diyordu... "Son mevsimim" diyordu... Anlamıyordum.
Sonra?... sonrasını hatırlamıyorum... Elinde kadehi, bileklerinden sızan kanla yerde öylece yatıyordu... Ben yapmıştım! Nasıl yapmıştım peki? Hatırlamıyorum...
Saki oturduğu yerden ağır ağır kalktı. Demir kapıya doğru yürüdü. Kapıyı yumrukladı;
-Gardiyan! Gardiyan!
Dışarıdan yere sürterek yürüyen bir ayak sesi duyuldu. Kapının sürgülü penceresi gıcırtı ve pas kokularıyla açıldı;
-Bıyır Saki gardaş, bi diyeceğen mi var idi?
-Gardiyan, bi cigaran var mıdır?
Gardiyan pos bıyıklarını aşağı sarkıtarak, ağzını açmış, gözleri ferfecir yuvalarından fırlamış bakıyordu;
-Buluruz gurban... yeter ki sen iste...
Saki'nin dört yıldır kimseden bir şey istediği görülmüş şey değildi. Hücresine tüm masraflarını karşılayarak, yalvar yakar yaptırdığı kitaplığın dışında. Bankada, çalıştığı dönemlerden faize yatırdığı epeyce birikmiş parasının olduğu söylentileri kulaktan kulağa dolanıyordu. Ne bir yakını vardı, ne gelen bir mektubu, ne de onu arayıp soran birileri... Kendi halinde bir adamdı... adı sanı belirsiz... Saki...
Cebindeki sigara paketinden bir dal sigara çıkartıp yaktı gardiyan, sürgülü pencereden uzattı.
-Sağolasın gardiyan... Bütün acılarımın üstüne ilaç niyetine içeceğim cigarayı... Sağolasın...
Pencerenin sürgüsü kapandı... Derin bir nefes çekti sigarasından... Işığı sönük ampule doğru üfledi... Gülümsedi...
-Sağ ol bilge... sağ ol... Sayende yıllardır ertelediğim, yok saydığım, görmezden geldiğim acılarım geri tepti...
"Gün gelir bir gün
başka bir mevsim, başka bir takvim, başka bir ilişkide
o eski ağrı geri teper.
dilerim geri teper.
yoksa gerçekten
bitmişsinizdir..." * der şair dizelerinde. Belki o eski ağrıyı yaratacak kalbe dokunmadım henüz. Ama sen o ağrıların kapısına anahtar oldun. İnsan, müebbet bile olsa umudunu yitirmemeli bilge. Bir gün, gün ışığına kavuşacağının, yeniden sevebileceğinin, yeniden yaşama sevincine kavuşacağının umudunu yitirmemeli. Kim bilir bilge... kim bilir? Belki bir gün buradan çıkar, bulurum seni... Karşılıklı Efe Rakısı içeriz... söz bilge, içki masamızın hesapları da benden, sakiliği de...
Sabaha dek özenle, isim sırası ve bölümlere ayırarak yerdeki kitapları birer birer raflarına yerleştirdi.
Gün doğarken, hücredeki ilk umut dolu güne "merhaba" dedi...
* yalnız bir opera / murathan mungan
Bitti
Zeycan Irmak
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 10 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Kahveci : Ayşe Kardeşoğlu Çiçek Palas Apartmanı |
|
Dış kapının zili bir Cumartesi günü saat 11 de çaldı. İsmet Hanım üfleye püfleye eskimiş terliklerini giyip, dört kat aşağıya indi. Kapının önünde üç kişi beklemekteydi. Taşradan gelmiş olduğu anlaşılan bu insanların hiçbir soru sormasına fırsat vermeden “Buyurun” der gibisinden içeriye aldı onları. Bir kat yukarıya çıkarıp, zilinde “Psikiyatrist İlhan Bozbey” yazan kapıyı gösterdi. Gelenler biraz şaşkın, biraz ürkek bir şey söylemeden bakakaldı İsmet hanıma.
İsmet Hanım bir kere de olsa yanılmamıştır. Çünkü nice hastaları iyi eden beş numaradaki doktor İlhan beyin namı her bir yere yayılmıştı. Bu hastaların neden her seferinde doktorun ziline değil de en üstte adı yazılan İsmet hanımın ziline bastığı ise çözülememişti.
Akşamları döpiyes takımlar giyip, şık şapkalarla Süreyya sinemasında önceden ayrıltılmış localara, hafta sonları ise şortlu mayolarla Moda plajına gidilen o şaaşalı altmışlı yıllarda anneannesinden miras kalan bir apartmanda yaşardı İsmet hanım. Ancak, kocasını otuzüçünde kaybettiğinden beri bu gezmelere pek ender katılır hale gelmişti. Eş, dost bazen onu yalvar yakar zor çıkarırlardı dışarıya. Kendisine gezmeyi yakıştıramazdı nedense.
- “Ben evimde mutluyum.” derdi.
Çay keyfi yapmak ya da sohbet etmek isteyen herkese kapısı açıktı İsmet Hanımın. Şimdilerdeki gibi " Ay, yorgunum. Kimseyi görmek istemiyorum, kafa dinlemeye ihtiyacım var." gibi sözler ondan işitilmezdi. Liseyi bitirdikten sonra öğrenimine devam etmek istemiş ancak bu hevesi sonuçsuz kalmıştı. Terziliği vardı ve civardaki genç kızların görücüye çıkarken giydikleri elbiseler hep İsmet hanımın marifetli ellerinden geçmişti.
Şinasi Bey ise altmış yaşlarında, gençliğinde çok iyi keman eğitimi almış, musikiden anlayan, kadınlara çok değer verir bir beyefendiydi. Akşamları karşılıklı rakı içebileceği, yanında biraz beyaz peynir ve kavun atıştıracağı, kemanını dinletebileceği kırk beş yaşlarında bir hayat arkadaşı aramaktaydı.
Birgün Şinasi Bey İsmet Hanımı ziyarete gelmişti. Konuyu nasıl açacağını düşünmekteydi.
“İsmet hanım biliyorsunuz çok uzun zaman oldu Nuran hanım vefat edeli.... Akşamları evde öyle yalnızlık çekiyorumki, sadece eski plakları koyup fotoğraflara bakıyorum, bazen yemek bile yiyemiyorum...”
“Anladım Şinasi Bey... En kısa zamanda size de bir eş bakalım... Hayat yalnız çekilmiyor...”
Şinasi bey gözlüklerinin arkasından İsmet hanımı dikkatlice dinledi uzun parmaklarıyla koyu köpüklü kahvesini içerken... İsmet Hanım apartmanın ikinci katında oturan Hürmüz hanımı düşünmüştü Şinasi Bey için...Münevver hanımın da kocası yıllar önce vefat etmişti ve o da iki kızıyla beraber oturmaktaydı. Kızı Hürmüz’ün tencereye büyük bir özenle dizdiği zeytinyağlı dolmalar, en ince dikişlerine kadar büyük bir itinayla ütülediği erkek külotları ve pantolonları İsmet hanım dahil tüm apartmanca merak konusuydu. Aslında ailedeki herkes gibi bembeyaz teni, iri mavi buğulu gözleri, beyaz dolgun bacakları, kendinden lüleli saçlarıyla hiç de beğenilmeyecek bir kadın değildi Hürmüz. Kırk üç yaşındaydı ve hiç evlenmemişti!
Münevver hanımlarda Çarşamba günü ağda partisi verilirdi. Hürmüz gelen misafirleri o gün geri çevirmek zorunda kalacağı için üzülürdü, ama yakın dostları bilirdi ki o gün onlar çok meşgullerdi. Hürmüz evli kadınların bacaklarında bir karış kıllarla kocalarının yanında gezmemelerini savunurdu hep. "Aaaa, ne kadar ayıp boyle simsiyah bacaklarla kocanın yanında gezmek…" derdi kocaman mavi gözlerini yukarı doğru süzüp konuşarak.
Altı numaralı aile perşembe akşamları radyodaki temsili dinler, Hürmüz de bir gün evleneceği adamın çamaşırlarını aynen şimdi yaptığı gibi itinayla ütülediğini düşleyerek hayallere dalardı. Hem de hızını alamayıp evdeki masa örtüsü, yastık kılıfı gibi görünen görünmeyen ne varsa katarak… Annesi onu başgöz etmek niyetinde değildi ya, yine de görücüleri kabul ederdi. “Olsun, gelsinler , renk olsun.” derdi Münevver hanım.
Hürmüz ve Nebahat’ın elbiselerinde aynı intizam görünürdü ve çoğu bordo veya açık maviydi. Çiçekli, allı güllü kumaşlar onlara göre değildi. Hafta sonları plaja gidecekleri zaman hasır çantaları ve aynı renkteki şapkalarını takarlar, apartman topuklu ayakkabılarıyla aheste aheste plaja doğru yürürlerdi. Yolda da mutlaka arkadaşlarından birine rastlarlardı.
Hürmüz’ün bir kusuru vardı, küçükken menenjit geçirmişti. Ancak yine de her işini görecek vaziyette yetişmişti. Çok hafif bir aksaklığı olsa da bunu ancak çok uzun incelemeler sonucunda dikkatli gözler sezebilirdi. Ve Hürmüz banyo yaparken bütün kapıları kilitler, annesi Münevver hanım da kızardı. İsmet hanımın kızı Fatma da geçen gün şohben zehirlenmesinden az daha ölüyormuş. Bundan böyle bu apartmanda banyo yapılırken kapıları kilitlemeyi yasaklıyorum.”
“Aaaa... ya oramı görürlerse?”
“Kızım, kim ne yapsın senin oranı, herkes bıkmış kendi orasından...”
O günden sonra ne altı numaralı Münevver hanımların dairesinde ne de İsmet hanımların evinde banyo yapılırken kapı kilitlenmedi. Münevver hanım kızlarını hala küçük bir çocuk gibi görür, ne yaptıklarından. Ne yaptıklarından, ne ettiklerinden daima haberdar olmak isterdi.
İsmet hanım, elinde fileyle alışverişten dönerken altı numarada bir hareket vardı… Nebahat yine pembe elbisesini pembe terliklerini giymiş, ortalarda dolaşmaktaydı. Hürmüz’e görücü geleceği zamanlarda bu elbise giyilirdi hep. O da bekar olduğu için, belki piyango bana da vurur diye kendine bir pay çıkarırdı. Saf kalpli Hürmüz hiç gocunmazdı bile bu duruma. O, yalnızca yapacağı kahvenin bol köpüklü ve lezzetli olmasını düşünürdü… Varsın ablası da koca bulsun, ne güzel olurdu. Onların da çamaşırlarını ütüler, temizliklerini yapardı...
O gün herkes tüm hazırlıklarını yapmıştı. İsmet hanım Şinasi beyin bir eş aradığını Münevver hanıma bildirmiş o da her zamanki misafirperverliğiyle:
“Buyursunlar , şeref verirler” demişti kendinden emin gür sesiyle.
Hürmüz o sabah erkenden kalkmış evin bütün camlarını silmiş yeni aldığı arap sabunuyla dış kapı girişlerini de bir güzel temizlemişti.
“Dış kapı bizim aynamızdır.” demişti ablası Nebahat’a.
Öğleden sonra da annesinin, ablasının ve kendisinin akşama giyeceği kıyafetleri bir güzel ütülemişti. Bir yandan da bir şarkı tutturmuş, mırıldanıyordu.
“İkimiz bir fidanın, güller açan dalıyız...”
Annesi Münevver hanım, kalbura bastı yapmıştı kemani Şinasi bey için. Kokusu bütün apartmana yayılmıştı. Bir tabak da İsmet hanıma göndermişti. Şinasi Bey de bu “otuz beş” yaşlarında dedikleri kızla ilgili hayallere kapılmıştı. Uzun yıllar önce aldığı ama hala bugün alınmış gibi duran yepyeni takım elbisesini giymişti. Bir demet de gül yaptırtmıştı köşedeki çiçekçiden. Çiçekçi alışmıştı Şinasi beyin beş altı ayda bir gelip, gül yaptırtmasına,. Genelde paranın üstünü de istemezdi Şinasi Bey
“Bu sefer olur inşallah, Şinasi bey” dedi, çiçekçi. Şinasi bey de torbalanmış gözleriyle baktı, iri camlı gözlüklerinin arkasından: “İnşallah” der gibisinden başını salladı. Ve saat yedide Münevver hanımların zili çaldı. Apartmana sinen arap sabunu ve kalbura bastı kokularının içinden Şinasi Bey göründü.
“Buyursunlar efendim, zahmetler ettiniz” dedi Münevver hanım gülleri alırken.
“Yok efendim, zahmet ne kelime…”
Münevver hanım en yenisinden ve kalitelisinden bir çift siyah deri terlik uzattı Şinasi Bey’e. İsmet hanım da gelmiş, köşedeki koltuğa oturmuş, misafirin tepkisini inceliyordu. O alışkındı böyle toplantılara. Nice çiftlerin yüzükleri onun elinden takılmıştı. Şimdiye dek olumsuz bir görüşme olmamıştı, hepsi de evlenmiş ve mutlu olmuşlardı. Bu seferki daha önemliydi İsmet hanım için. Yıllardır birlikte oldukları arkadaşı Münevver’in kızıydı. Birazdan Nebahat göründü her zamanki bordo elbisesiyle ...
“Hoşgeldiniz...”
“Hoşbulduk..”
Bu mu? der gibisinden İsmet hanıma baktı Şinasi Bey ... İsmet hanım da bu anı bekliyordu.
Hayır anlamında kaşlarını ve başını yukarı kaldırıp, tekrar yere indirdi gözlerini. Biraz sonra elinde bol köpüklü kahve tepsisiyle, bordo renkli krep elbisesi, topuklu ayakkabılarıyla Hürmüz geldi . İsmet hanımla Şinasi Bey tekrar gözgöze geldi.
İsmet hanım yavaşça başını aşağı yukarı sallayıp, gözlerini de uzun uzun kapattı Şinasi beye. “İşte, bu” der gibisinden. Şinasi Bey, koltuğa tekrar yerleşti, Hürmüz'e alıcı gözüyle bakarak. İsmet hanımın kulağına doğru yavaşça eğilip:
“Alaaaa...” dedi alt dudağını hafifçe dışarı çıkartıp, bir eliyle de kahvesini tutarken...
“Kırkbeş ila elli” dedi otuz beşinde ya var ya yok dedikleri Hürmüz için kelimeleri uzatarak... Hürmüz utancından gözlerini kahve tepsisinden kaldırmadan, odadan uzaklaştı.
Şinasi bey kızı beğenmişti. Kız tanıdık bir ailenin kızıydı. Ev işlerinden anlar ve kendisine sevgi gösteren herkese kul köle olurdu. İyisini mi bulacağım diye düşünür ve cevabının olumlu olacağını düşünerek. Ertesi gün İsmet hanımı aradı.
“Şinasi Bey, maalesef Münevver hanım bu işi onaylamadı. Hürmüz'ün evliliği iyi yürütemeyeceğine karar vermiş.”
Münevver hanım iki kızını da evlendirmek niyetinde değilmiş. Yoksa yaşlanınca ona kim bakacakmış? Hürmüz kalbura bastı tepsisini yıkarken, Şinasi beyle kurduğu hayalleri de yıkamaya da başlamıştı. Bir kez daha ümitleri yıkılmıştı. Elele tutuşup, Moda çay bahçesine gitme hayalini, hep annesi ve ablasıyla gittiği Süreyya sinemasına, artık Şinasi Bey'in koluna girip gitmeyi hayalini... Hepsini , hepsini siliyordu... Şimdi, yine ailesiyle beraber sıradan bir gün geçiriyorlardı.
“Hürmüz, çayları doldur, temsil başlıyor …”
Ne olurdu Münevver hanım evet deseydi, bu işe?
Ayşe Kardeşoğlu
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 6 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
YILDIZINIZ KIPIR KIPIR, YA SİZ?
Ailenizin Yıldız Falcısı : Nurettin Özdemir |
|
KOÇ (21 Mart-20 Nisan) Fikirlerinizin fokur fokur kaynayacakları bu hafta sizlere tavsiyem sabırlı olmanız sevgili koçlar. Duygusal ilişkileriniz yepyeni ufuklara doğru yelken açmaktalar bu arada.. Pazartesi ve çarşamba günleri sizleri mutlu görüyorsa da cuma gününün nane molla atmosferine dikkat etmelisiniz. Yerine getirilmesi gereken angajmanlarınız neredeyse kronikleşmiş gecikmelere maruz kalsalar bile yılmadan yolunuza devam etmelisiniz koçlar..
BOĞA (21 Nisan-20 Mayıs) Burcunuza resmen güneş doğmakta bu hafta sevgili boğalar.. Kendinizi öylesine güçlü hissedeceksiniz ki gelecek günler içinde. Maddi açıdan bazı zorluklarla karşılaşmanız bile gölgeleyemiyecek bu tatlı anları. Mesleklerinizi icra ederken muhataplarınızı incitmemeye özen gösterin. Bilgisayar, müzik ve görsel yayın alanlarında faaliyet gösterenleriniz başarılarla dolu bir hafta geçirecekler.
İKİZLER (21 Mayıs-21 Haziran) Kendinizi o kadar hafif hissedeceksiniz ki bu hafta ikizler hızınızı alamayışınız sizlere pahalıya patlayabilir, bu yüzden itidalli olmalısınız.. Çevrenizde bulunan dostlarınızın sizlere gösterecekleri sosyo- profesyonel seçeneklere gözleriniz kapalı atılmadan evvel şöyle bir düşünün sakin sakin.. Total güvenceleri sağlamadan kendinizi cadı kazanlarına atmayın. Tamam şanslarınız muazzam ikizler ama unutmayın şanslarda fazla zorlanırsalar onlar da an gelir uçuverirler. Paralarınızı harcarken dikkatli olmalısınız..
YENGEÇ (22 Haziran-22 Temmuz) Eskiye nazaran daha sakinsiniz ve bazı gerçekleri gecikmeli de olsa kabul etmiş haliniz var sevgili yengeçler.. Buna karşılık içinizden gelen yakın çevrelerinizden uzaklaşma isteklerinize canlılık kazandırmaya kararlısınız. Yaşam prensiplerinize adapte olamayan, yakışmayan, ters düşen her kimse ise artık gerilerde bırakmaya hazırsınız.. Finansal projelerinize yükleyeceğiniz riskleri hesaplarken aşırı iyimser olmamaya gayret edin. Kararlarınızı alırken aceleci olmayın, bırakın kendiliklerinden çözülsün meseleler.
ASLAN (23 Temmuz-22 Ağustos) Adaletin yerini bulacağı ve gönüllerinizi ihya edeceği haftanızın ilk günleri sinirli ve yorgun hissedebilirsiniz kendilerinizi sevgili aslanlar. Aldırmayın bu geçiş dönemlerine. Kişilikleriniz ve yaşama bakış perspektifleriniz öylesine derinden değişimlere uğramakta ki.. Artık sizler bile inanamıyacaksınız geçmişte yaşadığınız saflıklara varan yaşam tarzlarınıza. Evet adaletin yerini bulacağı bu hafta hayatın sizlere armağanları var aslanlar. Mutluluklar sizlerin olsun derken bir tavsiyemde yolculuklara hazırlanmanız.. Mecazi anlam da bile olsa bunlar..
BAŞAK (23 Ağustos-22 Eylül) Atalarınızdan siz başaklara yaşamlarınıza yol gösterecek sembolik mesajların verilecekleri kutsal bir haftada olduğunuzu müjdelemeliyim. Kalplerinizin, altıncı hislerinizin kapılarını ardına kadar açın ve bir eski fotoğraf veya herhangi bir hatıra dolayısıyle alacağınız ilhamları kabul edin.. Şu anda sosyal ve mesleki ilişkilerde anlaşmazlıklar yaşamanıza rağmen derinden oluşan değişikliklere tüm kalbinizle inanmalısınız.. Haftanızın kıymetini bilin sevgili başaklar..
TERAZİ (23 Eylül-22 Ekim) Bir yandan imzalanması an meselesi olan anlaşmalar diğer yandan ortamların her türlü kayganlıklara açık olmaları haftanızın grafiğini inişli çıkışlı kılmakta teraziler.. Başınızın üstünde görünmez bir gücün sizleri kolladığını bilmelisiniz. Cesaretle olayların üstlerine gitmeniz artık şart unutmayın. Hafta sonuna doğru ailevi ve özel ilişkilerinizde ufak tefek güçlükler doğabilecekler. Görsel basınla ilgili uzun vadeli çalışmalara davet edilebilirsiniz. Başarılarınızın kalıcılıkları ise içinizdeki fırtınaları dindirmenin yollarını bulmaktan geçmekte..
AKREP (23 Ekim-22 Kasım) Ailelerinizle, yakınlarınızla oluşabilecek çatışmalara kendinizi kaptırmamalısınız sevgili akrepler. Geçen hafta sonu ve bu haftanın son günlerine doğru self kontrolleri elden düşürmeyin. Özel ilişkilerinizde meydana gelebilecek geçici rahatsızlıkların aksine sosyal ve profesyonel uğraşlarınız da keyifleriniz ise şeker kaymak.. Ortaya koymakta olduğunuz eserlerinizin sayesinde kapasitelerinizin yüceliklerini gururla yaşayacaksınız. İş yerlerinin yetersizliklerinden dolayı bazı akrepler yakında daha geniş mekanlara taşınacaklar. Böbreklere dikkat..
YAY (23 Kasım-20 Aralık) İçinizden gittikçe yükselmekte olan bambaşka yaşamlara geçme isteklerinizin doruklara çıkacakları bir haftadasınız sevgili yaylar. Herşey sizin elinizde ve kararlarınızın nihayetlerin de bunu da unutmayın. Kimseden yardım beklemeyin. Tek başınıza kendi sorgulamanızı yaparak geçmişin köhnemiş prensiplerinden sıyırmalısınız kendinizi.. Yeni bir şans kapınızda, kıymetini bilin.. İletişimle iligili alanlarda muazzam yeteneklerinizi ortaya koymanın zamanı artık gelmiştir. Kararlarınız sayesinde haftanız miladınız olsun yaylar.
OĞLAK (21 Aralık-19 Ocak) Haftanız ailelerinize dönük olacaklar sevgili oğlaklar. Bir aile ferdinizin veya yakınlarınızdan sevgi duyduğunuz bir tanıdığınızın sizlere mutluluklar getirecekleri haftanızın diğer sektörlerinde sert rüzgarların esebileceklerini sizlere söylemeliyim dostlar. Mutlaka sıkıcı yöntemlerle derleyici toparlayıcı ve yaşamları disipline etmeyi üstlenen Satürn gezegeninin marifetleri sonucu bu rüzgarlar. En iyisi bu hafta sanatla uğraşın. Müzisyen olun, çiniler yaratın, ressamlık yeteneklerinizi testleyin.. Şaşırtıcı sonuçlara hazırsınız değil mi oğlaklar...
KOVA (20 Ocak-18 Şubat) İlişkilerinizin getirecekleri mutlulukları doyasıya yaşayacağınız yeni haftanızın kıymetini bilin sevgili kovalar. Ufukta sizlere yepyeni perspektifler açacak bir yolculuk gözükmekte. Koyulacağınız bu seyahatin sonunda yaşamlarınızda bazı şeylerde artık bir yol ayrımına geldiğinizi anlayacaksınız. İş yerlerinizde ise mentalite ve konsepsiyon farklılıkları yüzünden yöneticileriniz ile aralarınızda uçurumlar oluşabilirler. Yabancı diyarlara yönelik çalışmaların zamanı belkide şimdi işte kovalar.
BALIK (19 Şubat-20 Mart) Tüm balıklara duyurulur.. Burçlarının başından, ortasından, sağından veya sonundan da olsa tüm balık burcu sakinleri ruhlarının derinliklerinde fay kırılmalarını yaşamaktalar. Gönülleri dolu dolu olsalar da bu asla birşeyi değiştirmemekte biline.. Yaşamları silip süpürmekten başlayan ve Yaradan'ın bahşedeceği zamanların her anını realist yaklaşımlarla keyifle yudumlamaya kadar varan engellenemeyen duygular yelpazesinin aşinalarısınız artık... Geriye dönülmesi imkansız, bazen kahredici bir duygu tsunamisine tutulduğunuzun farkındasınız demi sevgili balıklar. Üranüs iki senedir mekanlarınızda, geriye kaldı beş uzun sene.. Kendinize ölmelisiniz balıklar.. Başladınız bile...
Nurettin Özdemir
nozdemir@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Rating: 6 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Fotoğraf: Özlem Ünlü <#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 5.516 kahveciye doğru yola çıkmıştır.
Yukarı
|
BİLİRSİN AŞK DA SERSERİ
Hattuşaş’tan geliyorum
kaçağım
arkamda bin türlü tanrı izimi sürer
düşüm binmiş bir bulutun terkisine
kör inançlar kanırttım
yoldaşlar bıraktım aylı yamaçlarda
sevgililer yas dokur kilimlerine
son tapınaktan da kovuldum bıldır
ölümleri şaşırttım
kaçağım beş bin yıldır
acı bizi kovaladı dağ bayır
yine de her ölümde daha bir sevdik
ağlama
ne sultanlar ne taht kalır
koparır yüreğimizi kimi sevsek
sevdayı bildik ya bir yol
acı bizden öcün alır
kaçkın akşamlara
göçmen sabahlara serdik de postu
bilirsin aşk da serseri
yürek kandaşıyız
acıdan akrabayız
insanın yurdudur insan
sen anlarsın beni
derim ki sevdayı yazgı seçmişiz
her bahar açan çiçek
sararıp da dökülür yaprak yaprak
hüzünlü yüzüne güzün
berbat biri olurum
hoyratlığım azar
çiğnerim tüm kuralları
atar beni tapınaklar kurallar
bin yıllar geçti ey aşk
mezarlıklar iklimidir kucağım
kaçkınım
bana ellerini uzat yoruldum
kendimi öldürerek sana yeniden doğacağım
Adnan Durmaz
Yukarı
|
İstanbul'a Medrano Sirki gelmiş, kaçırmayın!..
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan Yamağı : Cem Özbatur |
|
http://www.buybye.com/detail.asp?PRODUCT_ID=F102A9K935M714ID1 "ALIŞVERİŞİN GÜLER YÜZÜ". Kahve Molası Dergimiz artık Buybye.com'da. Kredi kartınızla derhal satın alıp adresinize gönderilmesini sağlayabilirsiniz. Hatta dergiyi taksitle almanız bile mümkün. Tabi hepsi bu kadar değil. Dergi için gitmişken tüm reyonları dolaşmakta yarar var. Pekçok ürünün yanında hormonsuz doğal domatese özellikle dikkatinizi çekerim.
http://www.derki.com/sayfalar8/topik.html Kültürlerin kaynaşması bence "topik", sadece Ermeni mutfağına ait diyemeyiz, hele bu yazıyı okuduktan sonra. Ertan Yurderi gözlerinizi yaşartacak zaman zaman hazır olun. Hem topik için hem de daha önce en ki'li bu dergiyi ziyaret etmemişler için bulunmaz fırsat.
...-houston, sanırım koaksiyel ateşleme sisteminin duplikasyon bölümünde yakıt sıkışmasından kaynaklanan bir hata var. -gemi gidiyor mu genç? -onaylandı houston. -devam et o zaman devaaam... http://haydi.net/yazikazani/turkler.asp Türkler uzaya çıkarsa sizce ne olur?
...Sen kocaman göllerde bir kalabalık gibisin, Kocaman denizlerde ender bir balık gibisin. Bir ısıtır,bir üşütür,bir ağlatır,bir güldürür; Sen hem bir hastalik hem de sağlik gibisin. Özdemir Asaf. Daha nice güzel şiirler igin http://www.dosthane.de kısayolunu tavsiye ediyorum.
Çok hoş bir web sayfası keşfettim http://www.gezgin.com Ben bu sayfada yeniyim ama sağolsun editörler çok iyi çalışmışlar hiç yabancılık gekmedim. Özellikle rehber bölümünü ısrarla tavsiye ediyorum.
Ekmek teknesi isimli bir dizi var. Meraklıları bilir, gerçekten çok keyifle izlediğim ender dizilerden bir tanesi. http://www.ekmekteknesi.com kısayolunda bu dizi ile ilgili her türlü bilgiyi bulabilirsiniz.
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
ACXtractor 3.20 [772 KB] Win95,Win98,WinME,WinNT 4.x,Windows2000,WinXP Deneme (19$)
http://www.marvintec.com/download/acxtractor.exe Normal audio CD lerinizi bilgisayarınıza wav, mp3 veya ogg formatında almak için kullanabileceğiniz güzel bir program. Pekçok seçeneğin yanında freedb desteği de cabası. Bu küçük programı denemenizi öneririm.
Yukarı
|
|
|
|
|
|